Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Türkiye ve Dünyadan Haberler > Ülkemiz ve Dünya Gündemi > Diğer Köşe Yazıları

Diğer Köşe Yazıları Ülkemiz Yazarlarının Ulusal Basında Yazdıkları Köşe Yazıları ve Bizlerin Yorumları


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 17.01.2022, 21:09   #1
Çevrimdışı
Ben kimim
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Seni bu yamyam kibirin bitirecek


FATMA SİBEL YÜKSEK

“SENİ BU YAMYAM KİBİRİN BİTİRECEK”



Billboardlardaki resimlerine baktım; güya “kudretli” görünesin diye en çılgın bakışlı fotoğraflarını seçmişler. Kontrolsüz bir adrenalin ile geldiği yeri hazmedemeyişi harmanlayan deli bakışları.

Ne yapsan olmuyor.

Kültürsüzlüğün, görgüsüzlüğün, basitliğin, açlığın her şeyin önüne geçiyor. Sadece çalma, çırpmaya, vebal almaya işleyen kıt aklın bile durup durup sana “Saygı görmüyorsun, sende bir şeyler eksik” diye fısıldıyor. Bu fısıltıyı duydukça iyice kontrolden çıkıyorsun. “Bana saygı duyun, önümde eğilin. Eteklerimi öpün” diye tepiniyorsun ama olmuyor.

Olmuyor işte.

En yakınındakiler bile senin iflah olmaz kifayetsizliğine, insanlıktan çıkmış öfkene, Allah'a şirk koşma noktasına gelmiş kibrine dayanamıyorlar.

En uyanıklar ile kullanım tarihinin tamamen sona gelmesini bekleyenler kaldı sadece çevrende. Bir de bir delinin gölgesi ardında kirli oyunlarını yürütenler.
Boşsun, bomboşsun.

Bir genelev fedaisi kadar ruhsuz ve hoyratsın.

Kabadayılığın da hikâye, dobralığında yalan, “delikanlılığın” da naylon.

Hak, hakkaniyet, adalet, merhamet gibi kavramlar kapından bile geçmemiş.

Alım-satım ustalığından, ticari uyanıklıktan dem vurarak örtmeye çalışıyorsun bu büyük eksikliğin üzerini.
Sahi kimsin sen?

Hep aynı yerden servis edilen üç adet gençlik, çocukluk ve askerlik fotoğrafından başka neden görüntün yok senin?

Hangi okulları bitirdin, kimlerle aynı sıralarda oturdun?

İlkokul öğretmenin kim?

Neden bir kişi bile çıkıp seninle ilgili bir tek anısını anlatmıyor?

Seda Sayan'ın bile mahalle yıllarından bir fotoğraf çıkıp geliyor da, senin geçmişin neden bu kadar sis perdelerinin ardında gizli?

“Olmayan” biri misin yoksa sen? Hangi merkezlerde programlandı hastalıklı beynin?

Bütün değerlerden neden bu kadar yoksunsun; en kutsal kavramların içini boşaltmada nasıl bu kadar maharetlisin? Hurafe, iftira, şirret ve cehaletten beslenen dilin; hırstan ve doymamışlıktan ibaret kişiliğin, bir ağaç kovuğundan başka hiçbir şey olmayan fani bedeninle tarihin onurlu sayfalarında yer almaya soyunma cesaretini nereden buldun.

Duyduk ki şimdi de “padişahçılık” oynuyormuşsun. Şah oldun, sıra şahbaz olmaya geldi. Her mevki ve makamı tattın, geriye “padişahlık” kaldı öyle mi?

Senin montaj ürünü kimlik ve bedeninden kuşkusuz bir Fatih, bir Yavuz, bir Kanuni olmaz ama Deli İbrahim-Vahdettin karışımı bir kukla, pekâlâ olabilir. Seni bütün bu defolarınla sahnede tutanların işine fazlasıyla yarar böyle acınası bir bez bebek.

Esiyorsun, gürlüyorsun, tepiniyorsun.

Pazarcı gibi tiz çığlıklar atıyorsun.

Deli bakışlarını devire devire, boyun damarlarını şişire şişire höykürüyorsun.

İyi de sen ne istiyorsun?

Karun oldun. Çocukların ülkedeki simit tablalarından bile haraç alıyor, gudubet karın ipek kumaşlara, paha biçilmez mücevherlere büründü. Şakşakçıların ceylan derisi koltuklarda basen büyütüyor. Bu kadarı da olmaz ki diyen kim varsa işinden aşından ettin, zindanlara attın, ailelerini açlığa mahkûm ettin. Gencecik üniversite mezunları işsizlikten intihar ediyor. Doktorlar, öğretmenler, polisler, subaylar açlık sınırında yaşıyor; emekliler pazarlardan sebze artığı topluyor. Şehit katilleri Meclis'te suratımıza çemkiriyor. Sen hâlâ üstündeki pahalı elbiselerin, özel yapım som altın kol saatin, ipek kravatınla karşımıza geçip kusuyorsun da kusuyorsun.

Kime bu kinin?

Nereye doğru gittiğini bir gün olsun düşündün mü? Olmayan vicdanınla bir gün olsun kendine “Acaba biraz ileri mi gidiyorum” diye sordun mu?

İtikadın da yalan biliyoruz.

Ama bir gün olsun “Ya hesap günü varsa” diye endişelendiğin oldu mu?

Evet var.

Hesap günü var.

Ve sanki bu saldırganlığın, bu doymazlığın, tamah etmez azmışlığın, O hesap gününü biraz daha yaklaştırıyor. Artık Allah’ın gözüne batıyorsun birader!

Fazla parazit yapıyorsun, ortalığı hacminden fazla kirletiyorsun. Elde ettiklerinle şükür etmeyi, biraz da başkalarını düşünmeyi başaramadın. Böyle bir kapasiten yok çünkü.

Dünyaya yemeye, içmeye, dışkılamaya, kin ve nefret aşılamaya gelmişlerdensin. Üste bir de kibir yapıyorsun, işte bu hiç çekilmiyor.

Senin sonunu da bu yamyam kibrin getirecek.

FATMA SİBEL YÜKSEK
2015


https://devrimyolcusu68.tumblr.com/p...akk%C4%B1ndaki
  Alıntı ile Cevapla
Ben kimim'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 17.01.2022, 21:12   #2
Çevrimdışı
Ben kimim
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Seni bu yamyam kibirin bitirecek



YAZILARINIZA SON VERİYORUZ…

Akif Beki zamanında Başbakanlık muhabirliğinin akredite edilmemesiyle tanınan gazeteci Fatma Sibel Yüksek’in şimdi de Bursa Kent gazetesindeki günlük yazılarına çok ilginç bir gerekçeyle son verildi. Milliyet yazarı Melih Aşık bu olayı bugünkü yazısının ilk bölümünde şöyle anlattı:

Fatma Sibel Yüksek Ankara’da bir dönem Başbakanlık muhabiri olarak çalışmıştı...
O yıllarda yaşadıklarını ve gözlemlerini “Başbakanlığın Bilinmeyenleri” adlı kitabında anlattı.
Başbakanlığa girişi, kendi ifadesiyle, Akif Beki tarafından yasaklanmış, biraz da bu yüzden Başbakanlık muhabirliğini bırakmaya mecbur kalmıştı.
Sonra kimi küçük gazetelerde çalıştı. Son olarak Bursa Kent gazetesinde (kentgazete.com) günlük yazılar yazıyor, bu şekilde basın kartının devamını sağlıyordu.
Kent Gazete, “Bursa’nın cesur gazetesi” diye reklam yapıyordu.
Birkaç gün önce Kent gazetesinde Sibel Yüksek’in yazılarına son verildi.
Gerekçe kendisine açık açık ifade edildi:
“Patron sizin yazılarınız yüzünden AKP’li belediyelerden ihale alamaz hale geldi...”
Kent gazetesi 300 - 500 satan bir gazete...
Sibel Yüksek’in yazdığı yazılar eleştiri dozu olarak bizim yazılardan hiç de farklı değil...
Bu kadarına bile tahammülü yok mevcut iktidarın...
Değişim dönüşüm geçiriyormuşuz... Ne tarafa dönüştüğümüzü bu küçücük örnek gösteriyor...

Odatv.com


https://odatv4.com/siyaset/yazilarin...10101200-13446
  Alıntı ile Cevapla
Ben kimim'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 19.01.2022, 14:10   #3
Çevrimdışı
Ben kimim
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Seni bu yamyam kibirin bitirecek




CİNLER.

Yüksek kürsülerde haşmetli cüppeleri ile otururken insanlığın gözünün içine baka baka hukuk katliamı yapan “adalet” adamlarını veya televizyonlarda kan dökücü terör örgütlerine övgüler düzüp, şehitlere olmadık hakaretler eden saçı başı ağarmış kadın ve adamları gördüğümüzde onların hepsinin sadece menfaat peşinde koştuklarını düşünmeyelim.

İçine düştükleri sapkınlığı idealleri zannetmektedirler.

Taha Akyol’un bahsettiği “kara büyü” bu olsa gerek.

**************

27 Mayıs tutuklamaları ve Yassıada duruşmalarına ilişkin bazı belgesel dökümanları incelerken, ızdırap verici insan öykülerinin yanı sıra, ibretlik benzerlikler ile güç ve iktidarı tek merkez olarak alıp şekil değiştiren karakterler dikkatimi çekti.

Örneğin, devrin ‘matbuatı’ 1960 Ocak ayı nüshalarında Başbakan Adnan Menderes’e ölçüsüz övgüler düzüyor. Menderes’in, İstanbul Belediye Başkanı Kemal Aygün’ün kızının nikahına katılması günün manşetidir. Bu nikahta Menderes ve Refik Koraltan, genç çiftin nikâh yüzüklerini takarken görüntülenmiş. Etraflarında yüzlerce gazeteci birbirini eziyor, “Sayın Başvekil Adnan Menderes Beyefendi hazretleri o gün pek şıktılar” şeklinde devrin ‘haber üslûbuna” uyduğu anlaşılan yayınlar yapılmış.

1960 Şubat’ının gündem maddelerinden birisi de Londra’da yapılan Kıbrıs konferansıdır. Malûm matbuat, aynı şekilde bu kez de Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun etrafında pervanedir. En ‘objektif’ haber dilinde bile kendisinden “Dış İşleri Nazırımız” diye bahsedilmekte ve Londra’da dünya basınının “âlâkasına” nasıl “mazhar oldukları” anlatılmaktadır.

Mart ayının ortalarında gazete sayfalarını süsleyen ‘havadis’ ise İstanbul Operası’nın açılışıdır. Açılış, “Reis-i Cumhur Hazretleri Celal Bayar” tarafından yapılmış, sanatkârlar ve bilhassa seçkin davetliler, kendisini yakından görmek için izdiham yaratmışlardır.

Bu tarz dalkavukluk örneklerinden tam iki ay sonra, yani 27 Mayıs darbesi gerçekleşince, basın birden bire ağız değiştirir. Artık manşetlerde “Demokrasinin nasıl kurtarıldığı” anlatılmaktadır.

Duruşmaların başlamasıyla birlikte basının yalakalığı da iğrenç bir hâl alır.

Size, Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol’u kamuoyuna tanıtmayı amaçlayan bir ‘haber’den bir paragraf aktarayım:

“Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol, meslektaşları arasında çok sevilmiş, dürüstlüğü ile şöhret yapmış kıymetli bir adliyecidir. Çöp atlamayan bir dikkati vardır. Kendisi nazik olduğu kadar karşısındakinden de nezaket bekler. Bunu bulamazsa hatırlatmayı ihmal etmez. Daha ilk duruşmada adalete karşı büyük bir itimat havası uyandırdı.”

Nihayet karar tesis edilir, idam cezaları tatbik edilir. Menderes ve bakanları 1961 yılının 16 Eylül’ü 17 Eylüle bağlayan gecesinin sabahında darağacına çıkarılır. Daha 1,5 yıl önce ‘başvekil hazretleri’ ve ‘reis-i cumhur hazretlerine’ övgüler düzen basın, bu kez idamları ballandıra ballandıra anlatır. İnsan halinin en rahatsız edici detaylarına girilir,ölüme giderken kimlerin korkuyla titrediği, kimlerin metin durmaya çalıştığı detaylı haberlere konu olur.

Seçimlerden sonra basının yeni mâbedi, doğal olarak yeni iktidar sahipleridir. Cemal Gürsel’in sıradan bir ev kadını olan eşi Melahat Gürsel’den “Çankaya’nın yeni hanımı, ideal Türk kadınının bütün meziyetlerini şahsında toplamaktadır” şeklinde bahseden yazı dizileri yayımlanır. Gürsel çiftinin “şeref, haysiyet ve vatan sevgisi ile dolu” hayatları tefrika edilirken, “Cemal Aga“nın gençliğinde ne de “yakışıklı” bir subay olduğundan dem vurulur. Oysa hiç de yakışıklı değildir Paşa hazretleri.

Yassıada mahkemesi de tıpkı Silivri’deki Ergenekon mahkemesi gibi geride büyük bir hukuk katliamı bırakarak tarihteki yerini almış görünüyor. Tıpkı Balyoz davasında olduğu gibi mahkûmiyetlerin pek çoğu hukuki olmayan gerekçelere dayandırılmıştır. Sanıklar lehine tanık beyanları ve savunmalar dikkate alınmamış, özel hayatlar hunharca ihlâl edilmiş, ailelere zulüm çektirilmiştir.

Gaddar uygulamaların ise sadece basına yansımış olanlarını biliyoruz. Örneğin, tutuklu kadın milletvekili Necla Tekinel’in nezaret altına alındığı sırada hamile olduğu anlaşılmış, doğuma yakın Kasımpaşa Deniz Hastanesi’ne kaldırılmıştır. 9 Şubat 1960’ta bir erkek çocuk dünyaya getiren Tekinel’in bebeği, anne sütü içmesine dahi izin verilmeyerek babasına emanet edilmiş, Tekinel tekrar cezaevine gönderilmiştir. Yassıada belgeleri arasında daha sonra Necla Tekinel’i bir başka erkek hükümlüye kelepçeyle bağlanmış halde, yaka paça Kayseri cezaevine sevkedilirken görüyoruz.

İnsan portesi, şekil ve mekân bakımından da Yassıada ve Silivri arasında büyük benzerlikler göze çarpıyor. Misal, Refik Koraltan’ın aynı zamanda avukatı olan kızı Ayhan Timurtaş, ne kadar da Zeynep Küçük’ü hatırlatmaktadır.. Dolmabahçe rıhtımında Yassiada’dan bekleyen ailelerin üzgün ve endişeli yüzleri, Silivri cezaevi önünde çadır kuran tutuklu yakınlarının yüzüne ne kadar benzemektedir.

Karar duruşmasında mahkeme salonunu gösteren fotoğraflar ile Balyoz davasının karar duruşmasından yansıyan salon fotoğrafı neredeyse bire bir aynıdır!

Peki Yassıada ile Balyoz kararlarının hemen hemen aynı tarihte çıkmasına ne demeli? Eylül 1961’de Yassıasa Mahkemesi hükmü tesis ederken, Eylül 2012’de Balyoz davasının kararı açıklandı. Sanırım bu ayrıntıyı hepimiz atladık ama delillerin değerlendirilmesi gibi usûl açısından zorunlu safhaların büyük bir aceleyle es geçilmesinde, kararı Eylül ayına yetiştirmek ve böylece Yassıada ile sembolik bir benzerlik kurmak amacı güdülmüş olabilir mi?

Sonuç olarak bunlar siyasi davalardır ve ve bir siyasi hesaplaşmalar cenneti (daha doğrusu cehennemi) olan güzel ülkemizde, bu tür davalardan “adalet” beklemek safdillik olur.

Dolayısıyla, bu kadar tecrübeli bir ülkenin siyasi tutukluları, günler süren hukuki savunmalar yapmak lüksüne sahip değillerdir. Hüküm baştan verilmiştir çünkü. Bizden sonraki nesillerin siyasi hesaplaşma kurbanlarına, naçizâne olarak gerek Emniyet’te, gerek Savcılık’ta, gerekse hakim ve mahkeme karşısında on cümleyi geçmeyen konuşmalar yapmalarını tavsiye ederim. Verilmiş olan karara hiç bir etkiniz olmayacaktır çünkü.Kendimizi aptal yerine koydurmanın âlemi yok.

Bu gerçeği, 2008 yılında ilk duruşmalar yapılırken hissetmeye başladım. 2009 yılında davaya dahil edildiğimde ise siyasi davalardan ‘hukuk’ ve ‘adalet’ çıkmayacağına artık emindim.

O yüzden avukat tutmadım. Bırakın avukat tutmayı, iddianamede hakkımda ne yazıldığını bile doğru düzgün okumadım. Savunma sıram geldiğinde el yazımla tek sayfalık bir dilekçe verdim, mahkeme heyeti önünde de toplam 6 dakika süren bir savunma yaptım.

Tabii, diğer sanıkların ve avukatların iddianameyi bir paçavraya çeviren hukuki savunmalarını da saygıyla karşılıyorum. Bu rezalet gelecek nesillere gösterilmeliydi ve gösterildi de.

Geçen süreç içerisinde bir sanık olarak Ergenekon davasının hem hukuki, hem de siyasi yönüne olan ilgi ve âlakamı neredeyse tamamen kaybetmiş bulunuyorum.

Bu tarihsel olayın başka ‘saikleri’ ilgimi çekmeye başladı.

Bütün televizyon kanallarında sabahtan akşama kadar boy gösterip sanıkların gıyabında linç yapan yandaş tiplemelerini izliyorum. Ne kadar da benziyorlar, Melahat Gürsel’e övgü düzüp, Adnan Menderes’in zina dedikodusunu yapanlara. Demek ki her hesaplaşmada güçlü taraf, kendisine böyle soysuzlar bulmakta sıkıntı çekmiyor.

Peki insanoğlu nasıl bu kadar gaddar olabiliyor? Vicdan nasıl bu derece devreden çıkabiliyor ve bu tipler, hiç tanımadıkları insanlara karşı nasıl böyle bir kin duyabiliyorlar?

Çifte standart nasıl bu kadar utanmazca savunulabiliyor? Nasıl böyle şımarılabiliyor. Haksızlığın ve zalimliğin uşağı olmaktan nasıl hicap duyulmuyor?

Örneğin, daha bir yıl önce ekranlarda PKK’nın “Ergenekon’un bir uzantısı” olduğunu, “Ergenekon” adlı çatı örgütün PKK, DHKPC, Hizbullah gibi birbirinden farklı örgütleri yönetip yönlendirdiğini, kanlı eylemler yaptırdığını savunanlar, bugün PKK’nın Kürt halkının siyasi temsilcisi olduğunu söyleyip, Öcalan katilini Mustafa Kemal ile mukayese ediyorlar.

Böyle bir kişilik bölünmesi, insan bünyesi için fazla ağır değil mi?

Bu histeriyi sadece ideoloji, inanç, iktidar kavgası, korku, menfaat, ikbal beklentisi vs. gibi kavramlarla izah edebilmek mümkün mü?

Dostoyevski’nin Cinler romanı, gelmiş geçmiş en büyük siyasi roman olarak değerlendirilir. Cinler’e “siyasi roman” payesi verilmesindeki en önemli etken, dönemin Rusya’sında batılılaşma yanlıları ile Rus milliyetçileri arasında yaşanan rekabettir. Romanındaki Stefan Trofimoviç karakterinin batılılaşmacıların önde gelen kalemi İvan Turgenyev’i temsil ettiği, olgunluk döneminde katı bir Rus milliyetçisine dönüşen Dostoyevski’nin, canice eylemler yapan nihilist hücreyi tasvir ederken, nihilizm ve sosyalizm gibi batı kaynaklı siyasi akımların Rus toplumuna nasıl zararlar vereceğini işlediği savunulur.

Cinler’i gençlik dönemini geride bırakmaya başlamış biri olarak yeniden okuduğumda, bu argümanın romana “yeryüzünde yazılmış en büyük siyasi roman” derken doğru fakat yetersiz bir argüman olduğunu düşündüm. Bu genel değerlendirme, en basitinden romanın adının neden “Cinler” olduğunu açıklamıyordu çünkü.

Romanın sırrı, karakterlerin karanlık ve tehlikeli kişiliklerinde saklıydı aslında. İnsanlığa ve topluma daha iyi bir yaşam düzeni önermek adına yola çıkan idealler nasıl kanlı bir cinayetler ortamına, acımasızlığın, adaletsizliğin, yok etmenin kol gezdiği vahşi siyasi savaşlara dönüşebiliyordu? İnsan bir noktadan sonra cinayeti de, komployu da, iftirayı ve zalimliği de nasıl mübah saymaya başlıyordu?

Dostoyevski’nin verdiği mesajdan, iktidar savaşı veren insanın bir noktadan sonra, kötü güçlerin etkisi altına girdiğini ve şeytana hizmet etmeye başladığını; ancak bunu yaparken de kendisini hâlâ “yüce değerlere” bağlı zannettiğini anlıyoruz.

Tanrı ile şeytan arasındaki en büyük rekabet alanı “iktidar” olduğuna göre şeytanın, bu savaşın aciz birer piyonu olan insanı en çok “inandığı şeylerle” etkilemeye çalışacağı muhakkaktı. Kendinizi “müslüman” zannederken hırsızlık yapabilir, cinayet işleyebilir, korkunç komplolor organize edebilir, masum insanların hayatını zindana çevirebilir, ülkenizin varlıkların peşkeş çekebilir, şehit mezarı çiğneyebilirsiniz.

Rehmetli Hugo Chavez, sapkın bir Evangelist olan George Bush Irak savaşı sırasında her sabah 6’da uyanıp “Tanrı ile konuştuğunu” söylediğinde,

“Sen Tanrı ile değil şeytanla konuşuyorsun, haberin yok” demişti.

Şeytan, Tanrı kılığına da girebilir, “demokrat” kılığına da.

Yeter ki sizin yaradılışınızın alt yapısında kin, komleks, kibir ve öfke olsun.

Küçük bir Rus kasabasında geçen Cinler romanı, aslında dünyadaki bütün tutkulu iktidar arzularının bir modelidir.“İnanç” ve “ideal” olduğuna inanılan şey, iktidar bağımlılığından başka bir şey değildir .Ve bu uğurda her şey yapılır.

Romanın baş kahramanı, örgüt üyelerinin kendisine hayran olduğu, aynı zamanda korkutucu bir hücre lideridir. İradesi, herkesin iradesinden üstündür. Bir inanca bağlanma ihtiyacı içinde olanlar için “Tanrıyı” temsil eder. Kararları tartışılmazdır, insanları en sapkın düşüncelere inandırabilir, en sapkın eylemleri yaptırabilir

Baskıcılık, belagat ve rüşvet başlıca silahıdır. Ve öyle bir ruh ikiliminin içine girerler ki ‘amaç’ için artık her yol mübahtır. Çelişki ve çifte standarta karşı gözlere mil çekilmiştir. En inançlı dindar cinayet işleyebilmekte, en ateşli sosyalist toplumun malını çalabilmektedir. Bu çelişkiden rahatsızlık duymazlar, çünkü beyinleri kara bir perde tarafından örtülmüştür.

Taha Akyol’un bahsettiği “kara büyü” bu olsa gerektir.

O bakımdan, yüksek kürsülerde haşmetli cüppeleri ile otururken insanlığın gözünün içine baka baka hukuk katliamı yapan “adalet” adamlarını veya televizyonlarda kan dökücü terör örgütlerine övgüler düzüp, şehitlere olmadık hakaretler eden saçı başı ağarmış kadın ve adamları gördüğümüzde onların hepsinin sadece menfaat peşinde koştuklarını düşünmeyelim.

İçine düştükleri sapkınlığı idealleri zannetmektedirler, “Kara büyünün” etkisindedirler.

Ve uyanış an’ı felakettir.

Geride bırakılan yıkım ve günahlar, vicdanı cehennem ateşi gibi kavurur.

Bu dünyada uyanma fırsatı bulamayıp da günahlarını diğer tarafa taşıyanların durumu ise daha fecidir; ruhları sonsuz bir ateşte yanacak demektir.

Kutsal inançlar, onun için acı ve ızdırap çekmeyi yüceltirken; zenginlik, sefahat, iktidar ve azgınlığı şeytanın kozları olarak kötü görmektedir.

Herkes, günahlarından hiç değilse bu dünyada uyanmak için dua etse iyi olur.

Ne kadarını telaffi etsek kârdır çünkü.

Fatma Sibel Yüksek


twitter.com/fasibel

fasibel@gmail.com

https://www.yurdumacanfeda.com/tr/?p=2001
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz Ben kimim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
bitirecek, kibirin, seni, yamyam


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 02:04.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.