Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Kültür | Sanat | Edebiyat > Dünya Edebiyatı > Dünya Edebiyatı Ustaları


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 08.05.2014, 15:39   #1
Çevrimdışı
Mislina
Süper Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Theo'ya Mektuplar | Vincent Van Gogh





Amsterdam, 18 Ağustos 1877

Erkenden kalkmıştım: işçileri şantiyeye gelir gördüm, pırıl pırıl bir güneşin altında. Sen de görsen hoşuna giderdi: irili ufaklı kara insancıklar bir ırmak olmuş akıyordu, önce çok az güneş alan dar sokaktan, sonra da şantiyede. Daha sonra bir parça kuru ekmek ve bir bardak bira ile kahvaltı ettim. Böylesine bir kahvaltıyı Dickens canlarına kıymak üzere olan insanlara salık verir, onları daha bir süre niyetlerinden vazgeçirir diye. İnsan tam bu ruh haletinde değilse de, yapmalı bunu zaman zaman, Rembrandt'ın «Emmaüs Hacıları» adlı tablosunu düşüne düşüne.

Amsterdam, 9 Ocak 1878

C. M. (*) bugün bana Gérome'un Phryné'sını güzel buluyor muyum diye sordu. Ben de dedim ki Israels'in ya da Millet'nin çirkin bir kadınını, yahut ta Ed. Frére'in bir koca karısını seyretmekten daha çok haz duyarım, çünkü bu Phryne'nin bedeni gibi güzel bir beden ne anlam taşır önünde sonunda? Hayvanların da güzel bedeni olabilir, hem belki de insanlarınkinden daha güzel, oysa Israels'in, Millet'nin ya da Frere'in çizdiği insanlardaki ruh gibi bir ruh hayvanlarda olamaz. Hem hayat bize niçin bağışlandı: bedenimiz acı içinde kıvrandığı zaman bile yüreğimizi zenginleştirelim diye değil mi?
Ben Gérome'un figürü için hiçbir şey duymuyorum, çünkü en ufak bir zekâ belirtisi görmüyorum onda. Çalışmaktan yıpranmış eller bence bu figürdeki ellerden daha güzeldir.
Böyle bir kızla Parker ya da Thomas'la Kempis, yahut ta Meissonier'nin çizdiği figürler arasında daha da büyük bir ayrılık vardır; insan iki kere efendiye birden hizmet edemediği gibi, birbirinden bu kadar ayrı iki şeyi de bir arada sevemez, ikisine karşı aynı duyguyu duyamaz.
Derken C.M. güzel bir kadından, güzel bir kızdan hoşlanmaz mısın diye sordu bana, ben de dedim ki çirkin, yaşlı, yoksul, ya da herhangi bir nedenden ötürü bahtsız da olsa, hayat görgüleri, çektiği acılar, çileler yüzünden bir zekâ ve bir ruh edinmiş olan bir kadınla daha iyi anlaşabilir, uyuşabilirim.

Amsterdam, 3 Nisan 1878
Konuştuğumuz üstüne daha epey düşündüm, ve istemeyerek «dün ne idiysek bugün de oyuz» sözleri geldi aklıma. Ama bu demek değildir ki durmalı ve ilerlemeye çalışmamalı, tersine ne yapıp yapıp ilerlemenin yolunu bulmalıyız.

Ama bu sözü bir kere benimsedik mi bir daha gerileyemeyiz, nesnelere özgür ve güvenli bir bakışla da baktık mı, geri dönüp sırt çeviremeyiz onlara.

«Dün ne idiysek bugün de oyuz» diyen adamların «doğru adamlar» oldukları kaleme aldıkları yasadan belli; bu yasa her zaman var olacaktır, «yukardan gelme bir ışığın altında» ve «ateşten bir parmakla» yazıldı denebilir bu yasa. «Doğru adam» olmak iyidir, gün geçtikçe daha doğru olmaya çalışmalı, doğru olmak için de «içine dönük bir ruh adam!» olmak gerektiğine inanmak yerindedir.
İnsan bu cins insanlardan olduğuna kanı getirdi mi, ereğe varacağından emin olarak rahat rahat, güvenerek yürür yolunu.

Adamın biri bir gün kiliseye girip şöyle bir soru sormuş: «Bunca iyi niyetle yanılmış olmayayım sakın? Yolu şaşırıp yanlış yola sapmış olmayayım? Ah, bir kurtulabilsem bu kararsızlıktan! Sonunda yeneceğimden, başaracağımdan emin olabilsem!» Derken bir ses duymuş: «Emin olsaydın ne yapardın? Eminmişsin gibi davran, göreceksin ki yanılmayacaksın.» Adam bunun üzerine inançsız olarak değil, inançla devam etmiş yoluna ve kuşku ile kararsızlığın bir yana bırakarak sarılmış işine.

«İçine dönük ruh adamına gelince, insan genellikle tarih bilgilerini arttırarak, özellikle de Kutsal Kitaptan Fransız Devrimi tarihine ve Odysseia'dan Dickens'in, Michelet'nin kitaplarına kadar, her çağda yaşamış belli kişileri inceleyerek, bu tipi gerçekleştiremez mi kendinde?
Ayrıca Rembrandt gibi adamların eserlerinden bir şeyler öğrenemez mi?

Breton'un «Yabani Otları», de Greux'nun, «Benedicite» si, gene de Groux'nun (ya da Conscience'ın mı?) «Askere Alınan Adam»ı, Dupre'nin «Koca Meşe Ağaçları» yahut ta Michel'in değirmenleri ve kum ovaları gibi eserlerden faydalanamaz mı?


Ödevimiz nedir, nasıl iyi bir şey yapabiliriz konusunda epey tartıştık ve belli bir yer edinmenin, kendimizi büsbütün verebileceğimiz bir meslek bulmanın başlıca ereğimiz olması, gerektiği sonucuna vardık.

Ayrıca şu noktada da fikir birliğine varmıştık sanırım: insan en başta sonu, ereği gözetmeli, bir ömürlük çalışmalar ve çabalar sonunda varılan bir zafer daha önce kazanılmış bir başarıdan daha iyidir.

İçten, candan yaşayan, gerçek acılar ve hayal kırgınlarıyla karşılaşıp da yıkılmayan adam, her işi rastgelen ve bir bakıma bolluk içinde ömür süren adamdan daha değerlidir. Çünkü üstün değerleri apaçık ortaya çıkan insanlar, İsa'nın şu sözleriyle niteleyebileceğimiz insanlar değil mi: «Çiftçiler, ömrünüz üzüntü içinde geçer, çiftçiler, hayatta çile doldurursunuz, çiftçiler, mutlusunuz!» «Bir ömür boyu eğilmeden yıkılmadan savaşıp çalışan» insanlardır bunlar. Onlar gibi olmaya çalışmak iyi şeydir.

Demek ki yolumuzdan «indefessi favente Deo» , Tanrının sarsılmaz desteğiyle yürüyoruz.

Bana gelince, ben iyi bir şeyi, dünyada faydalı olabilecek bir şeyi dile getirmeyi başaran iyi bir vaiz olmalıyım. Bu bakımdan oldukça uzun bir hazırlık devresi geçirip, başkalarına seslenmeye girişmeden önce, kendime iyice güvenebilmek fırsatını bulmam belki daha iyi olur. Var gücümüzle gerçek, içten bir hayat sürmeye çalıştık mı her şey yoluna girer, derin acılara, gerçek kırgınlıklara uğramak zorunda kalsak da; herhalde ağır hatalara da düşeceğiz, kötülükler de yapacağız, ama daha çok hata işlesek de cömert ve coşkun olmak cimri olmaktan, fazla tedbirli olmaktan daha iyidir.


Elden geldiği kadar çok sevmeliyiz, çünkü asıl güç sevgidedir, çok seven adam büyük işler görür, büyük işler görebilecek güçtedir ve sevgiyle yapılmış iş iyi yapılmış iştir: kimi kitaplar, örneğin (rastgele sayıyorum) «Kırlangıç», «Çayır Kışı», «Bülbül», «Sonbahar Dilekleri», «Bir Hanım Görüyorum Buradan» ve Michelet'nin «Bu Tuhaf Şehirciği Seviyordum» gibi kitaplar dokunaklı ise, bunların akıl gücü karışmadan safça yazılmış kitaplar olduğundandır. İnsan yalnız birkaç söz söylemekle yetinebilir, ama bu sözler bir anlam taşımalı, anlamlı birkaç söz kimseye yaramayan, o derecede de kolay söylenen bir araba dolusu laftan daha değerlidir.


Gerçekten sevilmeye değer şeyleri candan sevdik mi, sevgimizi önemsiz, tatsız tuzsuz, ve boş şeylere harcamaktan sakındık mı, yavaş yavaş aydınlığa varır, gücümüzü pekleştiririz.


Belli bir çalışma alanında ve belli bir meslekte ne kadar, çabuk ilerlersek, az çok özgür bir düşünüş Ve davranış benimseyip değişmez kurallara ne kadar bağlı kalırsak, o kadar karakterimiz pekleşir, üstelik tek yönlü bir insan da olmayız.


En akıllıcası böyle yaşamaktır, çünkü hayat kısadır, vakit çabuk geçer; insan bir alanda yetkinliğe erer de o alanı iyice kavrarsa, daha birçok şeylerin anlayışına ve tanımına da varır aynı zamanda.


Dünyaya karışmak, birçok insanlarla görüşmek kimi zaman iyidir, kimi zaman öyle yaşamak zorundayız, ama tek başına kalıp rahat rahat çalışmayı seçen yalnız birkaç dostuyla görüşmek isteyen adam, insanlar arasında ve dünyada kendine en, çok güvenen adam olarak çıkabilir karşımıza. Güçlükler, dertler.


Her çeşitten engellerle karşılaşmamak güvenli olmak için bir neden değildir, kendimize kolay bir hayat düzenlemekten kaçınmalıyız. Kültürlü çevrelerde, en iyi topluluklarda ve en iyi koşullar içinde bile bir Robenson Crusoe'nin ya da bir doğa adamının özgün karakterinden birşeyler korumalıyız, ruhumuzun ateşini hiç söndürmeyip durmadan körüklemeliyiz. Yoksulluğu seven, ona bağlı kalan insan büyük bir varlık taşır içinde, vicdanının sesini her zaman duyacaktır o. İçinden gelen bu sesi duyan ve dinleyen adam, Tanrının en büyük armağanını edinip bir dost bulacaktır kendine, yalnız kalmayacaktır hiçbir zaman...

Bizim kaderimiz bu olsun, kardeşim, yolun açık olsun, ve Tanrı seninle birlik olup her işini rasgetirsin, sana dileğim budur. Bu dilekle elini sıkar, uğurlarım seni.

Vincent
Laeken, 15 Kasım 1878

Tam o saat sokak süpürücüleri yaşlı kır atların çektiği çöp arabalarıyla dönüyorlardı. İskele yolunun başında, sözüm ona Çamurlar Çiftliği boyunca bu arabalardan uzun bir kuyruk vardı. Bu ihtiyar beygirlerin bazıları aquatinta ile yapılmış eski bir gravürü andırıyor, belki bilirsin, büyük bir sanat değeri yoksa da, çarpar, sarsar beni bu gravürler. Serinin son gravürü «Bir Atın Hayatı» adını taşır. Anlatmak istediğim asıl o. Yük taşımaktan, bir ömür boyu ağır işler görmekten bitkin düşmüş, zayıflamış, kadidi çıkmış bir kır at görülür bu gravürde: zavallı hayvan kuru ottan başka bir şey bitemeyen alabildiğine ıssız bir ovada korkunç bir yalnızlığın içine gömülmüştür; şurda burda kasırgadan eğilmiş, bükülmüş, kırık yamru yumru bir ağaç, yerde bir kafatası ve uzakta, arka planda rengi solmuş bir beygir iskeleti, hayvan leşlerinin derilerini kemiklerinden yüzmekle hayatını kazanan bir adamın oturduğu kulübenin yanı başında. Hepsinin üstünde fırtınalı bir gök, insafsızca sert bir gün, koyu kapkara bir hava.

İnsanın yüreğine işleyen, ruhunu karartan bu manzara, günün birinde bizim de ölüm denilen badireden geçeceğimizi ve «insan ömrünün ak saçlar ve göz yaşları» ile sona erdiğini bilen ve duyan kişiyi derinden etkiler. Bunun ötesinde olan yalnız Tanrının bildiği bir sırdır, ne var ki Tanrı ölülerin dirileceğini bildiren sözü ile bu sırrı çürütülemez kanıtlarla açıklamıştır bizlere.


Zavallı beygir, insanın sadık uşağı, sabırlı ve edilgen bir tavırla durur orda, «muhafız ölür de teslim olmaz» diyen ihtiyar muhafız gibi son saatini beklemektedir o da. İşte bu akşam, Çamurlar Çiftliği’nin orada çöp arabalarının atlarını görürken bu gravürü hatırladım birdenbire.


Ya arabacılar, kirli paslı iğrenç giysileriyle, de Groux Usta'nın «Yoksullar Sırası» nda çizdiği o uzun yoksullar alayında, daha doğrusu kümesindeki figürlerden daha da çok sefalete dalmış, sefaletin içine kök salmış gibiydiler. İşte böyle anlarda, dile gelmeyen, sözle anlatılamayan bir çaresizlik karşısında - yalnızlık, yoksulluk, bahtsızlık, her şeyin sonu… bitimi… işte o anda Tanrı düşüncesi doğar birdenbire kafamızda. Başkaları değilse de ben bunu duyarım.

Babamız da öyle demez mi: «Hemcinslerime mezarlıkta seslenmekten hoşlanırım, çünkü orada hepimiz toprağa basarız, aynı toprağa basmakla kalmayız, aynı toprağa bastığımızın bilincine varırız.»

Müzeyi seninle birlikte gezebildiğimiz çok iyi oldu, de Groux'nun, Leys'in eserlerini ve Coosemans'ın o peyzajı gibi dikkate değer bunca tabloları birlikte gördüğümüze sevindim.

Bana verdiğin iki gravürden çok memnumum, ama sen de benden «Üç değirmen» adlı o küçük ofortu kabul etmeliydin. Oysa onu sen kendin satın aldın - hem de yarı fiatına değil, benim istediğim gibi. Onu koleksiyonuna katmalısın, çünkü çok güzel yapılmış değilse de dikkate değer bir parçadır.


Bilmiyorum ama bence onu Kadife Breughel değil de Köylü Breughel çizmiş olsa gerek. Bu mektupta «Kömür Madeninde» adlı küçük krokiyi ekliyorum.

Yolda giderken gözüme çarpan sayısız şeylerin kaba taslak krokilerini çizmek isterdim, ama bu beni asıl işimden alıkoyar korkusuyla hiç girişmiyorum. Eve döner dönmez «Kısır İncir Ağacı» üstüne (Lukka İncili, XIII, 6-9) hazırladığım vaıza başladım.
«Kömür Madeninde» adlı küçük desen pek o kadar önemli değil, ama hiç düşünmeden çiziverdim işte onu, çünkü madende çalışan bir sürü adamlar görüyorum burda, belli niteliği olan bir topluluk bu. Gördüğün evceğiz iskele yolunun üstündedir, büyük bir atölyeye bitişik küçük bir kahvehanedir aslında, işçiler paydos saatinde oraya ekmeklerini yemeğe ve bir bardak bira içmeye gelirler.
Bir zamanlar, İngiltere’de maden ocaklarının işçileri arasında papaz olmak için dilekçe vermiştim, ama kabul edilmedi, en azından yirmi beş yaşında olmam gerektiği ileri sürüldü. Bilirsin ki, yalnız İncil’in değil, bütün Kutsal Kitabın en köklü, en esaslı gerçeklerinden biri «Karanlıkta Parlayan Işıktır».

Karanlıktan varılır ışığa…

Ama kim gerçekten gereksinir bu hakikati, kim kulak verir ona? Tecrübeler gösterdi ki maden ocaklarında çalışan maden işçileri gibi yerin dibinde karanlıkta çalışanlar İsa'nın sözüne asıl kulak verenler, ona asıl inananlardır.
Belçika’nın güneyinde, Mons çevresinde de, Fransız sınırında da Hainaut denilen bölgede, giderek onun daha da ötesinde Barinage adlı bir bölge vardır, orada çeşitli maden ocaklarının işçileri yaşar; değişik, meraklı bir topluluktur bu. Küçük bir coğrafya elkitabına baktım, şöyle anlatıyor bu madencileri:
«Borin'ler (Mons'un batısında, Barinage'da oturanlar) yalnız kömür madenciliğiyle uğraşırlar. Toprağın üç yüz metre derinliğine kadar açılan bu kömür madenleri görülecek yerlerdir: saygımızı, sevgimizi hak eden bir alay madenci her gün oralara inip çalışır.
Kömür madencisi Borinage'a özgü bir tiptir, gün diye bir şey yoktur onun için, pazar günleri dışında gün ışığından hemen hiç faydalanmaz. Solgun, ölgün bir lâmbanın ışığında, daracık bir galeride, bedeni iki büklüm, kimi zaman yerde sürünerek çalışır; ne kadar yararlı olduğunu hep bildiğimiz o madeni yerin dibinden koparmağa uğraşır; hep yenilenen bin bir tehlike arasında çabalar durur, ama Belçikalı madenci neşeli, iyi huylu insandır, bu çeşit hayata alışıktır ve başlığının tepesinde, ona karanlıkta yol gösterecek olan küçük bir lâmbayla dibe inerken, çabalarını görüp kendisini, karısını ve çocuklarını koruyan Tanrısına güvenir.»
Borinage bölgesi, taş ocaklarının bulunduğu Lessines'in güneyindedir demek.
Oraya İsa'nın öğretisini yayan bir papaz olarak gitmek isterdim. Bay de Jong ile Pastör Pietersen'in benim için uygun gördükleri üç aylık staj sona eriyor. Aziz Paulus Paganlar arasında Hıristiyanlığı yaymak için uzun yollara dökülmeden üç yıl Arabistan’da kalmış. Ben de böyle bir bölgede kendi kendime çalışabilsem iki üç yıl, çevreme baka baka bir şeyler öğrenebilsem, dönüşümde söyleyecek bir sözüm olurdu, hem de gerçekten duyulmaya değer bir söz. Bunu tam bir alçak gönüllülükle, ama inanarak söylüyorum.
…………………………

O gün Forest'in ötesine kadar gezindim ve sarmaşıkla örtülü küçücük bir kiliseye varan bir kestirmeye saptım. Parkta gördüğümüz ıhlamur ağaçlarından daha da çapraşık, daha da gotik diyebileceğim ağaçlar gördüm; mezarlığa giden çukur yol boyunca da Albert Dürer'in «Atlı, Ölüm ve Şeytan» gravüründeki gibi birbirine girmiş, yamru yumru, acaip gövdeler ve kökler.
Carlo Dolci'nin «Zeytin Bahçesi» tablosunu ya da onun fotoğrafını hiç gördün mü? Orada Rembrandt üslûbunda bir şeyler var; geçenlerde gördüm.
Ya Rembrandt'a göre aynı konuda çizilmiş kocaman, kaba ofort, iki kadın ve bir beşikli «Tevratı okurken» gravürün karşılığıdır, onu bilirsin herhalde.
Corot babanın gene bu konuda yaptığı tabloyu gördüğünü bana söylemiştin, ben de o zaman hatırladım bunu, ölümünden bir az sonra eserlerinden açılan bir sergide görmüştüm onu, çok etkilemişti beni bu tablo.
Ne çok güzellik var sanatta! İnsan gördüğünü aklında tutabilirse, her zaman yapacak düşünecek bir iş bulur kendine, yalnız kalmaz hiç, gerçekten yalnız sayılmaz.

Türkçesi: Azra Erhat / 1969
Yankı Yayınları
__________________
"Ama gerçek, aziz dostum, can sıkıcıdır."

  Alıntı ile Cevapla
5 Üyemiz Mislina'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 08.05.2014, 16:26   #2
Çevrimdışı
Mislina
Süper Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Theo'ya Mektuplar | Vincent Van Gogh




Coalmine in the Borinage, 1879


Petit – Wasmes, 26 Aralık 1878
Borinage - Hainault

Bil ki Barinage'da hiç resim yoktur, bir resmin ne olduğunu bilmezler genellikle. Bu yüzden de Bruxelles'den ayrıldığım günden bu yana sanat diye bir şey görmedim. Ama gene de çok ilginç bir resim havası var buralarda, her şey konuşuyor gibidir, her şeyin kendine özgü bir karakteri var.

Bu son günler, Noel’den önceki güneşsiz günlerde kar yağdı. Her şey Ortaçağ tablolarını andırıyordu, Köylü Breughel'in ve onun gibi kırmızı ve yeşilin, akla karanın özgün etkisini çarpıcı bir canlılıkla vermeyi başaran daha bunca ressamın tablolarını.

Burada gördüklerim bana örneğin Thijs Maris'in, ya da Albert Dürer'in eserini hatırlatıyor. Burada çalılar arasından geçen oyuk yollar var, yıllanmış eğri büğrü ağaçları acayip biçimde kökleriyle Dürer'in «Atlı ve Ölüm» adlı ofortunda görülen yola tıpatıp benzer.

Bu son günlerde, akşamüstü, güneşin battığı saatte maden işçilerinin evlerine dönüşünü seyretmek çok çekiciydi. Bu adamlar karanlık madenden gün ışığına çıktıklarında kapkaradırlar, baca temizleyicilerine benzerler. Evleri çoğu zaman küçüktür, onlara ev değil de kulübe denebilir, çukur yolların kenarına, ormana, tepelerin yamaçlarına dizilmiş, serpilmiştir bu evcikler. Şurada burada yosunla örtülü damlar görülür, geceleri sevimli bir ışık sızar ufacık camlı pencerelerden.
Bizim Brabant bölgesinde meşe ağacından baltalık orman ve fundalıklar, Hollanda’da top tepeli söğütler ne kadar çoksa, burada da kara böğürtlen çitleri o kadar çoktur bahçelerin, tarlaların ve sürülmüş toprakların çevresinde. Son günlerde yağan karın üstünde bu çalılıklar beyaz kağıt üstüne yazılmış bir yazıya benziyor; İncil sayfaları gibi...


Bu hafta Aziz Paulus'un bir metnini yorumladım bir toplantıda: «Ve Paulus'a gece Makedonyalı bir adam göründü ve karşısına dikilip yalvardı, dedi ki: Makedonyaya gel ve yardım et bize.» (Acta XVI. 9)

İşte bu metni incelerken İncil'le avutulmaya susamış, tek gerçek Tanrıyı tanımaya can atan bu Makedonyalının görünüşünü anlatmaya çalışıyordum ki herkes kulak kesildi. Onu gözümüzde nasıl canlandırmalı: "güzellikten hiç pay almamış, acı ve yorgunluktan çizik çizik olmuş bir yüzü; ama tükenmez besiye, özellikle Tanrı sözüne susamış ölmez bir ruhu vardı" dedim.

İsa'ya gelince, o çetin bir hayat süren bir işçiyi avutabilecek, gönlünü rahatlandırıp pekleştirebilecek güçte bir Tanrıysa, kendisinin de sonsuz acılar görmüş, İnsanın bütün çilelerini çekmiş, Tanrı'nın oğlu olduğu halde, bir marangozun oğlu olarak yaşamış ve Tanrı buyruğunu yerine getirmek için otuz yıl fakir bir marangozhanede yaşamış olduğundandır.

Tanrı insanın da yeryüzünde İsa gibi yaşamasını ister, yoksulluğa katlanıp büyük şeylere göz dikmekten sakınmasını ve İncil'den ders alarak iyi yürekli ve alçak gönüllü olmasını buyurur.





A house Magros, 1879


Wasmes, Nisan 1879


Geçenlerde çok ilginç bir gezi yaptım, bu arada bir madende altı saat kaldım.

Marcasse dedikleri burası çevrenin en eski ve en tehlikeli madenlerinden biriymiş. Çok belâlı sayılıyor, çünkü inişte de çıkışta da boğucu havası ve grizu patlamaları, bir de yeraltında akan sular ve eski galerilerin çökmesi yüzünden birçok kazalar olurmuş bu madende. Kapkara bir yer burası, bütün çevresi de ilk bakışta donuk ve kasvetli.


Bu madenin işçileri genellikle zayıf, hastalıktan yüzleri solmuş, yorgun, yıpranmış, kavrulmuş ve vaktinden önce ihtiyarlamış adamlar, kadınların da hemen hepsi sapsarı ve solgun. Madenin çevresinde madencilerin perişan evleri, dumandan kapkara olmuş birkaç ölü ağaç, dikenli çitler, gübre ve kül yığınları, dağ gibi yığılmış kullanılmaz kömür tozları, vb.

Maris burada seyrine doyulmaz bir tablo çizebilirdi.

Wasmes, Haziran 1879


Sanat kelimesinin şu tanımlamasını bir dinle, daha iyisi yapılamaz bence: «Sanat doğaya eklenmiş insandır».

Evet, doğayı, gerçeği, hakikati dile getirmektir sanat, ama sanatçının doğaya kattığı, ayırıp belirttiği, özgürleştirdiği, aydınlatıp renklendirdiği bir anlam, bir görüş ve bir özellikle dile getirmektir.

Mauve'un, de Maris'in ya da Israels'in bir tablosu doğanın kendisinden daha çok şey söyler, daha açık seçik bir biçimde dile getirir.


15 Ekim 1879

Hayatımda bir düzelme, bir ilerleme olsun - buna can atmıyor muyum, buna gereksinmiyor muyum acaba?

Daha iyi olmak istiyorum. Ama asıl buna can attığım içindir ki, «hastalıktan daha kötü olabilecek ilâçlardan» korkmuyorum.


Bir hasta hekiminin değerini ölçüp biçer ve kötü bir hekimin ya da bir şarlatanın eline düşmekten çekinirse, kınayabilir miyiz o hastayı?





Miners in the Snow at Dawn, 1880


Cuesmes, 20 Ağustos 1880


Sevgili Theo,
Yanılmıyorsam, Millet'in «Tarla İşleri» sende kalmıştır.

Bunları bir süre için bana ödünç verip posta ile gönderir misin ?

Millet'ten esinlenerek büyük desenler hazırlamaktayım, «Günün Saatleri»ni ve «Ekici» yi de çiziyorum.

Sabah kar altında kömür madenine giden kadın erkek madenciler gördüm; dikenli bir çit boyunca uzanan bir patikada yürürken, gölgeleri hayal meyal seziliyordu alaca karanlıkta; arkada madenin büyük yapıları ve hurda demir yığınları birer karaltı olarak süzülüyordu havada.
Bir krokisini gönderiyorum ki gözünde canlandırabilesin. İnsan yüzünün çizgilerini Millet, Breton, Brian ya da Broughton gibi ustaların eserlerini inceleyerek öğrenmek istiyorum. Ne dersin bu krokiye ! İyi bir fikir değil mi?




Barn with Moss-Covered Roof, 1881


Etten, 3 Eylül 1881

Sevgili Theo,
Sana açmak istediğim bir sıkıntım var, ama belki biliyorsun, anlatacağım belki yeni değildir senin için. Sana söyliyeceğim şu: bu yaz K'yı (*) sevmeye başladım, ama o bana geçmişiyle geleceğini birbirinden ayıramadığını ve benim duygularıma hiçbir zaman cevap veremeyeceğini söyledi.
İki şık karşısında seçmek zorunda kaldım: bu «hayır, hiçbir zaman» sözüne boyun eğeyim mi; yoksa işi bitmiş sayıp umut beslemekten vazgeçmeyeyim mi?
Bu son şıkkı seçtim.
Bu arada da var gücümle çalışmaya devam ediyorum, ona rastladığım günden beri çok daha kolay çalışıyorum üstelik.
Onun yanında bir yıl geçirmek onun için de benim için de hayırlı olurdu, ama aileler bu konuda alabildiğine dik kafalı.
Ama anlarsın ki ona yaklaşmak için elden geleni yapacağım; beni sevinceye kadar onu sevmeye kararlıyım.
Sen de zaman zaman âşık oluyor musun, Theo? Olmanı isterdim, çünkü, inan bana, küçük dertlerin de bir değeri var. İnsan kimi zaman üzgündür, öyle anlar olur ki cehennemde sanırsın kendini, ama başka, daha güzel şeyler de vardır.
Üç aşaması var bu işin:
1. Sevmemek ve sevilmemek
2. Sevmek ve sevilmemek (benim durumum)
3. Sevmek ve sevilmek
Bence ikinci aşama birincisinden güzeldir, üçüncüye gelince, onun üstüne yoktur!
Haydi, old boy, sen de aşık ol ve aşkını bana anlat, benim durumumu da hoş gör ve anla.
Rappard buraya geldi: epey ilerleme gösteren sulu boyalar getirdi. Mauve da yakında gelir umarım, gelmezse ben giderim ona.
Çok desen çiziyorum, daha iyi gidiyor sanırım, fırça ile de daha çok çalışıyorum eskisine kıyasla. Havalar öyle soğuk ki yalnız ev resimleri yapabiliyorum: bir terzi, bir sepetçi vb.
Âşık olur da «hayır, hiçbir zaman» sözüyle karşılaşırsan sakın vaz geçme! Ama sen öyle şanslı bir adamsın ki, senin başına gelmez hiçbir zaman.

* Vincent'ın dul ve bir çocuklu amca kızı,


Etten, 7 Eylül 1881


Old boy, bu mektup yalnız sanadır, onu yalnız kendine sakla, olur mu?
Önce sana soracağım: «Hayır, hiçbir zaman» tekerlemelerin soğutmayacağı kadar derin ve ateşli bir aşkın var olabilmesine bir azıcık olsun şaşar mısın? Ben sanıyorum ki, şaşmak şöyle dursun, bunu tabii karşılarsın; «akıllıca» bir iş dersin buna.
Aşk gerçekten de olumlu bir şeydir, güçlü bir şey, öylesine var olan bir şey ki, seven insan nasıl canına kıyamazsa, bu duygusunu da atamaz içinden. Ama diyeceksin ki: «Canlarına kıyan insanlar da vardır.» Ben de derim ki: «Bu çeşit eğilimleri olan bir adam değilim sanıyorum.»
Hayatı gerçekten sever oldum ve âşık olduğuma çok seviniyorum. Hayatla aşk birdir benim gözümde. Ama diyeceksin, «hiç bir zaman, hayır, hiç bir zaman» cevabı ile karşılaşıyorsun. Ben de sana derim ki: Old boy, şimdilik bu «hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman» sözünü kalbimin üstünde sıktığım bir buz parçası sayıyorum.
Bakalım kim üstün gelecek, bu buz parçasının soğukluğu mu, yoksa benim canlı sıcaklığım mı?

Bu nazik meselede söz söylemek istemiyorum şimdilik, başkalarının da «yola gelmez», «deli olmalı» gibi lâflardan başka söyleyecek bir şeyleri yoksa, konuşmamalarını dilerdim. Hoş, Groenland ya da Yeni Zemliyadan gelme, şu kadar metre yüksekliğinde, kalınlığında, ve derinliğinde bir buzdağı ile karşılaşıp da bu koca yığını eriteceğim diye yüreğime bassaydım, duruma kötü denirdi elbet.
Ama madem ki şimdilik geminin pruva bodoslaması bu çapta bir buz yığınına çarpmadı, madem ki boyuna «hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman» dediği halde, boyu, eni ve genişliği birkaç metre olmaktan çok uzaktır ve, iyi ölçmüşsem, pekalâ kucaklanabilecek durumdadır, davranışımın neden «çılgınca» olduğunu daha anlamış değilim.
Demek ki ben kendi hesabıma, «hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman» adlı buz parçasını bağrıma basmaktan başka çare bulamıyorum ve onu bu yoldan eritip yok etmeye çalışıyorsam kim ne diyebilir bu çabama ?
Bilmem hangi fizik kitabında buzun erimez olduğunu okudular?
Bu kadar çok sayıda insanın işi fazla ciddiye aldıklarını görünce üzülesim geliyor, ama kendimi üzüntüye kaptırıp yüreğimin gücünü de yitirmek istemiyorum. Tam tersine.
Canı isteyen üzülsün, ben bıktım üzüntüden. Çayırkuşu bahar günü ne kadar neşeliyse, o kadar neşeli olmak istiyorum. «Gene sevmek» şarkısından başka şarkı söylemek gelmiyor içimden.
Sen bu «hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman» sözü üstünde durur muydun, Theo?
Hayır, senden tam tersini umarım. Ama öyle adamlar var ki, onlar «bilmeden» ve herhalde iyi niyetle, bağrıma bastığım buz parçasını söküp atmaya uğraşıyor ve ne yaptıklarının farkına varmadan, yanan aşkımın üstüne soğuk su atıyorlar.
Ama eminim ki kovalar dolusu su bile soğutmaz benim aşkımı; şimdilik öyle, old boy.
Ya bazı insanların şu imâlarına ne dersin: hazırlanmam lâzımmış, yakında benden daha iyi, daha zengin bir adamla nişanlandığını duyacakmışım, çok güzelleştiğinden birçok kısmetler çıkacakmış, üstelik de «kardeşliği» aştığım zaman (sınırı nerde bunun?) bana karşı fazla bir duygu beslemiyormuş, ben de «bu arada» benim için daha hayırlı olabilecek bir fırsatı kaçırırsam yazık olurmuş!...
«Yalnız o, başkası olamaz» demesini bilmeyen adam aşkın ne olduğunu bilir mi?
- Bana bütün bunları söylediklerinde yüreğim, gönlüm, zekâm, bütün benliğimle «yalnız o, başkası olamaz» diye duydum içimden.
Yalnız o, başkası olamaz dediğiniz zaman, size: «Bu sizinkisi zaaf, tutku, çılgınlık, dünyadan habersizlik» diyenler, üstelik de sakınmanızı, işleri tatlıya bağlamaya çalışmanızı salık verenler olur. Benden uzak olsun bu çeşit düşünceler!
Zaafım gücüm olsun, başkasına değil, ona bağımlı kalmak istiyorum, elimden gelse de bağımsız olmak istemem ondan.
Bir başkasını sevdi ya, kopamıyor o geçmişten ve yeni bir aşk düşüncesi ürkütüyor belki onu. Ama bir söz var, belki bilirsin: «İnsan sevmeli, sonra sevgisinden kopmalı ve yeni baştan sevmeli!»
«Sen de yeni baştan sev, sevdiğim, sevdiceğim, sevgilim!»
Hep geçmişi düşündüğü, kendini büsbütün geçmişe verdiği besbelli. Ben de ne yapayım, duygularına saygım var, derin yası bana dokunuyor. Sarsıyor beni… Ama onun belâlı yanı da kaçmıyor gözümden…
Yüreğim yumuşayabilir, ama kendim çelik gibi sağlam ve kararlı olmalıyım. Onda yeni bir şey uyandırmaya çalışmalıyım, eski sevgisi ortadan silinmese de, onun kadar yaşamayı hak eden yeni bir duygu yaratmalıyım.
İşte bu yüzdendir ki atıldım bu işe, başında hantal ve beceriksizdim, ama sonra kararlı olarak: K sizi kendimi sevdiğim kadar seviyorum dedim. İşte o zaman da bana: Hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman, karşılığını verdi.
«Hayır, hiçbir zaman!» ne denir buna?
Ben: «Gene sevmelisin» dedim. Bakalım sonunda kim üstün gelecek. Allah bilir, beri şunu biliyorum ki «that I had better stick to my faith» (*)
Bu yaz o «hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman» sözünü duyunca... Allahım ne feciydi, sonsuzluğa dek cehennem cezasına çarpıldığımı sandım başlangıçta ve o anda sanki gerçekten yere fırlatılmış gibi oldum.
Ruhuma çöken o anlatılmaz sıkıntı arasında birdenbire karanlıkta doğan bir ışık gibi bir fikir parladı: vazgeçebilen vazgeçsin, ama inanabilirsen inanmaya bak. O zaman vaz geçmiş bir insan olarak değil, inanan bir insan olarak doğruldum ve “yalnız o, başkası olamaz” düşüncesinde karar kıldım.
Ama diyeceksin ki: kandırabilirsen neyle yaşayacaksınız? Yahut ta “elde edemeyeceksin onu” - ama, hayır, sen böyle bir şey söylemezsin. Seven yaşar, yaşayan çalışır, çalışan ekmeğini çıkarır.
Bunun içindir ki rahat ve güvenliyim işte: bu durum çalışmamı etkiliyor, çalışmam da gitgide sarıyor beni, başaracağımı anlıyorum da ondan. Olağanüstü bir şey yaratacağımdan değil, tersine olağan bir şey yaratacağımı sezinliyorum, yani bir varlığı olan, faydalı olabilecek sağlam, «tutarlı» bir eser. Var gücümüzle gerçeğe ermenin en kestirme yolu gerçek bir sevgidir bence. Gerçeğin içinde yaşayan yanlış bir yolda olabilir mi? Sanmam.
Ama neye benzetsem âşık olma durumunun yarattığı o kendine özgü duyguyu ve bilinci?
İnsan hayatta gerçekten âşık oldu mu yeni bir kıta keşfetmiş gibi oluyor.
İşte bunun içindir ki senin de âşık olmanı diliyorum, ama bunun için bir «aşk» bulmak gerek; bu aşkı bulmaya gelince, derim ki başka işlerde olduğu gibi aşkta da arayan bulur ve bulduğumuz gün kendimizi becerikli değil, mutlu saymalıyız.

(*) “İnancımdan şaşmamalıydım”, metinde İngilizce.


__________________
"Ama gerçek, aziz dostum, can sıkıcıdır."

  Alıntı ile Cevapla
4 Üyemiz Mislina'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 08.05.2014, 16:55   #3
Çevrimdışı
Mislina
Süper Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Theo'ya Mektuplar | Vincent Van Gogh




Etten, 12 Kasım 1881


Ama aşk çok güçlü olduğu içindir ki, biz gençken (yani 17, 18, 20 yaşlarında) dümenimizi iyi kullanabilecek kadar güçlü olamayız çoğu zaman.

Bak bence tutkular gemimizin yelkenleridir.

Yirmi yaşında olan biri duygusuna büsbütün kaptırır kendini, yelkenlerini fazla şişirir, gemisi su alır ve - batar - ya da çıkar.


Oysa direğine ihtiras yelkenini serip de hayat denizinde kazasız belâsız, batıp çıkmadan ilerleyen adam gider … gider de bakar ki sonunda olmayacak durumlarla karşılaşır, o zaman da: yelkenim bana yetmedi demek zorunda kalır, “daha bir metre kare yelken edinmek için varımı yoğumu verirdim,” der. Ama bulamaz aradığını ve umutsuzluk içindedir.

İşte o zaman başka bir güçten de faydalanabileceği aklına gelir; o güne dek hor gördüğü, sintinede saklı kalan başka bir yelkeni kullanmak aklına gelir. O yelken kurtarır onu.

«Aşk» yelkeni onu kurtaracaktır, ama onu açmazsa, varamayacaktır ereğe.






Beach and Boats, 1882



La Haye, 7 Ocak 1882


Biliyorsun ki sulu boya yapmakta direniyorum, elim alışır da başarırsam, satabileceğim yaptığımı.

Ama emin ol, Theo, ilk kez Mauve'un evine gidip de ona mürekepli kalemle yaptığım deseni gösterince ve Mauve bana: füzen ve tebeşirle, fırça ve estompla çalışmayı denemelisiniz, deyince - bu yeni araçlarla çalışmak korkunç zor oldu benim için.

"Sabırlı olayım" dedim işime yaramadı, derken cesaretim kırıldı ve füzenimi ayak altına alıp çiğneyecek kadar sabırsızlandım.

Bir süre sonra tebeşir ve füzenle, sonra da fırçayla yapılmış bazı desenler gönderdim sana, ve gene bir sürü desenle Mauve'a gittim; bu desenleri birçok bakımdan eleştirdi haklı olarak, sen de eleştirdin bunları, ama ben bir adım ileri gitmiştim.

Şimdi gene öyle bir durumdayım: umut ve umutsuzluk, sabır ve sabırsızlık, sevinç ve üzüntü içinde çırpınıyorum. Bu savaşı kazanmalıyım, kazanırsam sulu boya hakkında daha sağlam bir görüşüm olacak.



Tarihsiz, 1882

Altı ay öğle yemeği yemeyip para biriktirmek, zaman zaman Tersteeg'den 10 florin alıp da bir sürü lâf işitmekten daha iyi.
«Masraflı olmasın diye modelle çalışmamalıymış» söylediği lâfa bak! Ressamlar acaba ne der bu söze, hele insan arayıp da sonunda pahalı olmayan modeller bulursa?
Modelsiz çalışmak bir figür ressamı için, hele başlangıçta kâbusun ta kendisidir.

Haşiye: Theo, inanılır şey değil!

Tarihsiz


Senden mektup geldiğini, gelip almamı haber verdiler bu bir! İkincisi, C.M. bana on iki küçük desen ısmarladı: mürekkep kalemiyle çizilmiş La Haye manzaraları, kimi hazır bile (Paddemoes - Geest - Vleersteg manzaraları hazırdı ), tanesi 2,50 florinden, bu fiyatı ben koydum, o da dedi ki "beğenirse, daha on iki tane ısmarlayacakmış" ve benim koyduğumdan daha üstün fiyat koyacakmış.

Üçüncüsü, Mauve'a rasladım, büyük tablosundan kurtulmuş, sevinç içinde, bana yakında geleceğine söz verdi. Demek ki: “İyi, iyi gidiyor, iyi gidecek!”

Bir haber daha: bana dokunan, çok dokunan bir olay: modele bugün gelmemesini söylemiştim, ama nedenini söylememiştim - derken kadıncağız çıkageldi, ben de itiraz edecektim ki:

«Evet, ama poz vermek için gelmedim, yemeğiniz var mı diye bakmaya geldim» demez mi!

Bir tabak fasulye ile patates getirmiş. Hayatta yaşanmaya değer şeyler var doğrusu.

Sensier'nin Millet üstüne yazdıklarında bazı sözler bana çok dokundu, dinle bak Millet ne demiş:
«Sanat bir savaştır - can vermeyi göze almalı.»

«Eşek gibi çalışmak gerek: Güçsüz bir eser vermektense, hiçbir eser vermemek daha iyi.»


Millet'nin bu sözünü yalnız dün okudum, ama daha önce de aynı şeyi duymuştum, onun içindir ki kimi zaman incecik bir fırçayla değil de, sert bir marangoz kalemiyle ya da mürekkepli kalemle resim çizmek istiyor canım.


«Dikkat! Tersteeg! Dikkat! Düpedüz haksızsın.»



Tarihsiz


Resim mesleği de, tıpkı demircilik ya da hekimlik gibi, insana yaşamak için yeterince para kazanmak olanağını sağlayan bir meslektir.

Bir sanatçı gelirinden yaşayan bir adam değildir herhalde, tam tersine, ve dediğim gibi bir benzetme yapacaksak, ressam daha çok demirciye ya da hekime benzetilebilir. Şimdi hatırlıyorum ki bu konuda mektup yazmıştın bir zamanlar bana, ressam olmamı istemiştin, bunu çok yersiz bulmuş, lâfını etmeni bile istememiştim.

Cassange «Desen Alfabesine Kılavuz» adlı kitabından perspektif üstüne edindiğim bilgiler bu konudaki kararsızlığıma son verdi...

Bu kitabı okuduktan bir hafta sonra ufak bir mutfak enteriörü çizdim, ocak, iskemle, masa ve pencere hepsi yerli yerinde ve ayaklarının üstündeydi, oysa eskiden bir desende görülen derinliği ve doğru dürüst perspektifi bir büyü ya da bir tesadüf eseri sayardım. Bir nesneyi olduğu gibi çizdin mi, daha bin bir nesneyi çizmeye can atarsın.

Ama bu bir tek koyuna köprüyü geçirtmek, asıl güçlük orada!

Günün birinde benim iyi desen çizdiğimi ama resim yapmayı bilmediğimi söylemeğe başlarlarsa, belki de hiç beklenmedik bir anda bir resim çıkartırım ortaya. Ama bunu yapmam gerekir de başka bir şey yapmama yasaklanmış gibi bir hal takındıkça onlar, hiçbir şey yapmayacağımdan eminim.

Resim üstüne düşünmenin iki yolu vardır: how to do it, nasıl yapmamalı ve nasıl yapmalı, nasıl çok desen ve az renkle yapmalı ve nasıl çok renk ve az desenle yapmamalı.





Beach with People Walking and Boats, 1882




Tarihsiz


Mauve'un pişman olmasını isterdim.

Kuşkulanıyorlar bir şeyden - bir kuşku havası esiyor - arkamda bir şeyler sezinliyorlar. Vincent günışığına çıkaramadığı bir şey saklıyor.

Peki, baylar, ne olduğunu söyleyeyim de, siz ki biçimlere ve uygarlığa düşkünsünüz, ve gerçeğin gerçeği olmak şartıyla düşkün olmakta haklısınız, siz söyleyin: bir kadını terk etmek mi yoksa terk edilmiş bir kadına acımak mı daha uygarca, daha insanca, daha erkekçedir?

Bu kış gebe bir kadına rastladım, karnında çocuğunu taşıdığı adam bırakmıştı onu.

Kış günü sokaklarda sürünen, ekmeğini kazanmak için bilinen yollara düşen bir kadın.

Bu kadını model olarak yanıma aldım ve bütün kış çalıştım onunla.

Bir modelin aldığı tam ücreti ödeyemedim ona, gene de poz verdiği saatleri ödedim ve böylece onu da çocuğunu da Allahın yardımıyla açlıktan ve soğuktan kurtardım, kendi ekmeğimi paylaştım onunla. Bu kadına ilk rastladığımda, hasta haline çarpılmıştım.

Ona banyolar yaptırdım, kuvvet ilâçları içirdim elimden geldiği kadar, sağlığı düzeldi.

Leyde'de gebe kadınlara bakan, onları doğurtan bir enstitü var, oraya götürdüm onu. (Rahatsız oluşu şaşılacak bir şey değilmiş, çünkü çocuğun duruşu kötüymüş, onu ameliyat ettiler, forsepslerle çocuğu çevirmek zorunda kaldılar. Ama kurtulur herhalde. Haziran ayında doğum yapması gerekir.)

Bana öyle gelir ki, beş paralık değeri olan bir adam böyle bir olayla karşılaşınca benim yaptığımı yapardı.

Bu yaptığımı öyle basit öyle tabii buldum ki, onu kendime saklayabilirim sandım. Poz vermek ona güç geliyordu, ama zamanla öğrendi, ben de iyi bir model bulduğum için geliştirebildim çizgilerimi. Bu kadın şimdi bana evcilleşmiş bir güvercin gibi bağlıdır, bana gelince, bir kez evlenebileceğime göre, onunla evlenmekten daha iyi bir iş yapamam, çünkü ona yardım etmenin tek yolu budur, yoksa yoksulluk onu gene uçuruma giden yola düşürecektir. Onun parası yok, ama çalışmamla benim para kazanmama yardım ediyor.

Mesleğim ve çalışmam için sevinç ve umutla doluyum, bir ara resmi ve akvareli bıraktımsa, Mauve'un ayrılmasından duyduğum üzüntü yüzündendi; sözünü geri alırsa, güvenle başlayabilirim yeni baştan. Şimdilik bir fırça bile göremiyorum, sinirleniyorum.

Söz söylemeden beni anlarlar sandım. Yüreğime girmiş olan başka bir kadını düşünmedim değil, oysa bu kadın kış günü sokaklara düşmüştü, hasta, gebe ve açtı… başka türlü davranamadım.

Mauve, Theo, Tersteeg, siz ekmeğimi elinizde tutuyorsunuz, beni aç mı bırakacaksınız, sırtınızı mı çevireceksiniz?

Benim söyleyeceğim bu kadar, sizin söyleyeceğinizi bekliyorum.






Bench with Four Persons, 1882



Nisan 1882

Bende şimdi gelişmekte olan bu gücü hiçbir şeyin, hastalık değilse, hiçbir şeyin yok edemeyeceği bilincidir ki, evet bu bilince vardığım içindir ki geleceğe güvenle bakabiliyor ve bugün de birçok sıkıntılara göğüs gerebiliyorum.
Ne müthiş bir şey bir nesneye bakıp onu güzel bulmak, sonra da üstünde düşünmek, onu kavrayıp akımda tutmak ve kendi kendine demek ki: bu nesneyi çizmeye koyulacağım ve onu resimde canlandırıncaya kadar çalışacağım.
Ama bu demek değildir ki her çizdiğimi daha iyi çizmek gereksinmesini duymadan beğeniyorum. Nerde daha iyi yapabilmenin çaresi bugün elden geldiği kadar iyi yapmaktır, bu yoldan gidildi mi yarının gelişmesi kendiliğinden olur.
İlişikte bulacağın desen (*) daha karanlık bir ifadesi olan büyük bir etüdün krokisidir. Bir şiir var, Tom Hood'un sanırım, orada zengin bir kadının sözü geçer, kadın bir elbise satın almak için zayıf, solgun, veremden bitkin terzi kızlarının çalıştığı bir atölyeye gider, dönüşte de zenginliğinden vicdan azabı duyup uykusu kaçar.
Kısacası karanlık gecede sıkıntıyla kıvranan beyaz ve ince bir figürdür bu.
Mauve benim söylediğim: «Ben bir sanatçıyım» sözüne içerlemiş. Bu sözü geri alacak değilim, çünkü sanatçı demek «hep arayan ve yetkini hiçbir zaman bulamayan» insan demektir.
Bu söz: «ben biliyorum, buldum artık» düşüncesinin tam tersidir.
Benim bildiğim bu cümlenin anlamı şudur: «Arıyorum, var gücümle peşine düştüm, bütün gönlümü koydum bu işe.»
Kulaklarım var, bilirim, Theo; bana "Pis bir huyun var» derlerse, ne yapmalıyım?"
Ben sırtımı çevirip gittim tek başıma, yüreğim kan ağlıyordu, Mauve bana bu sözü söyleyebildi diye.
Ne düşünceyle söylediğini açıklamasını isteyeceğim, ama özür dileyecek de değilim.
Amma - amması var - evet, amması var ...


( * ) Sözü geçen desen “The Great Lady” adlı desendir. "Sorrow» kadar ünlü olan bu desen o sıralarda Vincent’in eşi olan Christine'i model alarak çizilmiştir.. Bundan sonraki mektuplarda Van Gogh bu kadından Sien adıyla söz eder.




Tarihsiz

Gün geçtikçe, yavaş yavaş onunla benim aramda başka bir şey doğdu: Birbirimize kesin bir gereksinme, öyle ki o ile ben ayrılamıyorduk artık birbirimizden, gitgide daha çok giriyorduk birbirimizin hayatına, o anda işte aşk doğdu.

Sien ile benim aramda olan gerçektir, bir düş değil, gerçeğin ta kendisidir.

Düşüncelerimin, çalışmanın belli bir noktaya saplanmasını, belli bir yönden gitmesini çok hayırlı buluyorum.

K'ya belki de daha tutkundum, belki K. kimi bakımdan daha güzeldi Sien'den, ama Sien'e olan aşkım daha az içten mi, değil, hiç değil, çünkü içinde yaşadığımız koşullar çok ağırdır ve önemli olan bir şeyler yapmak, durmadan yaşamaktır, bu ilk tanıştığımız günden beri böyleydi.

Sonucunu göreceksin: bana geldiğin zaman, beni artık bezgin ya da üzgün bulmayacaksın, hoşuna gidebileceğini sandığım, hiç değilse yadırgamayacağın bir çevreye girmiş olacaksın. Genç bir atölye, daha genç olan bir çift, tam bir canlılık içinde.

Gizli ya da sırlı bir atölye değil, bir atölye ki hayatın tam içine salmıştır köklerini. İçinde bir beşik bir de çocuk iskemlesi bulunan bir atölye. Göreceksin, hiçbir durgunluk yok, her şey çalışmaya yönelik, kışkırtır, zorlar burada insanı.

Biri gelip de para işlerinden anlamadığımı söylerse, ona nasıl yerleştiğimi gösteririm. Elimden geleni yaptım, kardeşim, sen de, gelen bir başkası da, görebilir ki her şeyi pratik bir biçimde düzenlemeye çalışıyorum ve kimi zaman da başarıyorum. Evet, nasıl olması gerekiyorsa öyle.

How to do it.

Tarihsiz

Bugün birkaç fırça boyayla çocuk beşiği üstüne bir etüt yaptım.

Ayrıca, sana geçenlerde gönderdiğim çayır deseni gibi bir desene de çalışıyorum.

Ellerim esmerliğini yitirdi, zevkime göre fazla beyaz oldu, ama ne yaparsın?

Gene kırlara çıkacağım, dokunsa da vız gelir. Yeter ki çalışmaya ara vermeyeyim. Sanat kıskançtır, hastalık ona üstün gelsin istemez. Ben de onun zevkine uyacağım.

Yakında benden aklı başında birkaç mektup alabileceğini umuyorum.

Benim gibi insanlar hasta olmamalıydı.

Sanattan ne anladığımı kavramalı: gerçeğe varmak için uzun zaman ve çok çalışmak gerek. Varmak istediğim ereğe çok zor varılır, yine de varılmaz bir erek değildir sanıyorum.


Bazı kimseleri çarpacak desenler yapmak istiyorum. Sorrowufak bir başlangıçtır, ve belki de Laan van Meerdervoort, Rijswijk çayırları, kuruyan pisi balıkları da ufak bir başlangıçtır. Ama doğrudan doğruya ciğerimden çıkmış bir şey var bu resimlerde.

İster figür, ister peyzaj olsun, resimde hüzün duygusu gibi bir şeyi değil de, derin bir acıyı dile getirmek istiyorum.

Kısacası, öyle bir aşamaya varmak istiyorum ki, eserimi gören: bu adam derinden duyuyor, bu adamın ince bir duyuşu var, desin. Sözüm ona kabalığıma karşın, anlıyor musun, ya da asıl onun yüzünden.

Çoğu insanların gözünde neyim ben - değersizin biri ya da tuhaf, aykırı, hoşa gitmeyen bir adam - toplumda kendine bir yer bulamamış, yer bulamayacak bir yaratık, yani hiçten de daha aşağı bir şey.

Haydi, diyelim ki bu böyledir, ben de inadına böyle değersiz, böyle aykırı bir adamın gönlünde ender bulunduğunu göstermek istiyorum eserimle.

Bu özenişim kinden çok «her şeye karşın» sevgi üstüne kuruludur, tutkudan çok bir huzur duygusuna dayanır. Çoğu zaman yoksulluk içinde isem de, içimde yine de bir uyum, rahat ve duru bir müzik vardır. En fakir evceğizde, en sefil köşecikte resimler, nakışlar görürüm. Ve gönlüm, dayanılmaz bir itişle o yöne doğru akar.

Başka şeyler gitgide ayrılıyor benden ve onlar benden uzaklaştıkça, bakışım her şeyin resim yönünü görmekte hızlanıyor.

Sanat dirençli bir çalışmayı gerektirir, her şeye karşın çalışmayı ve her zaman sürekli bir gözlemi.

Dirençli derken durmayan bir çalışmayı anlıyorum, ama onun bunun söylediğine kulak asmadan kendi görüşüne bağlılığı da anlıyorum.

Umarım ki, birkaç yıl sonra, giderek şimdiden bile, benim elimden çıkan eserleri görecek ve bana yaptığın bunca fedakârlığın karşılığında yavaş yavaş bir az memnunluk duyacaksın, kardeşim.

Son zamanlarda ressamlarla pek görüşmedim. Eksikliğini de duymadım. Ressamların söylediğine değil de, doğanın söylediğine kulak vermeli daha çok.
Mauve geçen yıl bana şöyle demişti: «Dupre'den söz açmasanıza bana, bir hendeğin kenarından ya da öyle bir şeyden dem vurun daha iyi.»

Bu sözlerle ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyorum. Kesin, ama doğru bir düşünce bu. Nesnelerin kendilerini, yani gerçeği duymak resimleri duyup anlamaktan daha önemli herhalde daha verimli, daha can verici.

Hayata ve hayatın özü olan sanata karşı öyle engin, öyle geniş bir duygum var ki, bazı kimselerin alabildiğine özendiğini görünce kasılıyorum, sahte buluyorum bu özentilerini. Bana kalırsa, ben modern resimlerin bir çoğunda eskilerde olmayan özel bir çekicilik görüyorum.

Sanatın en yüce, en soylu bir örneği bugün de gene İngiliz sanatıdır benim gözümde. Millais'dir, Herkomer'dir, Holl'dur. Eski sanatla modern sanat arasında bir ayrım var derken de, modern sanatçılar belki de daha büyük düşünce adamlarıdır demek istiyorum.

Büyük bir duygu ayrımı vardır örneğin Millais'nin Chill Octoher'i ile Ruysdael'in Overven çayırları arasında. Aynı şey Holl'un İrlanda göçmenleriyle Rembrandt'ın İncil okuyan kadınları arasında da görülür.

Rembrandt ile Ruysdael yücedir, onların sanatı çağdaşları kadar bizi de etkiler, ama modern sanatçının bize daha içten, daha kişisel bir seslenişi vardır.

Aynı şeyi Swain'in tahta gravürleriyle eski Alman ustalarının gravürleri için söyleyebiliriz.

Demek ki bundan birkaç yıl önce modernlerin eskilere benzeme çılgınlığına tutulmaları yanlış bir yoldu.

Bak Millet babanın şu sözü ne kadar doğru: «İnsanların olduklarından başka görünmek istemelerini saçma buluyorum.»

Bu söz basit gibi görünür, oysa aslında dipsiz okyanus kadar derindir ve bana kalırsa, bu gibi sözleri kulağımıza küpe etmekte fayda vardır.







Bent Figure of a Woman Sien, 1882



Tarihsiz


Doğada siyah üstüne hep aynı fikirdeyiz, anladığım kadarınca, Salt kara aslında yoktur.

Beyaz gibi siyah da her renkte vardır ve grinin perde (ton) ve kuvvet ayrıntılarıyla meydana gelen sonsuz çeşitlemelerde vardır. Demek oluyor ki doğada gördüğümüz renkler aslında perde ve şiddet (yeğinlik) ayrıntılarından başka bir şey değildir.

Ana renkler yalnız üçtür: kırmızı, sarı, mavi; turuncu, yeşil ve mor «katışık» perdelerdir.

Bunlara siyah ve biraz da beyaz katıldı mı, grinin sonsuz çeşitlemeleri meydana gelir: kırmızı-gri, sarı-gri, mavi-gri, yeşil-gri, turuncu-gri, mor-gri.

Yeşil-gri'yi alalım: kaç çeşit yeşil-gri olduğunu sayamaz insan, çünkü bu renk sonsuzca çeşitlenir.


Ne var ki bütün bu renklerin karışımı basit ana renklerden daha çapraşık değildir. Ve bunu iyice kavramak yetmiş ayrı rengi incelemekten daha elverişlidir, çünkü üç ana rengi siyah ve beyazla karıştırınca yetmişten fazla ayrı ton ve yeğinlik elde edilebilir.

Renk ustası, doğada bir renk gördü mü onu iyice çözümleyebilen ve örneğin şöyle diyebilen adamdır: bu yeşil-gri siyahla sarı karışımıdır, içinde hemen de hiç mavi yoktur vb.

Bir de doğada bulunan grileri palet üstünde meydana getirebilen adamdır.
Ama dışarda not almak ya da küçük bir krold yapmak için, çevre çizgisini kuvvetle duymak kaçınılmaz bir şarttır, onu sonradan tamamlamak kadar önemli.

O hantal ihtiyar söğüdü bir daha yapmaya giriştim ve sanırım ki en güzel akvarellerimin biri oldu. Karanlık bir peyzaj, su mercimekleriyle örtülü bir batağın kıyısında bu ölü ağaç, uzakta Ren demiryolu hatlarının kavşağında bulunan bir barınak, dumandan kapkara olmuş binalar, daha ötede yeşil çayırlar, kömür taşımına yarayan bir yol ve bulutların birbirini kovaladığı gri bir gök, çevresinde pırıltılı bir tek ufak beyaz çerçeve, bulutların biraz yırtıldığı yerlerde de dipsiz bir mavilik.

İş gömleği ve elindeki kırmızı bayracığıyla geçit bekçisi etrafa bakıp da: Bu gün hava ne kadar kasvetli, diye düşündüğü zaman ne görüyor, ne duyuyorsa zannımca, onu dile getirmek istedim.

Doğa duygusu ve sevgisi ergeç dile gelir sanatla ilgilenenlerde. Ressamın ödevi doğaya büsbütün dalmak, olanca aklını kullanıp, olanca duygusunu eserine koymaktır ki, başkalarınca anlaşılır hale gelsin eseri. Satış için çalışmaksa, asıl iyi yol değildir bence, sanat sevenlere boş vermektir.


__________________
"Ama gerçek, aziz dostum, can sıkıcıdır."

  Alıntı ile Cevapla
5 Üyemiz Mislina'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 09.05.2014, 13:25   #4
Çevrimdışı
Mislina
Süper Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Theo'ya Mektuplar | Vincent Van Gogh



Blossoming Almond Tree (1890)



Tarihsiz

Böylece Voorburg'a, oradan da Leidscnendam'a geldim. Buranın tabiatını bilirsin: görkem ve huzur yüklü ulu ağaçlar, bunların yanı başında oyuncak biçiminde çirkinin çirkini küçücük yeşil kubbeler ve Hollandalıların zevkine uygun saçma sapan çiçek bahçeleri, çardaklar, verandalar.

Evlerin hemen hepsi çok çirkin, ama bazıları eski ve değerli. Tam o sırada, çok yüksekte, çöl gibi yaygın otlakların üstünde yığınla bulutlar birbirini iteliyordu ve rüzgâr dosdoğru bir sıra kır evinin yordu; evlerin ötesinde, kara bir kömür yolunun geçtiği kanalın öbür kıyısında top top ağaçlar vardı. Harikaydı bu ağaçlar, diyebilirim ki bir dram seziliyordu her figürde, yani her ağaçta. Ve her şeye karşın, manzaranın bütünü bu sıkıntılı ağaçların ayrı ayrı görünüşünden daha güzeldi, çünkü yağmurdan ıslanmış ve rüzgârdan dövülen o küçük kubbeler bile bir tuhaf olmuştu.


Bu manzaraya bakarken anladım ki biçimi ve duruşu saçma, tuhaf, aykırı ve olağanüstü bir adam bile gerçek bir acı duyar ya da bir yıkıma uğrarsa, güçlü karakteri olan bir figür haline gelebilir.

Bir ara bugünkü toplumumuzu düşündüm, o da yıkıma doğru gittiği halde, bir yenilenme anında kontrast olarak büyük ve karanlık bir siluet olarak dikilebilir karşımıza.

Evet, benim gözümde, tabiatta fırtına dramının, hayatta da acı çekme dramının üstüne yoktur. Cennet mavi olabilir, ama insanın çilesi daha da güzeldir.





The Hague, The Netherlands: April, 1883


Drenthe, Eylül-Kasım 1883

«Ressamım… » «Ressam değilim ... »

Bu iç savaşı iki kişide izleyebiliyorum ben: Rappart'la kendimde.
Kimi zaman korkunç olur bu çekişme ve aslına bakarsan bizimle işi daha az ciddiye alanlar arasında tek fark budur; bizim çilemiz büyüktür; kapkara bir bunalımdan sonra bir az ışık, bir az gelişme; başkaları daha az savaşır, daha kolay çalışırlar belki, ama kişinin karakteri de daha az gelişir.
Bak, bilmiş ol: bu savaşa sen de düşersin (*) ve emin ol ki en iyi niyetli bazı kimselerin sözleriyle sarsılabilirsin.
İçinde bir şey sana «Sen ressam değilsin» diyecek olursa, asıl o zaman var gücünle resme sarılmalısın, kardeşim, ancak bu yoldan susturabilirsin o sesi, yani yalnız resim yapmakla susar o; yok, kuşkuya kapılır da derdini dostlarına dökmeğe kalkışırsan, enerjinden, en değerli gücünden bir şey yitirirsin. Senin gerçek dostların, senin gibi bu savaşa atılmış, kendi çalışmalarıyla sana örnek olup senin canlı gücünü körükleyebilecek insanlardır.
Güvençle, giriştiğin işin senin için doğru yol olduğu bilinciyle işe koyulacaksın ve çiftçi sapanını nasıl sürer; yahut ta benim küçük desendeki arkadaş tarlasını nasıl tapanlar ve kendisi tapanlarsa, öyle yapacaksın sen de. İnsanın atı yoksa, at görevini kendi görür, bir sürü insan da, öyle yapıyor burda.
Gustave Doré’nin öteden beri çok beğendiğim bir sözü var: «Bir öküz gibi sabırlıyım»
Güzel bir söz bu, sapasağlam bir dürüstlüğü dile getiren bir söz, çok şey var bu sözde tam sanatçıya yakışır bir söz. Kafası böyle işleyen insanların var olduğunu düşündük mü, resim satıcılarının dükkânlarında sık sık duyulan «istidatlı sanatçı» sözü bir karganın sesi gibi çirkin ve anlamsız gelir insana. «Sabrım var» demek ne huzurlu, ne vakarlı bir söz; bu karga sesleri olmasa belki bunu söylemek aklıma gelmezdi insanın.
Ben sanatçı değilim - ne kaba bir söz düşüncesini bile insan yakıştırmamalı kendisine - insan sabırlı olmaz olur mu, doğadan sabırlı olmayı öğrenmez mi, buğdayın sessizce: büyüdüğünü, her şeyin yavaş yavaş geliştiğini gördükçe sabırlı olmayı öğrenmez mi?
İnsan artık büyüyüp gelişmeyecek kadar ölü bir nesne sayabilir mi kendini? Gelişmesini bile bile engelleyebilir mi? Bütün bunları “yetenekli” ve “yetenekli sanatçı” sözünü ne kadar budalaca bulduğumu anlatmak için söylüyorum.
Ama gelişmek istiyorsak toprağın içine dalmalıyız. Onun için sana diyorum ki: Drenthe toprağının içine dik kendini, filizleneceksin, kaldırımın üstünde solup kuruma.
Şehirlerde de büyüyen bitkiler vardır, diyeceksin bana, olabilir, ama sen buğdaysın, senin yerin buğday tarlasıdır ... Sana yeni bir şey söylediğimi sanmıyorum, hiç de yeni değil ama sana özgü en iyi düşüncelerin zıddına gitmemeni diliyorum senden, o kadar.


(1) Theo, memuru olduğu Goupil resim satış mağazasından memnun olmadığı için bir mektubunda ressam olmaktan dem vurmuştu. Vincent de kardeşini resim satıcılığından vazgeçirmeye, iki kardeşi birbirine daha da yaklaştıracak olan resme kendini büsbütün vermesi için Theo'yu kandırmaya çalışır. Giderek birlikte yaşayıp çalışmaları için Drenthe'deki ev sahibinden borç almayı bile düşünür, vermeyeceğinden hiç şüphe etmeyerek hayatlarını en ufak ayrıntısına kadar tasarlar.





Nuenen, The Netherlands: October, 1885



Nuenen, Aralık 1883 - Kasım 1885

Geçen mektubuma başka bir biçim veremedim. Ama bil ki, bu bence aramızda ister istemez patlak verecek bir görüş ayrılığıydı, suçu sana ya da bana yüklenebilecek bir kavga değil.

Yakında Delacroix'nın eserlerinden bir sergi olacak diyorsun. İyi.

Bu sergide Delacroix'nın yalnız biyografilerinden tanıdığım Barikat adlı bir tablosunu göreceksin herhalde. Bu resmi 1848'de yaptı sanıyorum.

Bir de Lemud'un litografisini görmüş olacaksın, Lemud'un değilse, Daumier'nindir: 1848 barikatını gösterir.

Şimdi ko ki; senle ben de bu 1848 yılında yahut buna benzer bir dönemde yaşadık, Buna benzer diyorum, çünkü Napolyon’un hükümet darbesi zamanında da öyle şeyler olmuş. O günleri canlandırmanı istiyorum. Bunu da seni kızdırmak için yapmıyorum - seni kızdırmak aklımın köşesinden geçmedi hiçbir zaman- amacım seninle benim aramdaki anlaşmazlığın dünyadaki genel akımlarla ne kadar yakından ilgili olduğunu aramızdaki görüş ayrılığının bile bile işlenmiş bir kötülüğün sonucu olmadığım anlatmaktır.


1848 yıllarını canlandır şimdi gözünde.

Karşı karşıya bulunan ve iki tarafın temsilcileri sayılabilecek olan kişiler kimlerdi? Bir yandan Louis-Philippe'in vekili Guizot, öte yandan Michelet ve Quinet ile talebeler.

Guizot ile Louis-Philippe'ten başlıyalım; kötü ve zorba kişiler miydi? Değil, anladığıma göre onlar; örneğin babam, dedem ve ihtiyar Goupil gibi adamlardı. Görünüşte çok saygıdeğer, ağırbaşlı, ciddi insanlar, ama onlara biraz daha yakından baktın mı, iç karartıcı, anlamsız ve ölü bir yanları var, öyle ki hasta edebilirler insanı. Doğru değil mi, aşırılık var mı bu sözümde?

Durumlarındaki farklar bir yana, aynı görüşte, aynı karakterde adamlar değil mi? Yanılıyor muyum?
Bir de Quinet'yi ya da Michelet'yi, ya da daha sonra V. Hugo'yu alalım örneğin. Bu adamlarla hasımları arasındaki fark o kadar büyük mü? Evet, ama her şeye yüzeyden bakıldı mı, pek büyük bir fark görülmez; ben bile eskiden Guizot'nun bir kitabını Michelet'nin bir kitabı kadar güzel bulurdum. Ama daha derine gittikçe aralarındaki ayrılığı, ayrılıktan da öte, karşıtlığı gördüm.

Birinin bir çerçevenin içinde sıkışıp kaldığını, bocaladığını, ötekininse bize sonsuz bir varlık bıraktığını gördüm. O gün bugün çok su geçti köprünün altından, ama eminim ki senle ben o günlerde yaşasaydık, sen kendini Guizot'nun tarafında bulurdun, ben de kendimi Michelet'nin safında. Ve ikimiz de çok tutarlı bir yoldan giderek, karşı karşıya gelebiliriz ve üzülerek barikatın iki yanında görürdük kendimizi: sen önde bir hükümet askeri, bense arkasında bir devrimci, bir asi olarak.

1884 yılında olduğumuz bugün de (rastlantıya bak sen ki sayılar tıpatıp aynı, ama yerleri ters) karşı karşıya bulunuyoruz gene, her ne kadar gözle görülen barikatlar yoksa da ortada. Barikat bugün bir türlü görüş birliğine varamayan kafalar arasındadır.

«Değirmen ortadan kalkmış, ama yel hâlâ esmektedir».

Biz de bence; ayrı ayrı cephelerde karşı karşıya bulunuyoruz bugün ve buna çare yoktur.

İstesen de istemesen de, sen de ben de yolumuzu gitmek zorundayız. Ama madem kardeşiz, birbirimizi öldürmemeliyiz (mecaz anlamında tabii).

Aynı safta yan yana savaşan kimseler gibi yardımlaşmaya gelince, olamaz bu, çünkü birbirimize yakın gelelim derken karşılıklı ateşin içine düşebiliriz.
Ağzıma gelen incitici sözler, kardeşim olan sana değil de, içinde bulunduğun partiye atılmış taşlardır. Senden bana gelen öfkelendirici sözlerle de doğrudan doğruya beni hedef tuttuğunu sanmıyorum. Ama barikata ateş ediyorsun ve bunu yapmakla iyi bir iş yaptığını sanıyorsun, oysa barikatın arkasında ben varım.

Bütün bunların bir azıcık üstünde durup düşün, olur mu, sanmam ki buna karşı söyleyecek fazla bir şey bulasın. Ama sana düşündüğümden başka türlü de konuşamam; bu konuları aşağı yukarı bu açıdan görmeli.

Umarım ki ne demek istediğimi anladın. Ne sen ne ben politika yapmıyoruz, ama yer yüzünde ve bu dünyada yaşıyoruz, dünyada ise insanlar bölük bölük birleşip ayrılırlar birbirlerinden.

Bulutların suçu mu, eninde sonunda, şu ya da bu fırtına kümesindenseler? Pozitif ya da negatif elektrik taşıyorlarsa? Hoş insanlar bulut değil. Kişi olarak, insanlığı meydana getiren bütünün bir parçasıyız. Bu insanlığın içinde de partiler vardır. Birbirlerine karşıt olan bu partilerin birine ya da ötekine girmemiz ne dereceye kadar koşullara ve rastlantıya bağlıdır?

Evet, eskiden 1848 yılında yaşıyorlardı, biz bugün 1884 yılını yaşıyoruz; değirmen ortadan kalkmış, ama yel hâlâ esiyor. Gerçekten hangi safta bulunduğunu kendin için kesinlikle bilmeğe çalış, ben de bilmeye çalışıyorum.



Tarihsiz


İnsanların benim hakkımda ne düşündükleri konusuyla uğraşamam, ileriye doğru gitmeli ve yalnız onu düşünmeliyim.



Nuenen, The Netherlands: March, 1885


Tarihsiz


Ustaları inceleyip onları anlamaya çalıştık mı, bir an gelir ki hepsini realitenin kendisinde buluruz. Demek istiyorum ki, onlar gibi görmeye, onlar gibi duymaya alıştık mı, onların yarattıklarını gerçekte var olan nesneler gibi görürüz.

Ayrıca da şuna inanıyorum ki sanat eleştiricileri ve meraklıları; doğayla daha yakın bir alış veriş kurmuş olsalardı, resimler arasında yaşamak ve yalnız resimleri birbirleriyle kıyaslandırmakla yetindikleri bugünkü yargılarından daha sağlam yargılar edinebilirlerdi. Resimlerle sürekli alış veriş çok iyi şey tabii, ama doğanın varlığını unutacak ve derine gitmeyecek olursak sağlam bir temele dayanamayız.

İleride daha güzel bir şey yaparsam, herhalde şimdi çalıştığımdan başka türlü çalışmış, olmayacağım, demek istiyorum ki elma aynı elma olacak, yalnız daha olgun olacak; ilkinden beri düşündüklerimde bile bir değişiklik olmayacak. Onun içindir ki kendim için şöyle düşünüyorum: hiçbir değerim yoksa bugün, ileride de bir değerim olmayacaktır, ama ileride bir değerim olacaksa, bugün de vardır demek. Buğday buğdaydır çünkü şehirliler başlangıçta onu görüp de çimene benzettikleri halde.

Buğday için söylediğimiz çimen için de geçerlidir.

Her neyse, elâlem yaptığımı ister iyi ister kötü bulsun, yapma tarzımı ister eleştirsin ister eleştirmesin, ben kendi hesabıma doğayla bana sırrını açacağı güne dek cebelleşmekten başka çare bulamıyorum.

Çeşitli baş ve el etütlerine çalışmakla devam ediyorum.





Two Peasant Women Digging Potatoes


Tarihsiz

Ressamlara arka olan, onların bu desteğe daha hak kazanmadıkları bir zamanda arka olan adamlar vardır. Güzel.
Ama ne?.. Çok kez kötü sonuç verir bu iş, ve her iki taraf için de üzücü olur. Bir yandan, koruyucu harcadığı paranın boşuna gitmiş olmasına ya da öyle görünmesine üzülür, öte yandan, ressam kendisine daha çok güvenilmesini, daha sabırlı olunmasını ve daha çok ilgi gösterilmesini istemekte haklı görür kendini. Ama çoğu hallerde, anlaşmazlıkların çıkması her iki tarafın da gevşek davranmasından ötürüdür.
İkimizin arasında böyle olmayacağına inanmak isterim.
Ve zamanla benim çalışmalarımın sana yürek vereceğini de umarım. Ne sen, ne ben; senin bana kitabını gönderdiğin Gigoux'nun «kahramanlar» dediği adamların kuşağından değiliz.
Ama bizim çağımızda da bu coşkunluğu korumanın uygun olduğuna inanıyorum, çünkü ne olursa olsun talihin atılgan insanların yüzüne güldüğü çok görülür ve özellikle mutluluk ya da «yaşama sevinci» konusunda, insan gerçekten yaşamak istiyorsa, atılgan ve cüretli olmalı.
Ben derim ki: resim yapalım, bol bol eser çıkaralım ve kusurlarımızla, erdemlerimizle biz olalım; biz diyorum, çünkü senden gelen para, benim için bin zorla kazandığını bildiğim bu para, çalışmamdan iyi bir şey çıkacaksa, onun yaratılmasında senin de yarı yarıya pay olduğuna inanmak hakkını verir sana.
Millet'nin şu sözü düşündürüyor beni: “Acıyı ortadan kaldırmak istemem. Çünkü çok kez sanatçıları kuvvetle dile getiren odur.”
Bir köylü ressamı olduğumu söylerim ya, gerçektir bu söz, ve zamanla göreceksin ki asıl o çevre benim çevremdir, orada rahatım. Bunca akşam, madenciler, kömürcüler ve dokumacılarla bir arada ocak başında oturup düşünmem boşuna değildir; düşüncenin dışında da hep çalışmaya verdim kendimi.

Köylülerin günlük hayatına o kadar karıştım, onları günün her saatinde o kadar çok gördüm ki, başka bir şey düşünmek istemiyor canım.
Halkın Millet'nin eserlerine karşı gösterdiği ilgisizlik, son günlerde açılan sergiden de anlaşıldığı gibi, ne sanatçılara, ne de resim satıcılarına cesaret verecek gibi değil diyorsun, Yazdığın doğru, ama Millet bu ilgisizliği kendi de sezmiş görmüştü.
Sensier'yi okurken, kariyerinin başlangıcı üstüne söyledikleri dikkatimi çekti, kelime kelime hatırlamıyorum, ama özü şuydu: diyordu ki güzel kunduralar giyip bir şato hayatı yaşamak isteseydi, gördüğü bu ilgisizlikten epey sıkıntı çekerdi, ama «madem çarık giyiyorum böyle de olur». Nitekim dediği gibi oldu.
Onun için «çarıkla işe girişmek gerektiğini» hiçbir zaman gözden kaçırmayacağını umarım, yani tıpkı köylüler gibi yiyeceği içeceği, yatacak yeri ve giyecek üstü başı varsa insanın, kendini mutlu saymalıdır demek istiyorum.





Woman Lifting Potatoes - 1885


Tarihsiz

Millet de öyle düşünüyor ve başka bir şey istemiyordu ve bence bunun içindir ki insan olarak ressamlara tutulacak yolun hangisi olduğunu göstermiştir, oysa ki İsraels ve Mauve gibi oldukça geniş bir hayat süren ressamlar bu yoldan uzaklaşmışa benzerler.
Ve tekrar ediyorum: Millet, «Millet babadır» !!!
Yani genç ressamların her alanda kılavuzu, akıl hocasıdır. Ama tanıdığım ressamların çoğu - o kadar çok da tanımıyorum ya - bu çeşit öğütleri gereksinmez görünüyor; bana gelince, Millet gibi düşünüyorum ve söylediğine yüzde yüz inanıyorum.
Millet'nin bu sözleri üstüne bu kadar durmamın nedeni, bu konuya değindiğin içindir: diyorsun ki şehirliler köylüleri çizdiği zaman, figürleri çok güzel çizilmiş olsa bile, Paris dolaylarının insanlarını andırıyor gene de.
Aynı izlenim bende de var (her ne kadar B.Lepage'ın Patates Koparan Kadını tam tersine, çok gerçek bir köylü figürü ise de), bunun nedenini de şehirlilerrin köylülerin hayatına yeterince karışmamalarında aramalı. Millet bir yerde diyor ki: «sanata ciğerini koymalı insan».
De Groux köylüleri güzelcene çiziyordu - bu da onun yeteneklerinden biriydi. (Ama devlet ondan tarih tabloları çizmesini istiyordu! Bunu da iyi yapıyordu ama kendisi olabildiği zaman çok daha başarılıydı).
De Groux'nun hak ettiği ünü daha kazanmış olmaması Belçikalılar için bir ayıp ve bir kayıptır.

De Groux; Millet çığırının iyi ustalarından biridir. Ama büyük halk kütleleri onu daha tanımıyor ve Daumier, ya da Tessaert gibi bugün daha gölgede kalmışsa da, birçok ressamlar - örneğin Mellery ve daha başkaları - gene bugün onun duygusuna göre resim yapmaktadır.
Geçenlerde resimli bir dergide Mellery'nin bir desenini gördüm: mavnalarının kamarasında oturmuş bir gemici ailesi, ana baba ve çocuklar bir masanın çevresinde.
Herkesin bana olan sempatisine gelince, bu konuda Renan'ın bir düşüncesini okumuştum birkaç yıl önce, aklından çıkmayan bu görüşe her zaman bağlı kalacağım; diyor ki; "iyi ve faydalı bir iş görmek isteyen birçoklarınca, beğenilmeye tutulmaya önem vermemeli, böyle bir başarıyı dilememeli, tersine yalnız birkaç gönül kazanıp birkaç kişinin sevgisini ve yardımını kazanmayı ummalıdır."





Patates yiyenler


Tarihsiz


Patates Yiyenler tablosu hakkında; yaldızlı çerıçeve içine alınsa iyi olur eminim.
Ayrıca da olgun buğdayın sıcak rengini veren bir döşeme kağıdıyla kaplı bir duvarda iyi durur.
Yok, çevreden bu biçimde ayrılmazsa, karşıya konacak bir resim değildir.
Koyu bir fon, hele donuk bir fon üstünde, değeri hiç ortaya çıkmaz. Çünkü soluk gümüşî renkte bir enteriördür.
Gerçekte de yaldızlı bir çerçeve içindedir denebilir, madem seyirci resmini yaptığım sahneye bakınca bir şömine ve şöminede yanan ateşin beyaz duvarlara yansımasını görür; ben bunları tabloya almadım gerçi, çünkü gerçekte de her şeyi bozuyor bunlar.
Bir daha söylüyorum: Onu altın ya da bakır tonlarında bir şeyle çerçeveleyip ayırmalı.
Görülmesi gibi görmek istiyorsan, bunları aklında tutmalısın.
Altınımsı bir tonla yan yana getirilmesi; hem hiç ummadığın yerlerde bulunan bazı lekeleri aydınlatır, hem de donuk ya da kara bir fon üstünde ortaya çıkabilecek olan hareli görünüşünü siler.
Gölgeler mavi ile boyanmıştır, altın rengi daha iyi belirtir onları. Dün bu resmi Eindhoven'de oturan bir ressam arkadaşa götürdüm.
Orada iki üç gün içinde biraz yumurta akıyla bitirir ve daha bazı detaylarına çalışırım... Bu arkadaş da modelle çalıştığı için, bir kafada ya da kalın bir köylü elinde neler bulunduğunu çok iyi görüyor ve ellerden söz ederken, el resmi yapmak konusunda kendisinin bambaşka bir görüşe vardığını söyledi.
Asıl candan belirtmek istediğim fikir şudur: lâmbanın altında patateslerini tabağa el uzatarak yiyen bu insanlar aynı ellerle toprağı işlemiş adamlardır; istedim ki resim çiftçinin el çalışmasını ve bu kadar namusluca kazandığı besiyi yüceltsin.
İstedim ki biz uygar insanların yaşayışından bambaşka bir yaşayışı canlandırsın. Onun için herkesin bu resmi güzel ya da başarılı bulmasını istemek aklımdan bile geçmiyor.
Bütün kış, kesin örneğini aradığım bu kumaşın ipliğini elimde tuttum ve kumaş şimdi dokunduktan sonra kaba ve sert görünüyorsa da ipliklerinin titizlikle ve belli kurallara göre seçildiği bir gerçektir. Ve bu resmin gerçek bir köylü resmi olduğu söylenebilir belki. Ben biliyorum öyle olduğunu.
Ama tatlı su köylüleri görmek isteyen geçsin gitsin.
Bana kalırsa, köylüleri yapmacık bir çeki düzenle çizmektense, onları bütün kabalıklarıyla canlandırdık mı, daha iyi sonuçlar alabiliriz, buna inanıyorum.
Havanın, rüzgârın ve güneşin etkisiyle çeşitli renk ayrıntıları ve incelikleri gösteren tozlu ve yamalı lacivert eteği ve mintanıyla bir köylü kızı bence bir hanımefendiden daha güzeldir; ama bir hanımefendi kılığına girerse, ondaki bütün gerçeklik birden yok oluverir.
Bir köylü dimi pantolonu ve gömleğiyle: tarlasında güzeldir, pazar günü efendi gibi giyinip kiliseye gittiği zamankinden daha güzel.
Onun için, köylü resimlerine yapmacık bir cilâ vermek bence yersizdir. Bir resim domuz eti, av eti ve patates kokuyorsa, iyidir! Yerindedir; bir ahır gübre kokuyorsa, tamam! ahırı ahır yapan gübredir; tarla olgun buğday ya da patates, yahut ta gübre ve tezek kokuyorsa, asıl sağlık bu kokudadır, özellikle şehirliler için.
Bu tablolardan faydalı bir şey öğrenirler. Bir köylü tablosu hiçbir zaman güzel kokular sürmüş gibi olmamalı.
Bakalım benim resmimde hoşuna gidecek bir şey bulacak mısın, bulacağını umuyorum. M. Portier'nin benim eserlerimle ilgilenmek istediğini söylemesine sevindim. Benim de salt etüdlerden daha önemli şeylerim vardır gösterecek.
Durand-Ruel'e gelince, desenlerimi değersiz bulmuşsa da, ona bu resmi göster. Kötü bulursa, ne yapalım. Ama sen gene de göster ki var gücümüzle savaştığımızı görebilsin. Muhakkak «On para etmez!» dediklerini duyacaksın, hazırlan buna.
Ben de hazırlıklıyım. Ama gerçek ve namuslu bir şey vermeyi başaracağız sonunda.
Öyle ki, pentür ya da desen, figürü canlandırmak ve insan bedeninin şaşılacak kadar uyumlu biçimini vermek için çizilmiş olmaktan başka bir de karın içinden havuç çekip, çıkarmak eylemini göstermek amacıyla yapılmış olsun.
Anlatabiliyor muyum ne demek istediğimi? Çok isterdim anlatabilmeyi; bunu Serret'ye de söyle.
Daha kısaca da söyleyebilirim: Cabanel'in bir çıplağı, Jaquet'nin bir kadını ve Bastien Lepage'ınkiler bir yana resim çizmesini akademide öğrenmiş herhangi bir Parisli ressamın çizdiği bir köylü kadın figürü uzuv ve beden yapısını aynı biçimde gösterir, orantıları ve anatomisi doğru, kimi zaman da çok çekicidir bu figürün.
Ama Israels, Daumier ya da Lhermite bir fügür çizdikleri zaman, bedenin biçimi çok daha canlı olarak duyulur, oysa, asıl bunun içindir ki Daumier'yi örnek gösteriyorum, orantılar hemen hemen keyfîdir, anatomi ve beden yapısı akademisyenlerin gözünde hiç de başarılı olmayacaktır.
Ama bu figür yaşayacaktır. Bu özellik Delacroix için de gerçektir.
Hoş anlatmayı daha tam da başaramadım.
Serret'ye de ki, figürlerimin güzel olması umutsuzluğa düşürürdü beni, de ki; onların akademi görüşlerine göre güzel ve başarılı olmalarını istemiyorum, söyle ki; toprağı belleyen bir adamın fotoğrafı çekilirse, o adam hiç te toprağı beller durumda olmaz…
Ona de ki ben Michelangelo'nun figürlerini, bacakları her ne kadar fazla uzun ve kalçaları fazla enli ise de; güzelini güzeli buluyorum.
Ona de ki, bu yüzden Millet ve Lhermite benim gözümde gerçek ressamlardır; çünkü nesneleri kuru kuru inceledikten sonra oldukları gibi vermiyorlar, kendileri, yani Millet, Lhermite, Michelangelo onları nasıl duyuyorlarsa öyle veriyorlar.
Söyle ki; benim en büyük dileğim bu çeşit yanlışlıklar, sapıklıklar yapmasını öğrenmektir, gerçeği öylesine değiştirmek, düzeltmek ki, meydana gelen şey yalan, ama “kuru gerçekten” daha gerçek bir yalan olsun.
Köylülerin hayatlarını resmetmek ciddî ve önemli bir iştir, ben kendi hesabıma bu konuyu sanat ve hayat üstüne ciddiyetle düşünen insanları düşündürecek biçimde işlemeyi denemek isterim, denemezsem pişmanlık duyarım.
Millet, De Groux, ve daha birçokları verdikleri örneklerle karakter sahibi olduklarını ve «pis, kaba, çamur, iğrenç» gibi yergilere aldırmadıklarını gösterdiler. Bu konuda kuşkuya kapılmak bile ayıptır.
Hayır, köylüleri onlardan biri imişiz gibi çizmeliyiz, köylü gibi duyarak, köylü gibi düşünerek.
Bu olduğumuzdan başka olamazmışız gibi. Çok kez düşünürüm ki köylüler kendilerine göre bir âlemdir ve birçok bakımdan medenî dünyamızdan çok üstündür bu âlem.



Küçük bir not:Konuyu düzenleyen arkadaşımın elleri dert görmesin,emeğine sağlık...
__________________
"Ama gerçek, aziz dostum, can sıkıcıdır."

  Alıntı ile Cevapla
4 Üyemiz Mislina'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 09.05.2014, 14:34   #5
Çevrimdışı
aakinaksoy
Tam Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Theo'ya Mektuplar | Vincent Van Gogh

Bir Vincent Van Gogh hayranına çoşkulu, tutkulu, biraz da buruk ama çok yoğun sevgi dolu, duygu dolu anlar bağışladınız.
Çok teşekkür ederim. Ellerinize, emeklerinize sağlık.
Mektupların devamını da sabırsızlıkla bekleyebilir miyim.
__________________
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz aakinaksoy'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 09.05.2014, 15:40   #6
Çevrimdışı
Mislina
Süper Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Theo'ya Mektuplar | Vincent Van Gogh



Still Life with Two Jars and Two Pumpkins


Tarihsiz

Sorarım sana, eski Hollanda okulunda bir tek tarla belleyicisine, bir tek ekiciye rastladın mı? Bir «işçi» resmi yapmaya çalıştılar mı hiç? Velasquez «Su Taşıyan Adam» da ya da çizdiği öbür halk tiplerinde çalıştı mı bunu yapmaya? Hayır.
Eski tablolarda insanlar çalışmaz. Ben kışın karlı topraktan havuç koparır gördüğüm bir kadının resmi üstünde çalışıyorum bu günlerde.
İşte bu işi Millet yaptı, Lhermitte ve genellikle yüzyılımızın köylü ressamlarının hepsi - giderek bir Israels bile yaptılar ve bu işi her şeyden daha güzel buluyorlar.
Ama bu yüzyılda bile bölük bölük ressamlar arasında figürü figür için resmeden, yani figürü biçimi ve modelesi için çizen, bir işçiyi yalnız işinde görebilen, eski Hollandalılar gibi, eskilerin hemen hepsinin kaçındığı şeyi arayan, kısacası eylemi eylem için çizmek gereksinmesini duyan kaç ressam vardır?
Köylüyü işinde canlandırmak, bu, bir daha söylüyorum, tam anlamıyla modern bir sanat görüşünün ürünü olan bir figürdür, modern sanatın özüdür, bunu ne Yunan, ne Rönesans, ne de eski Hollandalı ressamlar yapmıştır.
Hem sana bir şey söyleyeyim mi, ben sanat üstüne yazılmış yazıların hemen hiçbirinde yeni ile eski sanat okulları arasındaki ayrılığın açık açık dile getirildiğini görmedim. Oysa ki bu ayrılık bir yandan zamanımızın büyük ve küçük sanat ustaları (büyükler örneğin Millet, Lhermite, Breton ve Herkomer, küçükler de Raffaeli ve Regarney olmak üzere) ile öte yandan eski okullar arasında gösterilebilir.

Tarihsiz

Millet ve Lhermite'i düşündüğüm zaman, modern sanatı Michelangelo ve Rembrandt kadar büyük buluyorum - eski sanat sonsuzsa, yeni sanat da sonsuzdur- eski bir deha eseri, yenisi de bir deha eseri. Chemavard gibi bir adam inanmayabilir buna. Ama ben bu konuda günümüze yüzde yüz güvenilebileceğine inanıyorum.
Bu yüzdendir ki ben kendi eserime ne koymak istediğimi biliyorum, ve sanata tam bir inancım olduğu içindir ki bunu var gücümle başarmaya çalışacağım, bu işte kendim yok olsam da.





Two Hands-1885

4 Kasım 1885

Kendimi renklerin kurallarına verdim büsbütün. Ah, keşke bunları bize gençliğimizde öğretmiş olsalardı!
Ama çoğu insanların hayatında, kaderin bir cilvesiyle ışığı uzun zaman aramak zorunda kaldıkları görülür.
Delacroix'nın ilk kez kanunlaştırdığı ve Newton yer çekiminin, Stephenson da buharın kanunlarını nasıl ortaya koyup herkese açıklamışlarsa, onun da olanca uzamı ve bütün ilişkileriyle açık açık anlattığı renk kanunları ışığın ta kendisidir, evet hiç şüphesiz öyledir.
Etüdlerimde fırça çizgilerini kat kat boya kalınlıklarıyla belirttikten sonra onları olduğu gibi bırakmama kaygılanma.
Bu bir şey demek değildir, çünkü çizgileri bir yıl kadar -(giderek altı ay bile yeter) öyle bırakıp da sonra usturayla şöyle bir kazdın mı, renk çok daha yoğun olarak ortaya çıkar; oysa hafifçe sürüldü mü bu yoğunluk elde edilmez. Renklerin korunması, bir tabloda özellikle ışıklı yerlerin sağlam boyayla boyanmış olması önemlidir. Eskiler de, bugünün Fransız ressamları da bu kazıma işini yapmışlardır.
Saydam bir rengin üst üste sürülen katları birbirine karışır ve zamanla büsbütün silinir, eğer tablonun hazırlıklı katı iyice kurumadan sürülürlerse bu saydam katlar. Oysa daha sonra sürülürse çok dayanıklı olur.
Sen kendin de fark ettin ki benim atölye etütlerim zamanla renklerini yitireceğine daha da iyi oluyorlar.
Sanıyorum ki bu, yağ kullanmadığım yerlerde rengimin daha dayanıklı olmasından ileri gelir. Bir yıl sonra, her renkte bulunan yağ erimiş gitmiştir, ve o zaman sapasağlam bir hamur elde edilir.
Böyle yani eserin iyice kurumasını sağlayarak resim yapmak bence önemli olan bir sorundur; ne yazık ki kobalt gibi dayanıklı olan bazı renkler çok pahalı. Kromlar ve kızılkök kırmızıları hakkında ne düşünmeli bilmiyorum, ama öyle sanırım ki kimi tablolar, özellikle Amerikan güneş batışları - bu çeşit resimleri bilirsin - krom cilâları ile meydana getirildiklerinden zamana çok az dayanırlar.
Tersine Daubigny ile Dupré'nin eserleri dayanıklıdır. La Haye'de bulunan Delft'li v.d. Meer'in tablosunun kırmızı, yeşil, gri, kahverengi, mavi, siyah, sarı, beyaz gibi cüretli bir sürü rengiyle bu kadar güzel ve parlak kalmış olması şaşılacak şey değil mi?




View of Amsterdam from Central Station-1885


Tarihsiz


Sevgili Theo,
Dün akşam Goncourt'nun kitabını aldım ve hemen okumaya koyuldum, bir daha rahat okumam gerekiyorsa da, bu sabah genel bir fikir edinmiştim bile. Bu kitabı elde etmeye ne kadar istekli olduğumu anlarsın artık.
Boucher'yi fazla övdüğünü bulmadım.
Boucher'nin birbirinden ayrı şu üç özelliğinden, zengin mavisi (gök), bronzu (erkek figürü) ve sedef beyazı (kadın figürü), ve buna eklenen Orleans düşesi fıkrasından başka bir şey bilmesem de, yine de resim dünyasında bir kişiliği olduğunu söylerdim. Goncourt onu fazla övmüyor, çünkü aynı zamanda «rezil» de diyor ona, ve bunu namuslu burjuvaları gücendirmeden söylüyor, nasıl ki Bouguerau, Perrault vesairenin resimlerine rezil denebilirse.
Üstelik de Goncourt'un Boucher'yi fazla övdüğü de yok bence, eminim ki örneğin Rubens'in üstünlüğünü yadsımayı bir an olsun aklından geçirmemiştir. Öyle ya Rubens Boucher'den de daha verimliydi ve onun kadar, giderek ondan daha çok çıplak kadın ressamıydı.
Rubens'te sık sık görülen şeyler onun dokunaklı ve içli olmasını önlemez, asıl kadın portrelerinde Rubens hem kendini verebilmiş hem de kendini aşmıştır.
Ama Chardin!
Onun nasıl bir adam olduğunu bilmek isteğini sık sık duymuştum. (Watteau tam tasarladığım gibi bir insanmış)
Burjuvanın biri, Corot gibi iyi yürekli, ama ondan daha çok acı çekmiş, hayatta birçok talihsizliklere uğramış.
Harika bir kitap bu! Latour, Voltaire'ci ve esprili.
Pastel, öğrenmeyi çok istediğim bir usuldür, bir gün denerim herhalde; insan bir başın resmini çizebilirse, birkaç saatte öğrenebilmelidir pasteli.
Chardin'in tekniği üstüne söylediklerini çok beğendim. Resmi tamamlamak diye bir deyim vardır ya, esere öyle bir kesinlik vermek ki burnunu üstüne dayayıp bakabilesin anlamına gelir, işte bu kesinliği gerçek ressamların eserlerine hiçbir zaman vermediklerini kanısına varıyorum gün geçtikçe.
En güzel ve asıl teknik bakımından en başarılı resimler var ya, onlara yakından bir bak, yan yana dizilmiş renkler görürsün sadece, bütününün tadına varmak için belli bir uzaklıktan bakmalısın.
Rembrandt bu gerçeği ileri sürmekte direndi, bu yüzden uğradığı bir sürü yergiye karşın. (Zamanının burjuvaları van der Helst'i, resimleri yakından da görülebiliyor diye, ondan üstün tutarlardı.)
Chardin bu bakımdan Rembrandt kadar büyük. Israels'in de buna benzer bir yanı var; bana sorarsan, ben Israels'e her zaman hayranım, özellikle tekniği yüzünden. Herkes bunu bilse ve böyle düşünse çok güzel olurdu, ama olmaz işte, diyebilir Bonnemort.
Böyle çalışabilmek için bir az da büyücü olmak gerek, bunu öğrenmekse pahalıya oturur insana...
Michelangelo şöyle demiş: «Benim tarzım büyük budalalar yetiştirmeye yarar»; bu alaylı ve hazin sözü; rengi cüretle kullananlar için de söyleyebilirsin, çünkü renkte de korkak ve kişilikten yoksun ressamlar taklit yoluna sapamazlar.
Çalışmam ilerliyor sanıyorum.
Dün akşam başıma bir şey geldi, onu sana olduğu gibi anlatmaya çalışacağım. Evin arkasındaki bahçede bulunan üç meşe ağacını bilirsin! Dördüncü kezdir onları çizmeye çalışıyorum. Sana gönderdiğim kulübe ve mezarlık resimlerinin boyunda bir tuvalin önünde oturup üç gün çalıştım durdum.
O açık kahverengi salkım salkım yaprakları çizmek, biçimlendirmek ve tam tonunu bulup renklendirmek gerekiyordu. Akşam tabloyu alıp Eindhoven'de epey lüks bir salonu olan (gri duvar kaplamaları, yaldızlı siyah möbleler) arkadaşımın evine gittim, ve resmi duvara astık.
İşte o an, iyi şeyler yapmayı, renklerimi istediğim etkiyi elde etmek üzere değerlendirmeyi başaracağıma kanı getirdim ve bugüne kadar duymadığım sarsılmaz bir güven duydum. Tabloda açık kahverengi de vardı, taze yeşil ve (gri) beyaz da, tüpten çıktığı gibi saf beyaz bile vardı. (Görüyorsun ya, ben koyuya düşkün olduğum halde, karşıtına, giderek en uçtaki karşıtına karşı önyargı beslemiyorum).
Bu adamın parası var ve resmi satın almaya da can atıyordu, ama resmin yerini bulduğunu ve olduğu gibi renklerin birleşmesinden doğan tatlı ve hüzünlü havasıyla huzur verdiğini görünce, onu satmayı göze alamadım.
Çok hoşuna gittiği için de resmi ona verdim, o da tam benim istediğim gibi, nazlanmadan, büyük lâf etmeden aldı ve yalnız: «Bu nesne müthiş güzel!» dedi.

Ben resmin o kadar güzel olduğundan emin değilim daha. Önce birkaç Chardin daha görmeli, Rembrandt'ları, eski Hollandalı ve Fransız ustalarını incelemeli ve biraz da düşünmeliyim. Bu resimde kullandığımdan daha az boya kullanarak çok daha ileriye götürebilmeliyim işi.
Goncourt'ların gravürler ve desenler yaptıklarını biliyor muydun?
Sanma ki pratik görüşten yoksunum da ondan senin desen ve resim yapman için bu kadar direniyorum.
Pekâlâ, başarırsın, istersen iyi sonuç da alabilirsin. Ama asıl kendi mesleğinde gerçekten bir sanat bilirkişisi olmanı sağlar bu ve öbür bilirkişiler arasında yabana atılmayacak bir üstünlük verir sana.
İlerde ne olacağımı bilmiyorum. Ama bugün La Tour denilen o şeytan gibi adam üstüne bir şeyler okudukça, ne doğru, adamın (korkunç pintiliği bir yana) hayata karşı da resme karşı da ne kadar iyi bir davranışı var, diyorum kendi kendime.
Frans Hals'ın birçok resimlerini gördüm son zamanlarda: ona olan coşkunluğumu bilirsin, konuyu ilk ağızda ortaya. koymak sorunu üstüne hemen yazmıştım sana uzun uzun. La Tour ile Frans Hals'ın niyetleri arasında ne çok benzerlik var: ikisi de hayatı, üstüne silinebilecek kadar ince bir pastelle canlandırırlar. İlerde ne yapacağımı, geleceğimin ne olacağını bilmiyorum ama son zamanları böyle gelişi güzel aldığım dersleri unutmayacağımı umarım. Konuyu kesinlikle ortaya koymak ilk ağızda ama bütün aklını ve bütün dikkatini kapsayan tüm bir çabayla.
Şimdilik en çok fırça ile çalışmaktan hoşlanıyorum - desende bile - taslağı füzenle değil de fırça ile yapıyorum.
Eski Hollandalıların tablolarına nasıl başladıklarını araştırdığım zaman, desen denebilecek pek az şey görüyorum. Oysa desen yapmasını şaşılacak kadar iyi biliyorlardı. Gene de sanırım ki çoğu hallerde fırça ile başlayıp, fırça ile çalıştılar ve bitirdiler.
Doldurmaca yok onlarda. Örneğin bir van Goyen. Onun Dupper koleksiyonundaki bir resmini yeni gördüm: bir kumulun üstünde, fırtınalı havada bir meşe ağacı; bir de Cuyp'ten bir Dort manzarasını.
Şaşılacak bir teknik: hiçbir çareye başvurmayan, içinden doğmuş gibi, rengi de hesaba katmayan, görünüşte basitin basiti bir teknik.
Ama figür olsun, peyzaj olsun, öteden beri ressamlarda resmin doğanın aynada görünen resmi gibi bir tasviri, bir taklidi olmayıp, onun yeniden yaratılması olduğunu açığa vurmaya bir eğilim görülür.
Seninle daha birçok konulan incelemek isterdim: özellikle Chardin'in renk üstüne bana düşündürdüklerini ve «couleur locale» den sakınmak zorunluluğunu. Bak bu sözü ne güzel: «Nasıl şaşırtmalı, nasıl anlatmalı dişleri dökülmüş, yine de sonsuz zarafeti olan bu ağızın neyle meydana geldiğini? Yalnız birkaç sarı serpintisi ve birkaç mavi kırıntısıyla elde edilmiştir bu.»

Bunu okuduğum zaman Delft'li Vermeer'i düşündüm, onun La Haye peyzajını; ona yakından baktın mı, gözlerine inanamazsın, bir az uzaktan baktığın zaman gördüğün renklerden bambaşka renklerle yapılmış olduğunu görürsün.
Hoşça kal! Goncourt'un kitabını ne kadar beğendiğimi sana anlatmadan yapamadım.
Candan selâmlarımla.



Van Gogh: Willow, The -1885

Tarihsiz

Sorarım sana, eski Hollanda okulunda bir tek tarla belleyicisine, bir tek ekiciye rastladın mı? Bir «işçi» resmi yapmaya çalıştılar mı hiç? Velasquez «Su Taşıyan Adam» da ya da çizdiği öbür halk tiplerinde çalıştı mı bunu yapmaya? Hayır.
Eski tablolarda insanlar çalışmaz. Ben kışın karlı topraktan havuç koparır gördüğüm bir kadının resmi üstünde çalışıyorum bu günlerde.
İşte bu işi Millet yaptı, Lhermitte ve genellikle yüzyılımızın köylü ressamlarının hepsi - giderek bir Israels bile yaptılar ve bu işi her şeyden daha güzel buluyorlar.
Ama bu yüzyılda bile bölük bölük ressamlar arasında figürü figür için resmeden, yani figürü biçimi ve modelesi için çizen, bir işçiyi yalnız işinde görebilen, eski Hollandalılar gibi, eskilerin hemen hepsinin kaçındığı şeyi arayan, kısacası eylemi eylem için çizmek gereksinmesini duyan kaç ressam vardır?
Köylüyü işinde canlandırmak, bu, bir daha söylüyorum, tam anlamıyla modern bir sanat görüşünün ürünü olan bir figürdür, modern sanatın özüdür, bunu ne Yunan, ne Rönesans, ne de eski Hollandalı ressamlar yapmıştır.
Hem sana bir şey söyleyeyim mi, ben sanat üstüne yazılmış yazıların hemen hiçbirinde yeni ile eski sanat okulları arasındaki ayrılığın açık açık dile getirildiğini görmedim. Oysa ki bu ayrılık bir yandan zamanımızın büyük ve küçük sanat ustaları (büyükler örneğin Millet, Lhermite, Breton ve Herkomer, küçükler de Raffaeli ve Regarney olmak üzere) ile öte yandan eski okullar arasında gösterilebilir.

Tarihsiz

Millet ve Lhermite'i düşündüğüm zaman, modern sanatı Michelangelo ve Rembrandt kadar büyük buluyorum - eski sanat sonsuzsa, yeni sanat da sonsuzdur- eski bir deha eseri, yenisi de bir deha eseri. Chemavard gibi bir adam inanmayabilir buna. Ama ben bu konuda günümüze yüzde yüz güvenilebileceğine inanıyorum.
Bu yüzdendir ki ben kendi eserime ne koymak istediğimi biliyorum, ve sanata tam bir inancım olduğu içindir ki bunu var gücümle başarmaya çalışacağım, bu işte kendim yok olsam da.



Two Hands-1885


4 Kasım 1885


Kendimi renklerin kurallarına verdim büsbütün. Ah, keşke bunları bize gençliğimizde öğretmiş olsalardı!
Ama çoğu insanların hayatında, kaderin bir cilvesiyle ışığı uzun zaman aramak zorunda kaldıkları görülür.
Delacroix'nın ilk kez kanunlaştırdığı ve Newton yer çekiminin, Stephenson da buharın kanunlarını nasıl ortaya koyup herkese açıklamışlarsa, onun da olanca uzamı ve bütün ilişkileriyle açık açık anlattığı renk kanunları ışığın ta kendisidir, evet hiç şüphesiz öyledir.
Etüdlerimde fırça çizgilerini kat kat boya kalınlıklarıyla belirttikten sonra onları olduğu gibi bırakmama kaygılanma.
Bu bir şey demek değildir, çünkü çizgileri bir yıl kadar -(giderek altı ay bile yeter) öyle bırakıp da sonra usturayla şöyle bir kazdın mı, renk çok daha yoğun olarak ortaya çıkar; oysa hafifçe sürüldü mü bu yoğunluk elde edilmez. Renklerin korunması, bir tabloda özellikle ışıklı yerlerin sağlam boyayla boyanmış olması önemlidir. Eskiler de, bugünün Fransız ressamları da bu kazıma işini yapmışlardır.
Saydam bir rengin üst üste sürülen katları birbirine karışır ve zamanla büsbütün silinir, eğer tablonun hazırlıklı katı iyice kurumadan sürülürlerse bu saydam katlar. Oysa daha sonra sürülürse çok dayanıklı olur.
Sen kendin de fark ettin ki benim atölye etütlerim zamanla renklerini yitireceğine daha da iyi oluyorlar.
Sanıyorum ki bu, yağ kullanmadığım yerlerde rengimin daha dayanıklı olmasından ileri gelir. Bir yıl sonra, her renkte bulunan yağ erimiş gitmiştir, ve o zaman sapasağlam bir hamur elde edilir.
Böyle yani eserin iyice kurumasını sağlayarak resim yapmak bence önemli olan bir sorundur; ne yazık ki kobalt gibi dayanıklı olan bazı renkler çok pahalı. Kromlar ve kızılkök kırmızıları hakkında ne düşünmeli bilmiyorum, ama öyle sanırım ki kimi tablolar, özellikle Amerikan güneş batışları - bu çeşit resimleri bilirsin - krom cilâları ile meydana getirildiklerinden zamana çok az dayanırlar.
Tersine Daubigny ile Dupré'nin eserleri dayanıklıdır. La Haye'de bulunan Delft'li v.d. Meer'in tablosunun kırmızı, yeşil, gri, kahverengi, mavi, siyah, sarı, beyaz gibi cüretli bir sürü rengiyle bu kadar güzel ve parlak kalmış olması şaşılacak şey değil mi?




View of Amsterdam from Central Station-1885



Tarihsiz


Sevgili Theo,
Dün akşam Goncourt'nun kitabını aldım ve hemen okumaya koyuldum, bir daha rahat okumam gerekiyorsa da, bu sabah genel bir fikir edinmiştim bile. Bu kitabı elde etmeye ne kadar istekli olduğumu anlarsın artık.
Boucher'yi fazla övdüğünü bulmadım.
Boucher'nin birbirinden ayrı şu üç özelliğinden, zengin mavisi (gök), bronzu (erkek figürü) ve sedef beyazı (kadın figürü), ve buna eklenen Orleans düşesi fıkrasından başka bir şey bilmesem de, yine de resim dünyasında bir kişiliği olduğunu söylerdim. Goncourt onu fazla övmüyor, çünkü aynı zamanda «rezil» de diyor ona, ve bunu namuslu burjuvaları gücendirmeden söylüyor, nasıl ki Bouguerau, Perrault vesairenin resimlerine rezil denebilirse.
Üstelik de Goncourt'un Boucher'yi fazla övdüğü de yok bence, eminim ki örneğin Rubens'in üstünlüğünü yadsımayı bir an olsun aklından geçirmemiştir. Öyle ya Rubens Boucher'den de daha verimliydi ve onun kadar, giderek ondan daha çok çıplak kadın ressamıydı.
Rubens'te sık sık görülen şeyler onun dokunaklı ve içli olmasını önlemez, asıl kadın portrelerinde Rubens hem kendini verebilmiş hem de kendini aşmıştır.
Ama Chardin!
Onun nasıl bir adam olduğunu bilmek isteğini sık sık duymuştum. (Watteau tam tasarladığım gibi bir insanmış)
Burjuvanın biri, Corot gibi iyi yürekli, ama ondan daha çok acı çekmiş, hayatta birçok talihsizliklere uğramış.
Harika bir kitap bu! Latour, Voltaire'ci ve esprili.
Pastel, öğrenmeyi çok istediğim bir usuldür, bir gün denerim herhalde; insan bir başın resmini çizebilirse, birkaç saatte öğrenebilmelidir pasteli.
Chardin'in tekniği üstüne söylediklerini çok beğendim. Resmi tamamlamak diye bir deyim vardır ya, esere öyle bir kesinlik vermek ki burnunu üstüne dayayıp bakabilesin anlamına gelir, işte bu kesinliği gerçek ressamların eserlerine hiçbir zaman vermediklerini kanısına varıyorum gün geçtikçe.
En güzel ve asıl teknik bakımından en başarılı resimler var ya, onlara yakından bir bak, yan yana dizilmiş renkler görürsün sadece, bütününün tadına varmak için belli bir uzaklıktan bakmalısın.
Rembrandt bu gerçeği ileri sürmekte direndi, bu yüzden uğradığı bir sürü yergiye karşın. (Zamanının burjuvaları van der Helst'i, resimleri yakından da görülebiliyor diye, ondan üstün tutarlardı.)
Chardin bu bakımdan Rembrandt kadar büyük. Israels'in de buna benzer bir yanı var; bana sorarsan, ben Israels'e her zaman hayranım, özellikle tekniği yüzünden. Herkes bunu bilse ve böyle düşünse çok güzel olurdu, ama olmaz işte, diyebilir Bonnemort.
Böyle çalışabilmek için bir az da büyücü olmak gerek, bunu öğrenmekse pahalıya oturur insana...
Michelangelo şöyle demiş: «Benim tarzım büyük budalalar yetiştirmeye yarar»; bu alaylı ve hazin sözü; rengi cüretle kullananlar için de söyleyebilirsin, çünkü renkte de korkak ve kişilikten yoksun ressamlar taklit yoluna sapamazlar.
Çalışmam ilerliyor sanıyorum.
Dün akşam başıma bir şey geldi, onu sana olduğu gibi anlatmaya çalışacağım. Evin arkasındaki bahçede bulunan üç meşe ağacını bilirsin! Dördüncü kezdir onları çizmeye çalışıyorum. Sana gönderdiğim kulübe ve mezarlık resimlerinin boyunda bir tuvalin önünde oturup üç gün çalıştım durdum.
O açık kahverengi salkım salkım yaprakları çizmek, biçimlendirmek ve tam tonunu bulup renklendirmek gerekiyordu. Akşam tabloyu alıp Eindhoven'de epey lüks bir salonu olan (gri duvar kaplamaları, yaldızlı siyah möbleler) arkadaşımın evine gittim, ve resmi duvara astık.
İşte o an, iyi şeyler yapmayı, renklerimi istediğim etkiyi elde etmek üzere değerlendirmeyi başaracağıma kanı getirdim ve bugüne kadar duymadığım sarsılmaz bir güven duydum. Tabloda açık kahverengi de vardı, taze yeşil ve (gri) beyaz da, tüpten çıktığı gibi saf beyaz bile vardı. (Görüyorsun ya, ben koyuya düşkün olduğum halde, karşıtına, giderek en uçtaki karşıtına karşı önyargı beslemiyorum).
Bu adamın parası var ve resmi satın almaya da can atıyordu, ama resmin yerini bulduğunu ve olduğu gibi renklerin birleşmesinden doğan tatlı ve hüzünlü havasıyla huzur verdiğini görünce, onu satmayı göze alamadım.
Çok hoşuna gittiği için de resmi ona verdim, o da tam benim istediğim gibi, nazlanmadan, büyük lâf etmeden aldı ve yalnız: «Bu nesne müthiş güzel!» dedi.

Ben resmin o kadar güzel olduğundan emin değilim daha. Önce birkaç Chardin daha görmeli, Rembrandt'ları, eski Hollandalı ve Fransız ustalarını incelemeli ve biraz da düşünmeliyim. Bu resimde kullandığımdan daha az boya kullanarak çok daha ileriye götürebilmeliyim işi.
Goncourt'ların gravürler ve desenler yaptıklarını biliyor muydun?
Sanma ki pratik görüşten yoksunum da ondan senin desen ve resim yapman için bu kadar direniyorum.
Pekâlâ, başarırsın, istersen iyi sonuç da alabilirsin. Ama asıl kendi mesleğinde gerçekten bir sanat bilirkişisi olmanı sağlar bu ve öbür bilirkişiler arasında yabana atılmayacak bir üstünlük verir sana.
İlerde ne olacağımı bilmiyorum. Ama bugün La Tour denilen o şeytan gibi adam üstüne bir şeyler okudukça, ne doğru, adamın (korkunç pintiliği bir yana) hayata karşı da resme karşı da ne kadar iyi bir davranışı var, diyorum kendi kendime.
Frans Hals'ın birçok resimlerini gördüm son zamanlarda: ona olan coşkunluğumu bilirsin, konuyu ilk ağızda ortaya. koymak sorunu üstüne hemen yazmıştım sana uzun uzun. La Tour ile Frans Hals'ın niyetleri arasında ne çok benzerlik var: ikisi de hayatı, üstüne silinebilecek kadar ince bir pastelle canlandırırlar. İlerde ne yapacağımı, geleceğimin ne olacağını bilmiyorum ama son zamanları böyle gelişi güzel aldığım dersleri unutmayacağımı umarım. Konuyu kesinlikle ortaya koymak ilk ağızda ama bütün aklını ve bütün dikkatini kapsayan tüm bir çabayla.
Şimdilik en çok fırça ile çalışmaktan hoşlanıyorum - desende bile - taslağı füzenle değil de fırça ile yapıyorum.
Eski Hollandalıların tablolarına nasıl başladıklarını araştırdığım zaman, desen denebilecek pek az şey görüyorum. Oysa desen yapmasını şaşılacak kadar iyi biliyorlardı. Gene de sanırım ki çoğu hallerde fırça ile başlayıp, fırça ile çalıştılar ve bitirdiler.
Doldurmaca yok onlarda. Örneğin bir van Goyen. Onun Dupper koleksiyonundaki bir resmini yeni gördüm: bir kumulun üstünde, fırtınalı havada bir meşe ağacı; bir de Cuyp'ten bir Dort manzarasını.
Şaşılacak bir teknik: hiçbir çareye başvurmayan, içinden doğmuş gibi, rengi de hesaba katmayan, görünüşte basitin basiti bir teknik.
Ama figür olsun, peyzaj olsun, öteden beri ressamlarda resmin doğanın aynada görünen resmi gibi bir tasviri, bir taklidi olmayıp, onun yeniden yaratılması olduğunu açığa vurmaya bir eğilim görülür.
Seninle daha birçok konulan incelemek isterdim: özellikle Chardin'in renk üstüne bana düşündürdüklerini ve «couleur locale» den sakınmak zorunluluğunu. Bak bu sözü ne güzel: «Nasıl şaşırtmalı, nasıl anlatmalı dişleri dökülmüş, yine de sonsuz zarafeti olan bu ağızın neyle meydana geldiğini? Yalnız birkaç sarı serpintisi ve birkaç mavi kırıntısıyla elde edilmiştir bu.»

Bunu okuduğum zaman Delft'li Vermeer'i düşündüm, onun La Haye peyzajını; ona yakından baktın mı, gözlerine inanamazsın, bir az uzaktan baktığın zaman gördüğün renklerden bambaşka renklerle yapılmış olduğunu görürsün.
Hoşça kal! Goncourt'un kitabını ne kadar beğendiğimi sana anlatmadan yapamadım.
Candan selâmlarımla.






Anvers, (Kasım 1885-Şubat 1886)

Rubens'i çok güzel buluyorum, resimdeki açıklığı, içtenliği ve en basit çarelerle çalıştığı için.
Henri de Breakeleer'i her yerde sedef pırıltılarıyla çarpıcı olmaya çalışan ressamlardan saymıyorum. Çünkü kesinliğe varmak için tuhaf ve ilginç bir çaba görülüyor onda, üstelik de kendine özgü bir ressam.
Portre üstüne olan görüşümden vazgeçmiyorum, iyi buluyorum bu görüş için çarpışmayı, insanlara göstermek istiyorum ki kendilerinde fotoğrafçının fotoğraf makinesiyle ortaya koyabileceği şeylerden daha başka bir şeyler vardır.


Tarihsiz

Dün büyük kilisenin görüldüğü birkaç etüt çizdim.
Parktan da küçük bir etüt yaptım.
Yine de insanların gözlerini çizmek daha çok hoşuma gidiyor, çünkü insan gözlerinde kiliselerde olmayan bir şey var; kiliseler görkemli olup bizi etkiliyorlarsa da, bir insanın ruhu; baldırı çıplak birinin, bir -sokak kızının da olsa-, daha ilginçtir benim gözümde.

Tarihsiz

Verlat çalışmalarımı gördü. Kırdan getirdiğim iki peyzajla bir natürmortu görünce: «Evet ama benim işim değil» dedi. Ben de iki portreyi gösterdiğim zaman: «Ha bu başka, figür olunca gelebilirsiniz!» dedi.
Demek ki yarından tezi yok akademinin pentür sınıfında gidip çalışabileceğim. Ayrıca da Vinck ile konuştum (Vinck Leys'in bir öğrencisi ve onun gibi ortaçağımsı resimler yapar), akşamları antik eserlerden desenler yapabileceğim.
İki akşam çalıştım orda. Diyebilirim ki köylü figürleri yapmak için antik modellere göre çalışmak çok faydalıdır, ama öteden beri yapıla geldiği gibi çalışmamak şartıyla. Orada gördüğüm desenlerin hepsini toptan kötü ve kökünden bozuk buluyorum. Benimkilerin bambaşka olduğunu da biliyorum: ama zaman gösterecek kimin doğru yolda olduğunu. Yahu, hiçbiri anlamamış bir antik heykelin ne olduğunu.




Vase with Asters, Salvia and Other Flowers

Anvers, (Kasım 1885-Şubat 1886)

Rubens'i çok güzel buluyorum, resimdeki açıklığı, içtenliği ve en basit çarelerle çalıştığı için.
Henri de Breakeleer'i her yerde sedef pırıltılarıyla çarpıcı olmaya çalışan ressamlardan saymıyorum. Çünkü kesinliğe varmak için tuhaf ve ilginç bir çaba görülüyor onda, üstelik de kendine özgü bir ressam.
Portre üstüne olan görüşümden vazgeçmiyorum, iyi buluyorum bu görüş için çarpışmayı, insanlara göstermek istiyorum ki kendilerinde fotoğrafçının fotoğraf makinesiyle ortaya koyabileceği şeylerden daha başka bir şeyler vardır.


Tarihsiz

Dün büyük kilisenin görüldüğü birkaç etüt çizdim.
Parktan da küçük bir etüt yaptım.
Yine de insanların gözlerini çizmek daha çok hoşuma gidiyor, çünkü insan gözlerinde kiliselerde olmayan bir şey var; kiliseler görkemli olup bizi etkiliyorlarsa da, bir insanın ruhu; baldırı çıplak birinin, bir -sokak kızının da olsa-, daha ilginçtir benim gözümde.

Tarihsiz

Verlat çalışmalarımı gördü. Kırdan getirdiğim iki peyzajla bir natürmortu görünce: «Evet ama benim işim değil» dedi. Ben de iki portreyi gösterdiğim zaman: «Ha bu başka, figür olunca gelebilirsiniz!» dedi.
Demek ki yarından tezi yok akademinin pentür sınıfında gidip çalışabileceğim. Ayrıca da Vinck ile konuştum (Vinck Leys'in bir öğrencisi ve onun gibi ortaçağımsı resimler yapar), akşamları antik eserlerden desenler yapabileceğim.
İki akşam çalıştım orda. Diyebilirim ki köylü figürleri yapmak için antik modellere göre çalışmak çok faydalıdır, ama öteden beri yapıla geldiği gibi çalışmamak şartıyla. Orada gördüğüm desenlerin hepsini toptan kötü ve kökünden bozuk buluyorum. Benimkilerin bambaşka olduğunu da biliyorum: ama zaman gösterecek kimin doğru yolda olduğunu. Yahu, hiçbiri anlamamış bir antik heykelin ne olduğunu.

Tarihsiz

Öbür öğrencilerin etütleri aşağı yukarı ten rengindedir; yakından görünce tam insan teni dersin - ama biraz uzaklaştın mı bakamaz olursun, o kadar yavan gelir insana üst üste yığılmış bunca pembe ve açık sarı.
Benim desende, yakından bakıldı mı, yeşilimsi keremit rengi, gri - sarı, beyaz, siyah ve birçok silik renkler, genellikle nitelenmesi güç renk karışımları görülür. Ama biraz uzaklaşıldı mı, renk sorunu bir yana, tam istenilen sonuç alınır, desenin çevresinde bir hava akıntısı var gibidir, içinde de ışık dalgalanır.
……………
Bazı öğrenciler benim desenlerimi gördü: biri köylü figürlerinden esinlenmiş olacak ki, çıplak resim sınıfında modeli çok daha enerjik bir çizgiyle ve gölgeleri sağlamca belirterek çizmeye koyuldu hemen. Bana desenini gösterdi ve üzerinde konuştuk; hayat dolu bir desendi, burada çalışanların çizdikleri desenler arasında en güzeliydi.
Ama bunun tepkisi ne oldu biliyor musun? Profesör Sibert onu çağırdı ve bir daha böyle bir şey yapmak cüretini gösterirse, profesörüyle alay etmiş sayılacağını söyledi. Oysa, Tassaert ya da Gavarni üslûbunda «dolgunca» çizilmiş tek desendi. Durumu görüyorsun ya. Ama o kadar önemli değil, üzülmeyeceksin ve safça bir tavır takınıp bu olmayacak tarzdan kurtulmak istermiş de her seferinde aynı hataya düşüyormuşsun gibi yapacaksın.
Burada çizdikleri figürlerde çoğu zaman başa fazla ağırlık vermektedirler, öyle ki figür tepetakla düşecek gibi olur; hiçbiri ayakları üstünde sağlamca durmaz, oysa ilk taslakla elde edilmesi gereken sonuç figürün ayakta durmasıdır.

Tarihsiz

Kocaman bir devrimle sona erecek olan bir yüzyılın üçüncü çeyreğindeyiz.
Tut ki ikimiz de hayatlarımızın sonlarına doğru bu devrimin başlangıcını görebileceğiz, ama büyük fırtınalardan sonra toplum bütününe yayılan serinletici, temiz hava akımlarına gene de tanık olamayacağız.
Asıl önemlisi de şu: çağımızın bozukluğu üstüne aldanmamalıyız; fırtınadan önce esen boğucu, bunaltıcı, sağlık bozucu havayı sezinlemeyecek ve bizim bunalım içinde olduğumuzu, ama gelecek kuşakların daha özgürce nefes alabileceklerini göremeyecek duruma düşmemeliyiz.
Zola ve Goncourt'lar gibi yazarlar bir çocuk saflığıyla bağır bağır bağırıyorlar bu gerçeği, onlar ki bu toplumu didik didik edip incelemekte ve kesin, şaşmaz tanılarıyla adlandırmaktadırlar bu hastalığı.
Senin saydığın Turgeniev ve Daudet de öyle, onlar da ereksiz ve öteye bakmadan çalışmıyorlar.
Ama hepsi, haklı olarak, ütopyalar kurmaktan çekinirler ve bir bakıma kötümserdirler, çünkü yakından bakıldı mı, yüzyılın tarihinde devrimlerin, güzel amaçlarla başladıkları halde, nasıl soysuzlaştığı korkunç bir açıklıkla görülür.
Biliyor musun, insana asıl yürek veren, insanın duygu ve düşünceleriyle tek başına koşmaması, bir grupla güç ve iş birliği halinde çalışmasıdır. Öyle olunca, İnsan daha çok iş başarır ve çok daha mutlu olur. İşte aramızda böyle bir şey olmasını çoktandır istiyorum ve diyorum, yalnız kalırsan canın sıkılır, çünkü pek iç açıcı değil çağımız, meğer ki insan mutluluğu yalnız çalışmada arayıp bulsun.






Avenue in Voyer d'Argenson Park at Asnieres

Paris, 1887 yazı

Resim alanında tutunabilsem bile, yatırımlarımın karşılığını alamayacağımı düşünerek üzülüyorum.
Evdekiler için yazdıkların fena dokundu bana: «Hepsi az çok iyi, ama onları görmek gene de üzüyor insanı» diyorsun.
Bundan on iki yıl kadar önce ne olursa olsun evin gelişeceğine ve her şeyin yolunda gideceğine yüzde yüz inanılırdı. İyi bir evlilik yaparsan, annem çok sevinecek, senin sağlığın ve işlerin bakımından da yalnız kalmamam gerek.
Bense - evlenme ve çocuk yapma isteği benden geçiyor - otuz beş yaşımda, bambaşka olmam gerektiği halde, böyle olduğuma üzülüyorum zaman zaman.
Kimi zaman da kızıyorum şu pis resme! Richepin değil mi şöyle diyen:
"Sanat aşkı... gerçek aşkı söküp atar..."
Korkunç derecede doğru bu söz, ama tersi de doğru: gerçek aşk sanattan tiksindirir insanı.
Kendimi artık yaşlı ve yıpranmış duyduğum oluyor, ama yine de resme coşmayacak kadar aşık olduğum zamanlar da var. Başarı kazanmak için hırslı olacaksın, oysa hırs saçma görünüyor bana.
Bundan ne çıkacak bilmem, benim istediğim sana bu kadar yük olmamaktır - bundan sonra yük olmamam pekâlâ mümkün - çünkü benim resimlerimi göğsünü gere gere gösterebilecek duruma geleceğini umuyorum.
Gidiyorum: Güneyde bir yere çekileceğim, İnsan olarak tiksindiğim bu kadar çok ressam görmemek için...
Dün Tanguy'yi gördüm, yeni bitirdiğim bir tuali vitrine koydu, sen gideli dört tane yaptım, bir büyüğe de çalışıyorum.
Bu uzun ve büyük tualleri satmanın zor olduğunu biliyorum, ama sonradan bunlarda açık hava ve neşe olduğu görülecek. Şimdi de hepsi birden bir yemek odasını ya da bir kır evini süslemeye yarar.

__________________
"Ama gerçek, aziz dostum, can sıkıcıdır."

  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz Mislina'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 09.05.2014, 15:45   #7
Çevrimdışı
Mislina
Süper Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Theo'ya Mektuplar | Vincent Van Gogh

Alıntı:
Orjinal Mesaj Sahibi aakinaksoy Mesajı göster
Bir Vincent Van Gogh hayranına çoşkulu, tutkulu, biraz da buruk ama çok yoğun sevgi dolu, duygu dolu anlar bağışladınız.
Çok teşekkür ederim. Ellerinize, emeklerinize sağlık.
Mektupların devamını da sabırsızlıkla bekleyebilir miyim.
Van Gogh’un sanatçı olarak tam olarak anlaşılabilmesi için kardeşi Theo van Gogh arasındaki mektuplar önemli bir kaynak.
Ölümüne kadar devam eden mektuplar bitine kadar(ulaşabildiğimiz kadarı ile)buradayız.
__________________
"Ama gerçek, aziz dostum, can sıkıcıdır."

  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz Mislina'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 03.07.2014, 17:18   #8
Çevrimdışı
Mislina
Süper Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Theo'ya Mektuplar | Vincent Van Gogh





Street Scene in Montmartre

Tarihsiz

Bu mektuba bir de boya siparişi eklemeliyim, ama hemen alamazsan bunları, zararı yok, bir az daha fazla desen yaparım, fena da olmaz.
Böylece siparişi ikiye bölüyorum: hemen gerekli olanlarla olmayanlara göre.
Her zaman gerekli olan desen yapmaktır: insan deseni ister doğrudan doğruya fırçayla, ister başka bir şeyler ya da kalemle çizsin, ne kadar yapsa azdır.
Özlü önemli olanı desenlerimde fazlasıyla belirtmeğe, önemsizi de bile bile belirsiz bırakmaya çalışıyorum şimdi.
Şuna gitgide daha çok inanıyorum ki, Tanrının büyüklüğünü bu dünyaya göre ölçmemeli, çünkü bu dünya onun pek olmamış bir etüdüdür.
Ne yaparsın, başarısız etütlerde, sanatçıyı seversen - eleştirecek fazla bir şey bulamaz - susarsın.
Ama daha iyisini istemek de hakkındır. Doğrusunu istersen, aynı elden çıkmış başka eserler de görmemiz gerekir, çünkü bu dünya besbelli ki aceleye getirilmiş, yaratıcının ne yaptığını bilmediği, kafasının karıştığı bir anda yapıla gelmiş. !!!
Oysa masal der ki Tanrı bu dünya etüdünü ortaya çıkarmak için çok çaba göstermiş.
Masalın doğru söylediğine inanmak isterim, ama öyleyse etüdünde birçok bakımdan çuvallamış demektir. Yalnız büyük ustalar yanılabilir böylesine, bizim en büyük avuncumuz da bu olsa gerek, çünkü aynı yaratıcı elden çıkmış bunun karşılığını da görmek umudunu besleyebiliriz. Demek ki doğru ve haklı olarak bu kadar çok eleştirilen bu hayatı fazla önemsemeden olduğu gibi almalı, başka bir hayatta bundan daha iyisini görmek umudunu da kesmemeli.
__________________
"Ama gerçek, aziz dostum, can sıkıcıdır."

  Alıntı ile Cevapla
Mislina'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 03.07.2014, 17:32   #9
Çevrimdışı
Mislina
Süper Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Theo'ya Mektuplar | Vincent Van Gogh


Tarihsiz

Bu hafta iki natürmort yaptım.
Demirden mavi sırlı bir kahve ibriği, (solda) mavi yaldızlı bir fincan, açık mavi ve beyaz kareli bir süt kabı, gri sarı bir toprak tabağın üstünde mavi ve turuncu desenli beyaz bir fincan - sağda - kırmızı, yeşil, kahverengi desenli çömlekçi çamurundan ya da Endülüs çinisinden mavi bir çanak ve iki portakal ile üç limon; masanın üstünde mavi bir örtü var, arka plân sarımsı yeşil; 6 ayrı mavi ve 4 ya da 5 sarı ve turuncu.
Öbür natürmort Endülüs çinisinden yapılmış çanakla yabanî çiçekler...
Mektubun ve gönderdiğin 50 frank için çok teşekkür ederim.
Yanaklarıma kan geldikçe, başarı düşüncesi de gene canlanıyor içimde. Senin hastalığın da bitmek bilmeyen bu korkunç kışa bir tepki olsa gerek. Bende yaptığını sende de yapacak herhalde, elden geldiği kadar bahar havası al, çok erken yat, çok uyku uyuman gerek, yemeğine dikkat et, bol taze sebze, kötü şarap, kötü içki içme.
Çok az kadın ve çok sabır.
Hemen iyileşmezsen aldırma, önemi yok. Gruby şimdi seni bol etle besler orda. Ben burada çok et yiyemem ama o kadar gerekli da değil burada. Bendeki sersemlik duygusu azalıyor, artık o kadar vakit geçirmek gereksinmesini duymuyorum, tutkularım daha az ağır basıyor, daha rahat çalışabiliyorum ve canım sıkılmadan yalnız kalabiliyorum.
Öyle duyuyorum ki; bu işten bir az daha ihtiyarlamış olarak çıktım, ama daha üzgün değilim.
Gelecek mektubunda “bir şeyim kalmadı” dersen inanmam, belki daha önemli değişmelerin eşiğindesin, ve kendine gelinceye kadar biraz bitkinlik duyarsan hiç şaşmam.
Öyle anlar vardır ki sanat hayatında, insan hayalinde canlandırdığı ve hiçbir zaman gerçekleşmeyecek ideal hayatın özlemini duyar, hep özler durur yeni baştan.
Bir daha var gücümüzle sanata atılmak ve onun için bir daha kendimize çeki düzen vermek isteğini yitiririz kimi zaman. Fayton beygiri olduğumuzu ve gene aynı faytona koşulacağımızı biliriz. İşte o zaman keyfi yoktur insanın, bir çayırda bir güneşle, bir ırmakla, serbest dolaşan başka atlarla bir arada ve üretmede işini yaparak yaşamayı özler.
Ve belki de dibine kadar gidersen, kalp hastalığı oradan gelme olsa gerek, olabilir, hiç şaşmam. İnsan koşullara karşı ayaklanmaz artık, boyun eğmiş de değildir, hastadır sadece ve bu hastalık geçmez, çaresi de pek yoktur.
Biri bu hastalığa: ölüm ve ölümsüzlüğe uğramak demiş. Çektiğimiz araba tanımadığımız insanlara fayda verecek herhalde. Ve yeni sanata, geleceğin sanatçılarına inanıyorsak, önsezilerimizde aldanmıyoruz demektir.
Corot baba ölümünden birkaç gün önce: «Toz pembe gökleri olan peyzajlar gördüm bu gece düşümde !» demişti.
Bu toz pembe gökler gerçekleşmedi mi empresyonist peyzajda, onlara bir de sarıları yeşilleri eklenmedi mi? Demek istediğim şu ki, gelecekte gerçekleşeceğine inandığımız şeyler var ve bunlar gerçekleşir de.
Ve biz her ne kadar ölüme pek yakın değilsek de - hoş bilinmez, ama öyle sanıyorum - yine de işin bizi aştığını ve ömrünüzden daha sürekli olduğunu duyarız.
Öldüğümüzü duymayız da gerçekte ne kadar önemsiz bir şey olduğumuzu duyarız, ve sanatçıların zincirinde bir halka olmanın fiatını çok pahalı ödediğimizi, sağlığımızla, gençliğimizle, özgürlüğümüzle ödediğimizi biliriz, tıpkı bir araba dolusu insanı - ki bunlar baharın tadını çıkarmaya giderler - sürükleyen “fayton beygiri” gibi biz de keyfini süremeyiz özgürlüğün.
Neyse; sana da, bana da dilediğim, sağlığımıza kavuşmamızdır,çünkü ihtiyacımız olacak ona.
Puvis de Chavanne'ın o sözü : "Umudu var ya, ne kadar gerçek! Gelecekte öyle güzel öyle genç ve körpe bir sanat vardır ki, gerçekten de, biz bugün gençliğimizi de yitirsek onun uğruna, ancak huzurumuz artmış olur." Bütün bunları yazmak belki budalaca bir şey ama, ama öyle duyuyordum, bana öyle geliyordu ki sen de benim gibi gençliğinin duman olup gittiğine üzülüyordun, ama o yeniden doğar ve insanın yaptığı işte belirirse, yitirilmiş bir şey yoktur demek, ve çalışma gücü gençliğin bir başka türlüsüdür. Kendine iyi bak ve çabuk iyileş, çünkü sağlığımıza ihtiyacımız vardır.
Ellerinizi sıkarın. Senin de, Koning'in de.
__________________
"Ama gerçek, aziz dostum, can sıkıcıdır."

  Alıntı ile Cevapla
Mislina'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 03.07.2014, 17:47   #10
Çevrimdışı
Mislina
Süper Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Theo'ya Mektuplar | Vincent Van Gogh




Van Gogh Invited Gauguin to Holland

Tarihsiz
"Sevgili Theo,
Gauguin'i düşündüm ve şu sonuca vardım: Gauguin buraya gelmek isterse, yolculuğu var, sonra da o zaman satın almamız gereken iki yatak, yahut iki şilte var. Ama ondan ötesi kolay, çünkü Gauguin denizcidir, herhalde yemeğimizi evde pişirmek yolunu buluruz.
Böylece benim tek başıma harcadığım parayla iki kişi yaşarız.
Bilirsin ki ressamların yalnız yaşamalarını her zaman saçma buldum. İnsan yalnız oldu mu bir bakıma yoksundur.
Yani bütün bunlar senin ona yardım etmek isteğine cevap vermek için.
Çünkü ona Bretagne'da yaşayacak kadar para, bana da Provence'ta yaşayacak kadar para gönderemezsin ya.
Ama göndereceğin parayı ikimizin paylaşmasını uygun görebilirsin ve diyelim ki 250 franklık bir masrafı göze alabilirsin, her ay benim çalışmamdan başka bir de Gauguin geçerse eline.
Bu parayı aşmamak şartıyla belki elverişli bile olur, değil mi?
Kendimi başkalarına katıp para kazanmak benim yaptığım bir hesaptır. Onun için işte sana bir mektup taslağı, onu istediğin gibi değiştir, cümleleri düzeltmek de istersin belki, nasıl istersen yap, sonra yazarım onu Gauguin'e.
Ama ilk ağızda böyle yazmak geldi içimden.
Meseleyi sadece bir iş olarak ele al, iş sayılması ve herhangi bir ticaret işi gibi çözümlenmesi hepimiz için en iyisidir. Ama kendi hesabına iş yapmadığına göre, bu işi benim üzerime almamı belki doğru bulursun, Gauguin de arkadaş olarak buna katılmış olur.
Ona yardım etmeyi candan istiyorsun gibime geldi, doğrusu ben de kötü durumda olduğuna üzülüyorum, yarın öbür gün de değişmez bu durum.
Biz bundan daha iyi bir teklif yapamayız, başkaları bunu bile yapmaz.
Ben, kendi başıma bu kadar çok para harcadığım için sıkılıyorum, ama buna çare olarak ya paralı bir karı bulmak var ya da arkadaşlarla resim alanında bir ortaklığa gi¬rişmek.
Karıyı göremiyorum, ama arkadaşları görüyorum.
Gauguin'in aklıı bu işe yatkınsa, onu bekletmemeli.
Bir ortaklığın başlangıcı olabilir bu. Bernard güneye geliyormuş, o da bize katılabilir. Ve şunu bilmiş ol ki ben seni Fransa’da empresyonistlerin kuracağı bir ortaklığın başında görüyorum her zaman. Ben bunların bir araya gelmesine yardım edebilirsem, hepsini kendimden daha başarılı görmeye razıyım. Onlardan daha çok para harcadığım için ne kadar canımın sıkıldığını anlarsın herhalde. Hem senin için, hem onlar için daha elverişli bir yol bulmam gerek. Dediğim gibi olabilir. Gene de iyi düşün, ama birlikte olunca az parayla geçinilebilir, değil mi, yeter ki insan parasını evinde harcasın.
İlerde daha az darda olacağımız günler gelebilir, ama ben pek güvenmiyorum. Ne kadar sevinirdim önce Gauguin'ler eline geçerse! Ben yemek pişirecek, ev işi görecek kadar becerikli değilim, ama onlar görür, tecrübeleri var."

Not:Mektupta adı geçen Ressam Paul Gauguin ile arkadaşlığının bozulması üzerine Van Gogh sol kulağının bir kısmını kesmiş, giderek kötüleşen ruhsal hastalığı sonucunda kendini göğsünden vurarak intihar etmiştir. Kimi sanat tarihçileri Gauguin ile yaptıkları hareretli bir tartışma sonucu Gauguin'in isteyerek ya da kendini gard amaçlı olarak Van Gogh'un kulağını kestiğini de iddia ederler.
__________________
"Ama gerçek, aziz dostum, can sıkıcıdır."

  Alıntı ile Cevapla
Mislina'in Mesajına Teşekkür Etti
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
daha, gogh, mektuplar, theoya, vincent


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 05:21.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.