Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Türk ve Dünya Tarihi > Türk Tarihi


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 09.09.2011, 20:59   #1
Çevrimdışı
Basakca
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Türkiye’nin Miladı | Lozan Barış Antlaşması

Türkiye’nin Miladı
Lozan



İsmet Paşa’nın aylarca kaldığı Lozan Palace,
sert tartışmalara, fırtınalı oturumlara sahne olan Ouchy Şatosu.



Bir yanda Leman Gölü, bir yanda göle hâkim tepelerde yükselen katedraller, şatolar, yeşil yamaçlara serpiştirilmiş evler. Türkiye’nin kaderinin çizildiği, özgür geleceğinin belirlendiği görkemli ama zarif binalar. İsmet Paşa’nın aylarca kaldığı Lozan Palace, sert tartışmalara, fırtınalı oturumlara sahne olan Ouchy Şatosu, imzaların atıldığı Rumine Sarayı... Buralarda asırlık hesaplar görüldü ve asırlık bir barış inşa edildi. Lozan, Jön Türkler’in sürgün merkeziyken, yeni Türkiye’nin miladı oldu

“Nemrud’un bölgesiyle bataklık arasında” demişti Thomas Mann; Nazi salgınında ülkesi Almanya’yı terk edip sığındığı İsviçre için. Avrupa’nın yaşadığı dehşetten uzak durmanın hak edilmiş bir ödülüydü bu benzetme. Takibata uğrayan, kovuşturulan, kovulan, sürülen, kendi yurtlarında hor görülen dünyanın bütün özgür ruhlarına kollarını açan bir ülkeydi. Öyle ki, bu küçük ülkenin hangi kentine giderseniz gidin, isimlerini emanet olarak bırakmış o ay ışığı gezginleriyle, o büyük sürgünlerle karşılaşırsınız. Leman Gölü’nde Rousseau’nun; Zürih’te Lenin’in, Thomas Mann’ın, Robert Musil’in; Lozan’da Simenon’un, tarihçi Gibbon’un; Montrö’de Byron’un, Nabakov’un, Charlie Chaplin’in anılarına ortak olursunuz.



Leman Gölü



Tabii bir dünya yurttaşları ülkesi haline geldiyse İsviçre, bunu Avrupa’daki coğrafi ve demografik konumuna ama daha çok da Leman Gölü kıyısındaki kentlerine borçluydu. Ülkenin Fransız kesiminin kültürel merkezleri olan Cenevre’ye, Lozan’a, Montrö’ye... Dağların avucunda bir hilali andıran gölün incileri bunlar. Doğrusu hayran olunacak şehirler, güzel şehirler, müze şehirler, sanat pınarları hiç kurumayan şehirler.

İşte o şehirlerden biri, Vaud kantonunun başkenti Lozan. Leman Gölü’ne hâkim yeşil yamaçlara serpiştirilmiş evleri, görkemli katedralleri, şatoları, mimari yarışmaya çıkmış gibi kendini sergileyen binaları ve sanatçı ellerin düzenlediği bahçe ve parklarıyla gerçek bir “bahçe şehir” burası. Ripon Meydanı’nda şehrin en önemli yapılarından Rumine Sarayı... Bir üniversite binası olarak inşa edilmiş; yaptıran da annesi Lozanlı bir Rus prensi. Bugün üniversite kütüphanesinin yanı sıra güzel sanatlar, jeoloji, zooloji, arkeoloji ve tarih müzelerini barındırıyor. Binaya anıtsal sütunlar arasındaki merdivenleri tırmanarak girip çıkıyor insanlar. Mermer merdivenler içeride de devam ediyor, ortasında şadırvan olan bir hole ulaştırıyor konuklarını. Oradan da binanın en güzel salonuna. İçeride şehir meclisi toplantı halinde. Duvarları ve tavanı resimlerle donatılmış görkemli salonda ciddi, ağırbaşlı insanlar nezaketle tartışıyorlar. Daha doğrusu çalışıyorlar. Meclis kapısının hemen önünde bir televizyon kamerası, meclis üyelerinden görüş topluyor.

“Seksen yedi yıl önce burada bir barış antlaşması imzalandı.”





Burası, savaş tehdidiyle barış ümidinin defalarca karşı karşıya geldiği; uzun, sert, yorucu tartışmaların ardından bir devrin kapanıp yeni bir devrin açıldığı yerdi. Taraflar için zaferler ve hezimetlerle dolu korkunç savaşlardan sonra kılıçlar kınına konulmuş ve bu salonda, yeni bir devlet büyük fedakârlıklarla elde ettiği “istiklalini” bütün dünyaya kabul ettirmişti.



Rumine Sarayı bugün üniversite kütüphanesine, güzel sanatlar,
doğa ve tarih bilimleri müzelerine ev sahipliği yapıyor.



Lozan, Mustafa Kemal’in “asırlık hesaplar görüldü” dediği şehirdi. Ama Rumine Sarayı, Lozan macerasının son noktasıydı. Batılı devletler ile Türkiye arasında aylar süren görüşmeler ise mekân olarak tüm kente yayılmıştı. O yüzden konferansın hikâyesini araştırmak, bir bakıma Lozan’ın hikâyesine bakmak demektir. Tabii söz konusu kent Lozan olunca, on yıllar öncesine kayıtlı bir olaya ait izleri, anıları bulmak hiç de zor olmaz. Mekânlar, binalar o gün olduğu gibi bugün de karşımızdadır. Tarih özenle, dikkatle ve şefkatle nasıl korunurmuş merak ediyorsanız eğer, buyurun Lozan’a...

Seksen yedi yıl önce, İstanbul’dan hareket eden Şark Ekspresi de yolcularını, 11 Kasım 1922 günü buraya indirmişti. İsmet Paşa’nın indiği gar herhalde bugünkü kadar hareketli değildi. Trenlerin biri gidiyor, biri geliyor; garda tren gürültüsü hiç eksik olmuyor. Kentin yamaçlara yayılmış mahallelerini Ouchy Limanı’na ve göl kıyısına bağlayan metro da hemen garın altından geçiyor.



Cumhuriyet - Muammer Sun

__________________
"Ey egosu boyundan büyük insan..
Bir gün ölüp toprak olacaksın. Bir tohum filizlenecek ot olacaksın, bir öküz seni yiyecek ve atık olacaksın.. Yani hep aynı kalacaksın."

  Alıntı ile Cevapla
7 Üyemiz Basakca'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 09.09.2011, 21:02   #2
Çevrimdışı
Basakca
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Türkiye’nin Miladı | Lozan



Ouchy Limanı




İsmet Paşa ve ekibi geldiğinde güvenlik gerekçesiyle gara kimse alınmamıştı. Karşılayıcılar arasında Fransa konsolosu, Lozan belediye başkanı ve polis müdürü ile Türk konsolosu vardı. İsviçre’de yaşayan Türk ve Mısırlı öğrenciler ise istasyon dışında heyecan ve sevinç içinde bekleşiyorlardı. İsmet Paşa ve beraberindekiler, alkışlar altında gara yakın bir otele, Lozan Palas’a yerleştiler. Otel kentin tarihi merkezindeydi ve buradan Leman Gölü’nün manzarası muhteşemdi. Bu haliyle Lozan’ın en güzel otellerinden biriydi. Halen de öyledir. Çiçeklerle süslü balkonları bir yandan Lozan’ın kuzey yamaçlarını, bir yandan da Leman Gölü’nü seyreder. Hemen yanındaki bir uçurum kenti ikiye ayırır. Bu uçurum eski bir nehrin, Flon Nehri’nin yatağıdır aslında. Şimdi nehir yok tabii ki. Hırçın Alp Dağları’nı bile ehlileştiren İsviçre uygarlığı, nehrin üstünü kapatmış, doğal uçurum bu kez yapay bir uçuruma dönüşmüştür. İki yakadaki semtler birbirine köprülerle bağlanmış, yatağın üzerine metro hattı inşa edilmiştir.







Bu uçurumun İsmet Paşa’yla ilgili bir hikâyesi de vardır. Kendi ağzından dinleyelim: “Ne kadar bezmiştim bazen. Lozan’daki son krizi hatırlarım. İmza edeceğiz. Fakat cevap alamıyoruz. Ankara cevap vermiyor. Bir ara büyük salondayız. Terasa açılan büyük bir camlı kapı var. Terasın altı uçurum. Ben kapının arkasına geçiyor terasa yürüyorum. Arkadaşlar birden telaş ediyorlar...” Paşa o anda nasıl bir sıkıntı içindeyse, arkadaşları intihar edeceğini düşünüyorlar.

İsmet Paşa ve arkadaşları bu otelde aylarca kaldılar. Uzun, zor, sert müzakerelere burada hazırlandılar. İsmet Paşa, ilk basın toplantısını, daha Lozan’a adım attığı saatlerde işte burada yapmıştı. Gazetecilere karşı karşıya oldukları sürprizi anlatmıştı; “Çağırdılar geldik; fakat meydanda yoklar” demişti. Barış görüşmelerine başlamak üzere Türk heyetini davet eden Müttefik devletler, konferansı bir hafta ertelemişlerdi.







Fransız ve İngiliz heyetleri, ancak 19 Kasım’da Lozan geldiler. Fransız delegelerin bir kısmı, İsmet Paşa’nın da kaldığı Lozan Palas’a yerleşti. İngiliz heyeti ise Leman Gölü kıyısındaki Beau Rivage Oteli’ni tercih etti. Olağanüstü güzel bir bahçenin içinde Leman Gölü’nü ve karşı kıyıdaki Fransız kasabasını izleyen Beau Rivage, aynı zamanda Lozan müzakerelerinin bir kısmına da ev sahipliği yaptı. Bugün otelin girişinde, görüşmelerin burada yapıldığını hatırlatan bir plaket bulunuyor.




__________________
"Ey egosu boyundan büyük insan..
Bir gün ölüp toprak olacaksın. Bir tohum filizlenecek ot olacaksın, bir öküz seni yiyecek ve atık olacaksın.. Yani hep aynı kalacaksın."

  Alıntı ile Cevapla
7 Üyemiz Basakca'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 10.09.2011, 20:33   #3
Çevrimdışı
Basakca
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Türkiye’nin Miladı | Lozan




Beau Rivage, Leman Gölü kıyısında Ouchy Şatosu’na komşu görkemli yapılardan biri. Otel olarak hizmet veren bina, Lozan Konferansı sırasında İngiliz heyetini ağırladı. Görüşmeler boyunca kulis faaliyetlerinin odağı haline gelen otelin göz alıcı salonu da, konferansla ilgili bazı toplantıların mekânıydı.


Açılış töreninin yapıldığı Mont Benon Gazinosu ise şimdiki Adalet Sarayı’nın olduğu yerdeydi. Lozan Palas Oteli’ne yürüme mesafesinde. Mont Benon’un önünde geniş ve çok güzel düzenlenmiş bir park var. Parkta da tanıdık bir heykel: İsviçre’nin ulusal kahramanı Wilhelm (Giyom) Tell; bir despotun emrine boyun eğmek zorunda kalıp oğlunun başındaki elmayı okuyla vuran efsanevi şahsiyet.

Tuhaf olan şu ki, Tell bir bakıma Jön Türklerin de kahramanıydı. Abdülhamid rejiminin muhaliflerinden ve İsviçre’nin ilk sakinlerinden Abdullah Cevdet, daha 1896’da Tell efsanesini Türkçeye çevirmiş ve efsane Jön Türkler üzerinde büyük etki yaratmıştı. Jön Türkler, efsanedeki despotla Abdülhamid’i, despota isyan eden Tell ile de kendilerini özdeşleştiriyorlardı. O kadar ki, Jön Türkler iktidarı ele geçirdiklerinde, efsane okul kitaplarına girmişti. Aynı özdeşleştirme Kurtuluş Savaşı’na da uygulandı. 1934 çevirisinin önsözünde “yurtsever İsviçreliler” gibi Kurtuluş Savaşı kahramanlarının da “adaletsizliğe ve zorbalığa karşı” savaştıkları söyleniyordu.
Jön Türklerin İsviçre’si

Lozan Konferansı’nın açılış töreni, bugünkü Adalet Sarayı’nın yanındaki Mont Benon Gazinosu’nda yapıldı. Binanın önündeki parkta, İsviçre’nin efsanevi kahramanı Giyom Tell’in heykeli bulunuyor. Giyom Tell, baskıya direnen kimliğiyle Jön Türklerin de kahramanıydı.


Jön Türklerden bahsettiğimize göre, onların İsviçre’yle ilişkilerinden de söz etmek gerekir. İsviçre’deki Türkiye’nin ilk temsilcileri onlardır çünkü. Cenevre ve Lozan, öğrenim için gelenlerin yanı sıra, Abdülhamid rejimine muhalif aydınların sığındığı bir sürgün merkeziydi. Osmanlı aydınlarının burada yayımladığı ilk gazete İnkılab’dı ve ta 1870 yılına tarihliydi. Cenevre ve Lozan’da yayımlanan başka gazeteler de vardı: Ulum, Hürriyet, Gencine-i Hayal, İstikbal, Mizan (yayımcısı Murad bu yüzden Mizancı adıyla anılır), Ezan, Beberuhi, Meşveret, Osmanlı, İntikam, Tokmak vs. Tabii Osmanlı tebaasından Ermeni, Arnavut, Arap, Kürt, Yahudi aydınların kendi dillerinde çıkardığı gazeteler de vardı. İlk Kürtçe gazete 1898 yılında Cenevre’de “Kürdistan” adıyla yayımlanmıştı.

Jön Türkler kurdukları derneklerle de Cenevre ve Lozan’da varlıklarını hissettirdiler. Avrupa’da ilk Türk Yurdu Cemiyeti Lozan ve ardından Cenevre’de kurulmuştu. Aslında Lozan’da bir dernek daha vardı: Club Ottomans. Bu dernek etnik ayrım gözetmeksizin Osmanlı tebaasından herkese açıktı. Ancak her etnik grup, zamanın milliyetçi ruhuna uygun olarak kendi derneklerini kurdukça (mesela Lozan’da 1913 yılında Hevi –Umut- adlı bir Kürt derneği de kurulmuştu) Club Ottomans’ın varlık sebebi ortadan kalktı.





Sonuçta Osmanlı milletlerinin dernekler kurduğu ve her birinin kendi dilinde gazeteler yayımlayıp, toplantılar düzenlediği Lozan ve Cenevre, Osmanlı renklerinin geçit yaptığı kentler haline gelmişti. Bütün bu faaliyetlerin içinde kimler yoktu ki; Ali Kemal’den (Kurtuluş Savaşı sonrası ihanetle suçlanıp linç edilen gazeteci) Mithat Şükrü’ye (İttihat Terakki Genel Sekreteri), Tunalı Hilmi’den Mahmut Esat’a, Prens Sabahattin’den Yakup Kadri’ye; kimi öğrenim için, kimi sürgün olarak, kimi de Yakup Kadri gibi tedavi maksadıyla buralarda bulunmuş, etkili bir Osmanlı diasporası oluşturmuşlardı. Bu kendi içine dönük bir etkiydi. Bugün Lozan’da ya da Cenevre’de onların yaşadığı mekânları aramak, dolaştığı sokaklarda gezinmek nafile; onlardan herhangi bir anı yakalamak mümkün değil. Tuhaftır onların anılarında da İsviçre bir türlü kendini göstermez. Aralarından sadece bir ikisi İsviçre’yi tanımaya ve tanıtmaya çalışmıştı. Mesela Ferid Dervişoğlu, Avrupa Mektupları’nda “İsviçre’nin letafeti”nden bahsetmişti: “Hakikaten bu memleket, tabiatın bütün güzelliklerini cami, şuh, işvekâr bir yer. Her noktası şairler için bitmez tükenmez bir ilham kaynağı... Memleket serapa dağlık, serapa ağaçlık. Dağlar çok yüksek, hatta zirvelerine çıkmak isteyen bulutlar yorulup yarı yolda kalıyorlar.” Bu güzellemenin yazarını daha da çok etkileyen “umran ve terakki”de İsviçre’nin eşsiz olmasıydı. Binalara, sokaklara, bahçelere gösterilen ihtimam, ülkenin her noktasından yansıyan intizam o düzeydedir ki, “şudur diyecek söz bırakmıyor idi”.
__________________
"Ey egosu boyundan büyük insan..
Bir gün ölüp toprak olacaksın. Bir tohum filizlenecek ot olacaksın, bir öküz seni yiyecek ve atık olacaksın.. Yani hep aynı kalacaksın."

  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Basakca'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 10.09.2011, 21:29   #4
Çevrimdışı
Basakca
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Türkiye’nin Miladı | Lozan

İlk Karşılaşma



Türkiye için tarihi bir an. İki buçuk aylık kesintiyle birlikte yaklaşık sekiz ay süren görüşmelerden sonra nihayet barış imzalanıyor. İlk imzayı İsmet Paşa atıyor; sonra sırasıyla İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan ve diğer devletlerin temsilcileri.


Delegelerin ilk karşılaşma yeri Mont Benon Gazinosu, Lozan’ın en güzel binalarından biriydi ve konferansın 20 Kasım 1922’deki açılış töreni için gelin gibi süslenmişti. Konferansa İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı ve Japonya temsilcileri katılıyordu. Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan Boğazlarla ilgili müzakerelere katılacaklardı. ABD ise gözlemci olarak bulunacaktı.

Mont Benon’a uzanan yollar kordonlarla kesilmiş, çevreye toplanan halkın meraklı bakışları altında delegeler, danışmanlar, kâtipler, gazeteciler ve davetliler salona alınmıştı. Salona en son ülkelerin başdelegeleri girdi. Yunan Başbakanı Venizelos, İtalya diktatörü Mussolini, Japon diplomat Hayaşi, Bulgaristan diktatörü Stambuliski’nin ardından mağrurların ikinci en büyüğü Fransa’nın dışişleri Bakanı Poincare içeri girdi. Sonra da elinde bastonu ile Lord Curzon göründü. Azametli Lord, “ufak tefek” bir adamın koluna girmişti. O kişi İsmet Paşa idi. Bu iki adamın salona birlikte girişi yadırganmamalıydı; müzakerelerin gerçek tarafları bu ikisi ve temsil ettikleri devletlerdi ne de olsa.



Robert Haab



Açılışı güzel bir konuşmayla İsviçre Konfederasyonu Başkanı Robert Haab yaptı. Ardından kürsüye Lord Curzon çıktı, kısa bir temenni nutku çekti. Açılış töreni böylece bitecekti. Fakat İsmet Paşa söz istedi; kendisi taraftı ve karşı taraf yani Lord Curzon konuştuğuna göre kendisinin de söz hakkı olduğunu düşünüyordu. Amerikalı gözlemci o anı şöyle anlatıyor: “İsmet Paşa yerinden kalktı, tartışmaya açık ve tehdit edici tabiatlı çok talihsiz bir konuşma yaptı... Mussolini’nin yüzünde son derece vahşi bir ifade belirmişti, İsmet’in gırtlağına atılmak ister gibi bakıyordu.”

Paşa bu tavrıyla Türkiye’nin eşit koşullar içinde çalışma kararlılığını vurgulamıştı ama konuşması gerçekten de diplomatik nezaket sınırlarını aşmıştı. Gazeteci Ali Naci Karacan’ın sözleriyle, “Bu bir nutuk değil, Türkiye’nin çektiği ıstıraplardan doğan bir iddianame idi”. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, “Türk milletinin maruz olduğu sonsuz hücumları ve ıstırapları burada hatırlatmaktan kendimi alamıyorum” demiş, Türkiye’yi “mahvetmek ve yıkmak fikriyle muntazaman yapılmış tahribatı” anlatmıştı. Açılış töreni böylece sona erdiğinde anlaşılmıştı ki, Türkiye buraya önüne sürüleni imzalamaya gelmemiştir.


İkinci Adam’ın Doğuşu



İsviçre hükümeti, görüşmeler için Leman Gölü kıyısındaki Ouchy Şatosu’nu tahsis etmişti. 13. yüzyıldan kalma üç katlı, 40 odalı taş bir ortaçağ yapısı olan şato sonradan bir süre otel olarak kullanıldı. Halen otel olarak hizmet veren şatonun iç avlusundaki duvarda, burada yapılan görüşmelere katılan ülkelerin adının yazılı olduğu bir levha asılı. Lozan Konferansı komisyon görüşmelerinin yapıldığı büyük toplantı salonu ise o günkü özelliklerini koruyacak şekilde restore edilmiş durumda.


Muharebe Meydanından Müzakere Masasına

Bu salon aylar süren sert tartışmalara, ince alaylara, zekice esprilere sahne oldu. Diplomatik nezakete ve dostluk gösterilerine, savaş tehditleri eşlik etti. İsmet Paşa için zor bir durumdu. Yabancı dil olarak Fransızca biliyordu ama uluslararası bir konferansın gerektirdiği düzeyde değil. Dediğine göre, “sivil hayat ve diplomasinin merasimli hayatı hakkında hiçbir fikri, hiçbir tecrübesi” de yoktu. Ömrü cepheden cepheye koşmakla geçmişti. Lozan’a vardığındaki durumunu “Çizmeyi ayağımdan çıkarıp ilk defa sivil iskarpin giyiyorum” sözleriyle ifade etmişti. Ama muharebe meydanından henüz çıkıp gelmiş biri olarak, yeni bir muharebe meydanına girdiğini çabucak kavradı; muharebe usullerini tatbik etmeye karar verdi.

Anılarındaki şu anekdot, çok çarpıcıdır:

Görüşmeler sırasında bir delege, galiba İtalya delegesi Montagna, yanına gelip “bir meseleden dolayı protesto ettiğini” bildirir. Sonra aralarında şu konuşma geçer.


“Mösyö, ben protesto bilmem.”
“Ne bilirsin?”
“Böyle protesto ettin mi, ben bir saat sonra muharebeye tutuşuyoruz, deyiveririm.”
“Şimdi muharebe lafını da nereden çıkardın?”
Arkadaşları onu diplomasinin usulleri konusunda da uyarıyorlardı; “şöyle konuş, böyle söyle” diye. Ama o nasıl davranacağını belirlemişti: “Bana bakın sizin usul dediğiniz şey benim tatbik ettiğimdir.”

Gerçekten de görüşmeler başladığında, diplomatik arenanın kurtları –ki en yeteneklileri hiç kuşkusuz İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’du- karşılarında hiç alışık olmadıkları bir rakip buldular. Neredeyse her teklife, her öneriye itiraz ediyor, kendi önerisi ya da fikri sorulduğunda susuyor, tüm tarafların görüşleri masaya serildikten sonra bile kendi görüşünü açıklamak için zaman istiyor, bazen bir kelime üzerinde fırtına koparıyor, bazen en hiddetli saldırıları duymazdan geliyor ama her halükârda kendi kurallarına göre oynuyordu.



İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon



Tabii bazı meseleleri kesinlikle tartışma dışı addediyordu. Türkiye’nin bağımsızlığı ve egemenliği mihenk taşıydı. Her müzakere maddesini öncelikle bu açıdan ele alıyor, “Türkiye’nin hükümranlığına” halel getireceğini düşündüğü hiçbir şeyi tartışmaya yanaşmıyordu. Ayrıca elinde bir “müzakere edilemeyecekler” listesi de bulunuyordu: Anadolu’nun doğusunda bir Ermenistan devleti; kapitülasyonlar; ordu ve donanmanın sınırlandırılması; Boğazlar ve Gelibolu Yarımadası’nda yabancı kuvvet bulundurulması. Bu konularda diretilirse görüşmeler kesilecekti. Sınırlar da dahil olmak üzere diğer meselelerde görüşmelerin gidişatına göre bazı tavizler verilebilirdi.

Müttefik devletler de kararlıydılar ve Türkiye’nin direnemeyeceğini düşünüyorlardı. Sadece Müttefikler değil, tüm gözlemciler ve gazeteciler de aynı görüşteydi. Nitekim ilk toplantı 21 Kasım’da açıldığında, gerek sayı bakımından gerekse temsil ettikleri güç bakımından heyetler arasında keskin bir dengesizlik göze çarptı. Bir yanda dünyaya hükmedenler ve onların peykleri; öbür yanda bir başına Türkiye. Tabii konferansın tek hâkimi İngiltere’ydi, Türkiye delegesi Rıza Nur’un deyimiyle “diğerleri dekor ve figüran nevinden. Hepsi İngiltere’nin direktifi mucibince hareket ediyorlar”dı. Doğal olarak tartışma İngiltere ile Türkiye arasında cereyan ediyordu.


__________________
"Ey egosu boyundan büyük insan..
Bir gün ölüp toprak olacaksın. Bir tohum filizlenecek ot olacaksın, bir öküz seni yiyecek ve atık olacaksın.. Yani hep aynı kalacaksın."

  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Basakca'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 10.09.2011, 22:21   #5
Çevrimdışı
Basakca
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Türkiye’nin Miladı | Lozan

İtiraflar, İfşaatlar


Lozan Konferansı’nın ilk devresi yaklaşık iki buçuk ay sürdü. Tutanaklar, bu süre boyunca Ouchy Şatosu’nda yaşanan fırtınalı tartışmaların, diplomatik hamlelerin, hesaplaşmaların, ifşaatların, itirafların canlı tanığıdır. Örneğin, İsmet Paşa, Yunan ordularının Anadolu’da yarattığı yıkımı hatırlatıp savaş tazminatı talebinde bulunduğunda, Yunanistan temsilcisi Venizelos, Müttefiklerin gözlerinin içine bakarak, “Yunan ordusunun kendi teşebbüsü ile değil, Müttefiklerin daveti üzerine ve Yunanistan’ın hususi menfaati için değil, Müttefiklerin menfaati için İzmir’e çıktığı inkâr edilemez bir gerçektir” diye itirafta bulunmuştu. Müttefikler bu utanç verici konuşmayı sessizce dinlerken İsmet Paşa, “Hayır, sizi Anadolu’ya kim davet etmiş olursa olsun, tazminattan kurtulamazsınız” demişti. Daha sonraki tartışmalarda bir tazminat talebiyle de Türkiye karşılaşmıştı. Müttefikler, Birinci Dünya Savaşı ardından Türkiye’yi işgal ettiklerini, bunun masraflı bir iş olduğunu, Türkiye’nin “işgal masraflarını” ödemesi gerektiğini öne sürdüler. Şaka gibiydi; sanki işgal devletlerini Türkiye davet etmişti. İsmet Paşa’nın cevabı ağırdı: “Adalet ve hakkaniyet, Türkiye’den işgal masraflarının istenilmesi şöyle dursun, bu işgallerin ona verdiği hasarların tazmin edilmesini icap ettirir.”



Montrö, Türkiye için hayati önem taşıyan Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalandığı kent. Lozan Konferansı’nda Boğazlar meselesi en önemli uzlaşmazlık konusuydu. Uzun ve sert tartışmalardan sonra bir orta yol bulundu. Buna göre, Türkiye’nin hâkimiyet alanında olduğu kabul edilmekle beraber Boğazlar silahsızlandırılacak ve gemilerin geçişi idaresini uluslararası bir komisyon üstlenecekti. Türkiye, antlaşmanın bu hükmünü değiştirmek için sonraki yıllarda birkaç kez girişimde bulundu. Nihayet Türkiye’nin teklifi üzerine 1936’da Montrö’de, ünlü Montrö Palace Oteli’nin dev aynalarla, heykellerle ve duvar resimleriyle süslü görkemli salonunda görüşmelere başlandı. İmzalanan sözleşme ile askeri sınırlandırma kaldırıldı ve Boğazların idaresi tamamen Türkiye’ye bırakıldı.



Benzer bir ifşaat da Boğazlar meselesinde ortaya saçılmıştı: Türkiye, Boğazlara komşu ülkelerin bu meseledeki görüşmelere katılması gerektiğini teklif etmiş ve Sovyetler Birliği’nin de çağrılmasını sağlamıştı. Boğazların görüşüldüğü oturum tam bir taktik savaşına dönüşmüş, Türkiye-İngiltere çekişmesine, bir de Sovyetler Birliği-İngiltere mücadelesi eklenmişti. Müttefikler, Boğazları silahsızlandırıp, uluslararası bir komisyonun yönetimine vermek istiyorlardı. Fikri sorulan Sovyet delegesi Çiçerin, bir diplomat gibi değil, propagandist bir devrimci gibi konuştu. Açıkça, Boğazlarda hâkimiyet hakkının Türkiye’de olduğunu, Türkiye’nin buraları istediği gibi silahlandırabileceğini söyleyerek Türk tezini destekledi. Hızını alamadı; Çarlık zamanında Müttefiklerin Boğazlar ve İstanbul’u gizli anlaşmalarla Rusya’ya vaat ettiğini ifşa etti. Ancak anti-emperyalist Bolşevik hükümetin, Çarlık Rusya’sı gibi bir istila siyaseti izlemediğini ve bu anlaşmaları yırtıp attığını belirtti. Lord Curzon Çiçerin’in diplomasi kurallarını altüst eden bu konuşmasına fena içerledi: “Bir an, İsmet Paşa’nın kalpağını Mösyö Çiçerin giymiş sandım” dedi.
Musul ve Azınlıklar


İsmet Paşa ve Venizelos



Sınırlar konusu da çekişmeliydi, özellikle de Musul meselesi. Trakya sınırı Balkan ülkelerini, Ege adaları İtalya’yı, Musul da İngiltere’yi ilgilendiriyordu. Fırtına Musul meselesinde patladı. Paşa, Musul’un ahalisinin Kürt ve Türklerden oluştuğunu, halkın Türkiye’ye katılmayı istediğini, vilayetin coğrafi ve siyasi bakımdan Anadolu’nun ayrılmaz parçası olduğunu ve haksız olarak işgal edildiği için hukuken Türkiye’ye ait bulunduğunu ısrarla vurguladı. Musul’da gerekirse halkoyuna bile başvurulabilirdi. Lord Curzon, halkoyuna başvurulması fikriyle alay etti. “Kürt ve Arapların cahil olduklarını, seçim sandığı nedir bilmediklerini söyleyip “Bunlar sandığı, getirenin başına atarlar” dedi. Savaş tehdidiyle meseleyi Milletler Cemiyeti’ne götüreceğini bildirdi. Curzon blöf yapmıyordu ve herkes savaş tehdidi karşısında İsmet Paşa’nın yumuşayacağını sanıyordu. İsmet Paşa’nın son sözü, “Musul’un Türkiye’ye iadesini kabul ediniz” oldu. Musul tartışması başladığı gibi bitmişti.

Tabii en hazin tartışmalar azınlıklar sorununda yaşandı. Türkiye daha baştan azınlık haklarını tanımış, bu konuda “Avrupa devletlerinin kabul ettiği esasları” aynen uygulayacağını bildirmişti. Müttefiklerse bununla yetinmiyorlardı. Öncelikle Anadolu’da bir Ermeni devleti istiyorlardı. Venizelos, Balkanlar’da pek çok küçük devlet olduğuna göre, “Anadolu’da neden üç devlet olmasın” dedi. Kendince sınırlarını da çizdi; doğuda Ermeni, batıda Rum, kalan kısımda da Türk devletleri. Lord Curzon daha insaflıydı; bir Rum devletinden bahsetmeksizin, “Bu koca memlekette Ermeniler için bir parça yer yok mu” diye sordu. İsmet Paşa için bu konu tartışma dışıydı; “Ermeni yurdu meselesini Türkiye hayalinden bile geçirmez” dedi.

Lord Curzon, Türkiye’deki Hıristiyan azınlıklar için de genel af, askerlikten muafiyet ve Milletler Cemiyeti’nin sürekli himaye ve kontrolünü istedi. Curzon, Yunanistan ve Türkiye arasında nüfus mübadelesi kabul edilmişti ama büyük ıstıraplara neden olan bu meseleden dolayı elem duyuyordu. İsmet Paşa, Mübadele meselesinde Curzon ve Venizelos’un tavırlarına şaşırmıştı; mübadele Türkiye’nin dayattığı bir şey değildi. Bunu gündeme getiren Yunanistan ve Müttefiklerdi. Azınlık haklarının ise “âlemin kabul ettiği” şekilde tanınacağını belirtti, askerlikten muaf tutulmalarına karşı çıktı. Azınlıklar üzerinde Milletler Cemiyet’nin himaye ve kontrolü ise söz konusu olamazdı. Lord Curzon, sinirlerine hâkim olamadı ve “Milletler Cemiyeti’nin müdahalesinden niye korkuyorsunuz? Biz korkmuyoruz, çünkü ellerimiz temizdir” dedi. Sıra İsmet Paşa’daydı: “Yabancı istilası yüzünden yakılıp yıkılan memleketlerinde çalışan Türk elleri bilhassa temizdir. Bu eller hiçbir memlekete ne tecavüz, ne onu istila, ne de tahrip etmişlerdir.”



Lozan’da Türkiye’yi temsil eden heyet toplu halde. Heyette Büyük Millet Meclisi’nin yetki verdiği üç delege vardı: Heyet Başkanı İsmet Paşa (oturanlar arasında soldan dördüncü) ile Rıza Nur (oturanlar arasında soldan üçüncü) ve Hasan Saka. Diğerleri uzmanlar, danışmanlar ve kâtiplerden oluşuyordu.


Konferans başlayalı bir buçuk ay geçmişti ve barış hâlâ çok uzaktaydı. Lozan’a genel bir bıkkınlık havası sinmişti. Lord Curzon, “Mezara girinceye kadar burada mı kalacağız” diye yakınıyordu. Konferans defalarca bitme noktasına gelmişti. Fakat konferansın bitmesi demek, Mudanya’da varılan mütarekenin de bozulması anlamına geliyordu ki; bu da savaş demekti. Konferans bu kadar uzadıysa, kimsenin bu sorumluluğu üstüne almak istememesindendi.

Kapitülasyonlar ve mali, hukuki işlere ait anlaşmazlıklar ise bardağı taşıran damla oldu. Konu, eski Osmanlı İmparatorluğu ile Batılı devletler arasında bağlanmış anlaşmalarla, onlara sağlanan ayrıcalıklarla, Osmanlı borçlarıyla, Türkiye’deki yabancılara tanınan imtiyazlarla ilgiliydi. Müttefikler, bir kısmı işgal sırasında İstanbul hükümetine imzalatılan bu anlaşmaların ve imtiyazların aynen kabulünü istiyorlardı: Müttefikler, Türkiye’de mahkemelerde Türk yargıçların yanı sıra, yabancı yargıçların da görev almasını gerekli görüyorlardı. Yabancılara ait davalara bakacak mahkemelerin yargıçlarının çoğunluğu da yabancı olmalıydı. Aynı şekilde eğitimden sağlığa pek çok alan uluslararası komisyonların denetiminde olmalıydı. Osmanlı borçlarının tasfiyesi için Düyun-ı Umumiye yetkili sayılmalıydı. Ayrıca Türkiye Müttefiklere işgal masrafı olarak 15 milyon altın “işgal masrafı” ödemeliydi.



İsmet Paşa, Lozan görüşmelerine kadar ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir askerdi. Dediğine göre, asker çizmesini çıkarıp ilk kez iskarpin giymişti. Lozan’da sivil siyaset ve diplomasi alanındaki yeteneklerini büyük bir başarıyla sergiledi. Onun Lozan başarısı hiç unutulmadı. Paşa, antlaşmanın 50. yıldönümünde düzenlenen bir kutlamada görülüyor.


Türkiye, bu teklifler içinde sadece Osmanlı borçlarını üstlenmeyi kabul etti; ancak bunu da bir şarta bağladı. Bu borçlar, Osmanlı’dan ayrılan bütün devletlere taksim edilmeli ve Türkiye sadece kendi üzerine düşen kısmını ödemeliydi. Kapitülasyonlar meselesini ise tartışmaya bile gerek yoktu. Lord Curzon, “eğer kapitülasyon kelimesi hoş gelmiyorsa buna yeni bir şekil verebiliriz” diyerek tartışmayı denedi ama İsmet Paşa izin vermedi: “Biz istiklalimizi, hürriyetimizi istiyoruz. Hiçbir sınırlama, hiçbir şekil, hiçbir imtiyaz kabul edemeyiz.”

Artık müzakerelerden bir sonuç alınamayacağı az çok belli olmuştu. Sonunda 30 Ocak 1923’te Müttefiklerin belirlediği antlaşma metni Türk tarafına verildi, bir gün sonra da imzaya davet edildi. İsmet Paşa, “Burada geçirdiğimiz iki buçuk ay, bütün o tartışma ve görüşmeler bir komedyadan ibaretmiş meğer” dedi. Beklemeye hiç tahammülü kalmadığını bildiren Curzon, yine de 4 Şubat’a kadar Lozan’da kaldı. O arada, aracılar İsmet Paşa’yı ikna etmek için seferber oldular. Son gün, son anda bir gelişme olur diye Lozan Garı’nda trenini bekleten Lord Curzon’a, İsmet Paşa’nın yanından gelen Fransız delegesinin söylediği söz şuydu: “Türkler son teklifleri de reddettiler.” Lord Curzon’dan sonra Müttefik ülke temsilcileri de ülkelerine döndü ama giderken Lozan Konferansı’nın kesilmediğini sadece askıya alındığını açıkladılar. Aksi savaş demekti çünkü. İsmet Paşa ve ekibi de 7 Şubat günü Ankara’ya hareket etti.





Lozan Konferansı sonuçsuz kalmıştı. Ne Türkiye’nin, ne İngiltere’nin yeni bir savaşa tutuşacak hali vardı. O yüzden Türkiye ile Müttefikler arasında karşılıklı notalarla antlaşmaya ilişkin yazışmalar devam etti. Nitekim Türkiye’nin teklifiyle konferansın yine Lozan’da 23 Nisan’da toplanması kararlaştırıldı. Konferans ikinci kez toplandığında, bu kez Lord Curzon yoktu; İngiltere’yi Horace Rumbold temsil edecekti. Diğer bir farklılık da, ikinci kez görüşmelere başlanırken, Türk tarafının pek çok önerisinin zaten kabul edilmiş olmasıydı. Gene de görüşmeler üç ay sürdü, ancak bu kez, ilk devredeki hararetli ve heyecanlı tartışmalara pek rastlanmadı. En sert tartışmalar beklendiği gibi kapitülasyonlar meselesinde kendini gösterdi ama İngiltere-Türkiye arasında değil, Fransa-Türkiye arasında.

Son toplantı 17 Temmuz’da yapıldı ve 24 Temmuz’da Rumine Sarayı’nda imzalandı. Yeni antlaşma metni, Lord Curzon’un “İmzalayın, imzalamazsanız Türkiye Asya’nın derinliklerinde kaybolur” dediği ilk metinden çok farklıydı. Türkiye en temel meselelerde istediklerinin çoğunu almıştı. Ama asıl önemlisi, esaret bağlarından kurtulmuş ve bağımsız bir devlet olarak çağdaş devletler ailesine katılmıştı.
__________________
"Ey egosu boyundan büyük insan..
Bir gün ölüp toprak olacaksın. Bir tohum filizlenecek ot olacaksın, bir öküz seni yiyecek ve atık olacaksın.. Yani hep aynı kalacaksın."

  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Basakca'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 10.09.2011, 23:29   #6
Çevrimdışı
Basakca
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Türkiye’nin Miladı | Lozan

Lozan’dan Önce



Büyük Taarruz’dan sonra Türk orduları, işgal altındaki Boğazlar ve İstanbul’a yöneldi. Çanakkale kıyılarında Türk ve İngiliz askerleri burun buruna geldi. O sırada 3. Kolordu, Gebze’de İstanbul’a girmek için emir bekliyordu.



Lozan Konferansı’na nasıl gelindi? Daha önce Mondros Mütarekesi, Sevr Muahedesi gibi anlaşmalar imza edilmişti. Ama bunlar barışı sağlamak bir yana, yeni savaşlara kapı açmıştı. Mondros Mütarekesi ile Osmanlı ülkesi tümden işgal edilmiş, Sevr o ülkeyi parçalara ayırmıştı. Yunan ordusu, İngiltere’nin teşviki, koruması ve gözetimi altında Anadolu’nun içlerine sürülmüştü. İngiltere savaş politikasını sürdürüyor, Başbakan Lloyd George, Yunanlılara büyük destek veriyordu. Yunanlılar 1922 yazında son ve büyük bir saldırıya hazırlanıyorken, Lloyd George da politik geleceğini bu saldırıyla gelecek zafere bağlıyordu. Türk sorunu böylece çözülecekti: “Versay Antlaşması yürürlüğe girecek, Türk egemenliği sona erecek, İngiltere’ye dost yeni bir Yunan imparatorluğu kurulacak ve İngiltere’nin Doğu’daki çıkarları garanti altına alınacaktı.”


Aslında, Yunanlıların Anadolu işgalinin beyhude olduğu biliniyordu. Ama Lloyd George “Bu Yunan milletinin sınanmasıdır ve şimdi direnirlerse gelecekleri garanti altına alınmış demektir. Ben İzmir’de ülkesinin amaçlarına sırt çeviren bir Yunanlıyla bir daha asla el sıkışmam” diye ısrar ediyordu. Yunan ordusunun 10 Temmuz’da Eskişehir’i ele geçirdiğini duyduğunda çok sevindi; savaş bakanına “Doğu’nun geleceği büyük ölçüde bu mücadeleyle çizilmiş olacak” dedi. Ne var ki, Yunan orduları önce Sakarya’da ağır bir yenilgiye uğradı, ardından da 26 Ağustos’ta tamamen dağıldı. Kaçabilenler kaçtı, kaçamayanlar esir düştü. Anadolulu Rumlar da kaçanlara katıldı. Yunan donanmasının yanı sıra, Müttefik gemileri mültecileri karşı kıyıya taşıdı. Öyle ki sonradan Lozan Konferansı’nın en önemli müzakere konularından birini oluşturacak “mübadele” sorunu, bu durumda fiilen gerçekleşmişti. Lozan’da varılan mübadele anlaşması ile Türkiye’yi terk eden Rumların sayısı sadece 190 bindi, karşılığında Yunanistan’dan 355 bin Türk göç ettirilmişti. Demek ki mübadeleye konu olan bir milyondan fazla Rum’un çok büyük kısmı Lozan’dan önce Türkiye’yi terk etmişti.






Türk zaferi, İngiltere’de şok etkisi yarattı. İstanbul ve Boğazlar ile Trakya’yı terk etmemeye kararlı Lloyd George, savaş çığlıkları atmaya başladı. Krala da güvence verdi: “Kemalistler, Çanakkale tarafındaki kıyıyı işgal etseler bile, donanmamız boğazın hürriyetini garanti altına almaya hazırdır... Britanya kara, deniz ve hava kuvvetlerinin ilk anlardan itibaren Gelibolu Yarımadası’ndan, kendi varlıklarını duyurmalarına karar verdik. Hava kuvvetlerimiz Mısır’dan derhal kuvvetler gönderecektir.” O sırada İstanbul ve Boğazlar ile Gelibolu Yarımadası, 31 bini İngiliz olmak üzere 65 bin kişilik Müttefik ordularının işgali altındaydı. Trakya da Yunan ordusunun elindeydi. Boğazlar’da ve Marmara Denizi’nde müttefik filoları geziniyordu.

Mustafa Kemal’in hedefi ise İstanbul ve Boğazlar’dı; Misak-ı Milli’nin işgal altındaki son topraklarını istiyordu. Türk askerleri bölük bölük geliyor ve kurşun atmadan müttefik mevzilerine giriyorlardı. Savaşın başlaması için bir silah sesi yeterliydi.

İngiltere işgali sonlandırmayı düşünmüyordu. Sömürgeler Bakanı Churchill, hükümet üyelerine hitaben“Asya’yı Avrupa’dan ayıran derin su çizgisi önemli bir çizgidir ve bunu tüm gücümüzle emniyete almamız gerekmektedir. Türkler, Gelibolu Yarımadası’yla İstanbul’u alacak olurlarsa zaferimizin tüm meyvelerini kaybetmiş oluruz” demişti. Lloyd George da öyle düşünüyordu: “Türklerin Gelibolu Yarımadası’na sahip olmaları akıl almayacak bir şeydir ve bunu önlemek için savaşmalıyız.”



İngiliz Başbakanı Lloyd George (sağda), Fransa Başbakanı Clemenceau (ortada) ve Fransız orduları başkomutanı Mareşal Foch birlikte. Lloyd George, bütün politikasını Türkiye ile savaşın devamı üzerine kurmuştu.



Sonunda karar verildi: İstanbul ile Boğazlar ve Avrupa yakasındaki topraklar “savunulacak”tı. İngiliz hükümeti, savaş kararını bildirmek ve İngiliz ordularına destek vermeleri için dominyonlara (Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika, Kanada, Newfoundland) ve Fransa ile İtalya’ya başvurdu. Müttefik işgal ordularının çekilmesi, yenilginin kabul edilmesi demekti. Bu da sömürge altındaki Müslüman dünyasını cesaretlendirecekti. “İngiltere güç karşısında geriliyor izlenimini asla vermemeliydi.” Ancak ne İngiliz kamuoyu, ne dominyonlar, ne de müttefikler yeni bir savaşı arzuluyordu. Fransa, İngiltere’nin bu oldubittisine tepki gösterdi ve Çanakkale’de ön cephedeki askeri birliklerine geri çekilme emri verdi. Dominyonlardan Avustralya ve Kanada, asker göndermeyi reddetti. “Britanya İmparatorluğu anayasasında bir ihtilal olmuştu: İngiliz dominyonları ilk kez anavatanın ardından savaşa girmeyi reddediyordu. Güney Afrika sessizliğini koruyordu. Sadece Yeni Zelanda ve Newfoundland olumlu yanıt vermişti.”

İngiltere yalnız ve çaresizdi. Churchill, Türkiye’deki askeri harekete nezaret edecek bir komisyonun başkanlığına getirildi. 23 Eylül’de Çanakkale’de Türk orduları İngiliz hatlarına yürüdü. Bölgeye her gün yeni Türk birlikleri geliyordu. Ateş açmıyorlardı, tersine kendilerinin ilk ateş eden olmayacaklarını göstermek için “tüfeklerini dipçikleri yukarı gelecek biçimde tutuyorlardı”. Durum vahimdi. Aynı gün İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Paris’te Fransız ve İtalyan meslektaşlarıyla görüştü. Burada varılan anlaşmaya göre, İstanbul ve Boğazlar ile Trakya Türklere bırakılmalıydı. Yani bir anlamda yenilgi kabul edilmeliydi. Ama hiç değilse görünüş kurtarılmalıydı. “Bu bir teslimden çok bir anlaşma olarak sunulacaktı.” Tarihçi David Fromkin’in aktardığına göre, Lord Curzon bu görüşmeden sonra “yan odaya geçerek ağladı”. Bu Lord Curzon, Lozan’da İngiltere’yi temsil edecek olan kişiydi.



Sömürgeler Bakanı Winston Churchill




Müttefiklerin görünüşü kurtarmak için benimsedikleri yol, Türkiye’yi mütareke masasına çağırmak oldu. Teslim ve tahliyenin ayrıntılarını düzenlemek üzere taraflar 3 Ekim’de Mudanya’da görüşmelere başladılar. Bu görüşmeler Lozan’ın kısa bir provasıydı; 11 Ekim’de burada Türk topraklarındaki işgal ordularının tahliye koşulları belirlendi. Asıl büyük meseleler, derin anlaşmazlık konuları toplanacak barış konferansına bırakıldı. Mudanya’da Türk heyetinin başkanlığını İsmet Paşa yapmıştı. İngiliz temsilcisi ve İşgal Kuvvetleri Komutanı Harrington’ın dışişleri bakanına iletilmek üzere kaleme aldığı mektuba göre İsmet Paşa, “Görünürde gösterişsiz, ufak tefek bir insandı. Az konuşuyordu. Bir eksiklik mi, yoksa bazı hallerde bir meziyet mi bilinmez- çok da ağır işitiyordu... Ama teferruat hususunda bir üstattı.” Harrington, Lord Curzon’a, Lozan’da karşısına çıkacak adamın özelliklerini ayrıntılarıyla anlattıktan sonra şu uyarıyı da eklemişti: “Bu adama dikkat edin!”

Anlaşma hükümleri gereğince Türk jandarmaları 18 Ekim’de İstanbul’a girdi; 22 Ekim’de de Müttefikler Türkleri Lozan’da yapılacak barış konferansına çağırdılar. Konferans 13 Kasım’da toplanacaktı. 15 Kasım’da ise İngiltere’de genel seçim vardı. Seçim, başta başbakan Lloyd George ve Sömürgeler Bakanı Winston Churchill olmak üzere savaş taraftarı Liberaller için hezimetle sonuçlandı. Lloyd George’un politik hayatı sona erdi. Avam Kamarası’na bile seçilemeyen Winston Churchill ise II. Dünya Savaşı’yla İngiliz tarihinin en önemli devlet adamı olmak için uzun bir süre beklemek zorunda kaldı. Garip bir tesadüf eseri olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı Vahideddin de, 16 Kasım sabahı bir İngiliz zırhlı gemisine binerek İstanbul’u terk etti.

__________________
"Ey egosu boyundan büyük insan..
Bir gün ölüp toprak olacaksın. Bir tohum filizlenecek ot olacaksın, bir öküz seni yiyecek ve atık olacaksın.. Yani hep aynı kalacaksın."

  Alıntı ile Cevapla
7 Üyemiz Basakca'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 11.09.2011, 01:00   #7
Çevrimdışı
Basakca
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Türkiye’nin Miladı | Lozan

Yaşayan Tek Barış


Müttefik Devletler temsilcileri ile Türkiye temsilcisi İsmet Paşa’yı antlaşma masasında, dünyayı da onların etrafında gösteren çizim karikatürist Derso’ya ait. Çizimde iki binaya da yer verilmiş; biri Türk heyetinin kaldığı Lozan Palace, diğeri Rumine Sarayı.



Türkiye Lozan’da barış masasına oturduğunda 11 yıl süren savaşlardan henüz çıkmıştı. 1911 Osmanlı-İtalya savaşını, 1912-13 Balkan Savaşları; Birinci Dünya Savaşı’nı Kurtuluş Savaşı izlemişti. Ülke son dört yılını işgal altında geçirmiş, en genç ve yetenekli kuşaklarını savaşlara kurban vermiş, baştan sona yıkıma uğramıştı. Mütarekeden sonra Müttefiklerin dayattığı Sevr Antlaşması ise bir idam fermanıydı: Trakya ve Batı Anadolu, Yunanistan’ın olacak, Doğu Anadolu’da bir Ermenistan devleti, yanı başında bir Kürdistan kurulacaktı. İktisadi nüfuz bölgeleri adı altında Anadolu’nun büyük kısmı Fransız, İtalyan ve İngilizlerce sömürgeleştirilecekti. İstanbul ve Boğazlar, uluslararası bir komisyonun idaresine girecekti. Ülkenin ne ordusu, ne donanması olacaktı. Maliyesi, adliyesi, denizciliği, eğitimi yabancı denetimine bırakılacaktı. Batılı devletlerin arzuladığı Türkiye böyle ucube bir şeydi.




İsmet İnönü Lozan'da



Türkiye bağımsızlığını önce savaş meydanlarında kazandı. Lozan’da yapılan antlaşma ile barış içinde yaşayacağı özgür geleceğini garanti altına aldı. Nitekim Lozan Konferansı’nın asıl ve öncelikli hükmü, Türkiye’nin bağımsız, özgür ve eşit bir devlet olarak kabul edilmesiydi. Antlaşmanın ilk maddeleri sınırlarla ilgiliydi. Buna göre, mevcut Bulgaristan sınırı değişmedi. Yunanistan-Türkiye arasında ise Meriç Nehri sınır olarak belirlendi. Yunanistan, Meriç’in batı yakasındaki Karaağaç bölgesini savaş tazminatı karşılığı Türkiye’ye bıraktı. Ege Denizi’nde Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan adaları Türkiye’ye devredildi. Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adaları Yunanistan’a bırakıldı. Bu adalar silahsızlandırıldı. İtalya işgalindeki On İki Adalar, yine bu ülkede kaldı. Suriye sınırı, Fransa ile Türkiye arasında 1921’de imzalanan antlaşmaya göre belirlendi; 1939’da Türkiye’ye katılan Hatay hariç bugünkü sınır elde edildi. Tek çözümsüzlük Irak sınırıyla ilgiliydi. Türkiye ile İngiltere arasındaki Musul anlaşmazlığı nedeniyle Irak sınırı belirlenmedi ve bu konunun Türkiye ile İngiltere arasında görüşülmesine karar verildi. Anlaşmazlık Lozan sonrasında da devam etti ve Musul sorunu Milletler Cemiyeti’ne havale edildi.







Boğazlar ve Gelibolu Yarımadası’nda Türkiye’nin hâkimiyeti tanındı ancak Çanakkale’de sahilden 20 kilometre, İstanbul’da sahilden 15 kilometrelik bölgelerin silahsızlandırılması kabul edildi. Ticari gemiler için tam bir geçiş serbestisi getirildi, Karadeniz’e çıkacak savaş gemileri ise tonaj bakımından sınırlandırıldı. Geçişleri denetlemek için uluslararası bir komisyon görev yapacaktı. Bu sınırlandırmalar ve komisyon, 1936’da Montrö’de imzalanan sözleşme ile kaldırıldı.

Türkiye, Hıristiyan azınlıklarla ilgili olarak, uluslararası anlaşmalarda belirlenmiş evrensel hakları kabul etti. Yunanistan’daki Türklerle, Türkiye’deki Rumların mübadelesi zorunlu sayıldı. İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türkleri mübadele kapsamı dışında tutuldu.




Lozan, Paris’i Milano’ya bağlayan demiryolunun en önemli duraklarından biri. Ayrıca İsviçre’nin diğer kentlerinden gelen trenlerin kavşak noktasında yer alıyor. Şark Ekspresi’nin getirdiği İsmet İnönü’yü, Lozan Garı’nın kapısında Türk ve Mısırlı öğrenciler alkışlarla karşılamıştı.




Müttefikler Türkiye’den istedikleri savaş tazminatından vazgeçtiler. Adli ve ticari kapitülasyonlar tamamen kaldırıldı. Türkiye kabotaj hakkını elde etti, Türkiye kıyılarında deniz ulaşımı Türk gemilerine geçti. Yabancılara tanınan imtiyazlar, mali kayıtlar ve sınırlandırmalar da kaldırıldı. Gümrük tarifeleri yeniden düzenlendi. Osmanlı borçları, Osmanlı’dan ayrılan devletlere taksim edildi ve Türkiye sadece üzerine düşen kısmı ödemekle yükümlü oldu. O sırada işgal altında olan İstanbul ve Boğazların altı hafta içinde boşaltılması kararlaştırıldı. Müttefiklerin Boğazların güvenliği için savaş gemisi bırakma isteği kabul edilmedi.

Lozan Antlaşması, bu temel meselelerin dışında yeni Türkiye devleti ile ilgili pek çok düzenlemeyi içeriyordu. Ancak, Sevr gibi yenen-yenilen arasındaki ilişkileri belirleyen dayatılmış antlaşmalardan çok farklıydı. Daha önce yenilen devletlere (Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı) zorla kabul ettirilen Versailles, Saint-Germain, Trianon, Neuilly, Sevr antlaşmaları, barışı sağlamak bir yana yeni savaşlara kapı açmıştı. Lozan’da ise I. Dünya Savaşı’nı (1914-1918) kazanan Müttefikler ile Kurtuluş Savaşı’nı (1919-1922) kazanan Türkiye arasındaki ilişkiler eşit koşullar içinde düzenlendi. Böyle olduğu içindir ki, I. Dünya Savaşı’ndan sonra ayakta kalan tek antlaşma olarak tarihteki yerini aldı.

__________________
"Ey egosu boyundan büyük insan..
Bir gün ölüp toprak olacaksın. Bir tohum filizlenecek ot olacaksın, bir öküz seni yiyecek ve atık olacaksın.. Yani hep aynı kalacaksın."

  Alıntı ile Cevapla
9 Üyemiz Basakca'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 11.09.2011, 02:38   #8
Çevrimdışı
Canan
Çiçekci kız

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Türkiye’nin Miladı | Lozan

Henüz hepsini okumadım, tekrar dönmeliyim konuya.
Lozan antlaşması ile Türkiye'nin refah ve bağımsızlığı sağlanmiş. Ne zorlu günler geçirip ne kadar uğraşmışlar tarihte. M. Kemal Atatürk, demek ki İsmet İnönü'ye daha çok güveniyordu da ekibin başında Lozan'a onu göderdi.
Çok güzel bilgiler bunlar Başakça'cığım. Ellerine sağlık, teşekkürler caanım.
__________________
  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Canan'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 11.09.2011, 02:40   #9
Çevrimdışı
Scrower
Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Thumbs up Cevap: Türkiye’nin Miladı | Lozan

Merakla ve ilgiyle okudum Basakca tesekkürler
__________________
  Alıntı ile Cevapla
6 Üyemiz Scrower'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 11.09.2011, 02:50   #10
Çevrimdışı
OkyanusunKalbi
WoodStock

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Türkiye’nin Miladı | Lozan

Lozan, 11 yıl süren savaşlar sonucunda, yabancı devletlerin himayesinden çıkmış olup özgürlüğümüze kavuştuğumuz, Türkiye'nin kaderini değiştiren tek antlaşma.

Umarım yaşayan tek barış antlaşmamızdaki sınırlarımızı korur, tüm maddelerine bağlı kalırız.


Yine çok kapsamlı, harika bir konu hazırlamışsın. Eline sağlık Başakça'm.
  Alıntı ile Cevapla
6 Üyemiz OkyanusunKalbi'in Mesajına Teşekkür Etti.
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
lozan, miladı, türkiyenin


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 11:50.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.