Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Türk ve Dünya Tarihi > Dünya Tarihi


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 31.01.2009, 23:15   #1
Çevrimdışı
Kartal
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Suikastler Tarihi

Orlando Letelier Suikastı

Orlando Letelier'in karısı mısınız?" diye sordu telefondaki meçhul ses. "Evet" diye yanıtladı. "Hayır" dedi telefondaki, "Siz Orlando Letelier'in dul karışısınız."

Bir hafta sonra 21 Eylül 1976'da, CIA destekli Pinochet rejiminin önde gelen muhaliflerinden sürgündeki Şilili diplomat Orlando Letelier, Washington'un bir sokağında otomobiline konan bir bombayla paramparça edildi. Patlamada, Letelier'in Amerikalı yardımcısı Ronni Moffıt de öldü. Moffıt'in kurtulan kocası, parçalanan otomobilden çıkar çıkmaz vahşetin sorumlusunun Şilili faşistler olduğunu haykırmaya başladı.

Moffıt'in kocası haklıydı; ancak, o faşistlerin Washington'da güçlü dostları vardı. Bir FBI muhbiri suikast komplosunu önceden bildirmişti; ancak FBI Letelier'i korumak için hiçbir şey yapmadı. Bombalamadan sonra, CIA Başkanı George Bush FBI'ya, Şilililerin hiçbir şekilde olaya bulaşmadığını bildirdi. "CIA bundan emin" dedi Bush, "Çünkü Şili gizli polisi DINA içinde CIA'nın çok sayıda güvenilir kaynağı var."

Gerçekte CIA, DINA vurucu timinin ABD'de olduğunu ve Washington'a yöneldiğini biliyordu. CIA, bombalamadan sonra suikastçılara ait kendi fotoğraf dosyalarını imha etti.

Arkasından CIA ve DINA, Letelier'in, kendisini şehit ilan etmek isteyen solcularca öldürüldüğü yolunda hikâyelerin basında yer etmesi çalışmasına başladılar.

FBI, bir iki hafta içinde Letelier'in katillerini belirledi, ancak birkaç yıl sonra CIA'nın örtüsü kalkıncaya kadar onları resmen suçlamadı. Örtü, suikasttan bir ay sonra, bir Küba uçağı bombalandığı ve içindeki 73 yolcusu öldürüldüğünde aralanmaya başladı. Uçağı bombalama eylemi, Domuzlar Körfezi olayı ve JFK suikastıyla ilişkisi olan, aynı zamanda CIA ile bağlantılı aşırı şiddet yanlısı Kübalı mültecilerce gerçekleştirmişti. Bu grup, El Salvador ve Nikaragua'da da benzer eylemler yapmıştı.


Küba uçağı bombalanmasını soruşturanlar, bu eylemle Letelier/Moffıt suikastının, aynı toplantıda planlandığını saptadılar. Başka FBI ve CIA mensuplarının da katıldığı toplantıyı, CIA ile uzun süredir bağlantısı olan bir kişi düzenlemişti.

CIA savunucuları, Letelier'i öldürmekten hükümlü "eski" CIA ajanı Michael Townley ile iki Kübalı göçmenin CIA'nın emirleri doğrultusunda hareket ettiklerinin hiç kimse tarafından kanıtlanamayacağını iddia ederler. Ancak durum öyle idiyse, CIA neden alelacele onları perdelemeye başladı?

Bu olay öylesine karmaşık bir hal aldı ki, Şili Yüksek Mahkemesi, Pinochet'den sonra 1991'de George Bush'a başvurarak, mahkemede ifade vermeyi düşünüp düşünmediğini sordu. Tabii, Bush'un bu daveti reddettiği konusunda bahse girebilirsiniz..
  Alıntı ile Cevapla
Kartal'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 31.01.2009, 23:15   #2
Çevrimdışı
Kartal
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Suikastler Tarihi

Robert Kennedy Suikastı

JFK suikastında komplo olup olmadığı hakkında yüzlerce kitap yazıldı. Kardeşi Senatör Robert Kennedy'nin öldürülmesindeki komplo tek cümlede özetlenebilir: Los Angeles Adli Tıbbı'nın raporu, RFK'nin arkadan açılan yaylım ateşle öldürüldüğünü belirtiyor. Oysa, suikastla suçlanan Sirhan Sirhan'ın Kennedy'nin en az bir buçuk metre önünde olduğunda herkes hemfikir.

RFK cinayetine CIA'nın karıştığına ilişkin çok sayıda kanıt bulunuyor. Bir kere, ikinci bir tetikçinin kesinlikle var olduğu açık olmasına karşın, Los Angeles Emniyeti'nin özel görev ekibi, soruşturmayı Sirhan'ın tek katil olduğunu kanıtlayacak şekilde yürüttü. Tanıkların aklı karıştırıldı, kanıtlar yok edildi, mantıken şüpheli olan kişiler sorgulanmadı.

Özel görev ekibinin iki üyesinin, CIA'yla uzun süreden beri bağlantısı vardı ve olayın komplo olduğunu ileri süren tanıkların gözünü korkutmakta oldukça gayretliydiler. Tanıklardan herhangi biri, ifadesinde, cinayet yerinden "Onu vurduk" diye bağırarak kaçarken görülen iri puanlı elbise giymiş ünlü kıza geldiğinde, bu ikisi küplere biniyordu. Tanık ifadelerindeki bu kıza ilişkin sözlerin yok edilmesini kesin olarak sağladılar.

Üstünkörü sorgulanan bir başka aşikâr şüpheli de, cinayetten önceki günlerde Sirhan'la birlikte görülen Rahip Jerry Owen'di. Owen, JFK suikastına kansan mafya kuryesi Edgar Bradley'yi tanıdığını kabul etti. Dealey Plaza'da yakalanan, fakat herhangi bir suçlama yöneltilmeden serbest bırakılan Bradley'in, JFK davasının önemli isimleriyle bağlantısı olduğu anlaşıldı.

Bir de, CIA'nın beyin kontrol deneylerinde yer alan hipnoz uzmanı Dr. William Bryan, Jr. var. Bryan, hipnoza aşırı ölçüde duyarlı Sirhan'ın da aralarında bulunduğu ünlü denekler üzerinde çalıştığını övünerek anlatmaktan hoşlanıyordu. Bryan'ın bir başka ünlü hastası olan "Boston Canavarı" da, anlaşılmaz bir şekilde Sirhan'ın günlüğünde yer alıyordu.

Sirhan, günlüğünde RFK'ye ateş ettiğini hatırlamadığını kaydediyor ki, gerçeği söylüyor gibi görünüyor. Görgü tanıkları, cinayet sırasında Sirhan'ın bir tür trans durumunda olduğunu belirtiyorlar.

RFK'nin tam arkasında durduğunu ve silahını çektiğini kabul eden koruma görevlisi Thane Cesar'a da çok dikkat çekmek gerekiyor. Cesar'ın hem aşırı sağcı gruplarla, hem mafyayla ve hem de CIA ile bağlantıları vardı.

Son olarak, bir zamanlar CIA görevlisi olan Robert Morrow, yazdığı kitapta, İran gizli servisi SAVAK'ın bir ajanının RFK'yi öldürmek için parayla tutulduğunu iddia ediyor.
  Alıntı ile Cevapla
Eski 31.01.2009, 23:16   #3
Çevrimdışı
Kartal
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Suikastler Tarihi

Jül Sezar Suikastı

Jül Sezar Suikastı Jül Sezar, M.Ö 101 yılında Roma'da soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Sağlam bir eğitim gördüğü gibi, ailesi tarafından bir silahşor olarak yetiştirilmişti. Edebiyata ve güzel sanatlara aşırı bir düşkünlüğü vardı.

Fakat bu genç adam, dünya zevklerine, içkiye ve kadınlara karşı da aynı ilgiyi duyar, bu arada kendisine açılan erkek kollarına hiç çekinme duymadan vücudunu teslim ederdi. Olağanüstü bir hatip, yaman bir binici, kadınları baştan çıkarmada eşi bulunmaz bir ustaydı. Roma'da genelev sokağında bir oda tutarak yıllarca sefahat içinde yaşamıştı.

Annesi Auralia, bu çok yakışıklı, güzellikte mitoloji kahramanları Adonis ve Paris'le eş tutulan oğluna para yetiştirmekte güçlük çekiyordu. Jül Sezar, parası tükenince, arkadaşlarından ve düşüp kalktığı yosmalardan borç alır, bir daha da ödemezdi. Onlara şöyle derdi yalnızca:

"Dostlarım, Roma İmparatorluğunu pençeme alacağım güne kadar bana zaman veriniz..."

Yirmi yaşlarındayken. İmparator Sulla'nın can düşmanı Marius'un yeğeni olduğu için, Roma'dan kaçmak zorunda kaldı. Anadolu'ya kaçmak isterken korsanların eline düştü. Korsanlar onu Antalya'ya götürmüşler ve kurtuluş parası olarak 20 talent istemişlerdi. Genç delikanlı kendisine biçilen bu fiyat karşısında küplere binmiş ve :

"Hayvanlar!., Ben 20 talentlik bir tutsak mıyım? Yakaladığınıza iyi bakın, size 50 talent getirteceğim!..)" diye bağırmıştı.

Roma'daki ailesine bir mektup göndermiş, para gelinceye kadar da korsanlarla al takke ver külah bir hayat yaşamıştı. Onlarla içki içiyor, şiirler okuyup oyunlar oynuyordu. Ara sıra da korsanlara :

"Hayvan herifler!.. Elinizden bir kurtulursam, göreceksiniz hepinizi astıracağım!.." diyordu. Korsanlar, bu deli dolu gencin sözlerini ciddiyi almazlar, gülmekle yetinirlerdi.

Parası gelince özgürlüğüne kavuştu ve Ege bölgesindeki Milet kentine gitti. Buradan sağladığı birkaç gemiyle, kendisini tutsak eden korsanların üzerine giderek, onları Antalya açıklarında yakaladı. Hepsini zincire vurup Bergama'ya götürdü, Vali'nin vereceği emri beklemeden hepsini astırdı.

Roma'ya dönüp siyasi hayata atıldığında 33 yaşlarındaydı. Yakın arkadaşlarından biri, Jül Sezar'a siyasi tutkuları olduğunu söylediğinde ondan şu karşılığı aldı :

"Ne diyorsun sen! Makedonyalı Büyük İskender'in hayatını okumadın mı? O benim yaşımdayken bütün dünyayı ele geçirmişti. Ben daha ne yaptım?"

Kırk bir yaşına geldiğinde, Roma'nın seçkin kişilerinden biri olmuştu. Çağının ünlü generallerinden Crassus ve Pompeus ile üçlü bir anlaşma yaparak kendisini "Konsül / Devlet Başkanı" seçtirtti. Dostlarına ve düşüp kalktığı kadınlara olan 1300 talent borcunu ödemek için Galya Valiliği’ni de üzerine aldı. Bu yetki kendisinde olmasına rağmen Senato ses çıkaramadı. Çünkü Jül Sezar’ın Galya Valisi olarak Roma'dan uzaklaşması ihtimali hem Senato’nun hem de Pompeus'un işine geliyordu. Bu nedenle Galya dışında bazı eyaletleri de ona bağladılar.

Jül Sezar'ın amacı, Galya'da kendine bağlı bir ordu kurmak ve Roma'nın üzerine yürüyerek diktatör olmaktı. Konsüllük süresi bir yıl sonra bitince Jül Sezar Galya'ya gitti. Sekiz yüzden fazla kenti olan bu zengin ülke onun borçlarını ödedikten başka, gerekli adamları satın alacak ölçüde zenginleşmesine de yetti. Savaşlarda ele geçirilen 1 milyon tutsağın köle olarak satışından eline gecen para, Jül Sezar’ın en güçlü silahı olmuştu. Romalılar yüz yirmi yıl içinde Galya'nın ancak Güney bölgelerini ele geçirebilmişlerdi, Sezar sekiz yılda bütün Galya'yi Roma imparatorluğu sınırları içine kattı.

Bu sıralarda Crassus, Doğu'da Fırat ırmağı kıyılarında Partlara yenilerek ölmüş ve Pompeus Roma'nın tek egemeni durumuna gelmişti. Pompeus mutlu ye kaygısız bir yaşantı içindeydi. Oysa çevresindekiler. Jül Sezar’ı iyi tanıdıklarından, Pompeus'a sık sık şu soruyu soruyorlardı :

"Sezar, Roma üzerine yürürse, onu durdurup geri püskürtecek askerleriniz var mı?"

Pompeus gururla gülümsüyor:

"Kaygılanmayın, İtalya’nın neresinde olursa olsun, ayağımla yere vurduğumda oradan ordular fışkırtırım,," diyordu. Oysa elinde hazır ve kendine bağlı bir ordusu yoktu. Sezar ise, kendisine ölesiye bağlı bir ordu kurmuştu. Roma generallerinden hiç birine benzemiyordu. Askerleriyle birlikte oturup şarap içer, onlarla zar atıp kumar oynar, en kaba ve cıvık şakalar, arkadaşlıklar yapardı. Fakat savaşlarda değişir, gerçek bir komutan kesilirdi.


M.Ö. 50 yılında, kasım ayının ilk gününde toplantı durumundaki Senato'ya bir haber ulaştı :

"Sezar, sekiz lejyondan kurulu ordusuyla, Alplerden Güney'e doğru iniyor."

Pompeus, beklemediği bu haber karşısında çok şaşırmıştı. Daha önceki sözünü unutmayan bir dostu:

"Haydi ayağını yere vur da ordular fışkırsın, zamanı geldi..:" diyerek Pompeus'la alay etmişti. Pompeus ve Senato'daki taraftarları. Jül Sezar'a şu haberi saldılar:

"Sezar askerlerini hemen terhis etmeli ve geriye yalnızca bir lejyon bırakmalı, ayrıca Galya Valiliğinden de istifa; ederek, Roma'ya sıradan bir yurttaş olarak girmeliydi."

Sezar, bu şartları kabul etmedi ve savaştan başka çıkar yol olmadığını anladı. Roma üzerine yürüyüşe geçtiğinde Pompeus hazinesini bile almaya vakit bulamadan, taraftarlarıyla birlikte Adriyatik denizindeki donanmasına binerek Epir'e kaçtı.

Jül Sezar'ın donanması yoktu, mevsim de kıştı. Varını yoğunu askerlerine dağıtmış, meteliksiz kalmıştı. Hızlı bir yürüyüşle karadan dolaşıp Yunanistan'ın Epir bölgesine girdi. Pompeus ve taraftarlarının 47 bin kişilik yaya, 7 bin kişilik de atlı ordusu vardı. Sezar'ın ordusu daha küçüktü. Emrinde 22 bin yaya ve bin atlı askeri vardı.

Savaş, yalnızca Jül Sezar ve Pompeus arasında geçmiyordu. Kısa süre içinde bütün Roma İmparatorluğuna yayılmış, bir iç savaş halini almıştı. Bir tarihçi, bu dönemi şöyle anlatmaktadır :

"Bütün Senato bu savaşın içindeydi. Ordular da öyle. Hepsi Roma kanı taşıyan askerlerden kurulu 11 lejyonla öteki 18 lejyon amansızca çarpışıyorlardı. Galyalılar ve Germenler Jül Sezar'ı tutuyorlardı. Trakya, Sicilya, Yunanistan, Makedonya ve Doğu Pompeus'la birlikti. Savaş İtalya'da başladı, oradan Galya'ya ve İspanya'ya sıçradı; Batı'dan dönerek bütün şiddetini Epir ve Tesalya üzerine topladı; Mısır'a kadar uzandı. Küçük Asya'ya el attı ve alev ancak Afrika'da söndürülebildi..."

Yunanistan'da Farsalos bölgesinde iki ordu arasında korkunç bir meydan savaşı olmuş ve Sezar, Pompeus'un ordusunu darmadağın etmişti. Pompeus, Mısır Kralı Ptolemeus'un yanına kaçmaktan başka çare bulamamıştı. Roma artık Jül Sezar'ın "pençeleri" arasındaydı. Dört bin kişilik seçme bir orduyla, Pompeus'un arkasından Mısır'a gitti. Ptotemeus, başına gelecekleri anladığından, Pompeus'un kafasını keserek Jül Sezar'a gönderdi. Sezar burada, Ptolemeus'un kız kardeşi Kleopatra'yla uzun bir aşk hayatı yaşadıktan sonra onu Mısır Kraliçesi yaptı. Sonra M.Ö. 47 yılında Anadolu'ya girerek Pontus Kralı Pnarankes'i yendi. Savaş beş gün sürmüş, Sezar durumu Roma Senatosuna şu üç kelimeyle bildirmişti:


"Veni, vidi, vici." (Geldim, gördüm, yendim.)

Aynı yıl Roma'ya dönerek İmparator oldu. Önce 1 yıl için diktatör ilân edildi. Senato daha sonra bu yetkiyi 10 yıla çıkardı. Aradan çok geçmeden de Jül Sezar, ömür boyunca diktatör seçildi.

Koyu Cumhuriyetçiler ve soylular, Roma İmparatorluğunun diktatörlüğe kaymasından tedirgin olmuşlardı. Sonunda, Sezar'ı öldürüp Cumhuriyeti kurtarmak için gizli bir örgüt kurdular. Bu örgüte, Sezar'ın yetiştirmesi, bir söylentiye göre de, düşüp kalktığı kadınlardan Servilia'dan doğan öz oğlu Brütüs de girmişti. Örgüt, suikast için M.Ö. 44 yılının 15 martını seçmişti. Bir kâhin ona daha önceden, "15 marttan sakın" demişti. Bir gece önce de karısı kötü bir rüya görmüş ve Jül Sezar'ın sokağa çıkmamasını istemişti. O sabah yolda, Kâhin'e rastlamış ve :

"İşte 15 mart geldi..." demişti. Kâhin de Jül Sezar'a şu karşılığı vermişti :

"15 mart geldi, ama daha bitmedi...)"

Jül Sezar, Senato'ya gelince suikastçılar çevresini sardılar. Hançerleri harmanilerin altında gizliydi. İçlerinden biri, siyasi hükümlü olan kardeşinin bağışlanmasını diledi. Sezar onu dinlerken, suikastçılar hançerlerini çekip saldırdılar. Titilus adlı bir soylu, Jül Sezar'ın harmanisini omuzlarından tutarak aşağı doğru yırttı. Sezar, ilk önce kendini savunacak oldu, fakat vücuduna saplanmak için havaya kalkan hançerlerden birini Brütüs'ün tuttuğunu görünce:

"Sen de mi oğlum Brütüs!?.." diye bağırdı ve harmanisini başına örterek, kendini hançer vuruşlarına bıraktı.

Tam 23 yerinden hançerlenen Jül Sezar, cansız yere serildi. Suikastçılar, Sezar'ın ölümünden halkın sevinç duyacağını sanmışlardı. Kanlı hançerlerini Roma halkına göstererek :

"Zalimin vücudu ortadan kalktı!.." diye bağırıyorlardı.

Fakat, Roma halkının tepkisi, umdukları gibi olmadı. Halk, "katillere ölüm!." Bağrışlarıyla ayaklanınca kaçmak zorunda kaldılar. O sırada, Senato'nun Jül Sezar'ı öldürenleri bağışladığı öğrenilince halk Senato'ya saldırdı. Yapıyı ateşe verdiler. Halkın ayaklanması üzerine Sezar'ın katilleri Roma'dan kaçtılar ama, peşleri bırakılmadı.

Bunlardan, Sezar'ın çok sevdiği Brütüs, Makedonya'da yakalanacağını görünce intihar etti.
  Alıntı ile Cevapla
Eski 31.01.2009, 23:17   #4
Çevrimdışı
Kartal
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Suikastler Tarihi

Hz. Ömer Suikastı



Hz. Ömer Suikastı Bizans İmparatoru Heraclius (Ermeni asıllı ve Heraclius Hanedanının kurucusu olan I. Heraclius; 610-641 yıllan arasında Bizans imparatorluğu tahtında oturmuştur.) yüz çizgileri gerilmiş, sinirden titriyor, karşısında süklüm püklüm duran Prens Tomas'a bağırıyordu:

"Anlamıyorum Tomas, ne oluyor?.. Urfa, İskenderun ve Antakya'yı verdik, fakat bu da yetmedi. Şimdi de Suriye elden gidiyor!.. Senden en küçük bir başarı ve karşı koyma haberi yok. Şam kalesi bile düştü düşecek!.. Şimdi de sıra Kudüs'e mi geldi?.. Bütün bu yenilgilerinizin gerçek nedenlerini anlayamıyorum."

Prens Tomas, üzgünlüğünü belirten bir sesle imparatora şöyle karşılık verdi:

"Haklısınız efendimiz... Ama son bir kozum daha var. Eğer izin verirseniz bunu da denemek istiyorum... Belki de bu davranışımı iyi karşılamayacaksınız. Çünkü planımın içinde Kutsal Kitapların da rolü olacak..."

İmparator Heraclius:

"Söyleyin bakalım Prens Tomas.. Oyununuzu ben de merak ettim" dedi.

Prens Tomas, savaşta uygulayacağı planını anlatmaya başladı:

"Ellerine kutsal kitapları almış rahipleri, askerlerimin önünde yürüteceğim. İslâm kuvvetleriyle hiç cenge çıkmamış ve maneviyatları bozulmamış genç kumandanları da savaşa sürdüreceğim."

İmparator elini Prens Tomas'ın omzuna koydu ve bu savaş planını beğendiğini belirterek:

"Güzel... güzel... Sonucunda başarı elde edilebilecek bir düşünce bu. Niçin bunu daha önce uygulama yoluna gitmedin?.. Tanrı yardımcın olsun."

Ne var ki, bu gülünç savaş oyunu gerekli sonucu sağlamamış, Hıristiyanlık dünyasının kutsal şehri Kudüs de, her an İslâm ordularının eline düşmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. (Tarihler, Kudüs'ü kuşatan İslâm ordularının komutanı konusunda değişik adlar ileri sürmektedirler. Değişik kaynaklar, Halid bin Velid, Amr Ibnül As, Ubu Ubeyde ve Halid bin Sabit'i Kudüs'ü kuşatan birliklerin başında gösterirler. Bu karışıklığın, Kudüs'ün savaş yapmadan ele geçirilmesinden doğduğu ileri sürülebilir.)

Kudüs halkının tek umudu. Patrik Sofronius'a bağlanmıştı. Onun çevresinde toplanmış, çıkar yolun ne olduğu konusunda kendisinden bilgi istiyorlardı. Sofronius'a:

"Muhterem Patrik Hazretleri, biz kutsal dinimizin başkentini vermek istemiyoruz. Bunun için elimizden gelen son çarede birleştik. Bu kutsal kenti teslim etmektense, düşmanla çarpışa çarpışa Kudüs'ü yerle bir eder ve İslâm ordularına bir yıkıntı halinde bırakırız... Sizin bu konudaki düşüncenizi öğrenmek istiyoruz." dediler.

Patrik, kendilerine şu karşılığı verdi: "Ben, sizden çok ayrı düşünmekteyim. Bana bu gücü veren de, elimde Halife'nin kendi eliyle yazdığı ahitnamenin (Anlaşma şartlarını kapsayan belge ya da resmi kâğıt) bulunmasıdır. Bu bana güven veriyor. Halife, bu ahitnamede cana, mala ve ırza dokunmayacağına dair, Tanrı katında yemin etmektedir. Hem de, dini inanışlarımıza ve kiliseye gitmemize engel olmayacağını da bildirmektedir.."

Uzun görüşme ve tartışmalar sonunda, Patrik Sofronius'un da etkisiyle, Kudüs halkı şu karara vardı; Halife Hz. Ömer gelirse, şehri ona teslim edeceklerdi.

Halife Hz. Ömer, Kudüs'ü teslim almak üzere Medine'den yola çıkmıştı. Develere binmiş bedeviler de arkası sıra geliyorlardı. Geçtikleri yol üzerindeki köy, kasaba ve kent halkları, Halife'ye büyük sevgi gösterilerinde bulunuyorlardı.

Yol boyunca karşılamaya çıkanlar, gelecek Halife birliklerinin göz kamaştırıcı ve olağanüstü görünümlerini düşlerken, giyim ve kuşamları birbirine benzeyen iki kişinin, yanlarındaki bir deveyle önlerinden geçtiklerini gördüler. Yoksul görünüşlü bu iki kişi, deveye nöbetleşe binerek yol alıyorlardı.

Yol boyunca birikenler, bu yoksul kılıklı iki kişinin kimliklerini öğrendiklerinde, şaşırıp kaldılar. Çünkü bunlardan biri. Hazret-i Ömer bin Hattab, ötekiyse kölesiydi.

Kudüs surları görününce, kumandanlarından Ebu Ubeyde, Halife Hz. Ömer'in yanına gelerek:

"Ya Ömer-ül Faruk...(Faruk: Arapça, "doğruyu eğriden ayıran" anlamına) Elbiseleriniz biraz eski ve yamalı. Kudüs'e girmek için seçtiğiniz binek hayvanınız da cins değil. Bunları değiştirip, size ve Halife'ye yaraşır elbiseler giyseniz nasıl olur?"

Hz. Ömer, bu sözler üzerine kaşlarını çatıp, ağır ağır şu karşılığı verdi:

"Bilirsin ki, bizde ad, ün, onur ve mevkiden yana ne varsa, tümü de İslama aittir. Kişiliğimize gelince; ona sadelik daha çok yaraşır!.. Elbiselerin kişiye ün ve onur kazandırdığını nerede gördün? Eğer öyle olsaydı; şu karşımızdaki süslu ve gösterişli elbiseler içindeki kumandanlar, çıplak ayaklarımızın karşısında emir kulu bulunmazlardı!.."

Kale kapısı açılmış, Kudüs şehrinin içine doğru uzanan anayolda, Hıristiyan dininin ileri gelenleri, başlarında Patrik Sofronius olmak üzere, Hz. Ömer'i karşılamak için sıralanmışlardı.

Önde üç atlı ilerliyordu. Ortadakinde sade ve yamalı elbiseler içinde Halife Hz. Ömer, sağ ve solunda kumandanları Halid bin Velid'le Ebu Ubeyde vardı. Onların arkasında da Amr Ibnül As, Şurabil ve Bilâl-i Habeşi geliyordu. En arkada da askerler düzenli sıralar halinde yürüyorlardı...

Ömer, bir ara Bilâl-i Habeşi'nin yanına giderek: "Ya Bilâl!.. Tanrı'mızın bize lütfuna, ihsanına ölçü yok!. Bu kutsal şehre girdiğimiz şu sıra, namaz vaktidir. Mübarek ezan-ı Muhammedi'yi senden dinlesek nasıl olur?.."

Bilâl-i Habeşi, Süleyman mabedinin karşısına düşen yüksek kale burcuna çıktı ve az sonra da, Kudüs'te ilk olarak ezan sesi işitildi...

Namaz çağrısı işitilince, Patrik Sofronius cemaati "Bâsübâdelmevt / ölümden sonra diriliş" adlı kiliseye götürerek, ibadetlerini burada yapabileceklerini söyledi.

Kiliseye giren Halife Hz. Ömer, içerisinin tapınmakta olan Hıristiyanlarla dolu olduğunu görünce, Patrik Sofronius'a dönerek:

"Görüyorsunuz ki, biz cemaat halinde namaz kılarsak bunların ibadetine engel olacağız. Sonra, kumandanlarım ve askerlerim kilisenin camiye çevrildiğini sanırlar. Buraya bir cami gözüyle bakarlar. Bu da ahitnamemize aykırı düşer!.. Biz namazımızı kilise dışında da kılabiliriz. İlginize teşekkür ederiz..." dedi.

Kudüs 637 yılında, böylece Müslümanların eline geçmiş oldu. (Kudüs'ün Müslümanların eline geçtiği tarih konusunda birlik yoktur. Bazı kaynaklar Kudüs'ün Fethini M.S. 638 olarak gösterirler. Taberi'ye göre Kudüs 637'de alınmıştır.

Aradan yedi yıl geçmişti. 644 yılında Hz. Ömer, Medine'de mescitte sabah namazını kıldırıyordu. Tam bu sırada Ebu Lülüe Feyruz adında bir köle, elinde bir hançerle cemaat içine daldı ve Halife Hz. Ömer'i secdedeyken altı yerinden yaralayarak yere serdi. Kaçmasını önlemek isteyen altı kişiyi daha yaralayıp mescitten dışarı çıktı.

Dışarıda nöbet beklemekte olan Beni Esed kabilesinden bir cenkçi, Ebu Lülüe Feyruz'un arkasından okunu fırlattı. Ok, suikastçının tam başına saplandı. Zehirli okun girmesiyle de Ebu Lülüe Feyruz olduğu yere yığılıp can verdi...

Hz. Ömer'i vuran Ebu Lülüe Feyruz'un dini ve ırkı konusu da karışıktır. Bir söylentiye göre, Halid bin Velid'in Yahudiden dönme kölesiydi. Başka kaynaklar da onu Hıristiyan ya da Zerdüşt dinine bağlı olarak gösterirler. Suikast konusundaki söylentilerden biri şudur: Küfe Valisi Mugayre ibni Sa'be, Ebu Lülüe Feyruz'un kızını kaçırtmış ve bedevi şeyhlerinden birisine armağan etmişti. Ebu Lülüe, bu durumu bildirmek ve kızını geri almak için Hz. Ömer'e baş vurmuş, fakat gereken ilgiyi görmemişti. Bunun üzerine bir sabah namazında onu, daha sonra ölümüne yol açacak biçimde hançerle ağır yaralamıştı.

Hazreti Ömer'i hemen evine taşıdılar. Aceleyle bulunan bir cerrah, karnındaki yaraları dikti. Yaraların iyileşmesi için Hz. Ömer'in hiç kıpırdamadan yatması gerekiyordu.

Halife Ömer, oğlu Abdullah'ı yanına çağırttı ve ona vasiyetini bildirdi:

"Cenaze namazını kılındıktan sonra, Hz. Ayşe'ye (Hz. Muhammet'in üçüncü eşi.) git, benim Revza-i Mutahhara'ya (Hz. Muhammet'in Medine'deki mezarına verilen ad) gömülmem için izin al!" dedi ve sonra cerraha dönerek:

"Şimdi namaz vakti yaklaşıyor, Abdest almaya kalksam ne olur?.." diye sordu. Cerrah büyük bir kaygı ve telâşla karşılık verdi:

"Ya Emir-ül Müminin! Sakın böyle bir davranışta bulunmayınız, yerinizden kımıldarsanız, dikişler hemen sökülür, Tanrı korusun büyük felâket olur!"

Hz. Ömer gülümseyerek:

"Namazımı bırakmaktansa, karnım yarılsın daha iyi." dedi ve yattığı yerden doğrulmak istedi...

Acı bir haykırış duyuldu... Hepsi o kadar...

Babasının soğuyan ellerini, avuçlarında ısıtmaya çalışan Abdullah, göz yaşlarını tutamadı. Bir sahabi (Hz. Muhammet'in görüp konuştuğu, yakınları. Çoğulu Sahabe’dir) onu kıyıya çekerek, şu ayet-i kerimeyi söyledi:

"İnna Lillâhi ve inna ileyhi raciûn ."
  Alıntı ile Cevapla
Eski 31.01.2009, 23:19   #5
Çevrimdışı
Kartal
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Suikastler Tarihi

Abraham Lincoln Suikastı



Abraham Lincoln Suikastı Amerika Birleşik Devletlerinin 16. Cumhurbaşkanı Abraham Lincoln'ün çocukluğu yoksulluk içinde geçmiş, doğru dürüst okula bile gidememişti. Küçük yaşta babasıyla birlikte ormanlarda kereste biçmiş, nehir gemilerinde çalışmış, bir kürk tüccarının kâtipliğini yapmıştı. 1818 yılında, İndiana'yı kasıp kavuran bir salgın hastalık sırasında, baba-oğul bütün bir sonbahar mevsimi boyunca tabut yapıp sattılar!..

Böylesine yoksulluk içinde geçen çocukluk ve gençlik günleri, Abraham Lincoln'ün kendi kendini yetiştirip 1834'te avukat, 1860'ta da A.B.D. Cumhurbaşkanı olmasını engelleyemedi.

Köleliğe karşıydı Lincoln. Yetişme biçiminin onun bu düşünüşünde büyük etkisi olmuştu. Beyaz Amerikalının zencilere uyguladığı insanlık dışı tutum, Abraham Lincoln'ün üzerinde çocukluğundan beri derin izler bırakmıştı. Cumhurbaşkanı seçilmeden önce, köleliği kaldırmanın çok zor olduğunu biliyor, hiç olmazsa daha da yayılmasını önlemeyi düşünüyordu.

Abraham Lincoln'ün cumhurbaşkanlığına seçilmesi. Güney Eyaletlerinde ayaklanmanın başlaması için sanki bir işaret oldu. 1861 şubatında, Güney Carolina ve onu izleyen 10 eyalet Birleşik Devletlerden ayrılarak aralarında bir Konfederasyon kurdular. Başkenti Richmond olan bu devletin anayasasında şöyle bir madde yer alıyordu :

"Zenci, beyaz insanla hiç bir zaman eşit haklara sahip olamaz, kölelik, yani beyaz ırka boyun eğmek; zencinin olağan bir durumudur..."

Öte yandan Abraham Lincoln, 4 mart 1861'de verdiği bir söylevle :

"Hiç bir eyaletin, öbürlerinin onayı olmadan Birlik'ten ayrılamayacağını.." ileri sürüyordu.

Güneylilerin buna verdikleri karşılık, 12 Eylül 1861'de Charleston limanındaki Sumter kalesini topa tutmak biçiminde oldu. Bu iç savaş demekti.

Dört yıl süren iç savaşın sonlarına doğru. Cumhurbaşkanlığı süresi dolduğundan, yapılan seçimlerde yeniden adaylığını koydu ve kazandı. Abraham Lincoln bu haberi soğukkanlılıkla karşılamış ve:

"Amerikan halkı, dereden geçerken at değiştirmenin doğru olmadığına inandığı için, seçimlere katıldım..." demişti.

14 mart 1865'te, ikinci defa Beyaz Saray'a giderken Başkan Lincoln halka verdiği demeçte şöyle diyordu :

"Hiç kimseye karşı kin beslemeden, Tanrı'nın bize doğru yolu göstermek için verdiği güce dayanarak, yaraları sarmaya, savaşın güçlüklerini yüklenenlerin dul eşleriyle yetimlerini düşünmeye ve giriştiğimiz bu işi tamamlamaya çalışalım ki; kendi aramızda ve dünya uluslarıyla barışı gerçekleştirebilelim..."

Lincoln'ün bu konuşmasından bir ay sonra, 9 Nisan 1865'te Güney orduları komutanı General Lee, Appomotox şehrinde kılıcını Birleşik Devletler başkomutanı General Grant'a teslim ediyordu... 13 Nisan perşembe günü de Washington, Güney'in teslim olmasını kutlamak için baştan aşağı donanmıştı.

14 Nisan 1865 cuma gününü Beyaz Saray'da çalışmakla geçiren Abraham Lincoln, akşam biraz eğlenebilmek için, Ford Tiyatrosunda, sahnenin hemen yanındaki locada "Amerikalı Yeğenimiz" adlı oyunu seyrediyordu. Locada Lincoln'-den başka Clara Harris adında bir bayan konuğu ve koruyucusu binbaşı Rathbone bulunuyordu. Bu sırada tiyatronun oyuncularından John Wilkes Booth, locanın önüne gelmiş, günlerdir inceden inceye hazırlanan planı uygulamaya başlamıştı.

Booth, aşırı bir Güneyliydi. Dolayısıyla Abraham Lincoln'ün amansız düşmanıydı. Birkaç hafta önce Cumhurbaşkanının tiyatroya geleceğini öğrenince, hazırlıklarına hız vermiş, oyunu tekrar tekrar seyretmiş, halkın özellikle hangi sahneye güldüğüne dikkat etmişti. Daha sonra Lincoln'ün oturacağı locanın kapısında, içeriyi görebilmesine yardım edecek küçük bir delik açmıştı!..

Suç ortaklarıyla da görüşerek, sonunda her şeyin hazır olduğunu bildirdi. O gece tiyatroya giderken şöyle diyordu:

"Sahneden ayrıldığım zaman, Amerika'nın en ünlü adamı olacağım!."

Booth, locanın önüne gelince, küçük delikten içeri baktı. Lincoln ve yanındakiler kendilerini oyuna kaptırmışlardı. Halkın en çok güldüğü bölüme gelindiğinde, kapıyı açarak locaya girdi. Seyircilerin kahkahalarını bastıran bir patlama sesi duyuldu ve Abraham Lincoln'ün başı göğsüne düştü!.. Binbaşı, bundan sonra kendini toplayıp suikastçının üzerine atıldıysa da, Booth bu sefer de bıçağını kullanarak onu yere serdi ve locadan sahneye atlayarak, ne olduğunu anlayamayan halkın şaşkın bakışları arasında arka kapıdan kaçtı..

Aynı gece Dışişleri Bakanı Sward, evinde dev yapılı bir adamın saldırısına uğruyordu. Adam, Sward'ı boğarken, karısının, oğlunun ve hizmetçisinin yetişmesi üzerine kaçmak zorunda kaldı. Yine o gece, başka bir ziyaretçi, Başkan Yardımcısı Johnson'ın evi önünde dolaşıyordu. Fakat içeriye girmeye cesaret edemedi.

Bir gece içinde Amerika Birleşik Devletleri'ni yöneten üç kişi yok edilmek istenmiş, fakat ancak Booth suikast planını gerçekleştirebilmişti. Ağır yaralanan Lincoln, ertesi gün öldü.

Washington'dan kaçmayı başaran Booth, günlerce sonra izi bulunarak, bir çiftlikte sarıldı. Yanında bulunan suç ortaklarından biri teslim oldu, Booth ise intihar etti. Böylece katil, ancak 96 yıl sonra bir rastlantı sonucu ortaya çıkacak sırrını da mezara götürmüştü. Yakalanan öteki suikastçılar da askeri mahkemede yargılandıktan sonra asıldılar. Bunların bir tanesi de kadındı!..

1961 yılında Philadelphia'da eski kitap satan dükkânlardan birinde bulunan askerlikle ilgili kitabın içindeki şifreli mesaj, Lincoln'a yapılan suikastın karanlıkta kalmış noktalarını aydınlığa kavuşturdu. Doksan altı yıl bir kıyıda unutulup kalan kitap, uzmanlarca incelenince, mesajın uydurma olmadığı ve 1868'de sayfalar arasına yazıldığı kabul edildi.

Aceleyle yazıldığı anlaşılan cümleler, Abraham Lincoln'ün hükümetinde Savunma Bakanı olan Edwin M. Stanton’ın gizli güvenlik şefi Tuğgeneral C. Baker'a aitti. Baker da 1868 yılında esrarlı bir biçimde, bazılarına göre arsenikle öldürülmüş, bu satırları da ölümünden beş ay önce kitabın içine yazmıştı.

General yazısında, üç kere öldürülmek istendiğini, sürekli olarak izlendiğini belirtiyor ve şu cümleyi kullanıyordu:

"Yeni Roma'da üç adam yürüyordu; biri Yahuda (Hz. İsa'yı ele verip onun çarmıha gerilmesine sebep olan on iki Havari'den biri) ikincisi Brütüs ve bir de casus... Casus bendim; C. Baker. Yahuda, vurulan adam ölmek üzereyken, onun yanına giderek aslında nefret ettiği adama saygı gösterisinde bulundu. Adam ölünce de şöyle dedi: "Şimdi tarih ona, ulus bana sahip.."

Bu şifreli yazı, Lincoln'ü öldürten adamın Savunma Bakanı Edwin M. Stanton olduğunu ortaya çıkarıyordu. Yazıda sözü edilen Yeni Roma: Washington, Yahuda: Stanton, Brütüs: oyuncu Brooth ve casus da kendisinin belirttiği gibi General Baker'dı... Gerçekten de Savunma Bakanı Stanton, Lincoln ölmek üzereyken, yatağının başucundaydı. Ve öldüğünde :

"O artık tarihin malı oldu..." demişti.

Şifre, bu cümleyi tamamlıyor ve Bakan’ın amacını açıklıyordu. Aynı gece içinde Lincoln'la birlikte yardımcısı Johnson ve Dışişleri Bakanı Sward'ın öldürülmesi, Stanton'un Birleşik Devletlerin bir numaralı adamı olmasını sağlayacaktı.

Lincoln’ün oğlu Todd, 1926 yılında ölmeden az önce bir dostuna, babasının evrakı arasında bulunan bazı belgeleri kimseye göstermeden yaktığını söylemiş ve nedeni sorulduğunda:


"Belgelerden, babamın yardımcılarından birinin ona ihanet ettiği anlaşılıyordu. Bu yüzden bu belgelerin ortadan kaldırılmasının doğru olacağını düşündüm." karşılığını vermişti
  Alıntı ile Cevapla
Eski 31.01.2009, 23:20   #6
Çevrimdışı
Kartal
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Suikastler Tarihi

II. Aleksandr Suikastı

Akşam yemeği için sofrayı son defa gözden geçiren saray teşrifatçısı kapıda görünmüş ve tam:

"Haşmetmeab!.." diye söze başladığı sırada, birden korkunç bir patlama duyulmuştu. Sarayın yemek salonu bu patlama sonunda çökmüş, 11 askerin ölümüne 40 askerin de yaralanmasına yol açmıştı.

Bomba yemek salonuna gizlice yerleştirilmişti. Fakat, istenilen zamanda patlatılmamış, daha doğrusu, Rus Çarı II. Aleksandr bir yakınıyla konuşmaya daldığından biraz gecikmiş ve bu gecikme de onun hayatını kurtarmıştı.

Başsavcı'nın sıkı kovuşturması sonucu, suikastı Stefan Kalturin adındaki marangozun düzenlediği anlaşıldı. Marangoz, Çar'ın yemek masasının altına yirmi kilo patlayıcı madde yerleştirmiş ve II. Aleksandr’ın yemek salonuna geleceği sırada fitili ateşleyip kaçmıştı. Bu Çar'a yapılan ne ilk ne de son suikasttı.


Zincirleme suikastları doğuran olay, 1876 yılında Petersburg'daki kışlık sarayın tam karşısındaki Piyer ve Pol kalesinde geçti. Bu tarihte kale siyasi mahkûmlarla ağız ağıza dolmuştu. Bagolyubov adlı genç öğrenci de bu mahkûmlardan biriydi. Genç, bir gün hücresine götürülürken, Petersburg Polis Şefi General Trepov'la karşılaşmıştı. Trepov, Bagolyubov'a şapkasını çıkartmasını söyledi. Fakat Bagolyubov bu emre uyacağı yerde, şapkasını başına daha da sıkı olarak geçirdi. Onun bu davranışına kızan Petersburg Polis Şefi, dayak cezasının kaldırılmış olmasına rağmen, öğrenciye yüz kamçı attırdı. Bu hem öteki suçluların, hem de serbest bulunan Çar aleyhtarlarının arasında büyük bir kızgınlık yarattı.

Bu kızgınlığı en çok duyanlardan biri de, Vera İvanovna Zasuliç adında bir kadındı. Bagolyubov'un öcünü almaya karar veren Zasuliç, bir gün Polis Şefi Trepov'un odasına bir iş bahanesiyle girmiş ve cebinden çıkardığı tabancayla onu kanlar içinde yere sermişti. Trepov'u ağır yaralayan Zasuliç, elinden tabancayı yere atarak polislerin gelip kendisini tutuklamalarını büyük bir soğukkanlılık içinde beklemişti.

Suikast, Çar aleyhtarı çevrelerde büyük şaşkınlık yarattı ama, asıl şaşkınlık Vera Zasuliç'in yargılanması sonucu mahkemeden beraat etmesiyle meydana geldi. Bu, beraat, Çarlık Hükümeti çevrelerini öfkeden çılgına döndürmüştü. Polisler, Vera Zasuliç'i mahkeme salonundan çıkarken yeniden tutuklamak istediler. Fakat kapıda bekleyen atlı bir araba kadını onların bulamayacağı güvenlikli bir yere kaçırdı. Vera bir anda Rusya'da acı çeken halkın kahramanı haline gelmişti, ülkede serbestçe dolaşması artık imkânsız hale geldiğinden İsviçre’ye kaçtı.

Vera'nın yargılandığı günlerde, Piyer ve Pol kalesinde bulunan 193 ihtilâlcinin de duruşması vardı. Mahkûmların arasında pek çok da kadın bulunmaktaydı. Bunlardan biri de beş yıldır yargılanmasını bekleyen ve daha sonraları "Devrim'in Büyükannesi" adı verilecek olan Kievli Katerin Breşkovskaya'ydı. Her zaman Breşkovskaya'nın yanında bulunan ve davranışlarından iyi bir aileden geldiği anlaşılan kızıl saçlı bir genç kız dikkatleri üzerine çekiyordu. Sofia Prevskaya adındaki bu kız, Petersburg Valisinin öz kızı ve Eğitim Bakanı'nın yeğeniydi. Babasının zalimliği genç kızı halkın yanına itmişti. Sofia Prevskaya birkaç yıl sonra serbest bırakılacak ve Çar II. Aleksandr'a sayısız ve başarısız suikastlardan birini düzenleyecekti.

Vera'nın beraat etmesinden sonra suikast olayları daha da artmış, bütün Rusya'ya yayılmıştı. 21 şubat 1879'da Prens Kropotkin öldürüldü. Yine aynı günlerde Petersburg'da General Mezentçev bir tedhişçi tarafından vuruldu. Suikastçı bir atla kaçmayı başardı. 23 mart 1879'da General Deretlen de başka bir tedhişçinin saldırısına uğradı.

Tedhişçiler hükümet ileri gelenlerinden sonra, kendilerine hedef olarak Çar II. Aleksandr'ı seçmişlerdi. 14 Nisan 1879 tarihinde Car'a ilk suikast yapıldı. Bir gezinti sırasında, Soloviev adındaki suikastçı, Çar'a beş el ateş ettiyse de tutturamadı ve yakalanarak idam edildi, ikinci suikast 1 Aralık 1879'da, o sıralarda serbest bırakılmış olan Sofia Prevskaya'nın başkanı bulunduğu bir grup tarafından Kırım'da Çar'ın geçeceği tren yoluna bomba konularak yapıldı. Bomba patlayınca birçok vagon devrilmiş fakat II. Aleksandr bir önceki trenle geçtiğinden bu suikast da sonuçsuz kalmıştı.

Suikastçıların inatla kendisini öldürmeye, çalıştıklarını en sonunda anlayabilen Çar, canını kurtarmak için bir Millet Meclisinin kurulmasını kabul etmek zorunda kaldı., Halkın devlet işlerine karışmasını sağlayacak olan bu kararı Çar II. Aleksandr 1 Mart 1881'de imzalamıştı. Ertesi gün yayınlanarak halka yeni bir düzenin kurulduğu bildirilecekti. Fakat Çar çok geç kalmıştı. Bu kararı grandüklerine ve bakanlarına haber verdikten sonra askeri bir törene gitti.

Dönüşte, Katerina kanalının yanından geçerken. Çar'ın kapalı arabasına, onun aldığı karardan haberleri olmayan suikastçılar tarafından havluya sarılmış bir bomba atıldı. Patlayan bomba birkaç muhafızını öldürdü, kendisine bir şey olmadı. II. Aleksandr arabadan çıkarak, kanlar içinde yatan, muhafızlarının yanına gitmişti. Arabacısının:

"Durmayalım Çar Hazretleri! Tehlike henüz geçmedi, hemen saraya gidelim!.." demesine aldırmıyordu bile.

Birkaç saniye sonra, II. Aleksandr'ın ayakları dibinde patlayan ikinci bomba, arabacının ne kadar haklı olduğunu göstermişti!..

Şimdiye kadar birçok suikasttan kurtulan II. Aleksandr, bu sefer ölüm derecesinde yaralanmıştı. Aceleyle saraya götürülüp çalışma odasındaki divana yatırıldığında gözleri kapanmıştı. Bir ayağı kopmuş, öteki de parçalanmıştı. Üç doktor başucunda ellerinden geleni yaptılar ama II. Aleksandr'ı ölümden döndüremediler. Bir saat kadar sonra doktorlar, yandaki odada bekleyen çember sakallı ve son derece iriyarı Veliaht III. Aleksandr'a babasının artık hayatta olmadığını bildiriyorlardı.
  Alıntı ile Cevapla
Eski 31.01.2009, 23:20   #7
Çevrimdışı
Kartal
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Suikastler Tarihi

Saraybosna Suikastı



Saraybosna Suikastı
Avusturya-Macaristan orduları, 1914 haziranında Bosna-Hersek bölgesinde manevra yapıyordu. Veliaht Arşidük Franz Ferdinand’ın karısı Hohenberg Düşesiyle birlikte izlediği bu manevralar için, doğrusu zamanın ve yerin iyi seçildiği söylenemezdi.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhak edilen ve Sırbistan Krallığı dışında kalan Bosna-Hersek bölgesi halkı, Habsburg Hanedanından ve onların yönetiminden nefret ediyorlardı. Yetmiş bin kişilik ordu, manevraları sürdürürken, Veliaht Arşidük Franz Ferdinand, karısı Hohenberg Düşesi'yle birlikte, Bosna-Hersek'in merkezi olan Saraybosna'yı 28 Haziran 1914 günü ziyaret etmeye karar verdi. Bu haber, Bosna-Hersek'te yaşayan halk, özellikle Sırplar arasında kızgınlık ve nefreti daha da artırdı.

Çünkü, Bosna-Hersek'te yaşayan Sırplar için 28 Haziran gününün çok büyük bir anlamı vardı. 1389 yılının 28 Haziranında yapılan Kosova Meydan Savaşı'nda, Sırplar, Osmanlı ordusuna yenilerek bağımsızlıklarını kaybetmişlerdi. Bu savaşta, kendi kralları Lazar ölmüş, fakat Miloş Kabloviç adlı bir soylu da, Osmanlı Padişahı Murat Hüdâvendigâr'ı hançerleyerek şehit etmişti. Sırplar 1389 yılından beri, her 28 Haziranda, Miloş Kabloviç'in Osmanlı Padişahı I. Murat'ı öldürmesini "Aziz Vitus Günü" adı altında, en büyük bayramları olarak kutluyorlar.

27 Haziran günü, şehrin dışında istasyona yakın temiz bir otelde geceyi geçiren Veliaht ve eşi, ertesi gün kalabalık bir otomobil kafilesiyle saat 10'da Saraybosna'ya doğru yola çıkmışlardı. Aziz Vitus bayramı dolayısıyla köy ve kasabalardan gelenlerle, şehirde olağanüstü bir kalabalık vardı. Bu büyük kalabalık karşısında alman güvenlik tedbirleri, hemen hemen yok denecek kadar azdı. Arşidük ve karısı, Saraybosna sokaklarında üstü açık bir araba içinde ilerlerken, yedi suikastçı, ayrı ayrı noktalarda, Arşidük Franz Ferdinand'ı öldürmek için hazır bekliyorlardı.

Bu, yaşları 20’yi geçmeyen suikastçılar, Bosna-Hersek'i Sırbistan Krallığına bağlamak ve Avusturya-Macaristan egemenliğine son vermek isteyen "Genç Bosna" örgütünün üyeleriydiler.

Habsburg soyluları ve Veliaht Arşidük Ferdinand'ı taşıyan altı otomobillik kafile, Saraybosna sokaklarında boy gösterdiğinde, güvenliği sağlamakla görevli polisler heyecandan ne yapacaklarını şaşırmış durumdaydılar, Suikastçılardan Nedeljko Çabrinoviç, yanında duran polise, büyük bir soğukkanlılık içinde şu soruyu sormuştu:

"Arşidük hangi arabada?"

Polis, büyük bir saflık içinde, altı arabadan birini Çabrinoviç'e gösterdi. Suikastçı, birkaç saniye sonra, elindeki .bombayı Arşidük'ün bulunduğu otomobile fırlatıyordu. Bomba, Franz Ferdinand'ın arabasının çamurluğuna çarparak sıçramış, arkadan gelen yaverlerin otomobilinin önünde patlamıştı. Yol kıyısına birikmiş kalabalıktan 17, konvoydan da 3 kişinin yaralanmasına sebep olmuş, fakat Veliaht'a bir şey olmamıştı. Yaralananlardan biri, Arşidük Ferdinand'ın emir subayı Üsteğmen Merizzi'ydi.

Veliaht, büyük bir tedbirsizlik içinde, emir subayının yanına gitmiş, bir otomobille hastaneye kaldırılıncaya kadar başında beklemişti. Arşidük Franz Ferdinand, bu sırada şehrin Askeri Valisi General Potiorek'e şöyle bağırdığı duyuldu :

"Bombalar ne olacak? Yine atılacak mı?"

General Potiorek, Veliaht’ın bu azarlamasına verdiği karşılık, tam bir şaşkınlık örneğiydi:

"Ekselans, yolunuza gönül rahatlığıyla devam edebilirsiniz. Sorumluluğu ben yükleniyorum."

Bunun üzerine Arşidük otomobiline binmiş ve "Doğru Belediye Dairesine..." emrini vermişti. Belediye dairesinin mermer merdivenlerine yol halıları serilmiş, başındaki sarığıyla müftü efendi bile, Veliaht'ı karşılayıp "hoş geldiniz" demek için karşılayıcılar arasında yer alınıştı. Daha önceden kararlaştırılan ziyafet nedeniyle zengin bir sofra hazırlanmıştı. Fakat Arşidük Ferdinand kızgınlığından yeninde duramıyordu. Yemeğe oturmadan General Potiorek'e, hastaneye gidip emir subayı üsteğmen Merizzi'yi ziyaret etmek istediğini söyledi.

Saraybosna Askeri Valisi Potiorek şaşkınlık içindeydi. Veliaht'a:

"Arşidük Hazretleri, gerçekten gitmek istiyor musunuz?" diye sordu.

"Elbette, elbette. Merizzi'yle konuşmalıyım!."

Veliaht Franz Ferdinand, karısını Belediye Dairesinde bırakarak yalnız başına hastaneye gitmek istiyordu. Fakat Hohenberg Düşes'i, hastaneye kocasıyla birlikte gitmek için direndi. Öndeki iki arabada detektifler ve şehrin ileri gelenleri gidiyorlardı. Veliaht, karısı ve general Potiorek, Çek asıllı bir şoförün kullandığı üçüncü arabadaydı. Tam bir yol ayrımına geldiklerinde Veliaht'ın otomobilini kullanan şoför, direksiyonu sola kırmıştı. Birden General Potiorek'in kızgınlıkla ayağa kalktığı ve şoföre:

"Ne oluyor? Dur!.. Yanlış yola saptın, doğru yola gir!." diye bağırdığı duyuldu.

Şoför bu uyarı üzerine frene basmış ve otomobili, kalabalık kaldırımın yanında, bir dükkânın önünde durdurmuştu. Suikastçıların ikincisi Gavrilo Princip de orada duruyor, iki kız arkadaşıyla konuşuyordu. Otomobilin önünde durduğunu görünce, kız arkadaşlarından ayrılmış, arabanın basamağına fırlayarak tabancasıyla üç el Veliahta iki el Hohenberg düşesine, bir kurşun da Askeri Vali Potiorek'e sıkmıştı.

Keskin bir nişancı olan Gavrilo Princip'in bütün kurşunları yerini bulmuştu, ilk ölen Hohenberg Düşesi oldu. Korsesini delip geçen bir kurşun, sağ böğrüne saplanmıştı. Arşidük Franz Ferdinand, karısından birkaç saniye daha fazla yaşadı. Boynundaki toplar damarı parçalayan ve bel kemiğine saplanan kurşunlarla. Veliaht da karısının yanına cansız olarak serilmişti. Vali'nin.yarası önemsizdi.

19 yaşındaki Sırp yurtseveri Gavrilo Princip, jandarma ve polisler tarafından hemen, yakalandı. Hiç kimse o anda, bu suikastın I. Dünya Savaşı'na yol açacağını ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olacağını elbette ki düşünemezdi.

Veliaht'ın, 1914 yılı 28 Haziranında, saat 11,30'da bıyıkları yeni terlemeye başlayan Gavrilo Princıp adlı öğrenci tarafından öldürülmesi, Viyana'daki savaş taraftarları için bulunmaz bir fırsat oldu. Bunların kışkırtmaları sonucu, 28 Temmuz 1914 sabahı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan'a savaş açtı.

Önce iki devlet arasında başlayan savaşa, az sonra, hemen hemen bütün ülkeler katılacak ve I. Dünya Savaşı dört yıl boyunca kan ve ölüm saçacaktı.

Mahkeme önüne çıkarılan Princip, çekinmeden şunları söyledi:

"Veliaht'ı ben vurdum. Çünkü o. Güney Slavlarının birleşmesini önleyen tek kişiydi!.."

Ünlü tarihçi Emil Ludwig, çok sonraları bu konuda şöyle yazacaktı:

"Gavrilo Princip, prensip müjdecisi demekti. Bu genç acaba dünyaya hangi prensibi müjdeliyordu? Evet, bu genç dünyaya 10 milyon kişinin hayatına, 15 milyonunun sakatlığına ve bir o kadarının da öksüz kalmasına, binlerce şehrin harap olmasına ve uygarlığımızın birkaç yüz yıl geri gitmesine sebep olan bir felâketi, korkunç bir çatışmayı müjdeliyordu. Eğer bunun müjdelenecek bir yanıt var idiyse!.."
  Alıntı ile Cevapla
Eski 31.01.2009, 23:21   #8
Çevrimdışı
Kartal
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Suikastler Tarihi

Talat Paşa Suikasti


"Talat Paşa!.. Talât Paşa!.."

İttihat ve Terakki'nin eski Başvekili Talat Paşa, kendisine seslenen adamı görmek için geriye döndü. Dönmesiyle ateşlenen bir tabancadan çıkan kurşunun alnına saplanması ve kaldırımların üzerine yığılması bir olmuştu.

Bir zamanlar, Osmanlı İmparatorluğunun kaderini elinde tutan Talat Paşa, İran'ın Selmas şehrinde doğan Salomon Taleyran adlı bir Ermeni Komitacısının kurşunuyla böylece can vermişti.

Olay Berlin'de geçiyor, takvimler 15 mart 1921'i gösteriyordu.

Eşi Hayriye hanım, kocasının ölümünden yıllar sonra, Talat Paşa'nın öldürülmesi konusunda şunları söylüyordu:

"Çok cesurdu. Tehlike nedir bilmezdi. Etrafında kimbilir, ne maksatla kimler dolaşıyor, dikkat et, dedikleri zamanlarda bile aldırmaz, çantasını koluna alınca, fırlar tek başına giderdi. Berlin'de -en sonunda kanına giren- katil daha önce iki kere karşısına çıkmış, Paşa'yla göz göze gelmiş. Fakat Paşa o kadar pervasız, sakin, hatta gülümseyerek bakıyormuş ki, adam avuçladığı silahını çıkarmaya cesaret edememiş ve nihayet: Ben Talat Paşa'ya baka baka silahımı çekemeyeceğim, ancak arkasından vurabilirim, demiş."

Talat Paşa Berlin'deyken, bir dostuna yurt hasreti içinde şunları söylemişti:

"Selanik'teyken ikide bir sürgün cezasına çarpılan Bulgar komitacılarıyla karşılaşırdık. Bunlar vatanlarından ayrılmadan evvel, jandarma nezaretinde bulundukları halde merasimle rıhtımın üzerinde toplanır ve içlerinden birisinin verdiği işaretle hep birden eğilip toprağı öperlerdi.


Bu, onlar için vatana dönüş umudunun bir ifadesiydi: Öptüğümüz toprak bizimdir, buraya yine geleceğiz... demek istiyorlardı. Bir gün ben de vatana dönersem, bilir misiniz ne yapacağım?"

Dostu: "Her halde siz de onlar gibi toprağı öpeceksiniz..." deyince, Talat Paşa ağlayarak şu karşılığı vermişti:

"Ne dersin sen? Ne dersin sen? Ben öpmekle doyamam ki... Yiyeceğim vatan toprağını, yiyeceğim..."

Talat Paşa, 1874 yılının 17 Ağustosunda Edirne'de doğmuştu. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak ilk ve orta öğrenimini bitirdikten sonra Alyans İsrail okulunda iki yıl Fransızca okudu. Zeki, çalışkan bir gençti. Okul yöneticileri, kendisine bir yıl kadar Türkçe öğretmenliği görevini vermişlerdi.

Mehmet Talat, Edirne'de çok durmadı. Selanik’e giderek Telgrafhaneye maaşsız memur adayı olarak girdi. Hukuk Mektebi'ne kaydoldu. Bir yıl sonra. Telgrafhane "Mukayyid"i (Kayıt memuru) olarak maaşa geçti ve yirmi yaşının içindeyken politikayla ilgilenmeye başladı. Jön-Türklerle haberleşirken yakalandığından üç yıl sürgün cezası yedi, Hukuk Mektebini de ikinci sınıfında bırakmak zorunda kaldı.

Cezası iki yıl sonra bağışlandı ve 1898'de Selanik'le Manastır arasında "gezici posta memuru" oldu. Bu görevi, İttihat ve Terakki örgütünün bu dolaylardaki haberleşmesini, güvenlik içinde yapabilmesi amacıyla kabul etmişti. 1893 yılında Posta Telgraf Başmüdürlüğü kâtipliğine, 1903'te de başkâtipliğine getirildi. 1907 yılındaysa, İttihat ve Terakki'nin "İhtilâl Komitası" sivil kadrosunun basında olduğu anlaşılarak, görevinden çıkarıldı ve tutuklandı.

1908'de, İttihat ve Terakki'nin önde gelen kişilerinden biri olarak Mehmet Talat, İkinci Meşrutiyet Meclisine, Edirne mebusu seçildi. Önce Meclis Reis Vekilliğine getirildi, 1909 Temmuzundan başlayarak sırasıyla Dahiliye Nazırı, Meclis'te İttihat ve Terakki Fırkası Reisi, Posta Telgraf Nazırı ve yine Dahiliye Nazırı oldu.

1916 yılında, Sadrazam Sait Halim Paşa'nın istifasıyla onun yerine getirildi. Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğunun yenilmesi ve Mondros Mütareke'sinin imzalanması üzerine, Enver ve Cemal Paşalarla birlikte yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

31 Temmuz 1918'de Mondros Mütarekesi uyarınca, Osmanlı İmparatorluğu orduları silahlarını bırakmış, yenilgiyi kabul etmişti, İttihat ve Terakki'nin üç büyükleri, Talat, Enver ve Cemal Paşaların, savaş suçlusu olarak yargılanmaları kesindi. Bu nedenle, üç büyükler yurtdışına kaçmaya karar verdiler,

Talat Paşa, yurt dışına çıkmadan önce, yerine getirilen Başvekil İzzet Paşa'ya şu mektubu göndermişti:

"Pek muhterem ve mübarek tanıdığım İzzet Paşa Hazretlerine,

Memleketin bir müddet ecnebi nüfuz ve tesiri altında kalacağını anladım. Buna rağmen memlekette kalmak ve millet muvacehesinde muhakeme olmak fikrinde idim. Bütün dostlarım bunu atiye talik etmek için ısrar ettiler. Zat-ı fahimtaneleriyle istişare edemedim. Müşkül mevkide kalacağınızdan çok düşündükten sonra sarfı nazar ettim. Bütün hayat-ı siyasiyemde hedefim, memleket namuskârane ve fedakârane hizmet etmek idi. Şahsen buna muvaffak oldum. Bütün servetim, zat-ı şahanenin ihsan ettiği otomobil esmanıyla (değer, kıymet) her ay artırdığım yirmişer liradan müterakim bin altı yüz liralık istikraz-ı dahili bedelinden ve bir de dört arkadaşımla birlikte isticar (kiralamak) ettiğimiz çiftliğin devri icarından hasıl olan paradan ibarettir. Bunun bir kısmını aileme terk ederek bir kısmını yanıma aldım. Bundan başka bir nesneye malik değilim. Millete karşı hesap vermek ve muhakeme olarak tayin edilecek cezayı kemal-i cesaretle çekmek isterim, işte zat-ı fahimanelerine söz veriyorum. Memleketim ecnebi nüfuz ve tesirinden azade kaldığı gün, ilk telgrafınıza itaat edeceğim. Baki kemal-i hürmetle ellerinizden öperim muhterem Paşa Hazretleri.

2 Teşrinisani 1334 (2 Kasım 1918)
Mehmet Talat"


2 Kasım 1918 cumartesi gecesi, saat 11'e yaklaştığı sırada, karanlıklar arasında iki kişi hızlı hızlı rıhtıma doğru yürüyordu. Bunlardan biri Talat Paşa, öteki de İhsan Namık Bey'di. Rıhtıma yaklaştıklarında üç kişinin daha orada beklediğini gördüler. Talat Paşa, İhsan Bey'e dönerek:

"Bir kadınla iki erkek dolaşıyor, bunlar kimdir İhsan?" diye sordu.

"Belki de pokerden dönüyorlardır. Paşam..."

Bekleyen üç kişiden biri onlara doğru ilerleyince, tanımakta gecikmediler: Bu Enver Paşa'ydı.

Eski Harbiye Nazırı Talat Paşa'nın elini sıktıktan sonra:

"Tam zamanıdır, motor da neredeyse gelir..." dedi.

Gerçekten de az sonra, burnunda cansız bir ışıkla yol alan bir motor Amerikan Koleji yönünden gelerek rıhtıma yanaştı. Enver Paşa, kendisini uğurlamaya gelen kız kardeşini kucakladıktan sonra motora atladı. Onu ötekiler izlediler. Biraz sonra bütün yolcularını alan motor, açıkta kendilerini bekleyen Alman torpitobotuna yanaşıyordu.

Talat Paşa Berlin'e yerleşmişti. Anılarını yazıyor, karısıyla birlikte yoksul sayılabilecek bir hayat yaşıyordu. Sık sık karısı Hayriye hanıma:


"Beni bir gün sokakta vuracaklar. Alnımdan kanlar akarak yere serileceğim. Yatakta ölmek nasip olmayacak. Ama ziyanı yok, varsın vursunlar, vatan benim ölümümle bir şey kaybetmez. Bir Talat gider, bin Talat gelir!.." derdi.

Bir gün ya Ermeni Komitacılarının ya da bir başka düşmanının kurşunlarıyla can vereceğini biliyordu. Özellikle Ermeni Komitacılarının...

Ermeniler, 1878 Türk-Rus savaşından sonra Doğu illerimizde bağımsız bir devlet kurmak istiyorlardı. Çarlık Rusyası ve İngiltere, Ermenileri sürekli olarak kışkırtıyor, Amerikan misyonerleri de aynı yönde çalışmalar yapıyorlardı. Aya-Stefanos Anlaşması (Yeşilköy'ün eski adı) yapılırken, Avrupa Devletlerinin Berlin Kongresi'ndeki yetkili delegelerine bu amaçla baş vurmuşlar fakat, diplomatik yollardan yaptıkları bu baş vurmanın sonuçsuz kalmasıyla birtakım anarşist örgütler kurarak, sabotaj ve ayaklanma eylemlerine girişmişlerdi. Hınçak ve Taşnak adlı bu gizli örgütler, her eylemlerinde karşılarında Osmanlı Hükümetini buluyor, yabancıların işe karışmasını sağlamak için, "Türkler, Ermenileri kesiyor!.." şeklinde propaganda yaparak, Avrupa'yı birbirine katıyorlardı.

Ermeni Komitacılar, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra, Ermenilerin Doğu illerimizden göç ettirilmelerinde İttihat ve Terakki'nin, dolayısıyla bu örgütün önderleri durumundaki Enver, Talat ve Cemal Paşaların parmağını görüyor, intikam için fırsat kolluyorlardı.

15 Mart 1921 günü Talat Paşa, her zamanki gibi erkenden kalkmış saat ona kadar çalıştıktan sonra, eşine dönerek:

"Haydi Hayriye, seninle biraz dolaşalım. Hava almış olursun..." demişti.

Fakat mutfakta yemek pişirmekte olan karısı:

"Ben çıkmayayım. Hem yorgunum, hem de ateşte yemek var." diye karşılık verdi.

Talât Paşa Hardenberg Strasse'deki evinden çıkıp tek başına yürümeye başlamıştı. Daldın ve düşünceli bir şekilde. Kurfüstendam caddesine saptı. Daha birkaç adım atmamıştı ki, arkasından birinin:

"Talat Paşa!.. Talat Paşa!.." diye bağırdığını duydu. Geriye döndü ve...

Rumeli'de başlayan, fırtınalar içinde geçen bir hayat,. Kurfüstendam caddesinin kaldırımları üzerinde sona ermişti. Katil Salomon Taleyran, 24 yaşında üniversite öğrencisi gözü dönmüş bir Taşnak Komitacısıydı.

Alman mahkemesi, kendi toprakları üzerinde işlenen bu cinayetin suçlusuna hiç bir ceza vermeyerek, Taleyran’ı beraat ettirdi. Yıllarca dost bildiği, Birinci Dünya Savaşı'nda kader birliği ettiği Almanya, onun anısına ve kanlı ölüsüne bile saygı göstermemişti.

Talat.Paşa'nın cesedi, aradan 22 yıl geçtikten sonra 25 Şubat 1943'te yurda getirilerek Hürriyet-i Ebediye tepesindeki şehitliğe gömülmüştür. Talat Paşa, dostuna söylediği biçimde yurdunun toprağını yiyememiş, ancak bir torba kemik olarak yurt topraklarında sonsuz uykusuna dalmıştır.
  Alıntı ile Cevapla
Eski 31.01.2009, 23:22   #9
Çevrimdışı
Kartal
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Suikastler Tarihi

Marsilya Suikastı


Marsilya Suikastı Yugoslavya Kralı I. Aleksandr için, Fransa parlak bir karşılama töreni hazırlamıştı. Kral, deniz yoluyla Marsilya'ya gelecek, oradan da Fransa Dışişleri Bakanı Barthou'yla birlikte Paris'e gidecekti. Marsilya limanındaki bütün tekneler, gemiler, yatlar her renkten bayraklarla donatılmıştı. Yapılar da aynı biçimde süslenmiş, bütün resmi ve özel binalar Fransız ve Yugoslav bayraklarıyla donatılmıştı.

Bu, yalnızca bir dostluk ziyareti değildi. I. Aleksandr, Fransa yolculuğuna çıkmadan önce eşiyle birlikte 1934 yılı eylülünün 27'sinden 30'una kadar Sofya'da kalmış, böylelikle Bulgarlarla Yugoslavların son bir yıl içinde gerginleşmiş olan ilişkileri, geçici bir süre için bile olsa yumuşamıştı. Yugoslavya'nın Mussolini İtalya’sıyla de ilişkileri iyi değildi. Kral l. Aleksandr, Fransa'ya yapacağı dostluk gezisiyle, İtalya ve Yugoslavya arasındaki soğukluğu giderecek görüşmelere ortam hazırlayacağı inanandaydı. Çünkü, Fransa Dışişleri Bakanı Louis Barthou, ekim ayının sonlarına doğru İtalya'ya gitmeye hazırlanıyordu.

Kral l. Aleksandr ve Kraliçe Marie, Belgrat'tan 1934 yılı ekim ayının dördüncü günü ayrılmışlar, Boka Kotarsa'dan kendilerini Fransa'ya götürecek olan "Dubrovnik" torpidosuna binmişlerdi. Fakat yolda Kraliçe'yi deniz tutmuş, karaya çıkarak Belgrat'a dönmek zorunda kalmıştı. Kraliçe Marie, daha sonra karadan Simplon-Orient ekspresiyle Dijon'a gelmişti. Marsilya'ya indikten sonra kocasına katılmayı düşünüyordu.

Fırtınalı geçen bir yolculuktan sonra hava, 9 Ekimde iyice açtı. Toulon'dan yola çıkan Fransız I. Akdeniz Filosu, Kral'ı karşılamak için üç destroyerini "Dubrovnik"e eşlik etmesi için göndermişti. Hazırlanan plana göre, bir motor Kral ve yanındakilerini Quai des Belges rıhtımına çıkardı. Orada şeref kıtası bekliyordu. I. Aleksandr'ı Fransa adına Bahriye Bakanı ve Dışişleri Bakanı Louis Barthou selâmladılar. Fransız denizcileri Kral'ı yedi kere "Hurra!.." diye bağırarak karşıladılar. Annesinin ileriye ittiği ulusal kıyafetleri içindeki küçük bir kız çocuğu, yabani çiçeklerden derlenmiş bir demet sundu.

Halkın coşkun sevgi gösterileri arasında, kortej ağır ağır Canebiere caddesinde ilerlemeye başlamıştı, l. Aleksandr, tercümanı general Georges ve Fransa Dışişleri Bakanı Barihou'ya aynı otomobilde gidiyorlardı. Saat dördü on dakika geçerken, otomobili korumakla görevli olanlardan piyade subayı Piollet, kalabalık arasından birinin fırladığını ve atının önünden geçerek arabanın basamağına çıktığını gördü. Adam, göz açıp kapayıncaya kadar, elindeki otomatik tabancayla, otomobilin içine ateş etmeye başlamıştı. O sırada. Kral’ın tercümanı general Georges, dışarıya bakıyordu. Silah seslerini duymuş, fakat çok uzaklardan geldiğini sanmıştı.

Suikastçıyı ilk görenlerden biri de, otomobilin şoförüydü. Bir eliyle adamı itiyor, öteki eliyle de arabayı sürmeye çalışıyordu. Suikastçıyı bu şekilde durduramayınca. otomobili durdurup adamı basamaktan aşağı itti. Kalabalık olup bitenlerin farkında değildi. Halkın sevgi gösterileri Kral vurulduğu sırada devam ediyordu. Dışarıya bakmakta olan general Georges, içeriye çekilince Kralı ve Barthou'yu kanlar içinde yatarken gördü. Elindeki uzun namlulu tabancasıyla suikastçı hâlâ basamaktaydı. General Georges, duraksamadan adamın üzerine atıldı. Suikastçı bu sefer general Georges'a dönerek dört el ateş etti. General de göğsünden ve kollarından yaralanmıştı.

Piyade subayı Piollet, hızla suikastçıya arkasından yaklaşmış ve kılıcıyla kafasına ve kollarına vurmaya başlamıştı. Adam kılıç vuruşları sonunda basamaktan aşağı yere yuvarlandı. Suikastı geç de olsa öğrenen halk, ilk önce paniğe kapılmış, fakat daha sonra yerde kanlar içinde yatan adamın üzerine çullanarak linç etmeye kalkışmıştı. Halkın elinden zorlukla alınan suikastçı, bir polis kulübesine sokulmuş, az sonra da orada sorguya çekilemeden ölmüştü.

Üzerinden çıkan pasaporttan 1899'da Hırvatistan'ın merkezi olan Zagrep'de doğmuş Petrus Kelemen olduğu anlaşıldı. Yalnız bu suikastçının gerçek adı değildi. Yapılan soruşturma sonunda, adamın Georgiev, Stoyanov, Dimitrov, Çemozomsky, Suk, Kerin ve Veliçko adlarını taşıdığı da anlaşılmıştı. Suikastçının gerçek adının hangisi olduğu bugün bile bilinmemektedir.

Pasaport'a göre, suikastçı Petrus Kelemen ticaretle uğraşan biriydi. Fransa'ya 28 Eylülde Vallorbe sınır kapısından girmişti. Vücudundaki "kuru kafa" şeklindeki döğmeden, ORİM (İç Makedonya İhtilâlci Organizasyonu) örgütüne bağlı bir tedhişçi olduğu sanılıyordu. Suikast, en küçük ayrıntısına kadar örgüt tarafından hazırlanmış, Petrus Kelemen yalnızca bir araç olmuştu.

Suikasttan hemen sonra şoför, aldığı emir üzerine otomobili yeniden çalıştırıp son hızla olay yerinden uzaklaştı. Kral I. Aleksandr vücuduna iki kurşun yemişti. Birinci kurşun onu hemen öldürmüştü. Fransa Dışişleri Bakanı Barthou'nun yarasının ilk önce hafif olduğu sanılmıştı. Fakat kurşun kolundaki ana kan damarını parçalamıştı. Bileğinin bir mendille bağlandığını gören Dr. Bonnal öfkelenmişti. Çünkü yara Barthou'nun dirseğinin üzerindeydi ve Dışişleri Bakanı sürekli kan kaybediyordu. Ameliyatla parçalanan kan damarı dikilmiş, fakat kan vermeye hazırlanılırken Barthou ölmüştü.

General Georges'un göğüs ve kollarında dört kurşun yarası vardı. Madalyalarından biri, kurşunun kalbine saplanmasını önlemişti. General, yine de günlerce ölümle korkunç bir savaşa girdi ve sonunda kurtuldu. Petrus Kelemen'in dördüncü kurbanı polis memuru Celestin Galy'di. Kargaşalık sırasında polis kurşunlarına hedef olan Bayan Yolande Paris ve Durbec de aldıkları yaraların etkisiyle öldüler.

Suikast sonucu Kral I. Aleksandr öldüğünde. Kraliçe Marie trenle Dijon'a gelmiş bulunuyordu. Tren Dijon garındayken, Belediye Reisi, başsağlığı dilemek için Kraliçe'nin vagonuna bindi. Fakat kadının, suikasttan haberi olmadığını görünce, olayı birden söyleyemedi. Bir süre trende Kraliçe Marie'yle kalarak bu acı haberi ona alıştıra alıştıra bildirdi. Kraliçe, büyük bir üzüntü duymasına rağmen kendisine hâkim olarak, soğukkanlılığını kaybetmedi. Vagonu Dijon'da, Marsilya ekspresine bağlandı.


Aylarca süren soruşturmalardan sonra, suikast sanığı olarak üç kişi tutuklandı. Bunlardan Zvonim Pospicil ve Ivan Ragic, Kral birinci suikasttan kurtulursa, bir ikincisini düzenlemekle görevlendirilmişlerdi. Mio Kralj ise, Petrus Kelemen'le birlikte Marsilya'da Kralı öldürecekti. Fakat olay sırasında çıldırdığından kaçmıştı.

Suikastçıların I. Aleksandr'ı öldürmek için, USTASİ adlı örgüt tarafından Marsilya'ya gönderildikleri, yapılan yargılama ve soruşturmalar sonunda anlaşılmıştı.

Petrus Kelemen, ORİM örgütünün önderi Ivan Mihaylov'un yaveri ve şoförüydü. Bir başka görevi de USTASİ ve ORİM örgütleri arasında habercilik yapmaktı. USTASİ örgütü, Dr. Ante Paveliç'in önderliğinde kurulmuştu. Amaçları, Hırvatistan'ı, Yugoslavya'dan ayırmaktı. Yugoslavya hükümetinin 1929 yılında, USTASİ örgütüne karşı giriştiği temizleme hareketinden sonra, üyeleri yabancı ülkelere, özellikle Bulgaristan, İtalya ve Macaristan'a kaçmışlardı. USTASİ örgütünün önderi Dr. Ante Paveliç, bundan sonra, Makedonya'yı Yugoslavya'dan ayırmak isteyen ORİM örgütünü "Müttefik" ilân ederek, onlarla işbirliği yapmaya başladı.

Mussolini, Yugoslavya'nın parçalara ayrılıp küçük devletler halinde bölünmesini kendi çıkarlarına uygun buluyordu. Bu nedenle, ORİM ve USTASİ örgütlerini her yönden destekliyordu. Bu iki örgütün üyeleri, İtalya'da Bari şehrinde gerilla eğitimi görüyorlardı. Ayrıca bir bölümü de, Macaristan'ın Yugoslavya sınırına yakın Janka Puszta kasabasında yuvalanmışlardı.

Yugoslavya Kralı I. Aleksandr'ı, Mussolini'den para ve silah yardımı gören, İtalyan pasaportlarıyla yolculuk eden, işte bu iki örgütün üyeleri öldürmüşlerdi.
  Alıntı ile Cevapla
Eski 31.01.2009, 23:23   #10
Çevrimdışı
Kartal
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Suikastler Tarihi

Troçki Suikastı


Troçki Suikastı 1940 yılının 25 Mayıs sabahında, Meksika'nın başkenti Mexico'da ortalık daha yarı karanlıkken, Gizli Polis Şefi Albay Sanchez Salazar aldığı bir haber üzerine, apar topar arabasına binmiş Morelos caddesine doğru yol almaya başlamıştı. Telefonla kendisine, Leon Troçki'ye suikast yapıldığı haberi verilmişti!..

Albay Salazar, otomobilinin camlarından ıssız sokakları seyrederken, Rus Devrimi'nin ünlü kişilerinden Leon Davidoviç Troçki'nin, Meksika'ya gelişinden beri geçen olayları kafasından geçiriyordu. Troçki ve yanındakiler gelmeden önce, onu böyle gece yarısı sokağa düşürecek olaylar öylesine az olurdu ki... Ama bu Ruslar geleli beri, başkent Mexico'da çok şey değişmişti.

Troçki'nin, Morelos caddesi üzerindeki evi, şehrin dışındaydı. Evi dışardan görenler, eski çağlardan kalma bir şato olduğu yargısına kolayca varabilirlerdi. Troçki ve yakınları, evi satın aldıktan sonra, onu tam bir kale durumuna getirmişlerdi. Alçak bahçe duvarları yükseltilmiş, kapıya kurşun işlemez kalın bir zırh geçirilmiş, üstelik her yana alarm zilleri takılmıştı.

Mexico halkı, bu güvenlik tedbirlerini çoğu zaman alaya alıyor, "Don Leon" dedikleri Troçki'ye ölüm korkusunun yerleştiğini söylüyordu. İşin doğrusunda, Gizli Polis Şefi Salazar da, halktan ayrı düşünmüyordu bu konuda...

Morelos caddesi bilimindeki eve geldiğinde Salazar görevlilerden ilk bilgileri aldı; suikast sonuçsuz kalmış, Troçki'ye hiç bir şey olmamıştı, ilk kapı, arkasından ikinci bira kapı daha geçildi. Salazar şimdi, Meksika iklimine özgü çiçeklerle süslü bir bahçedeydi. Burada, başta Troçki'nin sekreteri olmak üzere, öbür koruyucu polisler, ellerinde tabancalarıyla, halâ üzerlerinden atamadıkları bir heyecan içinde Gizli Polis Şefini karşıladılar.

Troçki de bu kalabalığın arasındaydı. Soğukkanlı görünüyordu. Yalnız, gözlüklerinin ardındaki mavi gözleri, bir garip ışıltıyla parlamaktaydı. Karısı yanıbaşında duruyordu. Kadın oldukça heyecanlıydı. Troçki'nin Sieva adındaki torunu, ayağından hafifçe yaralandığı için topallayarak yürüyordu.

Hep birlikte Troçki'lerin yatak odasına girdiler. Keskin bir barut ve yanık kokusu kaplamıştı odayı. Duvarlar ve yatakların üzerleri, atılan kurşunlarla delik deşik olmuştu. Odanın döşemesi ve yatak örtüleri de yanmıştı. Taban tahtalarından hâlâ duman tütüyordu. Odanın makineli tüfekle tarandığını anlamak için, Gizli Polis Şefi olmak gerekli değildi!.

Yapılan incelemeden sonra, Troçki'nin karısı Nathalia, olayı Salazar'a şöyle anlatıyordu:

"Gecenin yarısını bulmuştuk. Çok yakından gelen silah sesleriyle uyandım. Leon da uyanmış, uyku sersemliğiyle bana bakıyordu. Kulağına eğildim; "Odaya ateş ediliyor!.." dedim. Birlikte yataktan döşeme üzerine kaydık. O sırada, bahçe, evin içi ve oda, sanki birbiri arkasına yıldırım düşüyormuşçasına aydınlanıyordu. Kapının eşiğinde duran üniforma giyinmiş bir adam, durmadan içeriye ateş ediyordu. Bir ara, Leon'u kurşunlardan korumak düşüncesiyle yerimden doğrulmak istedim. Fakat hızla beni yanına çekti. Adamın elindeki makineli tüfeğin parıltısı ve gürültüsü, bir süre daha devam etti. Sonra birden, bütün sesler kesildi. Torunumuz kaçırıldı, yakınlarımız öldürüldü, diye düşündüm. Şimdi de, Leon'u yeniden öldürmeye gelecekler kaygısı içinde, korkunç bir umutsuzluğa kapıldım..."

Evin önündeki çimenlik, suikastçilerin attıkları bir yangın bombasıyla kavrulmuştu. Troçki, eliyle çimenliği göstererek:

"Anlaşılan, gelenler yalnızca beni öldürmek değil, aynı zamanda evi de yakmak istiyorlarmış.." dedi.

Albay Salazar sordu:

"Suç delillerini yok etmek için mi?"

"O da akla gelebilir... Ama, arşivimi ve bende kalan gizli belgeleri yok etmek için de bu saldırıya girişmiş olabilirler. G.P.U (Sovyet Gizli Polis Örgütü) şu sıra sürdürdüğüm çalışmaların konusunu öğrenmiş olabilir. Daha önce de, Norveç'teyken, evde olmadığımız bir sırada bazı kimseler içeri girmek istemişlerdi. Fransa'da da, buna benzer bir şey oldu; Sosyal Tarih Enstitüsüne belgeler vermiştim. Bir gece, kimlikleri bilinmeyen kişiler, Enstitünün demir kapısını kaynakla eriterek içeri girmişler, 66 kilo ağırlığındaki belgeleri çalmışlardı.."

Bütün tunları kuşkusuz Stalin düzenliyordu. O Rusya'da egemen olabilmek için en yakınlarını bile ortadan kaldırmaktan çekinmiyordu. Elbette sıra bir gün, Troçki'ye de gelecekti. Belirtileri de ortadaydı. Troçki'nin adı Sovyet devrim tarihlerinden, devrimi yansıtan tablolardan, hatta belgesel filmlerden, şarkı ve marşlardan çıkartılmamış mıydı?.. Önce Rusya'dan sürülmüştü. Şimdi de Troçki'yi öldürterek, bu sorunu çözümlemiş olacaktı. Ayrıca elini çabuk tutması da gerekiyordu; çünkü Troçki, kendi hayat hikâyesini yazmaya başlamıştı. Hem de tarihi belgelere dayanarak... Bunu önlemeliydi.

Yarım kalan bu suikastın üzerinden aşağı yukarı 3 ay geçmişti. 1940 yılının 20 Ağustos günü gelip çattı. Oldukça sıcak ve güneşli bir gün başlıyordu. Troçki, çalışma odasına geçmek üzereydi. Karısı Nathalia, kurşun geçirmez ceketini giymesini istedi. Troçki, her zaman olduğu gibi direnmiş ve kurşun geçirmez ceketi, tehlikeye daha yakın gördüğü koruyucusuna giydirmişti.

Onun kendine göre bir hayat görüşü vardı. "Kişinin kendisini süresiz olarak ölüme karşı savunması imkânsızdır. Yoksa, yaşamanın değeri kalmaz!.." derdi. Kendisini ölüme götürecek olan ikinci suikastın yapılacağı 20 Ağustos günü işte böyle başlamıştı.

Sonradan, karısının anlattığına göre, Troçki bütün gününü çalışma odasında geçirmişti. Akşama doğru dışarı çıkmış, bahçedeki tavşanlarını beslemişti. Yanıbaşında birisi vardı; hem de havanın açık olmasına rağmen, kolunda yağmurluğu, başına iyice geçirilmiş şapkasıyla Jackson duruyordu. Jackson. her günkünden daha sinirli ve kuşkulu görünüyordu. Bu adam, çevresinde de sevilmeyen birisiydi. Komünist geçinmesine rağmen, bu konuda bilgisi hemen hemen hiç yoktu. Yalnız, Troçki'nin en güvendiği sekreterlerinden birinin kızıyla nişanlı olması, Troçki'nin yanına girebilme olanağını ona sağlıyordu. Nişanlısıyla birlikte gelirdi daima, ilk olarak 18 Ağustos günü yalnız gelmişti. Bu gün de ikinci kere Troçki'nin evine tek başına geliyordu.

Bir ara Troçki karısına:

"Jackson burada, nişanlısı Sylvia'yı bekliyor... Bu gece New York'a gideceklermiş." dedi.

Jackson da, bayan Nathalia'ya şunları söylemek gereğini duydu:

"Onu, burada bulamayınca şaşırdım! Oysa daha önce gelmesi gerekiyordu."

Sonra Troçki'ye dönerek:

"Onu beklerken, son yazdığım yazıyı da bir gözden geçirelim." dedi.

Troçki'nin bu teklif karşısında biraz canı sıkılır gibi oldu. Fakat olgun kimselere özgü hoşgörüsüyle, bu teklifi kabul etti. Birlikte çalışma odasına girdiler.

Olayın bundan sonrasını bayan Nathalia şöyle anlatmıştır:

"En çok iki üç dakika geçmişti ki, korkunç bir bağırma işittim. Baktım; Leon, eşik üzerinde gözüktü. Düşmemek için de arkasını kapıya dayadı. Zorlukla ayakta durmaya çalışıyordu. Yüzü kan içindeydi. Gözlüksüzdü ve gözleri dehşetle açılmıştı!

"Ne oldu, ne oldu?" diye bağırarak onu kollarımın arasına aldım. O, yalnızca:


"Jackson..."

diyebildi. Her şeye rağmen soğukkanlı bir görünüş içindeydi. Birlikte birkaç adım atabildik. Sonra onu yavaşça yere bıraktım. O zaman işitilmesi güç bir sesle:

"Seni seviyorum Nathalia!.." dedi. Başıyla çalışma odasını göstererek:

"Biliyor musun orada... Ne yapacağını anladım... Bir kere daha vurmak istedi, fakat kaçtım!."

Durumu öğrenen evdeki koruyucular, dışarıdaki polislere haber salarken, süre kaybetmeden Jackson'ın üzerine atılmışlardı. Umutsuzca direnen katilin şapkası başından fırlamış, odanın bir köşesine yuvarlanmıştı. Elindeki suç aracı olan keser de, boğuşma sırasında yere düşmüştü. Kâğıtlar, gazete ve dergiler ortalığa saçılmıştı. Troçki'nin üzerinde büyük bir özenle çalıştığı Stalin'in hayatıyla ilgili eserin birçok sayfası kan içindeydi!.. Öfke içindeki koruyucular, tabancalarının kabzalarıyla, durmadan Jackson'a vuruyorlardı.

Jackson ise, dehşet ve acı içinde bağırıyordu:

"Onların zoruyla yaptım bunu!.. Öldürün beni!.. Annemi hapsettiler.. Beni tehdit ediyorlardı..."

Bu sırada, yığıldığı yerden Troçki'nin sesi duyuldu: "Öldürmeyin onu!.. Konuşması gerekiyor!., öldürmeyin onu!.."

Hastaneye kaldırılan Troçki'nin yarasını doktorlar çok derin buldular. Aynı zamanda sürekli kan kaybediyordu Kafatası çökmüş, beyni zedelenmişti. Kurtulma umudu yok denecek ölçüde azdı. Yapılan ameliyat bir sonuç vermedi Troçki uzun bir süre can çekiştikten sonra, 1940 yılının 21 Ağustos sabahında, ortalık ağarmaya başlarken oldu.
  Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
suikastler, tarihi


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 06:10.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.