Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Eğitim | Öğretim > Eğitim Sistemi | Eğitim Sorunları


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 20.02.2009, 19:33   #1
oneyouu
Ziyaretçi
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Köylere Öğretmen Yetiştirme Meselesinin Tarihçiği

Köylere Öğretmen Yetiştirme Meselesinin Tarihçiği

Cumhuriyet devrine gelinceye kadar köylere öğretmen yetiştirerek köyü de modern anlamda ilkokula kavuşturmak meselesi önemli bir iş olarak ele alınmadığı için köylerde açılan dinsel karakterli okulların çoğu medresede yetişmiş hocalar tarafından idare edilirdi. Tanzimat hareketi, medreseye ek olarak okullar açarakyeni hamleler yapmayı hedefliyordu. 1848 tarihinde İstanbul`da ilk kez açılan Darülmuallimin bu anlayış ve hareketin doğurduğu sonuçlardan biridir. Fakat bu kuruluşlar da öğretmen açığını kapatma ve sonuca ulaşma bakımından başarılı olamadı. Köylere öğretmen yetiştirme meselesi, sık sık gündeme gelmesine rağmen Trablusgarp, Balkan ve 1. Dünya Savaşının yol açtığı kargaşa ortamından dolayı konuya zaman ayrılamadı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin kuruluşundan sonra bu mesesle zaman zaman tekrar ele alınmış, hem basında hem de mecliste yazı ve söz konusu haline getirilmiştir.1936 yılında Saffet Arıkan`ın Kültür Bakanlığı sırasında bu mesele yeniden ele alındı.Onu memleket ölçüsünde süratle çözmek için yeni metotların gerekliliği anlaşıldı.Eğitmen Kursları ve Köy Öğretmen okulları açılmaya başlandı.Deney okulu denilen bu okullardan iyi sonuç alınınca, 1940 yılında Hasan Ali Yücelin Maarif Vekilliği sırasında çıkan 3803 sayılı kanun hükümlerine uyularak yepyeni esaslarla köy enstitüleri kurulmaya başladı. Türkiye köylerinde ilköğretim meselesini planlı bir şekilde kısa süre içerisinde ve modern pedagojinin gerektirdiği ilkeler çerçevesinde halletmek amacı güden ve 21 köy enstitüsünün açılmasını sağlayan bu hareket, ilköğretim tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir.

Kuruluş Gerekçesi

Hazırlıkları 1935’te başlatılıp 1937’de denemesine girişilen ve 1940’ta yasallaşan Köy Enstitüsü sistemi; Cumhuriyet aydınlanmasının eğitim alanındaki en özgün ve en çok ses getiren bir uygulamasıdır. 17 nisan 1940’ta kabul edilen, 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu’na göre “Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere, ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde Maarif Vekilliğince köy enstitüleri açılır.” Bu yasa hükmüne göre enstitülerin görevi sadece köy öğretmeni yetiştirmekle sınırlı olmayıp öğretmenle birlikte sağlık görevlileri, teknisyenler, meslek elemanları yetiştirmektir.

Yasanın yaptığı bu yalın tanımın gerisinde Köy Enstitülerinin kuruluşuna temel olan çok önemli gerekçeler bulunmaktadır. 1935 yılına gelindiğinde ülke nüfusunun yüzde 80’inin yaşadığı köylerde okul sayısı yok denilecek kadar azdır. Bu okullara kentlerden bulunup gönderilen az sayıda öğretmen de köylerde tutunamamakta ve başarılı olamamaktadır. Köy insanının eğitim gereksinmesi sadece okur yazarlıkla sınırlı değildir; bulaşıcı hastalıklarla savaşamamakta; üretimini ilkel yöntemlerle yapmaktadır. Kurtuluş Savaşı’nın ağır yükünü çeken köylüler henüz demokrasiyi yaşatacak cumhuriyet yurttaşı niteliğine kavuşamamıştır. Kısacası köylüler, uygar toplumun tüm nimetlerinden yoksundurlar.

Asıl önemlisi, 1930-40’larda köye hizmet götürmek çok zordur. Cumhuriyetle birlikte girişilen köye hizmet çabaları; ya köylünün beklentilerine uymadığı ya da becerilemediği için yarım kalmıştır. Başarı için köylünün dilinden anlayan yeni bir aydın tipine gereksinme vardır. Bu da köylünün kendi içinden çıkarılabilecektir. İşin bu “püf” noktasını ilk yakalayan ve kendisi de bir köylü çocuğu olan büyük eğitimcimiz İsmail Hakkı Tonguç’tur. Büyük güçlüklerle öğrenim olanağı bulan Tonguç, Köy Enstitüsü Sisteminin hem kuramcısı, hem de kurucusudur. Onu, Atatürk’ün eski kurmaylarından Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan göreve getirmiş, sonraki Bakan Hasan Âli Yücel de onun girişimlerine sahip çıkmıştır.

Tonguç’a göre “köylüye birşey öğretebilmek için, ondan birçok şey öğrenmeli”ydik. Şöyle diyor:

“Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına münevver insanın mezar taşı dikilmedikçe, bu köyün sırlarını anlayamayız. Köyü anlayabilmek, ... duyabilmek için onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lâzımdır. Onun içtiği suyu içmek, yediği bulguru yemek, yaktığı tezeğin ifade ettiği sırları sezebilmek ve yaptığı işleri yapabilmek gerekir. Bizim köyün ne olduğunu evvelâ büyük âlimler, artistler değil kahramanlar anlayacaklar, sonra âlimlere ve sanatkârlara anlatacaklardır. Türk köyü, daha belki yirmi beş yıl âlim değil, kahraman isteyecektir. Bataklığı kurutmak, sıtmalıya kinin rejimi yaptırmak, trahomlunun gözüne ilâç damlatmak, okul binasını yapmak, yaralının yarasını sarmak, gebeye çocuğunu doğurtmak, pulluğun nasıl kullanılacağını veya tamir edileceğini öğretmek, bozuk köprüyü yapmak, ıslah edilmiş tohumu tarlaya saçmak, fidan dikerek onu büyütmek ve step köylüsünün ‘dal’ diye adlandırdığı ağacı hakikaten ağaç hâline getirmek; ulemanın işi değil, kahraman teknisyenler ordusunun işidir... O bu kahramanları içinden yetiştirmeğe mahkûm. Bütün felâketlere katlanarak, ıstırabı zehir yutar gibi yutarak çalışan ve başlarının üstünde şereflerle örülü birer taç taşıyan bu kahramanlar köyü dile getireceklerdir... O zaman yeni sesler duyacağız. Bu seslerden ürkmeden onları dinlemek lâzımdır. Köyden yeni renk ve seda getirenleri saygı ile karşılamak gerekir. Hakiki köyü ve memleketi o zaman anlayacağız...”

Yine Tonguç’a göre:

“Köy meselesi bazılarının zannettikleri gibi, mihaniki surette ‘köy kalkınması’ değil, manalı ve şuurlu bir şekilde ‘köyün içten canlandırılması’dır. Köylü insanı öylesine canlandırılmalı ve şuurlandırılmalı ki, onu hiçbir kuvvet yalnız kendi hesabına ve insafsızca istismar edemesin. Ona esir ve uşak muamelesi yapamasın. Köylüler, şuursuz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler. Onlar da her vatandaş gibi her zaman haklarına kavuşabilsinler. Köy meselesi, köyde eğitim problemleri de içinde olmak üzere bu demektir.” (1939)

Görüldüğü gibi, kimi iddiaların aksine Tonguç, iş başına, yeterli kuramsal bilgi donanımına ve siyasal bilince sahip olarak gelmiştir.Tonguç, köylünün kurtuluşunu, onun kendi gücünde görmektedir:

“Köylüyü, köyden başlayarak, ta Kamutay’a varıncaya kadar, devletin bütün şubelerinin idaresine, onda bugünkü vasıflarından başka bir şart aramaksızın iştirak ettirmek, bu suretle devlet işlerini, realiteden kuvvet alan elemanlarla besleyerek memleketin hakikî bünyesine uygun bir şekle getirmek... Köylü vatandaşlarda... cumhuriyet vatandaşlığı şuurunu, aksiyon haline gelebilecek şekilde uyandırmak... lâzımdır.”

Kuruluş ve Gelişim

O zaman dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi, 1935’te topladığı Büyük Kurultay’ında, devlet eliyle başlatılan “plânlı endüstrileşme” hareketine koşut bir “plânlı” olarak “köyü kalkındırma” hareketi başlatma kararı da aldı. Yeni bakan Arıkan, eğitimcilere danışarak Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğüne getirdi. Tonguç, önce ciddî bir köy incelemesi yaptı; rakamları ve eski yapılanları değerlendirdi; 20 yıllık bir plân taslağı hazırladı. Bu plâna göre 1954 yılında öğretmen, koruyucu sağlık hizmeti, tarım teknisyeni ulaşmamış köy kalmayacaktı. Bunu başarmak hiç de kolay değildi. Herşeyden önce, açılacak enstitülere okur-yazar köy çocuğu, öğrenci bulmak büyük bir sorundu.

Tonguç, klâsik eğitimcilerin direnişlerine karşın, ilk olarak, askerliğini yapmış okur-yazar gençlerden seçtiği bir grubu “Eğitmen” sanıyla köylerde “geçici öğretmen” olarak görevlendirmek üzere, 1936 yılında Eskişehir’in Çifteler Çiftliği’nde dört aylık bir kurs açtı. Ankara köylerinde görevlendirilen ilk 84 eğitmen başarılıydı. Eğitmen kursları ülkenin başka yerlerinde de açılarak çoğaltıldı. Eğitmen adayları, açılacak Köy Enstitülerinin ilk binalarını da yapmışlardı. Kendi köylerine giden eğitmenler, topladıkları çocukları üç yıl okutup mezun ederek yenilerini alıyorlardı. Eğitmenleri “gezici başöğretmenler” iş başında da yetiştiriyorlardı. Eğitmenler ayrıca, köyde çıkan sağlık sorunlarını kaymakamlığa iletmek ve köylüye modern tarım tekniklerini öğretmek, akşam okulları ile yetişkinlere de okuma-yazma, hesap ve yurttaşlık öğretmekle de yükümlüydüler.

İkinci bir önemli adım olarak, 1937-38 öğretim yılında Eskişehir/Çifteler ve İzmir/Kızılçullu’da, “deneme” olarak iki “Köy Öğretmen Okulu” açıldı. 1940’a kadar açılan bu tip 4 okul, yasa çıkınca “Köy Enstitüsü” adını aldı ve değişik bölgelerde yeni Köy Enstitüleri açıldı. Enstitüsü sayısı 1945’te 20’ye, 1948’de 21’e çıkarıldı. Enstitüler, bölge esasına göre kurulmuştu. Her Enstitünün sorumlu olduğu 3-4 il vardı. Enstitüler, bu illerin köylerinde eğitmenlerin yetiştirdiği öğrencilerden seçerek öğrenci alıyor, bunlar enstitülerde ilkokulu tamamlayarak Enstitü öğrencisi oluyorlardı. Enstitü öğrencileri, üçüncü sınıftan sonra “öğretmenlik” ve “sağlık” kollarına ayrılıyordu. “Köy Sağlık Memuru” ve “Köy Ebesi” yetiştiren Sağlık Kollarının öğrencisi daha azdı. Enstitü girişimi evrimini tamamlayamadığı için öğretmenlik ve sağlık bölümünden başka bölüm açılamadı.

Karşılaşılan Sorunlar ve Enstitülerin Kapanışı

Köy Enstitülerinin en önemli sorunlarından biri kendi yönetici ve öğretmen kadrosunu oluşturamamaktı. Hizmete uygun yüksek okul, ilköğretmen okulu ve her türlü orta dereceli meslek okulları mezunları öğretmen olarak atandığı gibi, hiç okur-yazar olmayan kişilerden, enstitülere yararlı olabilecek becerisi bulunanlar da “usta öğretici” olarak atanıyorlardı. Kuşkusuz kadro sorunu böyle çözümlenemezdi. Bu sorunu kökten çözmek, köy eğitimi ile ilgili diğer personeli yetiştirmek ve bir “Köy İncelemeleri Merkezi” olmak üzere, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde bir de “Yüksek Köy Enstitüsü” açıldı.

Köy Enstitüleri, II. Dünya Savaşı’nın sınıra dayandığı, ülkede kuraklık-kıtlığın kol gezdiği bir dönemde kuruldu. Ülke kaynakları her yönden kıttı. Varolan para ve ürünün de önemli bir kısmı çıktı-çıkacak savaş için ayrılıyordu. Kurtuluş Savaşı’ndan arta-kalan çocukların oluşturduğu erkek iş gücü de yeniden askere alınmıştı. Köylerde kadın ve çocuklar kalmıştı. Enstitüler “çocuk iş gücü” ile kuruluyordu. Köylüler, tek dayanağı çocuklarını okula vermek istemiyorlardı. Hele kız çocuk bulmak çok zordu. Bir yandan da her bulaşıcı hastalık çocukları alıp götürüyordu. Bugün “Enstitülerde çocukların ezildiğini” eleştiri konusu yapanlar, yaşanan koşulları ve köyde kalan çocukların bulaşıcı hastalıktan kırılıp geçtiğini hesaba katmamaktadırlar. Oysa bu çocuklar, Enstitünün yorucu işlerini yaparken, çağdaş yöntemler kullanarak kendi yetiştirdikleri ürünlerle daha iyi beslenebiliyor, hastalıkları iyileştiriliyordu. Bu koşullarda Enstitülerde 700 bina yapılmış, binlerce dekar boş arazi işlenip ekime açılmış, binlerce hayvan ve milyonlarca ağaç yetiştirilmiştir. Bunları yapmasalar, yaşıtları gibi köylerde sefil olacaklar, yeni doğanlar da on yıllarca okumaz-yazmaz ve bilimin aydınlığından uzak kalacaklardı.

Köy Enstitüleri, istismarcıların ve bazı çıkar çevrelerinin etkisiyle 1946’dan sonra özgün yapılarından saptırıldı. Tonguç’un “Enstitülerin Kalbi” dediği Yüksek Köy Enstitüsü 1947’de kapatıldı. 1950’den sonra kız ve erkek öğrenciler ayrı enstitülerde toplandı; sağlık kolları kapatıldı. 1953’te programları, klâsik ilköğretmen okullarınınki ile birleştirildi. 1954 yılında çıkarılan 6234 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri tümden kapatılıp yerlerinde klâsik “İlköğretim Okulları” açıldı.

Köy Enstitülerinde Uygulanan Eğitimin Özellikleri

1953 yılına kadar Köy Enstitülerinin öğretim süresi ilkokul üzerine 5 yıldır. Öğrencilere yazları en çok 45 gün izin verilirdi. 1946’ya kadar uygulanan Enstitü programlarında öğretmenlik bölümünün haftalık ders yükü 44 saattir. Bunun yarısı genel kültür ve meslek derslerine, dörtte biri iş ve dörtte biri de tarım etkinliklerine ayrılıyordu. Her “Enstitülü”nün öğretmenlik diplomasında bir “İş” (demircilik, yapıcılık, ev işleri gibi), bir de “Tarım” (meyvecilik, kümes hayvancılığı gibi)“ek” branş olarak belirtiliyordu.

Enstitülerde tarım ve iş derslerinin içeriği, o yörede geçerli tarım türü ve zanaatlara göre, ilgili enstitü öğretmenler kurulunca belirlenirdi. Bu ders ve etkinlikler mevsimlere göre düzenlenir, enstitünün tüm işleri öğretmen ve usta öğreticilerin rehberliğinde öğrenciler tarafından yapılırdı. Yeni kurulan enstitülere, önce kurulanlar tarafından “yardım ekipleri” gönderilirdi. Böylece dayanışma, kültürel etkileşim, gezi-gözlem gibi olanaklar sağlanırdı. Tüm etkinliklerde köy yaşamıyla bağlantı kurulur, köyde modern yaşamın kurulmasında işe yarayacak bilgi ve beceriler kazandırılırdı.

Köy Enstitüsü programı, çok yönlü eğitimi benimsemişti. Genel kültür ve beceriler yanında edebiyat, resim, müzik ve spor gibi etkinlikler, her öğrencinin doğal hakkı sayılıyordu. Her sabah güne cimnastik ya da halk oyunları ile başlanırdı. Eğitim yaşamının tümüne sanat, hareket ve yaratıcılık egemendi. Her öğrencinin bir müzik aleti (genellikle mandolin) çalması zorunlu idi. Halk kültürünün tüm malzemesi enstitülere taşınıp işleniyordu.

Enstitülerde her hafta bir eğlenti düzenlenir, bu etkinliğe yönetici ve öğretmenler de katılırdı. Bu eğlenti programları piyes, müzik, gösteri, halk oyunu, orta oyunu vb. etkinliklerden oluşurdu. Bu etkinlikleri, çevredeki köylüler ve öğrenci velilerinden konuk olanlar da izlerlerdi.

Köy Enstitülerinde uygulanan eğitim ve öğretim yöntemi, “öğrenciyi merkeze” koymuş ve onun etkin kılınmasını temel almıştı. Ekip çalışmaları ve bireysel etkinlikler, öğrenci kişiliğinin geliştirilmesi açısından vazgeçilmez koşuldu. Tonguç’un geliştirdiği ve Köy Enstitüsü Sistemi’nde benimsenen “İş Okulu” anlayışı, el becerileri ile sınırlı bir yaklaşım olmayıp öğrenciyi etkin ve yaratıcı kılacak tüm etkinlikleri kapsardı. Serbest okuma, müzik, beden eğitimi vb. çalışmalar da iş okulunun unsurlarıydı. Bu sistem, kuramsal bilgi ile uygulamayı iç içe yürütüyordu. Enstitülerde, bulunabilen teknolojinin yoğun olarak kullanılması esastı.

Çıkarılabilecek Dersler

Köy Enstitülerini, 1940’lı yıllardaki özgünlüğü ile kurma düşüncesi gerçekçi değildir. Tonguç , bugün yaşasaydı bugünün koşullarına göre bir enstitü kurardı. Onun dünya görüşü ve gerçekçiliği bunu gerektirir. O, bugün bir enstitü kursaydı; orada çocuklar değil, gençler bulunur, öğrenciler okullarına cep harçlıklarıyla değil emekleriyle “katkı” yaparlardı. Bu enstitüde yine “serbest okuma” saatleri bulunur, çocuklar ve gençler doya doya roman, öykü, şiir, genel kültür kitapları okurlar, zamanlarını test çözerek tüketmezlerdi. Bu enstitü; müziği, resimi, sporuyla her zaman neşeli, sevilen ve özlenen bir yuva olurdu. Öğrenciler laf dinlemezler, araştırır, bulur ve tartışırlardı. Okullarını ağaçlandırıp çiçeklendirirler, çevreyi korurlardı. Güç durumdaki arkadaşlarına yardım ederlerdi. Boş zamanlarını kaset dinleyerek değil çalgı çalarak; takım fanatikliği ile değil spor yaparak değerlendirirlerdi. Bu enstitünün kuşkusuz bilgisayarları da bulunurdu.Kısacası, Cumhuriyetin aydınlanma hedefleri, ülke gerçekleri ve çağdaş eğitim-bilimin verileri arasında yapılmış başarılı bir sentezin ürünü olan Köy Enstitüleri; köy insanının, bilimin aydınlığında, bilinçli bir liderlikle kendi yazgısını değiştirmeye yönelik bir harekettir.

Köy Enstitüsü hareketi; kendi ülkemizin beyin gücü, yaratıcılığı ve yurtseverliği örgütlenerek, toplumun en yoksul çocuklarının kendi emekleriyle ücretsiz öğrenim görebileceklerini, kıt olanaklarla da çağdaş eğitimin olabileceğini, demokrasinin sözle değil yaşanarak öğrenilebileceğini kanıtlamıştır.

(Aziz Bakay)

__________________________________________________ ________________________________________

ÖNSÖZ

Geri kalmış ya da gelişmekte olan uluslar, eğitim çıkmazlarından çok zor kurtulur.İlk olarak, kökleşmiş düzenleri yoktur. İş başına gelenler, kendi görüşlerini ve siyasal özlemlerini uygulamak ister ama, genellikle görev süreleri buna yetmez.Cumhuriyetin ilk 74 yılındaki eğitim bakanlarının sayısı 54, görev ömürleri bir birbuçuk yıl arasındadır.Bu süre, bakanlığı tanımaya bile yetmez. Adları belleklerde kalan Mustafa Necati 4 yıl, Saffet Arıkan 3 yıl, Hasan Ali Yücel 8 yıl bakanlık yapmışlar ve dönemleri eğitim tarihine altın harflerle yazılmıştır. Kuşkusuz, başarıda yeteneğin payı da büyüktür. Hasan Ali Yücel yeteneğini, zamanı, ortamı çok iyi kullanarak unutulmaz, unutulamaz bir bakanlık dönemini ulusumuza armağan etmiştir. Hasan Ali Yüceli ve köy enstitülerini tanıyoruz.Bu konuda yeterince belge ve yapıt sergilenmiş, bu dönemin deneyleri birçok geri kalmış ülkeye örneklik etmiştir

***
  Alıntı ile Cevapla
Eski 20.02.2009, 19:35   #2
oneyouu
Ziyaretçi
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Köylere Öğretmen Yetiştirme Meselesinin Tarihçiği

Güneş Gören Okullar: Köy Enstitüleri (*)

Aşırtmazlarda, ıssız, kuru kaya diplerinde bazen ufacık yaban elmaları biter...

O denli bakımsızdırlar ki, koca yılda birkaç santim ya büyür, ya büyümezler. Koskoca gökyüzü boşluğunda birkaç santimlik yer kapabilmek için yaşarlar sanki. Dalları kısa küt’tür ama sağlamdir. Sabır ve diken yüküdürler. Öyle ki, bazen yaprağından çok dikeni olur. Dikenler gövdeden çıkar çıkmaz ağaçlaşır, sivri çelikten birer iğneye dönüşürler. Kışın buzlu karların beteri üstlerinden geçmesine karşın, ne eğilir, ne de fırtınada boranda sallanırlar. Sesleri çıkmaz, öylesine kıpırtısız dururlar ki kimi köylülerin çalışmayan, kıpırtısızca duran birini, "Karaçalı nöbetine durmuş gibi" diye benzetmeleri işte buradan gelir.

Köylüler bahçelerine, suyu gübresi bolca verilmiş, yılda birbuçuk, iki metre sürgün veren gösterişli meyva fidanlarından çok o yaban elmalarını dağlardan söküp getirerek dikerler. Bir yıla kalmaz aşılarlar. Yaban elmaları Hititlerden bu yana o toprakların iklimini, huyunu, suyunu almışlardır çünkü. Kalıtımsal bir dirençleri vardır. Kuraklığı, rüzgarı, kışı bilirler. Suyu, gübresi gecikse bile toprağa küsmezler. Fidanlık ve seralarda yetişen gösterişli fidanlara benzemezler hiç. Baharda dalları çiçek yükünden görünmez olur. Ağacın altı üstü meyva kokar...

İşte Köy Enstitülerine alınan yoksul, sahipsiz köy çocuklarında, anlatmaya çalıştığım bu yaban elmalarının şaşmaz, köklü, sabır ve direnci yatar. Daldan eğme değil, kökten sürme, köşk yada sera çocukları değil, bozkır çocuklarıdırlar...

17 Nisan, işte bu bin yıllık toplumsal "ihmal"in üstüne yüreklice gidişin, sorunu kökünden kavrayışın, büyük bir bozkır uyanışının adıdır. İnsan onurunun ayağa kalkışının, kendine olan güvenin, yurtseverliğin ve bozkırın derinliklerine vurulan binlerce artezyenin adıdır...

***

Her dersin ayrı bir yeri, ayrı bir dersliği vardı: Müzik derslerimizi "müzikhane"de; sayısız nota sehpaları, piyano, elli kadar mandolin, sekiz keman, bir o kadar akerdeon, gramafon ve taş plaklarla dolu bir sınıfta yapardık. Müzikhane duvarlarını, Türk Beşlileriyle, batının büyük bestekarlarının resimleri süslerdi. Resim derslerini baştan aşağı boya ve renk kokan, ayaklı resim sehpaları, tuvaller, önlüklerle dolu başka bir sınıfta "resimhane"de yapardık. Sınıflarımız birer kitaplıktı. Herkes istediği kitabı alır okurdu. Okuma salonunda aylık edebiyat dergileri ve günlük gazeteler bulunurdu. Varlık dergisini ilk orada tanıdığımı söylemeliyim. Ay sonları, o ayın en çok kitap okuyan öğrencileri bayrak töreninden önce herkese tanıtılır, armağanlar verilirdi. Kitap yakma, kitap korkusu ve
düşmanlığı yoktu. Oturduğumuz tabureleri, duvar panolarını, karatahtaları, okul parkındaki palmiyeden futbol sahasındaki kale direklerine kadar bizler yapardık. Ödev için yaptığımız çerçeveler, resim derslerinde başarılı görülen resimlere yıl sonu sergilerinde çerçevelik ederdi. O tabloları yöremizdeki uygulama okullarına armağan ederdik. Tarım derslerimizde her sınıfın ayrı bir ağaçlığı, koruluğu vardı. Her öğrenci kendi çukurunu kazar, fidanları diker, okulu bitirinceye kadarda o fidanlardan sorumlu olurdu. (günümüz çevrecilerinin kulakları çınlaşın) Tabiat Bilgisi öğretmenlerimiz bizleri sürekli çevre araştırmasına yöneltirlerdi. Yöremizde ne kadar ağac, bitki, çiçek, ot türü varsa, örnekler alır, defter sayfalarımız arasında kurutur, sonra da altlarına açıklayıcı bilgiler yazardık. Defterlerimiz küçücük birer botanik bahçesine dönerdi. Yemekhane binası, aynı zamanda toplantı, sinema, tiyatro ve eğlence salonuydu da. Hafta sonları her sınıfın zorunlu olarak hazırladığı piyesleri, halk oyunlarını, koroları izlerdik. Böylece her öğrencinin yeteneği ortaya çıkardı. Ayrıca her sabah, bütün öğrenci ve öğretmenlerimizin katılımıyla top sahasında, davul, zurna, mandolin ve akordeon eşliğinde coşkuyla halk oyunlarımızı oynardık.

'68 lerde Amerika üniversitelerinde başlayarak Avrupa’nın başkentlerine yayılan öğrenci hareketlerinin temel istemi "okul yönetimine katılmak"tı. Bu istek yıllar önce bizim Köy Enstitülerinde vardı. Büyük sınıflardan başlayarak, her hafta bir sınıf derslere girmez, okul yönetimine katılırlar herşeyden sorumlu olurlardı. Hafta sonları yemekhane de yönetime katılan sınıfların özeleştirisi yapılır, herkes düşüncelerini çekinmeden söyler, sorular sorar, böylece öğrencilerin demokrasi ve tartışma yetenekleri geliştirilirdi.

Şimdi kısaca özetlediğim bu bilgilerden sonra, günümüzün üretemeyen, yalnızca tüketen, devletten durmadan ödenek isteyen, bir eli velilerin cebinden hiç çıkmayan, Mehmet Başaran ağabeyimin çok yerinde bir benzetmesiyle "dört-duvar-kara-tahta" okulların haline bir bakalım:

Sofralarında yedikleri meyveyi ancak manavlarda görebilen, ama ağacını görse tanımayan; spor dersinde kum havuzunun kumunu eline küreği alıp da karıştıramayan, üretim aracı olan küreği küçük düşürücü bir nesne sanan, kibirli, asalak okul gençliğini düşünün…Kitaptan, doğadan, topraktan kopmuş, kendi öz yurduna yabancı, duyarsız, toplumuyla özümsemesi durmuş, bireyci değil bencil, "bananeci", "köşe dönücü" bir toplum…Öğretmenlik mesleği, okul kapısından içeri girince başlar, okul kapısının dışında sona ererse, hepsi de birer maaş memuru olursa, onun yetiştireceği öğrenci de böyle olur. Otu çek de köküne bak...!

Yaban elmalarına benzettiğim özverili, sabırlı, çalışkan yoksul köy çocuklarının yanısıra şimdi bu rahat ortamların, milli gelirden en yüksek payı alanların, bunu da ülkemizdeki korkunç fırsat eşitsizliğine borçlu olan burjuva çocuklarının okuduğu özel okullara bakalım: Kışın Anadolu köylüsünün bir yol sorunu olduğunu bilmiyorlar.

Gazete okumuyorlar. Ara sıra televizyonda Anadolu köylülerinin sorunlarını işleyen Türk filmlerini izlemiyorlar. İzleyenler de, bunları, "uyduruk masallar" olarak görüyorlar. Ama aynı çocuklar, batının ucuz, seks ve gangster kültürü dediğimiz yoz kültürüne alabildiğine açıklar. Adı sanı bilinmeyen en küçük pop müzik topluluklarının adlarını, şarkılarını, topluluk bireylerinin sevgililerini, hangi kaset ya da plağın o hafta liste başı olduğunu biliyorlar. Kendi bestecilerimiz "Türk Beşlileri"ni bilmiyorlar. Anadoludan sözeden, halk oyunları oynayan çocuklara ise "kıro" gözüyle bakıyorlar. Sırtlarına giydikleri pahalı markalarla, sırtlarının ucuz birer reklam panosu olarak kullanıldıklarının bile ayırdında değiller...!

Herşey açık seçik değil mi? Şimdiden bir ayakları batıda, İngiltere ve ABD'de, bir ayakları ise Ankara-İstanbul'da olan bu çocukların bir çoğunun yarın "çift pasaportlu" birer Bülent Şemiler örneği "prens" olacakları kesindir.(*)

Köy Enstitüleri kapatıldıktan sonra, köy çocuklarına İmam Hatip okullarıyla kuran kursları ardına kadar açılmıştır. Orta öğrenimde okuyan her 10 öğrenciden birinin İmam Hatipli olduğu, yalnızca İstanbul'da ortaokul sayısından çok kuran kursu açıldığını yineleyelim.

Oyun bu denli açıktır. İlerde ülkenin üst düzeyine geleceklerin ipleri ABD'ye dönük olacak, yönetecekleri kitlelerin bakış açıları ve alt kültür yapıları ise Suudi ve humeyni kültürüne dönük olacaktir. Yani bir yanda ağa babaları Vaşington, bir yanda Mekke-Medine-Tahran...

İşte Köy Enstitülerini kapatanlar hala bu başarılarının faizini yiyor, onunla devlet yönetiyor, geçiniyorlar. Daha da yiyeceklerinden başka...!

Köy Enstitüleri, İkinci Dünya Savaşının getirdiği ağır koşullara karsın, her türlü kültürel baskıdan, gerilikten kurtulabilmemiz için, başvurulacak asıl yolun, yabancılara avuç açmaktan değil, kendi halkımızın öz kaynaklarına, gücüne güvenmekten geçişinin adıdir;

Halkımızda öteden beri varolan yaratıcılığın, çalışkanlığın, imece ve dayanışmaya olan yatkınlığının kanıtıdır;

Eğitim ve öğretim girişimini köy düzeyine indirerek, yoksul köy çocuklarına tanınan ilk fırsat eşitliğinin, yerel koylu önderlerinin yetiştirilmesinin; köy, orman, su, toprak, tarim, tarih gibi çevre araştırmasının, zengin folklor değerlerimize el atılışının adıdir;

Öğretmeni ve öğrenciyi, "dörtduvar karatahta gevezeliği"nden çıkararak, gerçek yaşama geçiren, çevreyi okul ve sınıf yapan, meyveyi, çiçeği ağacında tanıyan, elişi kağıtlarıyla cansız, kokusuz çiçek yapan değil, çiçeği bahçede yetiştiren, yoksul köy çocuklarına
kişilik verme, ülke gerçekleri karşısında uyanma, soru sorma, yüreklice sesini çıkarabilme savaşının adıdır Köy Enstitüleri...!

(Osman Şahin: Dicle Köy Enstitüsü mezunu)

(*) Köy enstitülerinin kuruluşunun 50. yılı olan 17 nisan 1990 günü; Şükran Kurdakul / Ayla Akbal ve Osman Şahin'in de katıldıkları panelde, yazarın, Bursa Tayyare sinemasında yaptığı konuşmadan.
  Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
köylere, meselesinin, Öğretmen, tarihçiği, yetiştirme


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 03:35.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.