Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
|
Cevap: Devrim çağı
Bununla birlikte, böyle bir değerlendirme, ne devrimin neden o tarihte patlak verdiğini ve neden o olağanüstü mecraya girdiğini anlamakta bize pek fazla bir mesafe aldırmıyor. Bu bakımdan en iyisi, barut fıçısı Fransa’yı patlatan kıvılcımı fiilen çıkaran ‘feodal tepki’yi incelemektir.
Napoleon Bonaparte
Yirmi üç milyon Fransız içinde ulusun tartışmasız ‘birinci tabakası’ olan soylular sınıfını oluşturan aşağı yukarı 400.000 insan, aşağı sınıfların tecavüzüne karşı Prusya’da ya da başka yerlerde olduğu kadar iyi korunmuş olmasalar bile, yine de yeterince güvenli konumdaydılar. Daha iyi örgütlenmiş durumdaki ruhban sınıfı kadar olmasa da, vergiden muafiyeti de içeren pek çok önemli imtiyaza ve feodal vergiler koyma hakkına sahiplerdi. Siyasal açıdansa durumları o kadar parlak değildi. Ethos bakımından tümüyle aristokratik, hatta feodal nitelikli olmasına karşın, mutlak monarşi soyluları siyasal bağımsızlık ve sorumluluktan yoksun bırakmış ve bunların, zümre meclisleri (estate) ile parlamentolar gibi yıllanmış temsili kurumlarını da olabildiğince budamıştı. Krallarca, başta mali ve idari olmak üzere çeşitli gerekçelerle yaratılan son zamanların kostüm soyluları ile yüksek soylular arasında bu olgu, irinli bir yara gibi varlığını sürdürmekteydi. Kendilerine soyluluk payesi verilmiş bir orta sınıf, soyluların ve burjuvazinin çifte rahatsızlığını, hâlâ varlığını sürdüren hukuk mahkemeleri ve zümre meclisleri aracılığıyla olabildiğince ortaya koymaktaydı. Ekonomik açıdan soyluların endişeleri hafife alınacak gibi değildi. Maaşlılar olmaktan çok doğuştan ve geleneksel olarak savaşçı olan ve ticaret yapma ya da bir meslek icra etmekten de resmi olarak men edilmiş bulunan soylular, malikânelerinin gelirlerine, eğer gözde olan büyük soyluluğa ya da saray soylularına dahilseler varlıklı evlenmelere, mahkeme ücretlerine, hediye ve arpalıklara bağımlıydılar. Soyluluk konumunun gerektirdiği masraflar giderek artarken, gelirlerini yönetseler bile ne de olsa bu işi bir işadamı gibi kotaramadıklarından, gelirleri de düşüyordu. Fiyat artışları, kira gibi sabit gelirlerin değerini azaltmaktaydı.
Bu bakımdan, soyluların ana varlıklarını, yani zümrenin tanınmış ayrıcalıklarını kullanmaları doğaldı. Başka ülkelerde olduğu gibi Fransa’da da soylular, onsekizinci yüzyıl boyunca mutlak monarşinin teknik açıdan yetkin, siyasal açıdan da zararsız olan orta sınıftan insanlarla doldurmayı yeğlediği resmi görevlere kararlı biçimde el attılar. 1780’lere gelindiğinde orduda bir görev satın alabilmek için dört soylu hanedandan birine dahil olmak gerekiyordu; tüm piskoposlar soyluydu, hatta krallık yönetiminin kilit taşı durumundaki idari makamlar dahi geniş ölçüde soylularca yeniden ele geçirilmişti. Sonuç olarak resmi makamlarla ilgili rekabetteki başarılarıyla soylular, sadece orta sınıfların tepesini attırmakla kalmadılar, yerel ve merkezi yönetimi ele geçirme yönünde giderek artan eğilimleriyle devletin kuyusunu da kazdılar. Bunlar ve bilhassa başkaca pek az gelir kaynağına sahip taşradaki küçük soylular, gelirlerindeki düşmeyi, benzer biçimde, pek saygın feodal haklarını kullanıp köylülerden para (nadiren de hizmet) sızdırarak dengelemeye çalıştılar. Ömrünü doldurmuş olan bu tür hakları canlandırmak ya da varolanların getirişini artırmak üzere başlı başına bir meslek olan ‘feodistler’ ortaya çıktı. Bu mesleğin en tanınmış simalarından Gracchus Babaeuf, 1796 yılındaki modern tarihin ilk komünist başkaldırısının lideri olacaktı. Sonuç olarak, soylular sadece orta sınıfların değil, aynı zamanda köylülerin de tepesini attırıyordu.
Tüm Fransızların yaklaşık yüzde 80’ini oluşturan bu geniş sınıfın [köylülüğün] durumu pek parlak değildi. Aslında genellikle özgür ve çoğunlukla da toprak sahibiydiler. Soylu malikâneleri toprağın ancak beşte birini, kilise arazileriyse -bölgelere göre değişmekle birlikte- yüzde 6’sını kapsıyordu. Örneğin, toprağının beşte biri ortak arazi olan Montpellier piskoposluğunda köylüler çoktan toprağın yüzde 38-40’ına, burjuvazi yüzde 18-19’una, soylular yüzde 15-16’sına, kilise ise yüzde 3-4’üne sahipti. Yine de büyük çoğunluk ya topraksızdı ya da toprakları yetersizdi. Geri tekniğin büyümesine neden olduğu bir uçurum ve nüfus artışıyla yoğunlaşan genel bir toprak açlığı söz konusuydu. Feodal yükümlülükler, kiliseye ödenen ondalık ve diğer vergiler, köylünün gelirinin büyük ve giderek artan bir oranını alıp götürüyor, geri kalanının değerini de enflasyon düşürüyordu. Ancak satmak üzere hep bir artık ürünü olan azınlık durumundaki bir kesim köylü, bu yükselen fiyatlardan yararlanabiliyor; geri kalanlarsa şu ya da bu biçimde, bilhassa kıtlık fiyatlarının egemen olduğu kötü hasat dönemlerinde bunun sıkıntısını çekiyorlardı. Devrimden önceki yirmi yılda köylülerin durumunun bu nedenlerden dolayı daha da kötüleştiğine kuşku yoktur.
Monarşinin mali sıkıntıları, bardağı taşıran son damla oldu. Krallığın mali ve idari yapısı büyük ölçüde köhnemiş durumdaydı; daha önce gördüğümüz gibi, buna çözüm olsun diye girişilen 1774-6 reform çabaları da Parlamentlerin (zümre meclislerinin) başını çektiği yerleşik çıkarların direncine yenik düştü ve başarısız oldu. Fransa, daha sonra Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na karıştı, İngiltere’ye karşı, mali iflas pahasına zafer kazanıldı; bu bakımdan Amerikan devriminin Fransız Devrimi’nin doğrudan nedeni olduğu öne sürülebilir. Başarı şansları giderek azalan türlü çarelere başvuruldu; ancak ülkenin gerçek ve kayda değer vergilendirilebilme kapasitesini harekete geçirecek köklü bir reform dışında hiçbir şey, giderlerin gelirleri yüzde 20 oranında aştığı ve etkin hiçbir tasarrufun söz konusu olmadığı bir durumun üstesinden gelemezdi. Versailles, savurganlığıyla sık sık bunalımdan sorumlu tutulmuşsa da, 1788’de saray harcamaları, toplamın içinde ancak yüzde 6’lık bir yer tutuyordu. Savaş, donanma ve diplomasi, harcamaların dörtte birini, mevcut borç faizleriyse yarısını oluşturuyordu. Savaş ve borç -Amerikan savaşı ile neden olduğu borçlar- monarşinin belini büktü.
Hükümetin İçine düştüğü bunalım, aristokrasiye ve Parlementlere fırsat kazandırdı. İmtiyazları genişletilmezse para vermeyi reddettiler. 1787’de hükümetin taleplerini onaylamak üzere toplantıya çağrılan, titizlikle seçilmiş ama yine de asi nitelikteki ‘ileri gelenler’ meclisi, mutlakıyet cephesinde açılan ilk gedik oldu. İkinci ve asıl belirleyici gedikse, 1614’ten beri ölüme terk edilmiş olan krallığın eski feodal meclisi, Tabakalar Genel Meclisi’nin (Etats Généranx) toplantıya çağrılması için alman umutsuz karardı. Böylelikle devrim, aristokrasinin devleti yeniden ele geçirme yönündeki girişimi olarak başladı. İki nedenle yanlış hesaplanmış bir girişimdi bu: Soylu ve ruhban sınıf dışında kalan herkesi temsil ettiği varsayılan, fakat gerçekte orta sınıfın egemen olduğu ‘Üçüncü Tabaka’nın bağımsız niyetlerini hafife almış ve kendi siyasi taleplerini içine saldığı derin ekonomik ve toplumsal bunalımı gereğince değerlendirmemişti.
Fransız Devrimi, çağdaş anlamda bir parti ya da hareketin ya da sistemli bir programı uygulamaya girişen insanların gerçekleştirdiği, yahut öncülük ettiği bir devrim değildi. Devrim sonrası dönemin siması Napoleon’a gelinceye dek, yirminci yüzyıl devrimlerinin bize kanıksattığı türden ‘lider’ler bile çıkarmadı. Bununla birlikte, oldukça uyumlu bir toplumsal grup içinde genel fikirler üzerinde çarpıcı bir uzlaşmanın varlığı, devrimci harekette etkin bir birlik sağladı. Bu grup ‘burjuvazi’ idi; fikirleri de, filozoflar ve iktisatçıların ifade kazandırdığı, farmasonluğun yaydığı ve gayrı resmi birlikler içinde gelişen klasik liberalizmin fikirleriydi. Bu açıdan bakıldığında, ‘filozoflar’ haklı olarak Devrim’den sorumlu tutulabilirler. Devrim, onlarsız da gerçekleşebilirdi; ancak eski bir rejimin salt yıkılmasıyla, yerine etkin ve hızlı bir biçimde yenisinin konması arasındaki farkı onlar yaratmıştır.
En genel biçimiyle 1789’un ideolojisi, Mozart’ın Sihirli Flüt’ünde (1791) olduğu gibi masumane bir yücelikte İfadesini bulan mason damgalı bir ideolojiydi. Sihirli Flüt, en büyük sanatsal başarıların çoğunlukla propagandayla ilgili olduğu bir çağın propagandacı büyük sanat eserlerinin ilklerinden biriydi. 1789 burjuvasının talepleri, daha özgül olarak o yılkı ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde belgelenmiştir. Bu belge, soyluların imtiyazlarına dayanan hiyerarşik topluma karşı olmakla birlikçe, demokratik ve eşitlikçi toplumdan yana bir bildirge değildi. İlk maddesi, “İnsanlar eşit ve özgür doğar; yasalar karşısında eşit ve özgür yaşarlar” der; fakat aynı zamanda, “ancak ortak yarar gerekçesiyle” olsa bile, toplumsal ayrımların varlığını şart koşmaktadır. Özel mülkiyet kutsal, vazgeçilmez ve dokunulmaz bir doğal haktı. İnsanlar yasa önünde eşitti, meslekler yetenekli olan herkese eşit ölçüde açıktı; ancak yarışın başında herkesin eşit olması kadar, yarışmacıların yarışı birlikte bitlemeyebilecekleri de aynı biçimde önceden kabul edilmişti. Bîldirge’de, soylular hiyerarşisine veya mutlakiyete karşı olarak “her yurttaşın yasaların oluşumuna katılmaya hakkı olduğu” belirtiliyor; ancak bu hak, “ya şahsen ya da temsilcileri aracılığıyla” kullanılır deniliyordu. Yönetimin temel organı olarak gördüğü temsili meclisin demokratik olarak seçilmiş olması veya öngördüğü rejimin kralları bir kenara atmış olması da zorunlu değildi. Kendini temsili bir meclisle ifade eden varlıklılar oligarşisine dayanan anayasal bir monarşi, burjuva liberallerin çoğuna, teorik özlemlerinin daha mantıksal ifadesi gibi görünen demokratik cumhuriyetten daha yakın geliyordu. Gerçi, bunu da savunmaktan geri kalmamış kimseler yok değildi. Fakat, genel olarak 1789’un klasik liberal burjuvası (ve 1789-1848 döneminin liberali) bir demokrat değildi; ama anayasacılığa, kişisel özgürlüklerin, özel girişim güvencelerinin bulunduğu laik bir devlete ve vergi verenlerle mülk sahiplerinin yönetimine inanmış biriydi.
Bununla birlikte, böyle bir rejim resmi olarak sırf kendi sınıf çıkarlarını değil, sonradan (yapılan önemli bir özdeşleştirmeyle) ‘Fransız ulusu’ demek olan ‘halk’ın genel iradesini ifade edecekti. Kral, artık Tanrının inayetiyle Fransa ve Navarre Kralı olan Louis değil, Tanrının inayeti ve devletin anayasa hukuku gereğince Fransızların Kralı olan Louis idi. “Tüm egemenliğin kaynağı” diyordu Bildirge, “esas olarak ulustadır.” Abbé Sieyeè’in belirttiği gibi, ulus da dünya üzerinde kendi çıkarından başka bir çıkar tanımaz; ister genel olarak insanlığın, ister başka uluslarınki olsun, kendisininki dışında bir yasayı ya da otoriteyi kabul etmezdi. Kuşku yok ki Fransız ulusu ve onun sonraki taklitçileri, başlangıçta kendi çıkarlarını diğer halklarınki ile çatışma halinde görmediler. Tersine, halkların genel olarak tiranlıktan özgürleşme hareketini başlattıklarını ya da bunda paylan olduğunu düşündüler. Fakat ilk resmi anlatımını 1789 burjuvazisiyle kazanan milliyetçilikte, ulusal rekabet (örneğin Fransız işadamları ile İngiliz işadamlarının rekabeti) ve ulusların tabiyeti (örneğin fethedilmiş ya da kurtarılmış ulusların, büyük ulusun [la granda nation] [Fransa’nın] çıkarlarına tabiyeti) örtük olarak mevcuttu. ‘Ulus’ ile özdeşleştirilmiş olan ‘halk’, devrimci bir kavramdı; üstelik buna ifade kazandırma iddiasındaki burjuva liberal programdan daha da devrimciydi. Ama aynı zamanda iki yanı keskin bir niteliği vardı.
Köylüler ve yoksul işçiler okuma yazma bilmedikleri, siyaseten iddiasız ya da toy oldukları İçin ve seçim süreci dolaylı olduğundan, Üçüncü Tabaka’yı temsil etmek üzere çoğunluğu bu damgayı taşıyan 610 kişi seçildi. Çoğu, Fransa’nın taşra bölgelerinde önemli ekonomik rollere sahip avukatlardan, yüz kadarı da sermayedarlardan ya da işadamlarından oluşmaktaydı. Orta sınıf, soylular ve ruhban kadar geniş bir temsil olanağına kavuşmak için amansız ve başarılı bir savaş verdi. Resmen halkın yüzde 95’ini temsil eden bir grup için ölçülü bir hırstı bu. Şimdi de aynı kararlılık içinde, ‘tabakalar’ halinde toplanıp oylama yapan, böylece soylu ve ruhban tabakaların birleşip kolayca ‘Üçüncü Tabakayı’ devre dışı bırakabildiği Tabakalar Meclisi’ni feodal nitelikte bir organ olmaktan çıkarıp bireysel temsilcilerin tek tek oy kullandıkları bir meclise dönüştürerek potansiyel oyçoğunluğundan yararlanma hakkı için mücadele ediyorlardı. İlk devrimci yarma harekatı, bu sorun üzerinde gerçekleşti. Tabakalar Genel Meclisi’nin açılışından altı hafta kadar sonra kralın, soyluların ve ruhbanın engelleme hareketinden kaygılanan avam tabakası, kendi şartlarını kabul ederek aralarına katılmaya hazır olan herkesle birlikte kendini anayasayı değiştirme hakkına sahip ‘Ulusal Meclis’ olarak tayin etti. Bir karşıdevrim girişimi, taleplerini İngiliz Avam Kamarası’nın tarzına yakın biçimde şekillendirmelerine yol açtı. Zeki ve adı kötüye çıkmış eski soylu Mirebau’nun krala “Majeste, siz bu mecliste bir yabancısınız; burada konuşma hakkına sahip değilsiniz” dediğinde, mutlakiyetçiliğin de sonu gelmişti.
Üçüncü Tabaka, kralın ve imtiyazlı tabakaların ortaklaşa gösterdikleri dirence karşın başarılı oldu. Çünkü sadece eğitimli ve kavgacı bir azınlığın görüşlerini değil, çok daha etkili güçlerin, kentlerdeki, bilhassa Paris’teki yoksul işçilerin ve kısa süre için de olsa devrimcileşen köylülerin görüşlerini temsil ediyordu. Zaten, sınırlı bir reform çalkantısını bir devrime dönüştüren şey, Tabakalar Genel Meclisi’nin toplantıya çağrılmasının, derin ekonomik ve toplumsal bir bunalımla çakışmasıydı. 1780’lerin sonları, bir dizi karmaşık nedenden ötürü Fransız ekonomisinin hemen bütün dalları için büyük sıkıntılarla dolu bir dönem olmuştu. 1788 ve 1789’daki kötü hasat ve oldukça sert geçen kış, bunalımı daha da ağırlaştırdı. Kötü hasat, köylünün belini bükmekteydi; zira kötü hasat, bir taraftan üreticilerin mahsulünü ancak kıtlık fiyatlarından satabileceği anlamına gelirken, öte taraftan topraklan yetersiz olan insanların çoğunun, hem de yeni hasat döneminden hemen önceki mayıs ya da haziran aylarında tohumluk olarak ayırdıklarını yemek ya da bu fiyatlardan yiyecek almak durumunda kalması demekti. Kötü hasatlar, ana gıdası ekmek olan kent yoksullarının geçim masraflarını da iki kat artırdığından, kuşkusuz onları da etkiliyordu. Kırsal kesimin yoksullaşmasıyla el imalatı ürünlerin pazarı daraldığından ve bu da endüstride bir durgunluğa neden olduğundan, kent yoksullarının gördüğü zarar çok daha büyüktü. Yoksul köylüler, kargaşalar ve haydutluklar karşısında umutsuzluk ve huzursuzluk içindeydi; ama, tam geçim masraflarının yükseldiği sırada işleri durgunlaştığı için kentli yoksulların durumu iki kat daha umutsuzdu. Normal koşullarda körü körüne ayaklanmaktan öte bir şeylerin ortaya çıkacağı yoktu. Fakat 1788 ile 1789’da Krallıktaki büyük çalkalanma, propaganda ve seçim mücadelesi, halkın umutsuzluğuna siyasi bir ufuk kazandırdı. Bütün bunlar, soylulardan ve baskıdan kurtuluş gibi dünyayı sarsan müthiş bir fikri gündeme getirdi. Üçüncü Tabaka temsilcilerinin arkasında, ayaklanan bir halk duruyordu. Karşıdevrim, bir kitle ayaklanması olarak kalacak şeyi, gerçek bir devrime dönüştürdü. Eski rejimin, ordu artık tamamıyla güvenilir olmamasına karşın, gerektiğinde silahlı gücüyle karşılık vermesi kuşkusuz doğal bir şeydi. (Olduğundan daha az silik ve daha az budala olsaydı, daha az kuşbeyinli ve daha sorumlu bir kadınla evlenip o denli berbat olmayan danışmanları dinlemeye hazır olsaydı bile, XVI. Louis’in yenilgiyi kabullenip kendini derhal anayasal bir krala dönüştürebileceğini, ancak ayakları yere basmayan hayalciler öne sürebilirler). Karşıdevrim zaten aç, işkilli ve bilenmiş Paris kitlelerini harekete geçirdi. Bu gelişmenin en heyecan yaratan sonucu, devrimcilerin silah bulmayı umdukları, kraliyet gücünün simgesi olan devlet hapishanesi Bastille’in zapt edilmesiydi.
Devrim zamanlarında hiçbir şey, simgelerin yıkılmasından daha etkili değildir. 14 Temmuz’u haklı olarak Fransızların ulusal bayram gününe dönüştüren Bastille’in zaptı, despotluğun yıkıldığını ilan etti ve tüm dünyada özgürleşmenin başlangıcı olarak selamlandı. Kasaba sakinlerinin saatlerini ona göre ayarlayacakları kadar düzenli alışkanlıklara sahip olan Königsbergli vakur filozof Kant’ın dahi, haberi aldığında öğle gezintisini ertelemesinin, Königsberglileri gerçekten dünyayı yerinden oynatan bir olayın yaşandığına inandırdığı anlatılır. Asıl önemlisi, Bastille’in yıkılışının, devrimi taşra kentlerine ve kırsal alana yaymış olmasıydı.
Köylü devrimleri, geniş, biçimden yoksun, başı ayağı belli olmayan, fakat karşı konulamaz hareketlerdir. Salgın halindeki köylü huzursuzluğunu geri döndürülemez bir dalgaya çeviren, taşra kentlerindeki ayaklanmalar ile, anlaşılmaz biçimde ve hızla ülkenin her yanına yayılan (1789 yılının temmuz sonları ile ağustos başlarında ‘Büyük Korku’ [Grande Peur] denilen) kitlesel bir panik dalgasının birleşmesi oldu. Fransız feodalizminin toplumsal yapısı ve krallık Fransası’nın devlet mekanizması, 14 Temmuz’u izleyen üç hafta içinde darmadağın oldu. Devlet gücünden geriye topu topu, dağılmış bir halde, güvenilirliği hepten kuşkulu alaylar, zorlayıcı gücü olmayan bir Ulusal Meclis ve kısa süre sonra burjuvazinin Paris örneğine dayanarak silahlandırdığı ‘Ulusal Muhafız Birlikleri’ni kuran bir yığın belediye ya da taşra (bölge) orta sınıf idareleri kalmıştı. Orta sınıf ve aristokrasi, kaçınılmaz olanı hemen kabullendiler: Tüm feodal ayrıcalıklar resmen kaldırıldı; fakat siyasi durum yerli yerine oturduğunda, bu ödünlerinin karşılığı olarak fahiş bir bedel biçildi. Feodalizmin nihai tasfiyesi ancak 1793’te gerçekleşti. Ağustos sonuna gelindiğinde, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’yle Devrim resmi bildirimini kazanmış oldu. Buna karşılık kral, her zamanki budalalığıyla karşı çıktı. Kitlesel bir başkaldırının toplumsal içerimlerinden korkan orta sınıfın bazı devrimci kesimleri de, artık muhafazakârlık etmenin vaktinin geldiğini düşünmeye başladılar.
|