Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
|
"Ulusalcı Psikolojisi" - Bir Analiz
"maarri" adlı ekşi yazarının analizidir. Okuyun..
Alıntı:
Özellikle son 5 yılda, devlet gücünün tamamen elinden kayıp gitmiş olmasını hala tam olarak idrak edemeyen, etmek istemeyen, savrulduğu pozisyonu rasyonel olarak temellendirmeye çalıştıkça daha da saçmalayan, içine düştüğü bataklığa çırpındıkça daha da gömülen, tam manasıyla şizofrenik ihtilaçlar içinde ağıtlar yakan bir kitle var. Bu kitlenin pedagojisi üzerinde daha ciddi bir şekilde durulması gerekiyor. Muhafazakar kesimin AKP öncesi devletçiliğinin konjonktürel olarak sefaleti ile mukayese içinde analiz edilmesi gerekiyor.
Kesişim noktası oldukça belirgin; Her iki durumda da, iktidarın asli sahibi oldukları, muvakkat olarak ellerinden alındığı, "Hak etmeyenler" tarafından gasp edildiği, ve fakat eninde sonunda devletin asıl sahipleri olarak onu tekrar ele geçirecekleri düşüncesi, daha doğrusu temennisi söz konusu. AKP öncesi muhafazakar kesimin devlete yönelik tasavvurları buydu, nitekim şu anki ulusalcı kesim de çok benzer bir halet içinde. Ancak arada çok önemli bir fark var, o fark da ulusalcı kesimi AKP öncesi muhafazakar kesimin pozisyonundan çok daha sefil, çok daha ahmak bir konumda bırakıyor.
Fark şu; muhafazakar kesim seçimle, yani parlamenter sistem tiyatrosunun asgari dekoruyla iktidarı ele geçirdi ve elinde tutmaya devam ediyor, Kemalizm ve onu temsil eden Askeri-Sivil bürokrasi ise hiçbir zaman bu tiyatronun dekoruyla muhatap olmadı, hiçbir zaman bir seçim kazanmadı, kazanmasına imkan olmadığını da biliyordu, ve bu yüzden perdenin arkasındaki mekanizmalarla sürekli iktidarını kaim kılmaya çalıştı, 10 yılda bir darbelerle, parlamento üstü kurumlarla, kendine has harp teknikleriyle gücünü tahkim etti. Ancak eninde sonunda kaçınılmaz duvara tosladı, o zamana kadarki yaptıklarıyla da, muhafazakar kesimin eline bitmek tükenmek bilmeyen bir mağduriyet kozu verdi, bu kozu oynayarak sürekli bir meşruiyet ve haklılık illüzyonu inşa etmelerine, tiyatronun dekorunu kutsayıp "Milli İrade, Mukaddes Sandık" edebiyatıyla yeri göğü inletmelerine imkan tanıdı.
Muasır medeniyet diye hedef bellediği batının asgari insan hakları nosyonundan zerre kadar nasiplenmeden, modernizmin, aydınlanmanın, lafta bile olsa kulağa hoş gelen "Sapere Aude" ilkesinin uzağından bile geçmeden, salt, katıksız bir devlet fetişizmiyle, Osmanlı'nın "Devlet-i Ali'nin bekası" şeklindeki kutsamasını aynen devraldı, hatta daha da ileri bir noktaya taşıdı.
Modernizmin o müzmin çelişkisi, Kemalizm'de en net şekilde tezahür etti: kutsallara, hurafelere, insan aklına zincir vuran dogmalara savaş iddiasıyla yola çıkıp, eskisinden çok daha güçlü ve kurumsallaşmış, müteselsil kutsallar, hurafeler, dogmalar yaratıldı, var olan kimi kutsallar ise, ki bunların başında devlet geliyor, daha da pekiştirilerek muhafaza edildi.
AKP'ye yaptıkları muhalefetin özünü ve çerçevesini de bu devlet tapıncı şekillendiriyordu. AKP'ye insan haklarını zayıflattığı içi değil, devleti zayıflattığı için kin tuttular, hala da bu yüzden kin tutuyorlar.
Gezi, bu açıdan çok önemli bir kırılmaydı, ilk defa orada, içlerinden en azından bir kısmı, meselenin devleti değil, insanı korumak olması gerektiğini, gaz bulutu altında, belli belirsiz de olsa, hissetmeye başladılar. Bu kırılma, çok çok az bir kısmında, ciddi bir epistemolojik kopuşa dönüştü, bir kısmı için kopuş sürecinin ilk adımlarını oluşturdu, ancak maalesef geniş bir kesim için hala temel ve belirleyici hassasiyetin devlet olduğu çok açık. Hala, devlet adına muhalefet yapıyorlar, devlet adına kızıyorlar, devlet adına üzülüyor, devlet adına seviniyorlar. Devletin tam olarak ne olduğu veya kim olduğuna dair hala kafaları yeteri kadar karışmış durumda değil, MEB müfredatıyla şekillendirilen zihinlerin içine doğdukları ideoloji akvaryumunun dışına zıplaması kolay bir süreç değil. Devletin ne olduğu, neye yaradığı, niçin var olduğu, meşruiyetinin neye dayandığı, nasıl olması gerektiği gibi mevzulara dair hiçbir zaman doğru düzgün bir tefekkür süreci geçirmemiş, açıp iki kelime doğru düzgün bir şey okumaktan da çoğunlukla uzak olan bir kitle, salt kişisel deneyimleri, ve sırtında taşıdığı ideolojik kamburuyla, olan biteni anlamlandırmaya çalışıyor, beceremedikçe umutsuzluğa kapılıyor, gitgide şizofrenleşiyor, histerikleşiyor. Türkiye'den s..r olup gitmek başlığında çok nadide örnekler var.
Hayal kırıklığının, AKP öncesi eski güzel günlerin, o uzak geçmişin özlemi, siyasi açıdan yeteri kadar temsil edilemediği hissiyle birleşince, ortaya cidden umutsuz bir vaka çıkıyor. CHP, her ne kadar bu kitlenin çok da memnun olmadığı bir noktaya doğru kaysa da, bir yandan da çıkardığı cumhurbaşkanı adayı ile hala bu kitlenin temel hissiyatını tatmin arayışından da pek uzaklaşamıyor, nihayetinde kimseye yaranamıyor.
Ekmeleddin İhsanoğlu, tek kelimeyle, "Devlet"ti. Hali, tavrı, fikri, zikri, konuşması, üslubu, soğukluğu, durgunluğu, her şeyiyle, tam manasıyla devlete tekabül ediyordu. Devleti zayıflatmaya, bölmeye, yıkmaya ahdetmiş olarak addedilen Erdoğan'ın karşısına, klasik bir milliyetçi muhafazakar, ulusalcı kitlenin muhayyilesinde idealize olan ağırbaşlı bir bürokrat, "Devlet adamı" kavramının vücut bulmuş hali olan birini çıkardı CHP.
Ulusalcı kitlenin ve onların müebbet mahkum oldukları parti olan CHP'nin bu hali, AKP'ye kendi kitlesi nezdinde bitmek tükenmek bilmeyen bir meşruiyet zemini, muazzam bir itibar sağlamaya devam ediyor. Neydi Erdoğan'ın sloganı? "Milletin adamı!"
Bu iki kelimelik slogan, AKP'nin CHP ve kitlesinin duruşunu, kendi kitlesine nasıl başarıyla tercüme ettiğinin muazzam bir özeti. ne demek milletin adayı? Bir kere her şeyden önce, "Devletin adamı" değil. Çünkü bütün bağlam bu karşıtlık üzerine kurulu. yani sloganın uzun hali şu: "Devletin değil, Milletin adamı". nitekim balkon konuşmasında da aynı noktaya vurgu var. "Artık Devlet ile Millet farklı yönlere gitmeyecek, aynı yöne gidecek." Yani devlet bu zamana kadar yanlış ellerdeydi, yanlış kesime hizmet ediyordu, şimdi asli vazifesine hizmet edecek, asıl sahiplerine iade edilecek.
Kısacası, Tayyip, devletin neredeyse tek başına ta kendisi olmasına rağmen, kendisini kitlesine "Devlet" olmadığı, "Millet" olduğu üzerinden pazarlamayı başardı. CHP'nin kendisinin karşısına "Devletin adamı"nı çıkarmış olması ise, işini daha da kolaylaştırdı, elini daha da kuvvetlendirdi.
Muhafazakar kesimin devlet kavramıyla kurduğu ilişki, 90 yıl boyunca fazlasıyla patolojik bir hal almıştı, şu an iktidar ve kitlesinde, iktidarın nimetlerinden pay aldığı ölçüde yaşanan hoyratlığın, nobranlığın, kendini kaybetmişliğin, sarhoşluğun, yağma psikolojisinin arkasında bu patolojik ilişki önemli ölçüde rol alıyor. Bunu ayrı bir entry konusu yapıp, ulusalcı psikolojisine geri dönersek, diyebiliriz ki, ulusalcı kitle, ciddi bir şekilde acınası, ecnebinin deyişiyle, pathetik bir durumdadır. AKP'nin baştan düştüğü ve "Devlete" yaptığı ihanetin bedelini ödeyeceği, AKP kitlesinin ve kürtlerin tekrar hadlerinin bildirileceği, devletin yeni yine yeniden bütün haşmetiyle arz-ı endam edeceği günlerin hasretiyle, gün geçtikçe yıpranıyorlar. Bu yıpranmışlık hali, kimisinin daha da saldırganlaşıp iyice faşizanlaşmasına yol açsa da, içlerinde umut vaat edenlerin oranının da yükselmesini sağlayabilir. diye belli belirsiz umut etmek caizdir.
Mahzun gözlerle, AKP ile Cemaat arasındaki iktidar kavgasını film izler gibi izlemek, oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi, oyuncağını elinden alıp kendi aralarında onun için kavga eden çocukları izlemek, eninde sonunda can sıkıcı olmalı.
Velhasıl-ı kelam, devlet tarafından kafasına kafasına vurulurken hala devletten çok devletçi olmayı erdem belleyen, insandan önce, kendisinden önce devleti önemseyen kitlelerin ahmaklığı, Türkiye tarihinin en kısa özetidir.
|
__________________
Never fade away...
|