Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Türkiye ve Dünyadan Haberler > Ülkemiz ve Dünya Gündemi > Diğer Köşe Yazıları

Diğer Köşe Yazıları Ülkemiz Yazarlarının Ulusal Basında Yazdıkları Köşe Yazıları ve Bizlerin Yorumları


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 16.03.2021, 16:24   #1
Çevrimdışı
OkyanusunKalbi
WoodStock

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Atatürk diyor ki (1) (2) (3) (4) (5) | Özdemir İnce

Atatürk diyor ki (1) (*)

Anayasa konusunda duyduğum, okuduğum gevezelikten bıktım. Sözü beş yazı için Büyük Atatürk’e bırakıyorum: Anayasada düğümlü kalan noktalar

Baylar, halifelik ve din sorunlarıyla uğraşıldığı sıralarda anayasadaki bir noktanın, halkın ve özellikle aydınların kafasında düğümlenip kaldığını öğrendik. Cumhuriyet kurulduktan sonra da anayasada, bu düğüm kaldıktan başka, düğüm olacak ikinci bir noktanın daha konulduğunu görenler, şaşkınlıklarını gizlememişlerdi, bugün de gizlememektedirler.

Bu noktaları açıklayayım: 20 Ocak 1921 günlü anayasanın yedinci maddesiyle 21 Nisan 1924 günlü anayasanın yirmi altıncı maddesi Büyük Millet Meclisi’nin görevlerini saptar.

Maddenin başında, Meclis’in ilk görevi olarak, “din buyruklarının yürütülmesi” saptanmıştır. İşte, bunun nasıl bir görev olduğunu ve “din buyrukları” teriminin karşıladığı kavramın ne olduğunu anlamakta duraksayanlar vardır. Çünkü sözü geçen maddede Büyük Millet Meclisi’nin “yasaları yapmak, değiştirmek, yorumlamak, kaldırmak vb. gibi” sayılan görevleri o denli geniş ve açıktır ki ayrıca “din buyruklarının yürütülmesi” diye bir terimin bulunması gereksiz görülmektedir. Çünkü “din” demek, yasa demektir, “din buyrukları” demek de yasa buyrukları demektir; başka bir şey değildir ve olamaz. Başka türlüsü, çağdaş hukuk anlayışıyla bağdaşamaz. Bu böyle olunca “din buyrukları” terimiyle anlatılmak istenen kavramın büsbütün başka bir şey olması gerekir.

Baylar, ilk anayasayı hazırlayanlara ben başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz yasa ile “din buyrukları” teriminin bir ilişkisi olmadığını anlatmaya çok çalıştık ama bu terimden, kendi sanılarınca bambaşka bir anlam çıkaranları kandıramadık.

İkinci nokta baylar, yeni anayasanın ikinci maddesinin başındaki “Türkiye Devleti’nin dini, İslam dinidir” cümlesidir.

Bu cümle daha anayasaya geçmeden çok önce, İzmit’te, İstanbul ve İzmit gazetecileriyle yaptığımız uzun bir görüşme ve konuşma sırasında bir gazetecinin şu sorusu ile karşılaştım: “Yeni hükümetin dini olacak mı?

Açıkça söyleyeyim ki bu soruyla karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Çünkü, pek kısa olması gereken karşılığın o günkü koşullara göre ağzımdan çıkmasını daha istemiyordum. Çünkü, uyrukları arasında çeşitli dinlerden topluluklar bulunan ve her dinden olanlar için adaletli ve eşit işlemler yapmak ve mahkemelerinde adaleti, kendi uyruğuna ve yabancılara eşit olarak uygulamakla yükümlü olan bir hükümet, din ve düşünce özgürlüğüne saygı göstermek zorundadır. Hükümetin bu doğal niteliğini, ikircil anlam çıkmasına yol açacak niteliklerle sınırlamak elbette doğru değildir.

Türkiye Devleti’nin resmi dili Türkçedir” dediğimiz zaman bunu herkes anlar. Hükümetle yapılacak resmi işlerde, Türk dili kullanılması gereğini herkes olağan sayar. Ama “Türkiye Devleti’nin dini, İslam dinidir” cümlesi, böyle mi anlaşılıp kabul edilecektir? Bunun, elbette açıklanması ve yorumlanması gereğini duydum.

Baylar, gazetecinin sorusuna karşı “Hükümetin dini olamaz” diyemedim; tersini söyledim: “Vardır efendim, İslam dinidir” dedim. Ama hemen “İslam dininde düşünce özgürlüğü vardır” diye sözlerimi açıklamak ve yorumlamak gereğini duydum.

Demek istedim ki hükümet, düşünce ve inançlara saygı göstermekle bağımlı ve yükümlüdür.

Gazeteci, verdiğim karşılığı elbette akla yatkın bulmadı ki yeniden şöyle bir soru sordu: “Yani hükümet bir dine bağlı olacak mı?

Olacak mı, olmayacak mı bilmem!” dedim. İşi kapatmak istedim; ama kapatamadım. “Öyleyse, dediler, herhangi bir sorun üzerinde inançlarıma ve düşüncelerime uygun bir görüş ortaya atmaktan hükümet beni yasaklayacak ya da bunun için beni cezalandıracaktır. Oysa, herkes kendi içinden gelen sesi susturabilecek midir?” O zaman iki şey düşündüm. Biri: “Yeni Türkiye Devleti’nde her ergin kişi dinini seçmekte özgür olmayacak mıdır” sorusu. Öbürü, Hoca Şükrü Efendi’nin: “Kimi yüksek bilgin arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi, din kitaplarında yer alan belirli ve değişmez Müslümanlık kurallarını yayımlayarak.... ne yazık ki yanılgıya sürüklendiği görülen Müslümanlık kamuoyunu aydınlatmayı kaçınılmaz bir ödev saydık” diye başlayan: “İslam halifesinin görevi, din buyruğunu savunup korumakta Peygamberin yerini tutmaktır; dinsel hükümler koymakta da yüce Peygamber Efendimizin vekilliğini yapmaktır” sözleri.

(*) M. K. Atatürk, Söylev (Cilt 2), TDK Yayını, 1978 s. 522-524

Atatürk diyor ki - 2 (*)

Oysa, hocanın dediklerini uygulamaya kalkışmak, ulusal egemenliği ve dinsel özgürlüğü kaldırmaya çalışmaktı. Bundan başka, Hoca’nın bilgi dağarcığı “Yezitler” zamanında yazdırılmış zorbalık yönetimiyle ilgili kuralları kapsamıyor muydu?

Öyleyse, anlamı ve kavramı artık herkesçe iyiden iyiye anlaşılmış olan devlet ve hükümet terimlerini ve millet meclislerinin görevlerini din ve din kuralları kılığına sokarak, kimler ve niçin aldatılacaktır?

Gerçek bu olmakla birlikte, o gün İzmit’te, bu konuda gazetecilerle daha çok konuşmayı uygun bulmadım.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da yeni anayasa yapılırken, “Laik hükümet” teriminden dinsizlik anlamı çıkarmaya eğilimli olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek amacıyla, yasanın ikinci maddesini anlamsız kılan bir terimin konulmasına göz yumulmuştur.

Anayasanın ikinci ve yirmi altıncı maddelerinde gereksiz görünen ve Türkiye Devleti ile Cumhuriyet yönetiminin ilerici niteliği ile bağdaşmayan terimler, devrim ve Cumhuriyet yönetimi bakımından, o zaman için sakınca görülmeyen ödünlerdir.

Ulus, anayasamızdan bu gereksiz terimleri ilk elverişli zamanda kaldırmalıdır! HALK PARTİSİ’Nİ KURMA GİRİŞİMİ

Sayın baylar, her yerde siyasal parti kurma konusunda da halkla uzun uzun konuştum.

7 Aralık 1922’de, Ankara basını aracılığı ile “Halk Partisi”.. adında halkçılık ilkesine dayanan bir siyasal parti kurmak isteğinde olduğumu bildirerek bu parti programının yapılmasına bütün yurtseverlerle bilim adamlarının yardım etmelerini ve katılmalarını dilemiştim.

DOKUZ İLKE, PARTİMİZİN İLK PROGRAMI

Kimi kişilerin yazılı olarak bildirdikleri düşüncelerden ve halkla yaptığım konuşmalardan çok yararlandım. En sonu 8 Nisan 1923’te, görüşlerimi dokuz ilkede saptadım. İkinci Büyük Millet Meclisi’nin seçimi sırasında yayımladığım bu program, partimizin kuruluşuna temel olmuştur.

Bu program bugüne değin yaptığımız ve sonuçlandırdığımız bütün önemli işleri içine alıyordu. Bununla birlikte, programa yazılmamış kimi önemli sorunlar da vardı. Örneğin: Cumhuriyetin ilanı, halifeliğin kaldırılması, dinişleri bakanlığının (**) kaldırılması, medrese ve tekkelerin kaldırılması, şapka giyilmesi... gibi.

Bu sorunları programa yazarak önceden, bilisiz ve gericilerin bütün ulusu yanıltmaya fırsat bulmalarını uygun görmedim. Çünkü bu sorunların zaman gelince çözümlenebileceğine ve sonunda ulusun kıvanç duyacağına kesin olarak inanıyordum.

Yayımladığım programı bir siyasal parti için yetersiz ve kısa bulanlar oldu. “Halk Partisi’nin programı yoktur” dediler.

Gerçekten, ilkeler adı ile anılan programımız, yericilerin gördüklerine ve bildiklerine benzer bir kitap değildi ama temel ilkeleri kapsıyordu ve uygulanabilir nitelikte idi. Biz de uygulanamayacak düşünceleri, kuramsal birtakım ayrıntıları yaldızlayarak bir kitap yazabilirdik. Öyle yapmadık. Ulusun, maddesel ve tinsel yönlerden yenileşip gelişmesi için çalışırken, iş yapmayı söze ve kurama yeğ tuttuk. Bununla birlikte;

“Egemenlik ulusundur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden başka hiçbir orun (makam) ulusun alınyazısında etkin olamaz. Bütün yasaların düzenlenmesinde, her türlü örgütlenmede, yönetimin bütün ayrıntılarında, genel eğitimde, tutumsal (ekonomi) işlerde ulusal egemenlik ilkelerine uyulayacaktır. Padişahlığın kaldırılması ile ilgili karar değişmez bir yasadır” gibi bilinmesi gereken önemli noktalar ile mahkemelerin yenileştirileceği, bütün yasalarımızın hukuk bilimi verilerine göre yeni baştan düzeltilip tamamlanacağı, toprak ürünleri vergisinin (aşarın) değiştirileceği, ulusal bankalar anaparalarının artırılacağı, gerekli demiryollarının yaptırılacağı, öğretimi birleştirmeye hemen girişileceği, askerlik ödevi süresinin kısaltılacağı, ülkenin bayındırlaştırılmasına çalışılacağı ve benzeri gibi ivedi ve önemli gereksemeler ilkeler dışında bırakılmamıştı. Barışla ilgili görüşümüzün de: “Maliyede, tutumsal işlerde ve yönetimde bağımsızlığımızı yüzde yüz sağlamak koşuluyla barışın yeniden kurulmasına çalışmak” olduğunu bildirdik. Halifelik orununun bütün Müslümanlara özgü bir orun olabileceğini de belirttik.
İlkeler, “Halk Partisi”nin kuruluşuna ve çalışmasına yetti.

Partinin adına -bilindiği üzere- daha sonra “Cumhuriyet” kelimesi de eklenerek “Cumhuriyet Halk Partisi” denildi.

(*) Söylev (Cilt 2) TDK Yayınları. s.524-526
(**) Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti

Özdemir İnce



  Alıntı ile Cevapla
OkyanusunKalbi'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 16.03.2021, 16:27   #2
Çevrimdışı
OkyanusunKalbi
WoodStock

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Atatürk diyor ki (1) (2) (3) (4) (5) | Özdemir İnce

Atatürk diyor ki - 3 (*)

Terakkiperver Cumhuriyet Partisi ve en hayın kafaların ürünü olan programı

Sayın baylar, “komplo” konusunu açıklarken ve komplonun Meclis içindeki evresini anlatırken, önemsiz sanılabilecek kimi ayrıntılara dokundum. Bunda beni haklı göreceğinizi umarım.

Diyebiliriz ki her hükümet, her zaman gensoruya çekilebilir. Bir gensoruya bu denli önem vermek doğru mudur? Şunu bilginize sunmalıyım ki söz konusu olan gensoru, olağan bir gensoru değildi. Hazırlanan komplonun özel bir evresi idi.

Bu gensoru oyunundan sonradır ki karşıcıllar maskelerini atmak zorunda bırakıldılar. Bilindiği üzere, “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” (**) diye bir parti kurdular. Gizli ellerin düzenlediği parti programını da ortaya attılar.

“Cumhuriyet” sözcüğünü söylemekten bile çekinenlerin; Cumhuriyeti, daha doğduğu gün boğmak isteyenlerin kurdukları partiye “Cumhuriyet” hem de “İlerici Cumhuriyet” adını vermeleri, içten gelme ve inanılır bir davranış sayılabilir mi?

Rauf Bey ve arkadaşlarının kurdukları parti, “tutucu” diye nitelendirilseydi, belki anlamı olurdu. Ama bizden daha çok Cumhuriyetçi ve bizden daha çok ilerici olduklarını savlamaya kalkışmaları elbette doğru değildi.

“Parti, dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır” sözlerini ilke edinip bayrak gibi kullanan kişilerden, uzdilek (hüsnüniyet) beklenebilir mi idi? Bu bayrak, yüzyıllardan beri, bilisizleri, bağnazları ve boş inanlara saplanmış olanları aldatarak özel çıkarlar sağlamaya kalkışmış kimselerin taşıdıkları bayrak değil mi idi? Türk ulusu yüzyıllardan beri, sonu gelmeyen yıkımlara, içinden çıkabilmek için büyük özveriler isteyen pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş mi idi?

Cumhuriyetçi ve ilerici oldukları sanısını vermek isteyenlerin, yine bu bayrakla ortaya atılmaları; dinsel bağnazlığı coşturarak, ulusu, Cumhuriyete, ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi? Yeni parti perdesi altında: “Biz halifeliğin yeniden kurulmasını isteriz. Biz yeni yasalar istemeyiz. Bize eski yasalar yeter. Medreseler, tekkeler, bilgisiz softalar, şeyhler, müritler, biz sizi koruyacağız; bizimle birlik olunuz! Çünkü, Mustafa Kemal’in partisi halifeliği kaldırdı. Müslümanlığı zedeliyor. Sizi gâvur yapacak, size şapka giydirecek!” diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin ilke edindiği sözler, bu gerici haykırışlarla dolu değil midir?

Bu ilkeye bağlı olanlardan birinin, çok zaman önce yani 10 Mart 1923 günü asılan Cebranlı Kürt Halit Bey’e yazdığı mektuptaki şu cümlelere bakınız baylar: “Müslümanlık dünyasının kalımlı olmasını sağlayan ilkelere saldırıyorlar. Bu konudaki açımlamalarınızı arkadaşlara da okudum. Hepsinin çabalarını artırdı. Batılılaşmak, tarihimizi, uygarlığımızı yitirmeyi zorunlu kılar... Halifeliği yıkmak, din işlerine karışmayan bir hükümet kurmayı düşünmek; bunlar Müslümanlığın geleceğini tehlikeye atacak etmenleri yaratmaktan başka bir sonuç veremez.”

Baylar, olupbitenler de gösterdi ve kanıtladı ki Terakkiperver Cumhuriyet Partisi programı, en hayın kafaların ürünüdür. Bu parti, yurtta cana kıyıcıların, gericilerin sığınağı ve dayanağı oldu; dış düşmanların yeni Türk Devleti’ni, körpe Türk Cumhuriyeti’ni yıkmayı öngören planlarının kolaylıkla uygulanmasına yardım etmeye çalıştı. Tarih; gizli amaçlarla düzenlenmiş, genel ve gerici Doğu Ayaklanmasının nedenlerini inceleyip araştırdığı zaman, onun önemli ve belirli nedenleri arasında Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’nin dinsel konularda verdiği sözleri ve doğuya gönderdiği sorumlu yazmanın kurduğu örgütleri ve yaptığı kışkırtmaları bulacaktır.

Suçsuz halka, beş vakit namazdan başka, geceleri de çokça namaz kılmayı söyleyip öğütleyen adam belki de yaşamı boyunca hiç namaz kılmamış olan bir siyasacı olursa, bu davranışın ereği anlaşılmaz olur mu?

Baylar, yaptığımız devrimin genişliği ve büyüklüğü karşısında eski kuramların ve boş inançların birer birer yıkılışını gören bağnaz ve gerici kimseler, “dinsel düşünce ve inançlara saygılı” olduğunu bildiren bir partiye ve özellikle bu partinin içindeki tanınmış kişilere dört elle sarılmaz mı? Yeni parti kuran kişiler bu gerçeği anlamış değil midirler? Öyle ise ellerine aldıkları din bayrağı ile ulusu ve ülkeyi nereye götürmek istiyorlardı?

Böyle bir soruya verilmesi gereken yanıtta, “uzdilek (hüsnüniyet), aymazlık, umursamazlık” gibi sözler, yurdu ilerleteceğim diye ortaya atılan bir partinin ileri gelenleri için özür sayılamaz.

(*) M.K.Atatürk, Söylev (Cilt 2), TDK Yayını, 1978 S.649-651

(**) İlerici Cumhuriyet Partisi

Atatürk diyor ki - 4 (*)

Baylar, yeni parti, adındaki “İleri” ve “Cumhuriyet” sözcüklerinin karşıt anlamlarıyla gelişmiştir. Bu partinin ileri gelenleri, gerçekten gericilere umut ve güç vermiştir.

Buna örnek vereyim: Ergani’de, ayaklananların valiliğini kabul eden ve sonradan asılan Kadri, Şeyh Sait’e yazdığı bir mektupta, “Millet Meclisi’nde, Kâzım Karabekir Paşa’nın partisi, din kurallarına saygılı ve dinseverdir. Bize yardım edeceklerine kuşkum yoktur. Dahası, Şeyh Eyüb’ün yanında bulunan parti sorumlu yazmanı, partinin tüzüğünü getirmiştir...” diyor. Şeyh Eyüb de yargılanması sırasında, “Dini kurtaracak biricik partinin, Kâzım Karabekir Paşa’nın kurduğu parti olduğunu; din kurallarına uyulacağının, parti tüzüğünde bildirildiğini” söylemiştir.

Baylar, “İlerici” ve “Cumhuriyet” sözcüklerini kullanarak bizden ve ulus aydınlarından din bayrağını gizlemeye çalışanların, ülkede genel bir gerilemeye ve ayaklanmaya yol açmak ve başkaldırmak için içeride ve dışarıda, türlü düzenlerle ve kışkırtmalarla uğraşanların varlığını bilmedikleri düşünülebilir mi? Yeni partiye girenlerin tümü değilse bile dinsel konularda verilen sözleri başarı için, çok etkili bir etmen sayan ve bununla ilgili hükmü tüzüklerine koyan kimselerin, yurda karşı, bize karşı hazırlanan cana kıyıcı düzenlerden habersiz oldukları kabul edilemez!

Tutalım ki bunlar, ayaklanmanın başlamasından aylarca önce, yurdun şurasında burasında yapılan gizli toplantılardan; “Gizli İslam Derneği” örgütünden; İstanbul’da Nakşibendi şeyhlerinin yaptığı toplantıda, hazırlanacak ayaklanmaya yardım için verilen sözden; son olarak ulusal sınırlarımızın dışında bulunup doğu ayaklanmasını kışkırtanların bildirilerinde Kâzım Karabekir Paşa’nın partisine umut bağlandığının belirtilmesinden haberli değillerdir. Ama bunların, Fethi Bey hükümeti zamanında, partilerinin, ayaklanmaya ve geriliğe kışkırtıcı durum ve nitelikte olduğunu ve yurda dokunca (zarar) verdiğini Fethi Bey’in kendilerine bildirmesinden sonra olsun, gerçeği görüp anlamaları gerekmez miydi?

Hükümetin ve benim, çok temiz yürekle yaptığımız bu uyarmalardan sonra olsun, gerçeği anlamaları ve ona göre davranmaları gerekirdi. Onlar, tersine, bu kez de “Dinsel düşünce ve inançlara saygılıyız” sözlerini büsbütün karşıt anlamda yorumlamaya kalkıştılar. Sanki bu sözlerle, her dinin ve türlü dinden olan kişilerin düşünce ve inançlarına saygılı olduklarını söylemek; geniş ölçüde özgürlüksever olduklarını anlatmak istiyorlarmış... Baylar, böyle bir tutuma, doğru ve içtenlikli denemez!

Siyasa alanında birçok oyunlar görülür. Ama kutsal bir ülkünün belirtisi olan Cumhuriyet yönetimine karşı, çağdaşlaşmaya karşı, bilisizlik (cahil), bağnazlık ve her türlü düşmanlık ayağa kalktığı zaman; özellikle ilerici ve cumhuriyetçi olanların yeri, gerçek ilerici ve cumhuriyetçi olanların yanıdır; yoksa gericilerin umut ve çalışma kaynağı olan yer değil...

Ne oldu baylar? Hükümet ve Meclis, olağanüstü önlemler almayı gerekli gördü. Takriri Sükûn Yasası’nı çıkardı. İstiklal Mahkemeleri’ni kurdu. Ordunun savaşa hazır sekiz, dokuz tümenini, ayaklananları yola getirmek için uzun süre görevlendirdi. “Terakkiperver Cumhuriyet Partisi” denilen dokuncalı (zararlı) siyasal kuruluşu kapattı.

Sonunda, doğallıkla Cumhuriyet başarı kazandı. Ayaklananlar yok edildi. Ama Cumhuriyet düşmanları, büyük komplonun bittiğini kabul etmediler. Alçakça, son bir girişim yaptılar. Bu da İzmir’de düzenlenen cana kıyma girişimidir. Cumhuriyet mahkemelerinin ezici eli, bu kez de Cumhuriyeti, cana kıyıcıların elinden kurtarmayı başardı.
***
Sayın baylar, durumun ağırlaşması üzerine hükümetçe olağanüstü önlemler alınması gerektiği yolundaki görüşümüzü ilk belirttiğimiz zaman, bunu iyi karşılamayanlar vardı. Takriri Sükûn Yasası’nı ve İstiklal Mahkemeleri’ni, zorbalık aracı olarak kullanacağımız düşüncesini ortaya atanlar ve bu düşünceyi aşılamaya çalışanlar oldu. Kuşkusuz, zaman ve olaylar, bu tiksinti verici düşünceyi aşılamaya çalışanları, utanacak duruma düşürmüştür. Biz, alınan olağanüstü ama yasaya uygun önlemleri, hiçbir zaman ve hiçbir biçimde, yasadışına çıkmak için araç olarak kullanmadık, tersine, yurtta dirlik ve düzenliği kurmak için uyguladık; devletin yaşamasını ve bağımsızlığını sağlamak için kullandık. Biz, o önlemleri, ulusun uygarlaşmasına ve toplumsal gelişmesine yararlı kıldık.

(*) M. K. Atatürk, Söylev (Cilt 2), TDK Yayını, 1978, s. 651-653

Atatürk diyor ki - 5(*)

Baylar, aldığımız olağanüstü önlemlerin uygulanmasına gerekseme kalmadığı görüldükçe, onların uygulanmasından vazgeçilmekte duraksanmamıştır. Nitekim İstiklal Mahkemeleri, iş bitince kaldırıldığı gibi Takriri Sükûn Yasası da yürürlük süresi sonunda yeniden Büyük Millet Meclisi’nin incelemesine sunuldu. Meclis, yasanın bir süre daha yürürlükte kalmasını gerekli görmüş ise kuşkusuz bu, ulusun ve Cumhuriyetin yüksek yararları içindir. Yüksek Meclis’in, bize zorbalık aracı vermek için bu kararı aldığı düşünülebilir mi?

Baylar, Takriri Sükûn Yasası’nın yürürlükte ve İstiklal Mahkemeleri’nin çalışmakta bulunduğu süre içinde yapılan işleri göz önüne getirecek olursanız, Meclis’in ve ulusun güven ve inancının tam yerinde kullanıldığı kendiliğinden anlaşılır.

Yurtta yapılan büyük ayaklanma ve cana kıyma düzenleri ortadan kaldırılarak sağlanan dirlik ve düzenlik, kuşkusuz, kamuyu sevindirmiştir.

Baylar, ulusumuzun, giymekte bulunduğu ve bilisizliğin (cehaletin), aymazlığın, bağnazlığın, yenilik ve uygarlık düşmanlığının simgesi gibi görülen “fes”i atarak onun yerine, bütün uygar ülkeler halkının kullandığı şapkayı giymesi ve böylece, Türk ulusunun uygar toplumlardan anlayış yönünden de hiçbir ayrılığı olmadığını göstermesi gerekiyordu. Bunu, Takriri Sükûn Yasası’nın yürürlükte bulunduğu sırada yaptık. Bu yasa yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık. Ama buna, yasanın yürürlükte oluşu da kolaylık sağladı denirse bu, çok doğrudur. Gerçekten, Takriri Sükûn Yasası’nın yürürlükte bulunuşu, kimi gericilerin kamuoyunu geniş ölçüde ağılamasına (zehirlenmesine) meydan bırakmamıştır. Gerçi bir Bursa milletvekili, bütün yasama görevi boyunca hiçbir zaman kürsüye çıkmamış ve hiçbir zaman Meclis’te, ulus ve Cumhuriyet yararlarını savunmak için bir tek sözcük bile söylememiş olan Bursa milletvekili Nurettin Paşa, yalnız şapka giyilmesine karşı uzun bir önerge vermiş ve bunu savunmak için kürsüye çıkmıştır. Şapka giyilmesinin, “temel haklara, ulusal egemenliğe ve kişi dokunulmazlığına aykırı işlem” olduğunu savlamış (iddia etmiş) ve bunun, “halka uygulanmamasını sağlamaya” çalışmıştır. Ama, Nurettin Paşa’nın, ulus kürsüsünden alevlendirebildiği bağnazlık ve gericilik duyguları; en sonu birkaç yerde ve yalnız birkaç gericinin, İstiklal Mahkemeleri’nde hesap vermeleriyle söndü.
Baylar, tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve bütün tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük, türbe bekçiliği vb. gibi birtakım sanların kaldırılması ve yasak edilmesi de Takriri Sükûn Yasası yürürlükte iken yapılmış işlerdir. Bunlarla ilgili yürütüm ve uygulamaların, halkımızın, boş inanlara bağlı, ilkel bir topluluk olmadığını göstermesi bakımından, ne denli gerekli olduğunu çok iyi bilirsiniz.

Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve alınyazılarını ve canlarını, falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan meydana gelmiş bir topluluğa, uygar bir ulus gözüyle bakılabilir mi? Ulusumuzun gerçek niteliğini, yanlış bir yolda gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi adamların ve kurumların, Yeni Türkiye Devleti’nde, Türk Cumhuriyeti’nde daha da çalışmalarına göz yumulmalı mıydı? Buna önem vermemek, ilerleme ve yenileşme adına, en büyük ve düzeltilemez bir yanılgı olmaz mıydı? İşte biz, Takriri Sükûn Yasası’nın yürürlükte oluşundan yararlandıksa, bu tarihsel yanılgıyı işlememek için ulusumuzun alnını, olduğu gibi açık ve temiz göstermek için ulusumuzun bağnaz ve ortaçağ anlayışlı olmadığını tanıtlamak için yararlandık.

Baylar, ulusumuzun toplumsal, tutumsal (ekonomik) kısacası, bütün uygarlıkla ilgili iş ve ilişkilerinde verimli sonuçlar sağlayan yeni yasalarımız da kadın özgürlüğünü güven altına alan ve aileyi sağlamlaştıran Yurttaşlar Yasası (**) da bu sözünü ettiğim zaman içinde yapılmıştır. Şunu söylemeliyim ki biz, her araçtan, yalnız ve ancak bir ülkü için yararlanırız. O ülkü şudur: Türk ulusunu, uygar toplumlar içinde yaraştığı kata yükseltmek ve Türk Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün daha çok güçlendirmek; bunun için de zorbalık düşüncesini öldürmek.

***
Büyük Atatürk’ün Söylev’inden yaptığım alıntılar burada bitti. Bundan sonrasında “Gençliğe Sesleniş” var.

Bildiğiniz gibi “Ey Türk Gençliği!” diye başlar...

(*) M.K.Atatürk, Söylev (Cilt 2), TDK Yayını, 1978 s.654-656

(**) Medeni Kanun





  Alıntı ile Cevapla
OkyanusunKalbi'in Mesajına Teşekkür Etti
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
atatürk, diyor, Özdemir, İnce


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 01:20.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.