Tekil Mesaj gösterimi
Eski 10.09.2011, 22:21   #5
Çevrimdışı
Basakca
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Türkiye’nin Miladı | Lozan

İtiraflar, İfşaatlar


Lozan Konferansı’nın ilk devresi yaklaşık iki buçuk ay sürdü. Tutanaklar, bu süre boyunca Ouchy Şatosu’nda yaşanan fırtınalı tartışmaların, diplomatik hamlelerin, hesaplaşmaların, ifşaatların, itirafların canlı tanığıdır. Örneğin, İsmet Paşa, Yunan ordularının Anadolu’da yarattığı yıkımı hatırlatıp savaş tazminatı talebinde bulunduğunda, Yunanistan temsilcisi Venizelos, Müttefiklerin gözlerinin içine bakarak, “Yunan ordusunun kendi teşebbüsü ile değil, Müttefiklerin daveti üzerine ve Yunanistan’ın hususi menfaati için değil, Müttefiklerin menfaati için İzmir’e çıktığı inkâr edilemez bir gerçektir” diye itirafta bulunmuştu. Müttefikler bu utanç verici konuşmayı sessizce dinlerken İsmet Paşa, “Hayır, sizi Anadolu’ya kim davet etmiş olursa olsun, tazminattan kurtulamazsınız” demişti. Daha sonraki tartışmalarda bir tazminat talebiyle de Türkiye karşılaşmıştı. Müttefikler, Birinci Dünya Savaşı ardından Türkiye’yi işgal ettiklerini, bunun masraflı bir iş olduğunu, Türkiye’nin “işgal masraflarını” ödemesi gerektiğini öne sürdüler. Şaka gibiydi; sanki işgal devletlerini Türkiye davet etmişti. İsmet Paşa’nın cevabı ağırdı: “Adalet ve hakkaniyet, Türkiye’den işgal masraflarının istenilmesi şöyle dursun, bu işgallerin ona verdiği hasarların tazmin edilmesini icap ettirir.”



Montrö, Türkiye için hayati önem taşıyan Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalandığı kent. Lozan Konferansı’nda Boğazlar meselesi en önemli uzlaşmazlık konusuydu. Uzun ve sert tartışmalardan sonra bir orta yol bulundu. Buna göre, Türkiye’nin hâkimiyet alanında olduğu kabul edilmekle beraber Boğazlar silahsızlandırılacak ve gemilerin geçişi idaresini uluslararası bir komisyon üstlenecekti. Türkiye, antlaşmanın bu hükmünü değiştirmek için sonraki yıllarda birkaç kez girişimde bulundu. Nihayet Türkiye’nin teklifi üzerine 1936’da Montrö’de, ünlü Montrö Palace Oteli’nin dev aynalarla, heykellerle ve duvar resimleriyle süslü görkemli salonunda görüşmelere başlandı. İmzalanan sözleşme ile askeri sınırlandırma kaldırıldı ve Boğazların idaresi tamamen Türkiye’ye bırakıldı.



Benzer bir ifşaat da Boğazlar meselesinde ortaya saçılmıştı: Türkiye, Boğazlara komşu ülkelerin bu meseledeki görüşmelere katılması gerektiğini teklif etmiş ve Sovyetler Birliği’nin de çağrılmasını sağlamıştı. Boğazların görüşüldüğü oturum tam bir taktik savaşına dönüşmüş, Türkiye-İngiltere çekişmesine, bir de Sovyetler Birliği-İngiltere mücadelesi eklenmişti. Müttefikler, Boğazları silahsızlandırıp, uluslararası bir komisyonun yönetimine vermek istiyorlardı. Fikri sorulan Sovyet delegesi Çiçerin, bir diplomat gibi değil, propagandist bir devrimci gibi konuştu. Açıkça, Boğazlarda hâkimiyet hakkının Türkiye’de olduğunu, Türkiye’nin buraları istediği gibi silahlandırabileceğini söyleyerek Türk tezini destekledi. Hızını alamadı; Çarlık zamanında Müttefiklerin Boğazlar ve İstanbul’u gizli anlaşmalarla Rusya’ya vaat ettiğini ifşa etti. Ancak anti-emperyalist Bolşevik hükümetin, Çarlık Rusya’sı gibi bir istila siyaseti izlemediğini ve bu anlaşmaları yırtıp attığını belirtti. Lord Curzon Çiçerin’in diplomasi kurallarını altüst eden bu konuşmasına fena içerledi: “Bir an, İsmet Paşa’nın kalpağını Mösyö Çiçerin giymiş sandım” dedi.
Musul ve Azınlıklar


İsmet Paşa ve Venizelos



Sınırlar konusu da çekişmeliydi, özellikle de Musul meselesi. Trakya sınırı Balkan ülkelerini, Ege adaları İtalya’yı, Musul da İngiltere’yi ilgilendiriyordu. Fırtına Musul meselesinde patladı. Paşa, Musul’un ahalisinin Kürt ve Türklerden oluştuğunu, halkın Türkiye’ye katılmayı istediğini, vilayetin coğrafi ve siyasi bakımdan Anadolu’nun ayrılmaz parçası olduğunu ve haksız olarak işgal edildiği için hukuken Türkiye’ye ait bulunduğunu ısrarla vurguladı. Musul’da gerekirse halkoyuna bile başvurulabilirdi. Lord Curzon, halkoyuna başvurulması fikriyle alay etti. “Kürt ve Arapların cahil olduklarını, seçim sandığı nedir bilmediklerini söyleyip “Bunlar sandığı, getirenin başına atarlar” dedi. Savaş tehdidiyle meseleyi Milletler Cemiyeti’ne götüreceğini bildirdi. Curzon blöf yapmıyordu ve herkes savaş tehdidi karşısında İsmet Paşa’nın yumuşayacağını sanıyordu. İsmet Paşa’nın son sözü, “Musul’un Türkiye’ye iadesini kabul ediniz” oldu. Musul tartışması başladığı gibi bitmişti.

Tabii en hazin tartışmalar azınlıklar sorununda yaşandı. Türkiye daha baştan azınlık haklarını tanımış, bu konuda “Avrupa devletlerinin kabul ettiği esasları” aynen uygulayacağını bildirmişti. Müttefiklerse bununla yetinmiyorlardı. Öncelikle Anadolu’da bir Ermeni devleti istiyorlardı. Venizelos, Balkanlar’da pek çok küçük devlet olduğuna göre, “Anadolu’da neden üç devlet olmasın” dedi. Kendince sınırlarını da çizdi; doğuda Ermeni, batıda Rum, kalan kısımda da Türk devletleri. Lord Curzon daha insaflıydı; bir Rum devletinden bahsetmeksizin, “Bu koca memlekette Ermeniler için bir parça yer yok mu” diye sordu. İsmet Paşa için bu konu tartışma dışıydı; “Ermeni yurdu meselesini Türkiye hayalinden bile geçirmez” dedi.

Lord Curzon, Türkiye’deki Hıristiyan azınlıklar için de genel af, askerlikten muafiyet ve Milletler Cemiyeti’nin sürekli himaye ve kontrolünü istedi. Curzon, Yunanistan ve Türkiye arasında nüfus mübadelesi kabul edilmişti ama büyük ıstıraplara neden olan bu meseleden dolayı elem duyuyordu. İsmet Paşa, Mübadele meselesinde Curzon ve Venizelos’un tavırlarına şaşırmıştı; mübadele Türkiye’nin dayattığı bir şey değildi. Bunu gündeme getiren Yunanistan ve Müttefiklerdi. Azınlık haklarının ise “âlemin kabul ettiği” şekilde tanınacağını belirtti, askerlikten muaf tutulmalarına karşı çıktı. Azınlıklar üzerinde Milletler Cemiyet’nin himaye ve kontrolü ise söz konusu olamazdı. Lord Curzon, sinirlerine hâkim olamadı ve “Milletler Cemiyeti’nin müdahalesinden niye korkuyorsunuz? Biz korkmuyoruz, çünkü ellerimiz temizdir” dedi. Sıra İsmet Paşa’daydı: “Yabancı istilası yüzünden yakılıp yıkılan memleketlerinde çalışan Türk elleri bilhassa temizdir. Bu eller hiçbir memlekete ne tecavüz, ne onu istila, ne de tahrip etmişlerdir.”



Lozan’da Türkiye’yi temsil eden heyet toplu halde. Heyette Büyük Millet Meclisi’nin yetki verdiği üç delege vardı: Heyet Başkanı İsmet Paşa (oturanlar arasında soldan dördüncü) ile Rıza Nur (oturanlar arasında soldan üçüncü) ve Hasan Saka. Diğerleri uzmanlar, danışmanlar ve kâtiplerden oluşuyordu.


Konferans başlayalı bir buçuk ay geçmişti ve barış hâlâ çok uzaktaydı. Lozan’a genel bir bıkkınlık havası sinmişti. Lord Curzon, “Mezara girinceye kadar burada mı kalacağız” diye yakınıyordu. Konferans defalarca bitme noktasına gelmişti. Fakat konferansın bitmesi demek, Mudanya’da varılan mütarekenin de bozulması anlamına geliyordu ki; bu da savaş demekti. Konferans bu kadar uzadıysa, kimsenin bu sorumluluğu üstüne almak istememesindendi.

Kapitülasyonlar ve mali, hukuki işlere ait anlaşmazlıklar ise bardağı taşıran damla oldu. Konu, eski Osmanlı İmparatorluğu ile Batılı devletler arasında bağlanmış anlaşmalarla, onlara sağlanan ayrıcalıklarla, Osmanlı borçlarıyla, Türkiye’deki yabancılara tanınan imtiyazlarla ilgiliydi. Müttefikler, bir kısmı işgal sırasında İstanbul hükümetine imzalatılan bu anlaşmaların ve imtiyazların aynen kabulünü istiyorlardı: Müttefikler, Türkiye’de mahkemelerde Türk yargıçların yanı sıra, yabancı yargıçların da görev almasını gerekli görüyorlardı. Yabancılara ait davalara bakacak mahkemelerin yargıçlarının çoğunluğu da yabancı olmalıydı. Aynı şekilde eğitimden sağlığa pek çok alan uluslararası komisyonların denetiminde olmalıydı. Osmanlı borçlarının tasfiyesi için Düyun-ı Umumiye yetkili sayılmalıydı. Ayrıca Türkiye Müttefiklere işgal masrafı olarak 15 milyon altın “işgal masrafı” ödemeliydi.



İsmet Paşa, Lozan görüşmelerine kadar ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir askerdi. Dediğine göre, asker çizmesini çıkarıp ilk kez iskarpin giymişti. Lozan’da sivil siyaset ve diplomasi alanındaki yeteneklerini büyük bir başarıyla sergiledi. Onun Lozan başarısı hiç unutulmadı. Paşa, antlaşmanın 50. yıldönümünde düzenlenen bir kutlamada görülüyor.


Türkiye, bu teklifler içinde sadece Osmanlı borçlarını üstlenmeyi kabul etti; ancak bunu da bir şarta bağladı. Bu borçlar, Osmanlı’dan ayrılan bütün devletlere taksim edilmeli ve Türkiye sadece kendi üzerine düşen kısmını ödemeliydi. Kapitülasyonlar meselesini ise tartışmaya bile gerek yoktu. Lord Curzon, “eğer kapitülasyon kelimesi hoş gelmiyorsa buna yeni bir şekil verebiliriz” diyerek tartışmayı denedi ama İsmet Paşa izin vermedi: “Biz istiklalimizi, hürriyetimizi istiyoruz. Hiçbir sınırlama, hiçbir şekil, hiçbir imtiyaz kabul edemeyiz.”

Artık müzakerelerden bir sonuç alınamayacağı az çok belli olmuştu. Sonunda 30 Ocak 1923’te Müttefiklerin belirlediği antlaşma metni Türk tarafına verildi, bir gün sonra da imzaya davet edildi. İsmet Paşa, “Burada geçirdiğimiz iki buçuk ay, bütün o tartışma ve görüşmeler bir komedyadan ibaretmiş meğer” dedi. Beklemeye hiç tahammülü kalmadığını bildiren Curzon, yine de 4 Şubat’a kadar Lozan’da kaldı. O arada, aracılar İsmet Paşa’yı ikna etmek için seferber oldular. Son gün, son anda bir gelişme olur diye Lozan Garı’nda trenini bekleten Lord Curzon’a, İsmet Paşa’nın yanından gelen Fransız delegesinin söylediği söz şuydu: “Türkler son teklifleri de reddettiler.” Lord Curzon’dan sonra Müttefik ülke temsilcileri de ülkelerine döndü ama giderken Lozan Konferansı’nın kesilmediğini sadece askıya alındığını açıkladılar. Aksi savaş demekti çünkü. İsmet Paşa ve ekibi de 7 Şubat günü Ankara’ya hareket etti.





Lozan Konferansı sonuçsuz kalmıştı. Ne Türkiye’nin, ne İngiltere’nin yeni bir savaşa tutuşacak hali vardı. O yüzden Türkiye ile Müttefikler arasında karşılıklı notalarla antlaşmaya ilişkin yazışmalar devam etti. Nitekim Türkiye’nin teklifiyle konferansın yine Lozan’da 23 Nisan’da toplanması kararlaştırıldı. Konferans ikinci kez toplandığında, bu kez Lord Curzon yoktu; İngiltere’yi Horace Rumbold temsil edecekti. Diğer bir farklılık da, ikinci kez görüşmelere başlanırken, Türk tarafının pek çok önerisinin zaten kabul edilmiş olmasıydı. Gene de görüşmeler üç ay sürdü, ancak bu kez, ilk devredeki hararetli ve heyecanlı tartışmalara pek rastlanmadı. En sert tartışmalar beklendiği gibi kapitülasyonlar meselesinde kendini gösterdi ama İngiltere-Türkiye arasında değil, Fransa-Türkiye arasında.

Son toplantı 17 Temmuz’da yapıldı ve 24 Temmuz’da Rumine Sarayı’nda imzalandı. Yeni antlaşma metni, Lord Curzon’un “İmzalayın, imzalamazsanız Türkiye Asya’nın derinliklerinde kaybolur” dediği ilk metinden çok farklıydı. Türkiye en temel meselelerde istediklerinin çoğunu almıştı. Ama asıl önemlisi, esaret bağlarından kurtulmuş ve bağımsız bir devlet olarak çağdaş devletler ailesine katılmıştı.
__________________
"Ey egosu boyundan büyük insan..
Bir gün ölüp toprak olacaksın. Bir tohum filizlenecek ot olacaksın, bir öküz seni yiyecek ve atık olacaksın.. Yani hep aynı kalacaksın."

  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Basakca'in Mesajına Teşekkür Etti.