Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Türkiye ve Dünyadan Haberler > Ülkemiz ve Dünya Gündemi > Diğer Köşe Yazıları

Diğer Köşe Yazıları Ülkemiz Yazarlarının Ulusal Basında Yazdıkları Köşe Yazıları ve Bizlerin Yorumları


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 13.02.2020, 15:22   #1
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Adam – Yılmaz Özdil


Adam – Yılmaz Özdil

K. ATATÜRK

Ekim 2007, İzmir. Alsancak’ın en meşhur dövmecisi Köprüaltı’na gençten biri girer, kolunu sıyırır, dirseğine doğru Mustafa Kemal’in imzası vardır, bir bankada çalıştığını, bu dövme yüzünden işten atılmakla tehdit edildiğini anlatır, tırsmıştır, ekmek parası falan diye ağlar, “silin” der.

Hep söylerim, ekmek parası diye ağlayanın maaşını tavuk gibi buğdayla ödeyeceksin!
Adeta bomba düşer dövmeci dükkanına… “Bu gördüğün eller Atatürk’ü yazar, Atatürk’ü silmez” deyip, kapı dışarı ederler. Ve, internet sitelerinden alenen duyururlar. “Ey ahali, madem öyle işte böyle, bugünden itibaren burada, Atatürk’ün imzası bedava!”
İlk kim, nerede yazdırdı bilmiyorum ama, Atatürk imzasının furya haline gelmesinin miladı, bu olaydır.
Bir ödlek geri adım attı.
Onbinlerce cesur öne çıktı.
Atatürk’e sövme modası.
Dövme modası yarattı.
Köprüaltı örnek oldu, İzmir’de yapılan Atatürk dövmesi, 50 bini aştı. Yetişemiyorlar, her gün 30 40 kişi kazıyor vücuduna… Omuzuna, bileğine, iman tahtasına, kalbinin üstüne… Doktor var, avukat var, öğrenci, dekan, ev kadınları var. İstanbul da patladı. Ankara, Antalya, Bursa, Trabzon, Muğla, Eskişehir dövmecileri artık neredeyse sadece bu imzayı kazıyor. 29 Ekim’lerde, 10 Kasım’larda Mustafa Kemal için ücretsiz çalışan 200’ün üstünde dövmeci var.


Sf: 10
Dini gerekçelerle dövme yaptırmayan, otomobiline yapıştırıyor. Taksilerden camlarında… Motosiklerine, hatta, bebe arabasına yazdıranı görüyoruz. Atatürk imzalı küpe kulaklarda, rozet yakalarda.
Ölümünün üzerinden taaa 72 sene geçtikten sonra, hiç tanışmadığı, hiç görmediği insanların bedenine imzasını atan bir başka lider var mı dünyada?
Neymiş, işten atarlarmış.
Bizim işimiz Atatürk.
Memleketimizin güzel kadınları, giydirin çocuklarınızı güzel güzel, doğum günüdür bugün… Çünkü, her 10 Kasım, aslında 19 Mayıs’tır.
Cumhuriyet dediğin, korkak babalar tarafından kaybedilir, yürekli evlatları tarafından geri alınır.
Mustafa Kemal, ilelebet payidardır.
Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1953’te Anıtkabir’e defnedildi. 10 Kasım 1953’te katafalk ziyarete açıldı. İlk gün 70 bin kişi geldi. 75’inci ölüm yıl dönümünde, sadece 10 Kasım günü, 1 milyon 89 bin kişi vardı. Anıtkabir’e her yıl ortalama 4 ila 9 milyon yurttaş koşuyor, dua ediyor, Atatürk devrimlerine bağlılığını sunuyor. Ortalama 6 milyon kişi kabul etsek… 1953’ten bu yana 63 yılda, 378 milyon kişi Anıtkabir’i ziyaret etti. Böyle bir hadisenin, dünyada örneği yok.

Kaynak:

Link 505. sahifede
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz trenci'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 13.02.2020, 15:24   #2
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 14
Ahmet Necdet
Tayyip Erdoğan racon kesti…
“Cumhurbaşkanı dediğin partili olmalı” dedi.
İsmet İnönü’nün arkasında partisi vardı.
Hatta ordusu da vardı.
Cemal Bayar’ın partisi vardı.
Cevdet Sunay, genelkurmay başkanı.
Fahri Korutürk, kuvvet komutanı.
Kenan Evren’in ordusu vardı.
Turgut Özal’ın partisi vardı.
Süleyman Demirel’in partisi vardı.
Abdullah Gül’in partisi var.
Ahmet Necdet Sezer?
Türkiye’nin ilk ve tek, partisiz.
Gerçek anlamda “sivil” cumhurbaşkanıydı.
Varmı çocuklarının ismini bilen mesela? ” Kızı Hülya” diye başlayan bir cümle kursam, kaçınız itiraz edebilir, Hülya değil de, Güley diye? “Oğlu Hakan” desem… Var mı nerede çalıştıklarını bilen? Babaları Çankaya’dayken VIP’e girdiklerini gören?
Elalemin yatında, otelinde rastlayan?
First lady desen… Cebinden giyiniyordu, hala cebinden giyiniyor. İnsan bi Atıl Kutoğlu, Sevan Bıçakçı filan ayarlamaz mı? Yani, affedersiniz ama, ne biçim öğretmensiniz hanımefendi… Bu şekilde mi örnek olmalıydınız öğrencilere?
Hayali ihracatçı yeğenini duydunuz mu hiç? Devlet kredisiyle ihale kapan kuzen, alışveriş merkezinde mısır tezgahı açın kayınço? Sen benim kim olduğumu biliyor musunuz diye rüzgar yapan müteahhit kanka, oraya buraya müdür olarak sokuşturduğu komşu? Hamili kart yakinimdir diyen damat? Nerede kardeşim, parmağında kuru soğan büyüklüğünde pırlanta şatafatlı pozlar veren gelin?
Mücevher, saat, tablo, heykel. Kendisine hediye edilen 1243 parça’nın 1243’ünü de bıraktı köşkte! İnsanın içi gidiyor, al götür evine di mi… Götürmedi.
Avantaları bıraktığı gibi, papalleri de bıraktı. Kafana göre savur denilen ödeneği harcamadı. 46 trilyon liracık. Yetim hakkı dedi, babalar gibi satan Maliye’yi iade etti.
Ye, yemedi, gez, gezmedi.
Bırak biz yiyelim, ona da izin vermedi.
Zaten, kırmızı’da durmasından belliydi. Kaymakam bile durmuyor, İsveç mi burası, koskoca devletin başı… Niye duruyorsun? Normalde, vatandaşı çiğneyip geçmeliydi.
14 makam aracını geri verdi. Halbuki, oturma odasına Mercedes’le mutfağa jip’le gitmeli; uçağına bavul olarak bile almadığı gazetecileri bahçede limuzinle gezdirmeliydi. Yazları, Okluk’a geçmedi. Oğlu evlendi, elektrik faturasına kadar kendi kesesinden ödedi. Eşi bileğini kırdı, röntgen kuyruğuna girdi. Annesi vefat etti, sivil plakayla gitti, camide flap flap fors yapmadı, taziye ilanı vermeyenlerin defterini dürmek için, kenara not etmedi. Aşçıyı garsonu azalttı. Yerli ürün kullandırttı. Partisiz olduğu için. Resmi davetler hariç, eşe dosta parti vermedi.
Yalaka basınımız yazmadı ama, aslında “neyi korumaya çalıştığını” tarih yazacak elbette… Vizyon denilen kavramın, Beyaz Saray’a koşup, akıl danışmaktan ibaret olmadığını kanıtladı.
Yeminine sadık kaldı.
Hukuku üstün kıldı.
E yaranamadı haliyle.
Uymadı bize.
Partili olsun.

Ahmet Necdet Sezer
1941’de Afyonkarahisar’da doğdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu, medeni hukuk alanında yüksek lisans yaptı. Yargıtay üyeliği yaptı. Anayasa Mahkemesi asil üyeliğine atanan en genç üye oldu. Anayasa Mahkemesi Başkanı seçildi. DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümeti tarafından aday gösterildi, muhalefet partileri DYP ve Fazilet destek verdi, beş partinin uzlaştığı isim olarak, 10’uncu Cumhurbaşkanımız seçildi. 16 Mayıs 2007’de görev süresi doldu. Ancak 11’inci Cumhurbaşkanı
seçilmediği için, ülke erken seçime gittiği için 27 Ağustos 2007’ye kadar görev yaptı.


Sf: 18
Ali Şamil
1 metre 10 santimdi.
Enver paşa’ya hediye edildi.
Köle gibi.
Soytarı yaptılar onu.
Tuhaf kıyafetler giydirdiler.
Sırmalı cepkenler, cartlak renkli şalvarlar, kafasından büyük sarıklar… Kadınları eğlendirdi. Çocukları güldürdü.
Birinci dünya savaşında çarşı karıştı, Enver apar topar İstanbul’dan ayrıldı, biraz da onlara kahkaha attırsın diye, Vahdettin’nin kızı Ulviye Sultan’ın sarayına verdi Ali Şamil’i…
Ulviye Sultan’ın eşi İsmail Hakkı Bey, mert adamdı, tavla arkadaşı yaptı bu küçük boylu insanı, alay ettirmedi, ezdirmedi, korudu kolladı.
Gel zaman git zaman… Milli mücadele başladı. Yurtseverler Anadolu’ya akıyordu. Padişah’ın damadı İsmail Hakkı Bey de onlardan biriydi, Mustafa Kemal’e katılmak için gizli gizli hazırlık yapıyordu. Saray’ın damadı kuvayi miliyeye katılacak, olacak şey değildi tabii…
Bu nedenle mecburen, Anadolu’ya geçme niyetini eşi Ulviye Sultan’dan bile saklıyordu. Sadece tavla arkadaşına Ali Şamil’e çınlattı. Saraydan sadece onunla vedalaşmak istemişti. Pişman oldu… Çünkü, o kocaman yürekli küçük insan, alenen tehdit etti, ya beni de götürsün, ya da niyetini Sultan’a anlatır, senin gitmeni de engellerim dedi! İsmail Hakkı Bey’in gözleri buğulandı, karşısına dikilen küçücük bedende, dağ gibi bir adam duruyordu, kucaklaştılar, öz kardeş gibi… Kuş tüyü yastıklarını, bir kuş tüyü eksik sofralarını geride bırakıp, sahte kimlikler, köylü kıyafetleriyle maceraya atıldılar. Ağaç kovuklarında, kuytularda sabahladılar. İşgalcilerin kontrol notlarını aşıp, Adapazarı üzerinden Ankara’ya ulaştılar.
Haberi vardı Mustafa Kemal’in…
Çağırdı. Gittiler.
“Hayatımın en unutulmaz akşamıydı” dediği akşamı yaşadı Ali Şamil… Mustafa Kemal’le kadeh tokuşturdu.
Sonra?
Üç sene boyunca, İsmail Hakkı Bey, nereye, Ali Şamil oraya, kah şu taşıdı, kah telgraf, kah boyu kadar tüfek… Elinden ne gelebiliyorsa, çarpındı, fazlasını yaptı. Her cephede, kelle koltukta yaşadı. İzmir’e girenlerin hemen arkasındaydı.


Sf: 19
O göğsünde gördüğünüz, İstiklal Madalyası.
Günümüzün “gönüllü saray soytarıları” kavrayamaz.
19 Mayıs bu ruhtur.
Ve… Osmanlı’nın zoraki kulu-kölesi Ali Şamil, Cumhuriyet’te eşit yurttaş olmanın onurunu yaşadı. Osmanlı’da “ona gülüyorlar”dı, Cumhuriyet’te o güldü, “Güler” soyadını aldı. 9 Eylül’de girdiği İzmir’den ayrılmak istemedi. Basmane Garı’nda memur oldu.
Van gölü sahilinde, Bitlis’in Ahlat ilçesinde dünyaya gelmişti. Enver Paşa’nın doğu teftişi sırasında özgürlüğü elinden alınmış, adeta mal gibi hediye edilmişti. Cumhuriyet ona sadece özgürlüğünü değil, ailesini de geri verdi. Milli mücadeleden sonra, henüz çocuk yaşlardayken ayrıldığı akrabalarını buldu. İki defa evlendi. Neticede vade doldu, 1978’de rahmetli oldu, İzmir Kokluca’da yatıyor.
Rahat uyu aslan yürekli cüce.
Görecekler gene… Boyundan bosundan utanmayanlardan, gönüllü saray soytarılarından ibaret değildir bu ülke.
Ali Şamil’i yukarıda anlattık, burada İsmail Hakkı’yı anlatalım. Atatürk’le yaşıttı. 1881’de Atina’da doğdu. Osmanlı’nın son sadrazamı Ahmet Tevfik Paşa’nın oğluydu, Galatasaray Lisesi’nden sonra Harbiye’den mezun oldu., kurmay oldu, saraya damat oldu. Vahdettin’nin kızı Fatma Ulviye Sultan’la evlendi, kızları Hümeyra Sultan dünyaya geldi, kurtuluş savaşına katıldı. Batı cephesinde vuruştu. Yunan ordusunun komutanı Trikopis’i esir alanlar arasındaydı, İstiklal madalyası aldı, cumhuriyet kurulunca, Moskova, Anvers, Filibe, Bari, Basra, Viyana, Atine elçimiz oldu, 1977’de İstanbul’da vefat etti, Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi. İsmail Hakkı, sanat mensupları arasında sürgün edilmeyen tek insandı… Kızı Hümeyra Sultan 1926’da dokuz yaşındayken, Atatürk’ün özel izniyle, babasının pasaportuna kayıtlı olarak Türkiye’ye geri dönen ilk ve tek hanedan mensubu oldu. 1939’da İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde Türk vatandaşlığına kabul edildi.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:26   #3
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil

Sf: 20
Mustafa
Eş anlamlı bilinir ama.
Zengin olmak başka şeydir.
Varlıklı olmak başka şey.
Her zengin, varlıklı değildir.
Zengin…
Para, mal, mülk istifler
Hayatı ıskalar.
Varlıklı…
Bilim, kültür, sanat biriktirir.
Hayatın tadını çıkarır.
Zengin, ömrü boyunca kaç paraysa öder, çiçek satın alır.
Varlıklı, hayatı kırmızı karanfil gibi yakaya takabilmektir.
Zengin, kabarık cüzdandır.
Varlıklı, yüklü hobidir.
Zengin, sahip olduğunun esiridir.
Varlıklı, edindikçe özgürleşir.
Zenginin banka hesabıyla beraber egosu da büyür, burnundan kıl aldırmaz, tepeden bakar, kendini kaf dağında görür… Dağlar kadar servetine rağmen, halkın nazarında mütevazı kalabilmektir varlıklı.
Zengin, alt tarafı sıfattır.
Varlıklı, karakterdir.
Zengin, kaypaktır, yalakadır.
Varlıklı, siyaset üstüdür.
Zengin, nalıncı keseridir.
Topluma duyarsız kalabilir.
Varlıklı, etrafa yararlıdır.
Farkındadır.
Zengin, hep alır.
Varlıklı, vermesini de bilir.
Maganda zengin, dolu.
Cahil varlıklı göremezsiniz.
Zengin, lisan bile bilmese, bavulu kapıp kaçmaya müsaittir.
Varlıklı, dünya vatandaşıdır ama, yerlidir, millidir.
Zengin olmadan da varlıklı olunabilir ama…
Maharet, hem zengin olup, hem Mustafa Koç olabilmektir.
(Para bazen cesur insanları bile satın alabilir, cesareti asla alamaz. Caroline Koç mesela… En son, değerli ağabeyim Levent Kırca’nın cenaze töreninde görmüştüm. Sadece camiye taziyeye değil, toprağa vermeye kabristana kadar gelmişti. Levent Kırca’nın eşi Aslı Çetiner’in arkadaşıydı. “Zengin” tabir edilen pek çok korkak, ama benim ismim Levent Kırca’yla aynı haberde geçmesin diye ortadan kaybolurken… Mustafa Koç’un eşi, ne derler diye düşünmemiş, Türkiye’nin “en varlıklı ailesi” nin ferdi olarak, son görev için arkadaşının yanında olmuştu. Çünkü, usta sanatçıya, arkadaşına ve kendisine olan saygısı, elalem ne der endişesinin çok üstündeydi.)
Mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan…
Zenginlik geçicidir.
Varlık ise, bakidir.
Zenginin cenazesi kalabalık olur ama, gözyaşı yoktur. Kendisiyle hiç tanışmamış insanların Mustafa Koç’un ardından hissettiği samimi üzüntünün sebebi, artık aramızda olmamasına rağmen, hayatımızdaki varlığı’dır.
Mustafa Vehbi Koç
1960’ta dünyaya geldi. 2003’te Koç Holding yönetim kurulu başkanlığına oturdu. 12 senede beş kat büyüttü. Tüpraş ve Yapı Kredi, onun başkanlığı döneminde gruba katıldı. Ocak 2016’da henüz 56 yaşındayken kalp krizinden vefat etti. 29 Ekim doğumluydu. Cumhuriyetçi’ydi. Atatürkçü’ydü.


Sf: 23
Nesimi
Halk ozanıdır. Koca yürek. Anadolu’nun bağrından kopar, yolu Paris’e düşer. Bir başına. Kanı aç. Elleri cebinde dolaşırken bakar ki, sokak çalgıcıları var, müzik yapıyorlar, para topluyorlar. Çöker bir köşeye, cura’sını tıngırdatmaya, yanık yanık söylemeye başlar:
“Aç kulaklarını dinle sözümü, yalan söz gerçeğe tuzak değil, insan hakkını hak bilen kişi, özünde nur doğar yalan ateşi, kamili taşlamak cahilin işi, cahilden kötülük hiç uzak değil.”
Tesadüfen ordan geçerken, durup dinleyenler arasından Abidin Dino da vardır. Çağdaş Türk resminin öncülerinden, ressam, karikatürst, yazar, yönetmen… Entelektüel çevrede büyüyen, Robert Kolej mezunu, bizzat Mustafa Kemal tarafından resim ve sinema eğitimi için Rusya’ya gönderilen. ABD’de Fransa’da sergilen açan, Fransa Plastik Sanatlar Birliği Onursal Başkanı olan, Fransa Kültür Bakanlığı’ndan Altın Şövalye Nişanı alan, New York Dünya Sanat Sergisi Danışmanlığı yapan… Siyasi görüşleri nedeniyle oradan oraya sügüne gönderilen Abidin Dino.
Sf: 24
Tanırşırlar. Kasketli, pala bıyıklı, buram buram Anadolu kokan ozanın kalacak yeri olmadığını öğrenir, koluna girer, evine davet eder. Dilbilimci, yazar, Paris Ulusal Bilim Merkezi’nde görev yapan, öğretim üyesi doçent eşi Güzin Dino, sofrayı kurar. Otururlar, sohbete koyulurlar. Laf lafı açar, ozan der ki, beni yarın çarşıya götürür müsünüz? Hayrola derler, ne lazımsa biz sana alalım. “Bale ayakkabısı alacağım” der! Dino’lar şoke olur. Kara yağız ozan, o şahane şivesiyle devam eder: “Benim oğlan balet de. Ona göndereceğim.”
Çünkü.
Nesimi Çimen’dir o.
Türkü derleyen, ilk plak çalışmasını 1964’te yapan, Almanya’da, Fransa’da İsveç’te albümler çıkaran, dünyanın en önemli müzikhollerinde sahne alan, Türkiye’de ha bire gözaltına alınan, işkence gören, sürüm sürüm süründürülen, yılmayan, ömrünün sonuna kadar hiç sosyal güvencesi olmayan, yurt dışından gelen teliflerle mütevazı yaşamını sürdürmeye gayret eden, Sazın sözün, üç telli cura’nın ustası.
Aslen Tunceli Hozatlı. Kayseri’de ırgatlık yaparken, aşiret ağasının kızı Dilber’e aşık olur. Dilber de ona, kaçarlar, Adana’ya… Evlatları olur. Almanya’ya işçi yazılır, nefes darlığı olduğu için kabul edilmez. Kalaycılık filan yaparken, Yaşar Kemal’le tanışır. Onun yardımıyla İstanbul’a göçer, gecekondu kiralar, mozaik fabrikasında işe girer. Fabrika greve gider, Nesimi’yi kovarlar. Ayazda kalır. Dokuz yaşından beri çalıp söylediği cura’sına bakar, ekmeği senden çıkaracağız der, ozan’lığa başlar. Tek kelimeyle, müthiştir. Anında tanınır. Efsane haline gelmeye başlayan bu garibanın tek göz oda gecekondusuna gelip gidenler arasında, Yaşar Kemal’in yanı sıra, gazeteci İlhan Selçuk, sosyolog siyasetçi Behice Boran, caz-pop divası Tülay German, Yılmaz Güney, heykeltıraş Kuzgun Acar, yönetmen Atıf Yılmaz, Aşık Mahsuni Şerif vardır… Ve, kurban olduğum, Can Yücel.

Yurt dışında eğitim için devlet bursunu bileğinin hakkıyla kazandığı halde “torpil yaptı dedirtmem, zeni gönderemem” diyen Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in oğlu… Biriktirdiği harçlıkları, kendi yerine gönderilen ve beyin cerrahisinde çığır açan, can ciğer arkadaşı Ordinaryüs Profesör Gazi Yaşargil’e veren… Alnı açık yürüyen, Cambridge Üniversitesi’ne gitmeyi başaran, zırt pırt içeri tıkılan, oralı bile olmayan, tınmayan… Bana göre, Türkiyemin en heyecan verici şairi Can Yücel.
Bir gün, Nesimi’nin henüz bebekken eline cura verdiği oğluna bakar şöyle Can Yücel… “Bu çocuğu Konservatuara göndersene birader” der. Nesimi de “peki” der.
Girer sınava oğlan, doğuştan kabiliyet, İstanbul Devlet Konservatuarı’nı birincilikle kazanır. Keman bölümüne yazarlar. Yazarlar ama, keman alacak parası yok. Okul hediye eder… Hediye kemanla dört sene okur. Öbür masrafları Can Yücel tarafından karşılanır. Ancak… Ciddi bir sorun vardır. Akşamları evde ders çalışması mümkün değildir. Tam eline kemanı aldığında, sofra kurulur, eş dost, türkü başlar, oğlan da mecburen cura’sına sarılır, babasına eşlik eder. E böyle olmayacak ,sonunda karar verir, ev ödevi olmayan bu bölüme geçmelidir… 14 yaşında giyer taytını. Bale bölümüne geçer. Önceleri gizler babasından… Sonra öğrenir baba… Dedim ya, koca yürek, gülümser, evladına şöyle eder: “Nerde mutluysan, orada yaşa!”
Geceleri pavyonlarda bağlama çalarak cep harçlığını çıkarır, babasıyla köy köy dolaşır, derleme çalışmalarına katılır, Orhan Gencebay’ın arkasında çalar, neticede Kovervatuar’dan mezun olup, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne girer.
Mazlum Çimen’dir o.
Nesimi’nin zulüm görmüş, haksızlığa uğramış manasında “Mazlum” adını koyduğu oğlu… Adının hakkını verircesine, henüz sekiz yaşındayken babasıyla birlikte gözaltına alınan, babasının işkence görmesine şahit olan Mazlum.
20 sene klasik eserlerde, Yedi Kocalı Hürmüz’den Hisseli Harikalar Kumpanyası’na sayısız müzikalde dans etti. Edip Akbayram’a Fatih Kısaparmak’a besteler verdi. Film müzikleri yaptı, Altın Portakal ve Altın Koca’nın yanı sıra Almanya’dan, Fransa’dan, Orhan Kemal’in ölümsüz eseri Hanımın Çiftliği gibi… Kendisinin çalıp söylediği, albümler çıkardı. Oğluyla birlikte Çimen Müzik’i kurdu.


Sf: 26
Oğul da, Saki Çimen…
Nesimi’nin torunu.
Piyanist.
Dedesinin türküleriyle büyüdü. 13 yaşındayken ilk bestesine imza attı. Kendisine ait 11 besteyle Rastgele albümünü çıkardı. Saki piyano çaldı, Cem Yılmaz bateriyle, Kürşat Başar saksofonla, Cahit Berkay yaylı tamburla, Nebil Özgentürk bağlamayla, Erdem Akakçe gitarla, Sırrı Süreyya Önder cümbüşle eşlik etti.
Bale ayakkabısına denersek…
Paris’ten geldi Nesimi, bale ayakkabılarını oğluna verdi, orada biriyle tanıştım dedi, gitar çalıyor, çok önemsiyorlar adamı… Kim acaba? Bilmiyorum dedi, yağmurlu bir havaydı, curamı ceketimin içinden çıkardım, adam çok şaşırdı bunu mu çalıyorum diye, ben çaldım, o adam sanki küçüldü küçüldü curanın içine girdi, öyle dinledi.
Senelerce bunu anlattı.
Gel zaman git zaman..
Paris bavulunun içinde bir fotoğraf buldu Mazlum… Babası cura çalışıyor, “o adam” adeta büyülenmiş gibi, nefesini tutmuş dinliyor. Vayyy dedi, koştu babasına, fotoğrafı gösterdi.
O adam, bu adam mıydı?
Evet dedi Nesimi.
Peter Gabriel’di.
Progressive rock denince ilk akla gelen, Genesis’in kurcusu… Grup ve solo albümleri 250 milyon satan, altı Grammy’si ve Oscar adaylığı bulunan, İngiliz Kült müzisyen.
Ve.
Yaktılar o Nesimi’yi!
Sivas’ta yakılanlardan biri.
Değerli gençler.
Ne salt Alevilerdir kıyılan aslında, ne hukuk garabetidir, ne de güvenlik zafiyeti… Hepsi sığmayacağı için, sadece bir örnek verdim, yukarıda adı geçenleri sıralayın lütfen alt alta. Anadolu kültürünü muhafaza ederek, müzikle baleyle resimle sinemayla, akılla bilimle eğitimle, Batı’ya yelken açan yolculuk’tur asıl önlemek istenen… Yobazlığı hakim kılmaktır.
Sf: 27
Dünya cennet olsun, yaşasın insan / gelin barışalım, dökülmesin kan / son bulsun savaşlar, kesilsin figan / barış güvercini uçsun dünyada… / insancıl insanlar barıştan yana / ancak zalim olan kıyar insana / barış aşkı yayılmalı cihana / barış güvercini uçsun dünyada… Bunun diyen adamı, Sivas Madımak’ta diri diri yaktılar. Karayatıyor.caahmet’te
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:27   #4
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 30
Haberal
Ergenekon’dan tutuklanan Profesör Mehmet Haberal hakkında 500 bin civarında haber-yorum yapılmış.
Bunca haber-yorum yapılırken, Profesör Haberal’la görüşüp, fikrini soran gazeteci sayısı kaç biliyor musunuz?
Sıfır!
Evet, sıfır, hiç yok… Dört senedir hapiste bulunan, gıyabında her türlü atılıp-tutulan Profesör’le bir kez olsun yüz yüze konuşup, siz ne düşünüyorsunuz diye soran gazeteci, görülmedi maalesef.
Halbuki zamanında, özellikle Ankara basını için en popüler insanlardan biriydi. Bırak gazeteciliği filan, eski dostluğa binaen, halini hatırını sormak için bile olsa gidilmeliydi. Gidilmedi.
E, ben gideyim bari dedim.
Avukatı aracılığıyla Adalet Bakanlığı’na başvurdum, açık görüş talep ettim. Hay hay dediler. Şak diye izin verdiler. Peki, açık görüş yapabilmek için birinci derece akraba olmak gerekmiyor mu? Gerekmiyor. Çünkü, Profesör Mehmet Haberal milletvekili… İsteyen her gazeteci görüşür. Yeter ki, iste.
Neyse gittim Silivri’ye, girdim görüşme salonuna, hiç, tanışmamıştık, tanıştık profesörle… Pırıl pırıl tıraşlı, takım elbiseli, kravatlı… İki masa hazırlanmış. Birinin üstü broşür dolu; izah edeceğim dedi. Geçtik öbür masaya, oturduk. Betondan ibaret cezaevinde, görmeyi düşündüğüm en son şey vardı masada… Çiçek sepeti! Rengarenk çiçeklerden zarif bir potpuri hazırlanmış, masaya özenle konulmuş.
En karamsar olması gereken mekanı, adeta kırmızı karanfil gibi yakasına takmış yani profesör… Güzelleştirmiş.
İzin verirseniz, şuradan başlayayım dedi, antetli bir kağıt çıkardı, hakikaten gözlerime inanamadım… Harvard Üniversitesi’yle “hapisteyken” protokol imzalamış; Harvard Üniversitesi’yle Başkenti Üniversitesi, yanık tedavisinde, ortak programla en üst düzeyde akademik eğitim verecekmiş.

Sf: 31
Sonra, yan masadaki broşürleri tek tek anlatmaya başladı. “Hafisteyken” Dünya Tıp Etik Bilimler Akademisi’ni kurmuş iyi mi… Hani, örgüt kurmuş diyorlar ya , al sana örgüt… 27 ülkeden 66 bilim insanı bu örgütün üyesi! Bazılarını ihbar ediyorum: ABD’den Profesör Gamelli, Japonya’dan Profesör Aikawa, Kanada’dan Profesör Keown, Almanya’dan Profekör Land, İngiltere’den Profesör Nadey.
Türkiye’de İlk Karaciğer Naklinin 25’nci Yıldönümü Kangresi’ni organize etmiş. “Hapishaneden” tek tek yazışarak, teyitlerini almış, iç savaş halindeki Suriye dahil, 17 ülkenden 42 konuşmacı katılacakmış.
Teee 2014’ün Eylül ayında İstanbul’da düzenlemek üzere Ortadoğu Organ Nakli Derneği Kongresi’ni ve Transplant Oyunları’nı organize etmiş. Salonu, saati, davetiyeleri bile şimdiden hazır, gösterdi.
İki ayda bir Experimental and Clinical Transplantation dergisini çıkarıyor; hapisten… ABD’den Avustralya’ya Belçika’dan Hollanda’ya İran’dan Pakistan’a dünyaca ünlü otoriteler makalelerini Silivri’ye postalıyor, Profesör Haberal şef editörlüğünü yapıyor, Ankara’da basılıyor, 40 ülkeye gönderiliyormuş.
Bir saat görüştük.
Bir saat bunları anlattı.
Beni aldı, çocukluğuna, odun ateşinin ışığıyla kitap okumaya çalıştığı Rize’deki köyüne götürdü, odun ateşinin ışığından lazer teknolojisine gelmelerini “hayaldi gerçek oldu” diye özetledi, gülümsedi. Fırsat olsa, bir-iki saatliğine çıkabilse, Zonguldak’a gidip yer bakmak istediğini, oraya diyaliz merkezi kurduğunu, bir de hastane kurmak istediğini anlattı. İzmir’e gidersem, kendisinin inşa ettirdiği Zübeyde Hanım Hastanesi’ni görmem gerektiğini, Ankara’ya gidersem, mutlaka Başkent Üniversitesi’nin kampüsünde kurduğu Atatürk Müzesi’ni gezmem gerektiğini söyledi; Atatürk İstanbul Akaretler’de oturduğu 76 numaralı evin birebir kopyasıymış. 2015 projelerinden bahsetti, heyecanla, coşkuyla.

Sf: 32
Hayatın kıymetini bilecek kadar ölüm, özgürlüğün kıymetini bilecek kadar hapishane gördüm, böyle şey görmedim kardeşim… Profesör Haberal’in vücudunu ortaya hapsetmişler ama, idealleri bir gün bile tutsak olmamış.
Bedeni Silivri’de kilitli…
Vizyonu dünyayı dolaşıyor.
Uğradığı haksızlığın yüzde birine maruz kalan biri, lanet olsun biriyle memlekete, verdiğim emekler haram olsun der, yılgınlığa düşer, hiç olmazsa dert yanar. Tam tersine… “Buraya konulacağımı rüyamda görsem inanmazdım ama, buraya konuldum diye memleketime küsecek değilim” diyor. İnsanın, her şartta daha iyi ne yapabilirim diye uğraşması gerektiğini anlatıyor.
Bitti görüşme…
Kalktık, sarıldık.
Ayrılıyoruz.
“Peki ya, dava?” dedim.
Dört sene…
Söylediği sadece dört kelime.
“Ağrıma gidiyor, yakışmıyor Türkiye’ye.”
Mehmet Haberal
1944’te Rize’nin Subaşı köyünde doğdu. Ankara Üniversitesi tıp fakültesini bitirdi. Türkiye’nin ilk canlı donörden böbrek naklini gerçekleştirdi. Türkiye’nin ilk kadavradan böbrek naklini gerçekleştirdi. Ankara’nın ilk hemodiyaliz merkezini kurdu. Profesör oldu. Eğitim Vakfı kurdu, onbinlerce öğrenciye burs sağladı. Türkiye’nin ilk kadavradan karaciğer naklini gerçekleştirdi. Türkiye’de ilk kez çocuklarda ve erişkinlerde, canlı donörden kısmı karaciğer nakli gerçekleştirdi. Başkent Üniversitesi’ni kurdu. Amerikan Cerrahi Birliği onursal üyesi seçildi. Dünya Yanık Derneği başkan seçildi. Amerikan Cerrahlar Koleji tarafından şeref üyeliğine seçilen ilk Türk oldu. Kendisine “teşekkür” olarak hapse atıldı!


Sf: 33
Zeki
Bodrum Oasis’te Yapı Kredi Bankası tarafından hazırlanan şahane bir sergiyi gezdim. “İşte Benim Zeki Müren” sergisi.
Mehmetçik Vakfı’yla Türk Eğitim Vakfı’na mirasıyla birlikte bağışladığı özel eşyaları ve bugüne kadar hiç görmediğimiz fotoğrafları, hakikaten etkileyici metinler eşliğinde sunulmuş.
Yılmaz Güney’den Ajda Pekkan’a, Cüneyt Arın’dan Fatma Girik’e, Belgin Doruk’tan Müzeyyen Senar’a, Filiz Akın’dan Türkan Şoray’a hayatımızda derin izler bırakın herkes oradaydı.
Çok duygusal, çok öğreticiydi. İlk fotoğraf var mesela, henüz yedi aylıkken çekilmiş. Sünnet fotoğrafı var. Annesi şu notu düşmüş: “Mini mini Zekicim, şimdi babamız oldun, Allah uzun ömürler versin, amin.”
1974 senesine dair, gazinolarla yaptığı sözleşmeler var. Bebek Belediye Gazinosu’nda gecede 4 bin lira alıyormuş. Çakıl’da 4 bin 500 lira… Ankara Köşk Gazinosu’nda yevmiyesi 6 bin liraymış. İki konser için Avustralya’ya gitmiş, 20 bin lira almış, Gaziantep’e gitmiş, 17 bin 500 lira almış. İzmir Fuarı’na gelmiş, 22 gece, 143 bin lira.
1974’ün temmuz ayında Kıbrıs’a çıktık. Bir ay sonra, ağustos ayında, Türk Donanma Vakfı’na 75 bin lira bağışta bulunmuş. Makbuzu var.
O günün parası, bugünün parasıyla ne kadar ediyor derseniz… Tee 1958’de, Şişli Hanımefendi Sokak’ta üç apartmanın sahibiymiş. Gerisini varın siz hesap edin. Şişli’deki apartmanlarına “Müren, Helal, Alınteri” isimlerini koymuş.
İzmir Fuarı’na her gelişi olay olmuş. 1970’te, Çiğli hava alanında THY uçağından “mini etek” le inmiş. Üniformalı Roma askerlerinin omuzlarında atlı savaş arabasına bindirilip, Büyük Efes Oteli’nin kral dairesine kortejle götürülmüş. İzmir gecelerinde giydiği her elbiseye ayrı bir isim vermiş: Kordon boyu sevdası, İzmir gecelerindeki sır, canım Eşrefpaşalım, Çeşme’de akşam, Güzelyalı dilberi, Karşıyakalı çapkın, Yamanlar rüzgarı Kadifekale’de mehtap, helal Egelim
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:30   #5
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 34
İstanbul’da giydiği elbiselerin de ayrı ayrı isimleri varmış: Susamış istiridye, yakut kadeh, şampanyanın rüyası, uzaydan gelen prens, çocukluğumun bayram yeri, mimozaların tebessümü, çapkın kızılcıklar, hıçkıran gitarlar, sırdaş geceler.
Sahne için özel dekorlar tasarlar, onlara da özel isimler verirmiş: Aşk sarayı, Kaf dağındaki saray, kuğu gölündeki sır, sevda ormanı.
Kıyafetlerinin en hafifi 10 kilo, en ağırı 20 kiloymuş. Boyu 1.74’ken, 30 santimlik topuklu çizmesini giyince, 2 metreyi geçiyormuş.
“Marmara’da mehtap” ismini verdiği, tümüyle payet işlemeli, ilk ışıltılı ceketini askerlikten terhis olur olmaz, 1958’de giymiş.
Mini etekli “uğur duvağı”nı 1970’te giymiş. Yıllar sonra anlatmış: “Bir sır vereyim…. Mini eteğin altına giymek için kuliste pantolonum hazırdı, en küçük tepki görürsem, giyecektim. Ama halk çok tuttu.”
Üç filminde “bıyıklı” rol almış. Hepsi takma bıyıkmış. Karate yaptığı, halter çalıştığı filmlerinden haşin kareler var.
Rol icabı traktör bile kullanmıştı ama, aslında ehliyeti bile yokmuş. Buna rağmen, son model otomobiller hayatının ayrılmaz parçasıymış. Yeşil-beyaz Potiac 56, ilk göz ağrısıymış. Basında en çok yer alan otomobili, 1966 model nar çiçeği Chevrolet Impala’ymış. ses dergisi bu otomobili şöyle tarif etmiş: “Zeki Müren’in arabasında air condition denilen sıcak ve soğuk hava tertibatı ile buzdolabı vardır. Buzdolabı, üç büyük, bir küçük şişe ile beş bardak ve bir konserve kutusu alır. 105 bin liraya alınmıştır. Turbo jet motorlu, altı silindirlidir, 200 kilometre sürat yapar.”
Katip filminde mevlit okumuş, çok enteresan sonuçlar olmuş. Bir röportajında anlatmış: “Rol icabı sadece dört dakika mevlit okudum, öyle yayıldı ki, Anadolu’da beni hafız sanıyorlar.”
İlk filmi için “Beklenen Şarkı”yı bestelemiş. Toplumda öylesine yer etmiş ki, Kara Harp Okulu öğrencileri 19 Mayıs törenlerinde bu şarkıyı kullanmış. O güne kadar, “Mavi Tuna” valsi kullanılıyormuş.
1951’de 21 milyon nüfuslu Türkiye’de sadece 320 bin evde radyo varken, İstanbul Radyosu’nda söylemeye başlamış. Cihaz satışları patlamış. Teknolojiye o kadar uzağız ki, radyo almak için dükkana gelenler, yanlış cihaz almamak için soruyormuş: “Bu radyo Zeki Müren çalıyor mu?”
Bir tarafta sahneye etekle çıkan Zeki Müren, öbür tarafta o gazinoyu hınca hınç dolduran başörtülü teyzeler, sakallı hacı amcalar, çocuklu aile matineleri… Sabahattin Eyüboğlu “Türkiye’nin sosyolojisini anlamak isteyenler, mutlaka Zeki Müren’li gazinoya gitmeli” demiş.
Nezihe Araz ise, kadınlarla ilişkisini şu çarpıcı kelimelerle ifade etmiş: “Kendine has şarkılarıyla söz atıyor, sitem ediyor, tehdit ediyor, davet ediyor, naz ve işve ediyor, göz kırpıyor, buseler gönderiyor. Ve kadınlar.. Bütün baskıları kaldırmış, bütün yasaklara isyan etmiş, bütün tıpaları atmış, şartsız, kayıtsız, pervasız o sahnedekine, yalnız ona dönmüş. Sanki dünyada o an, sadece o beyaz smokinli genç adam var. Hayatlarında sadece tahayyül ettikleri, filmlerde seyrettikleri, o şaşaalı, şehvetli, yasak hayatı, burada, onunla yaşıyorlar.”
Sadece bir tiyatro oyununda rol almış. Robert Anderson tarafından yazılan, Çay ve Sempati…(Cinsel kimlik tartışmalarını konu alan ve Broadway’de sahnelendiğinde bile hayli gürültü koparan bir piyesti. Lisedeki arkadaşları tarafından sürekli alaya alınan efemine öğrenci Tommy Lee, beden eğitimi öğretmeninin karısıyla ilişki kurarak, erkekliğini topluma ispat ediyordu. Beden eğitimi öğretmeni ise, karısına ilgisiz, gizli bir eş cinseldi.) 1965’te, Çay ve Sempati’de Tommy Lee karakterini canlandıran Zeki Müren, duygularını şöyle özetlemiş: “Robert Anderson sanki bu oyunu benim için yazmış.”
Türkiye için yaşayan, malını-mülkünü orduya-eğitime vakfeden, hayatımda tanıdığım en cesur, en yurtsever insanlardan biriydi.
Bu milletin “en onurlu evlatlarından biriydi.
Sanırım o nedenle, sergisinin girişinde, pek çok omurgasızı utandırırcasına, TSK Mehmetçik Vakfı’nın çiçeği vardı.
Zeki Müren’e fatiha okuyup, serginin hazırlanmasında emeği geçenlere yürekten teşekkür edip, evimin yolunu tuttum.
Haberleri seyretmek için televizyonu açtım.
Açar açmaz… Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye geldim!


Sf: 36
Hiç kimseye zarar vermeden “onur yürüyüşü” yapmaya çalışan insanlarımıza tomarlarla saldırıyor, tazyikli suyla yerlerde süründürüyor, suratlarına plastik mermi sıkıyorlardı.
Açık söylüyorum…
50 sene öncesinden çok daha geridir bu ülke.
Asrın liderinin peşine takılıp, taa geçen asra gitti Türkiye.
Zeki Müren
1932’de Bursa’da dünyaya geldi. 1950’de İstanbul Radyosu’na girdi. 600’den fazla plak, kaset doldurdu. Plağa okuduğu ilk şarkı “bir muhabbet kuşu”ydu. 200’den fazla şarkı besledi. Henüz 17 yaşındayken bestelediği ilk şarkı “zehretme hayatı ana cananım”dı. Kalp ve şeker rahatsızlığı yüzünden 1980’den sonra sahne hayatından uzaklaştı. 24 Eylül 1996’da TRT İzmir Televizyonu’nda kendisi için düzenlenen törende kalp krizi geçirdi vefat etti. Bursa Emirsultan mezarlığında toprağa verildi. Mirasını Mehmetçik Vakfına bıraktı.
Börekçizade Rifat
Sivas kongresi tamamlanmış, Ankara’ya dönmüşlerdi. Elde avuçta ne varsa tükenmişti. Ekmek almak için fırına ödeyecek paraları bile yoktu. Sofraya bulgurdan başka konacak yemek kalmamıştı. Mustafa Kemal bankalara borçlanmayı reddediyordu. Özel kalem müdürü Mahzar Müfit Kansu kürklü paltosunu sattı, satılabilecek bir o kalmıştı, anca birkaç gün daha idare edebileceklerdi. Kapı çalındı…
İçeri giren asker, müftü efendinin geldiğini söyledi. “Eyvah” dedi Mazhar Müfit… Çekmecesini açtı, kahve vardı ama, sadece iki tek kesme şeker kalmıştı, sigara bitmişti, misafir ağırlayabilecek durumda değildi. N’aapsın? Olduğu kadar gari, “buyursunlar” dedi.
Börekçizade Rifat Efendi odaya girdi, masanın kenarındaki iskemleye ilişti. Mazhar Müfit, Mustafa Kemal için sakladığı iki tek kesme şekere kıyamadı, “zannedersem sade kahve içersiniz değil mi” diye sordu. Müftü efendi tebessüm etti, “zahmet etmeyin, kahve içmiyorum” dedi. “Sigara da kullanmazsınız değil mi?” “Onu da kullanmam…” Halbuki, hem kahve içtiğini, hem de sigara içtiğini, elbette Mazhar Müfit de biliyordu.
Müftü efendi “fazla vaktinizi almayayım” diyerek söze girdi, “biraz sıkıntıda olduğunuzu duyduk” dedi. Demesine kalmadan, Mazhar Müfit gayet ters bir el işaretiyle müftünün sözünü kesti, “paramız var” diyerek, masanın arkasındaki küçük kasayı gösterdi. Bozuntuya vermek istemiyordu ama, kasada sadece 48 kuruş vardı. Paltodan geriye o kadarı kalmıştı.
Müftü efendi, günümüzde artık normal kabul edilen sarıkla cübbeyle gezmiyordu, bildiğin ceket giyiyordu. Elini sol iç cebine soktu, mendil çıkardı. Katlanmış minik bir çıkın haline getirilmişti. Masaya koydu. Açtı. 1.200 lira vardı. Kendi çocuklarına bile yük olmamak için, eşi Samiye hanım’la birlikte biriktirdikleri cenaze parasıydı.
Bu mübarek memleket… Kuvayi milliyecinin sırtından çıkarıp sattığı paltosuyla, yurtsever müftünün kefen parasıyla kuruldu.
Ve bugün, hırsız imam sandıktan oy çalıyorsa, kutsal kitabımız miting meydanlarında parti broşürü olarak kullanılıyorsa, kandil mahyalarında milletvekili reklamı yapılıyorsa, camiler seçim bürosu haline getirilmişse… Türkiye Cumhuriye’tinin ilk diyanet işleri başkanı Börekçizade Rifat’ın makamında oturan Görmezgillerin, yaşayacak sarayı, binecek Mercedes’i vardır ama, yatacak yeri yoktur!
Mehmet Rifat Börekçi
1860 doğumlu Rifat Börekçi, Şeyhülislam Dürrizade’nin “kuvayi milliyecilerin katledilmesinin caiz ve görev” olduğunu belirten fetvasına karşı, milli mücadeleye dinen onay veren Ankara fetvasını ilan etti. Padişah tarafından Ankara müftülüğünden alındı, idama mahkum edildi. 23 Nisan 1920’de toplanan TBMM birinci döneme, Muğla Milletvekili olarak girdi. 1924’te kurulan Diyanet İşleri’nin ilk başkanı oldu, 1941’de vefat edene kadar bu görevde kaldı.

Sf: 54
Birand
20-21 yaşlarımda filandım, üniversitede gazetecilik okuyorum, konferanslar düzenleniyor, dinleyelim de öğrenelim falan diye konuşmacılar getiriliyor, sıkılırım bu tür şeylerden, hiçbirine katılmıyordum. Ukalalıktan değil, gazeteciliğin bulaşıcı olmadığını düşünüyorum, kıdemli gazetecilerle sohbet ederek gazeteci olunacağına inanmıyorum, ressamla arkadaş oldun diye iyi resim yapamayacağın gibi…
Neyse, gene öyle bir gün, galiba haber yazma tekniği dersiydi, hoca dedi ki, Mehmet Ali Birand gelecek, soru soracaksınız, soru sormayana not yok, üstelik, gene sıvışacağımı bildiği için, ilk soruyu da sen soracaksın dedi. Mecbur muyuz… Mecbursun, illa soracaksın. Girdik tabii zorla… Birand geldi oturdu kürsüye, amfi full, elimi kaldırdım, buyurun dedi, “çıkabilir miyim?” diye sordum!
Böyle tanışmıştık.
Sonra gene mecburiyetler üzerine gazeteci oldum, mecburiyetler üzerine televizyoncu oldum, hayat işte, Mehmet Ali Birand’la ama haberlerde rakip olduk. İki defa, birinde atv’yle, birinde star’la… Rakibiz ya, dünya görüşlerimiz de farklı, onu sevmeyenler bana ispiyonluyor, beni sevmeyenler ona ispiyonluyordu. Aynı binada çalışırken, o akşam hangi özel haberi yapacağını bile gelip, çaktırmadan üfleyenler oldu.

Sf: 55
Bilmedikleri şuydu…
Hiç birlikte çalışmadık ama, birbirimizin aleyhinde yazı yazdığımızda bile, kıran kırana reyting mücadelesi verdiğimizde bile, insanı temasımız hiç kopmadı. Haberde babamı tanımam, defalarca kazık attım. Ama, asla yalan söylemedim ona.. O da bana söylemedi. Suratına gülüp, arkasından kuyusunu kazanları tek tek söyledim. Kim bilir, belki de gülümsemesinin sebebi buydu!
Maalesef, vefatı benim için sürpriz olmadı. Bir sene kadar evvel, gerçi başbakanımız gibi kokoreç yemedik ama, çay içtik.
Helalleştik.
Taa öğrenciyken “çıkabilir miyim?” dediğim adam, “çıkıyorum” demişti.
Ve maalesef, vefatından sonra gördüklerimiz de sürpriz olmadı. Dostlarını tenzih ediyorum… İmkan olsa, öbür tarafa canlı yayın yapabilsek de, timsah gözyaşlarını, iki yüzlü ağıtları seyredebilse.
Özetle…
Yukarıdaki sebeplerle, üniversitelere gazetecilik anlatmaya asla gitmem; diyeceğimi topluca buradan diyeyim.
Başka meslek seçin.
Yapmayın bu işi.
Mehmet Ali Birand
1941 İstanbul doğumluydu. Gazeteciliğe Milliyet’te başladı. Brüksel temsilcisi oldu, 20 yıl Belçika’da yaşadı. Televizyon klasiği haline getirdiği “32. Gün” haber programına 1985’te TRT’de başladı. Sabah’ta Posta’da yazdı, Show Tv’de CnnTürk’te çalıştı, yakın tarihe dair belgeseller hazırladı, en son Kanal D ana haber bülteni sunuyordu. Hakkında açılan davalara rağmen, 28 Şubat’ta hedef haline getirilmesine rağmen, PKK’ya af çıkarılması, Öcalan’nın TBMM’ye girmesi, PKK’nın meşrulaştırılması gibi fikirleri savundu. O güne kadar bilinmiyordu, ölümünden bir yıl önce kürt olduğunu açıkladı. 2013’te vefat etti, Beykoz’da bir caddeye ismi verildi.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:31   #6
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil

Sf: 60
Abdulvahap
Sanıklardan önce savcılar’ın yargılandığı dünyadaki tek davada… Keriz Feneri’nin bağış paralarını bavullarla Almanya’dan Türkiye’ye getirdikleri, televizyon kanalı kurdukları, gemi aldıkları resmen kanıtlandı.
Ayrıca, şu şu şehirlerde şu şu isimli vatandaşlara nakit para yardımı yaptık demişler, o vatandaşlara tek tek sorulmuş ki, tek kuruş almadıkları gibi, makbuzların altındaki imzalar da sahte.
Böylece, Keriz Feneri’ni kurcaladığı için yargılanan Sacı Abdulvahap Yaren’in sözleri yeniden gündeme geldi. Afrika’daki aç çocukların fotoğraflarını göstererek… “Yardım paralarının bunlara gitmesi gerekiyordu, zekat hırsızlarını koruma altına alan bir güç var, ben bu güce ‘hırsızların imparatoru’ diyorum, hem altındaki figüranları koruyor, hem kendisine ulaşılmasını engelliyor, kim olduğu belli, halk arasında tabir vardır, arife tarif gerekmez, damda gezer miyav der, isme gerek var mı” demişti.
E haliyle herkes “hırsızlar imparatoru”nun kim olduğunu merak ettiğine göre, hukuk’a yardımcı olmak lazım.
“İsmi” şimdilik meçhul ama…
“Eşkal”i belli oldu.
Davul tozu minare bölgesi holdinglerle ahalimizin nasıl dolandırıldığını manşet yapan Alman gazetesi Die Zeit, yayımladığı “robot resim”le, hırsızlar imparatorunun arifini tarif etti.
Karikatürize robot resim şöyle…
Badem bıyıklı bir arkadaş, kılığından kıyafetinden buram buram Anadolu insanı olduğu belli olan vatandaşımıza, bir eliyle bayrağı-minare’yi işaret ediyor, öbür eliyle, bayrağa-minare’ye bakan vatandaşımızın cebindeki paraları araklıyor.
Daha n’aapsın Alman?
Madem o enseledi, teşhis’i de mi o yapsın?
Almanya’da “asrın dolandırıcılığı” olarak nitelenen Deniz Feneri’nin, Türkiye ayağını soruşturan üç savcıdan biriydi. Abdulvahap Yaren, Nadi Türkaslan, Mehmet Tamöz… Sadece Almanya’yı değil, Türkiye’yi de dolandırdıklarını tespit ettikleri için, çalınan zekat paralarının bazı (!) siyasi partilere uzandığını tespit ettikleri için, şak diye sanık haline getirildiler. Görevde yetkiyi kötüye kullanma suçundan yargılandılar. Elbette beraat ettiler ama, Deniz Feneri’nin Türkiye ayağı paçayı kurtarmış oldu. Tam olarak savcı Abdulvahap Yaren’in dediği gibi olmuştu, hırsızlar imparatoru meseleyi örtas etmişti!


Sf: 75
Aziz
İzmir’de “çete” kurarak “asrın yolsuzluğu”nu gerçekleştiren belediyeciler tahliye edildi Çete’lesini yazayım bari.
İzmir Büyükşehir’in en büyük harcama kalemi, metro… 80 küsur müfettiş, aylarca inceledi. En küçük bir suistimal bulundu mu? Bulunmadı. Suçlamalar arasında var mı metro? Yok.
Banliyo sistemi için 600 milyon lira harcandı. Tüneller, yeraltı istasyonları, geçitler filan.. İhalelerinde yamuk tespit edildi mi? Edilmedi. Yok mu yani suçlamalar arasında? Yok.
Körfez trafiği için 15 adet katamaran tipi, hızlı vapur alınıyor, imzalar atıldı, 115 milyon Euro. Komisyon momisyon, malı götürmek için iyi bir fırsat… Var mı iddianamede? Yok.

Sf: 76
Kadifekale civarındaki kentsel dönüşümün maliyeti, 200 milyon lira… Akraba, eş dost’u kollayıp, al takke ver külah için, şahane imkan.
Var mı asrın çete davasında? Yok.
AB standartlarında biyolojik arıtma tesislerinin başkentidir, İzmir… Türkiye’deki her 4 biyolojik arıtma tesisinin 1’i orada… 70 milyon liranın üzerinde para harcandı. İhaleleri didik didik edildi, en küçük bir pürüz bulundu mu? Bulunamadı. Davada yok o halde? Yok.
Memleketin en önemli çevre projelerinden Çamur Çürütme ve Kurutma Tesisi’ne 62 milyon lira ödendi. Bir kuruşluk avanta tespit edildi mi? Edilmedi. Yok mu iddianamede? Yok. 2005’ten beri, her hafta, 207 bin öğrenciye 1.2’şer litre süt dağıtılıyor. Faturası sadece bu sene, 7 milyon lirayı geçti. Bırak hastanelik olmayı, tek çocuğun bile karnı ağrımadığı gibi… Soruşturmalara rağmen, en ufak bir akçeli iş bulundu mu? Bulunmadı. Var mı davada? Yok.
8 senedir yönetiyor İzmir’i Aziz Kocaoğlu. Her sene 5 milyar lira bütçeden, 40 milyar lira eder. Sırf kamulaştırmaya 700 milyon lira harcadı. Kendisine oy vermeyenler, AKP’nin İzmir’deki yöneticileri dahil, “boğazından haram para geçti” diyebilin var mı? Yok.
İyi de kardeşim…
Neyi soydu bunlar?
Mandalina’yı soydular!
Evet. Suçlamalar arasında mandalina var. Üreticiden mandalina alıp, okullarda dağıtmışlar. Fahiş fiyatla mı almışlar? Yo-ooo, ucuza almışlar. Suç ne o zaman? Almasalar da olurmuş, niye almışlar! Üreticiyi kollayarak, kamuyu zarara uğratmışlar. Normalde, mandalinaların çöpe atılmasına, üreticinin batmasına göz yummaları gerekiyordu. Suriyeli çünkü üreticiler!
Şal almışlar, kaşkol almışlar, öğretmenlere dağıtmışlar. Niye? Öğretmenler Günü için. Vakko’dan mı almışlar? Hayır, kooperatiflerden almışlar, dükkan fiyatının 10’da 1’ine.

Sf: 77
Başka? Şevval Sam’a konser verdirmişler. Şarkı da mı suç birader? Şarkı suç değil ama, Şevval Sam için ihale açmamışlar! Belki, daha ucuza Şevval Sam var, di mi?
Otopark meselesi var bi de… Belediyenin otoparkını,özel şirketin elinden alıp, belediye şirketine vermiş Aziz Kocaoğlu… Bak sen şunun yaptığına! Komünist misin Başkan? Bırak, parayı kim götürürse götürsün… Niye belediyenin malını belediyeye veriyorsun?
Ayrıca.
İhbarda bulunuyormuş gibi olmayayım ama.
İstanbul metrosunun her kilometresi, 100 milyon lira… İzmir metrosunun her kilometresi, sadece 40 milyon lira. Kilometre başına 100 milyon lira daha az. Ayıp değil mi Aziz Bey? Bir şehrimize arıtma tesisi yapıldı, yabancı krediyle, 40 milyon Euro. İzmir’e aynısı yapıldı, öz kaynaklarla, 3 milyon dolar. 15 kat ucuza! İflas mı ettircen sen bu şehri Aziz Bey?
İzmir Büyükşehir Belediyesi, 200 mililitre sütü, kaç liraya alıp, çocuklarımıza içiriyor? 37 kuruşa… Hükümetimiz, aynı İzmir’de, aynı çocuklara, aynı ineklerin sütünü, kaç liraya içiriyor? 53 kuruşa. 2 katına yakın… Bu kafayla gidersen, 397 sene hapis, az bile Aziz Bey.
Ve, ayrıca.
Kendimi ihbar ediyormuş gibi olmayayım ama.
O çetenin zeybeğiyim!
“Ak”lanmaya ihtiyacımız da yok, niyetimiz de yok bizim! Bir oyum var… Bir milyon oyum olsa, bir milyonunu da çetebaşı’na veririm. İzmir Aziz’dir Aziz kalacak.
Aziz Kocaoğlu
1948’de Tokat Erbaa’da doğdu. Babası İhsan Kocaoğlu, 1973-80 arasında CHP’den Erbaa belediye başkanıydı. 1973’te Ege Üniversitesi iktisat fakültesinden mezun oldu, İstanbul Üniversitesi’nde işletme mastırı yaptı. 1979’da kendi işini kurdu, beyaz eşya ticareti yaptı. Siyasete CHP gençlik kollarında başladı. 2004’te Bornova belediye başkanı seçildi. Üç ay sonra Ahmet Piriştina vefat edince, büyükşehir meclisinde oy birliğiyle İzmir büyükşehir belediye başkanlığına getirildi. 2009’da 2014’te tekrar aday gösterildi, tekrar tekrar kazandı. 1895-1907 arasında belediye başkanlığı yapan efsane Eşref Paşa’nın rekorunu kırdı, İzmir’in 150 yıllık belediye tarihinde en uzun süreyle görev yapan başkan oldu.

Sf: 80
Cüneyt
Perihan Abla’nın çekildiği muhitte doğdu, Kuzguncuk’ta. 10 yaşında futbola başladı. Kartalspor’da. Forvet oynamayı, çalım atmayı seviyor, stili Şeytan Rıdvan’a benzediği için, Rado lakabıyla tanınıyordu. Minikler liginde İstanbul şampiyonu oldu, Fenerbahçe’yi yendiler, golü o attı. Düştü bi gün, kolu kırıldı, iyileşip döndüğünde antrenörü defansa koydu, morali bozuldu, çıkardı futbolcu formasını, babası gibi, hakem gömleğini giydi. 17 yaşında.
Reşit bile değildi. Gençleştirme projesi kapsamında, ailesinin izniyle, ilklerden biriydi. Asistan hocası, babasıydı. Birinci hocası ise doktor-hakem Ahmet Çakar’ın, doktor-hakem babası Mustafa Çakar’dı. Bu arada, Kocaeli Üniversitesi’ni kazandı, işletme diploması aldı.
Annesi, Vildan Hanım. “Evdeki yan hakem” desek, yanlış olmaz. 90’larda, Kuşadası’ndaki seminerde, hakem eşlerine verilen kursa katıldı. Her hafta maç, sürekli kamp,devamlı futbol muhabbeti, nasıl katlanılır? Fedakarlığın psikolojisi… Bunların eğitimini aldı. Senelerce eşinin ve oğlunun bavulunu hazırladı, en sıkkın anında bile, güler yüzle uğurladı, güler yüzle karşıladı. Hayatı mecburen futbol olduğu için, FIFA kokartlılar kadar oyun kurallarına hakim.
Eşi, Gamze. 7 senedir evliler ama, yazlıktan, çocukluk aşkı, 16 yaşından beri, el ele büyüdüler. Bandırmalı, üniversiteyi kazanmış, İstanbul’a geldi, işletmeci. Maç biter bitmez aradığı, ilk kişi. Eve döner dönmez, oturup, yönettiği maçı seyrederler. Asla, eşinin düdük çaldığı maça gitmez. Çünkü, küfür… Maalesef, bu memlekette, hakemlerin “insan” olduğu unutulduğu gibi, hakem eşlerinin de “insan” olduğu hatırlanmaz. Halbuki, bugün ulaştığı zirveyi Gamze’ye borçluyuz. Ne bayramları var, ne tatilleri, sadece özveri var. Henüz çocukları yok.
Kız kardeşi, Fatma… Galatasaray Üniversitesi mezunu, Yeditepe Üniversite’nde reklam üzerine yüksek lisans yapıyor.
Maçlardan önce ve sonra, mutlaka, kız kardeşinin fikrini sorar, özellikle, hakem-futbolcu diyalogları hakkındaki gözlemlerine çok önem verir.

Sf: 81
Sigorta acenetesi var. Maç, kamp, idman, seyahat, seminer, vakti yok. İşi,ortağının üstüne yıkmış vaziyette. Üstelik, kendisiyle beraber, ortağının da ekmeğiyle oynuyor, para kazanmasını engelliyor! Çünkü, herhangi bir kulüple alakası olan müşteriyi kabul etmiyor, kusura bakmayın, başka acenteye gidin diyor. Adam gibi adam olunca, işte böyle oluyor.
Evinde ve iş yerinde kayıt cihazı var, Avrupa’daki tüm maçları kaydediyor, her gün en az iki maç seyrediyor, kararları örnekliyor, ekibine seyrettiriyor. Çocukluk tutkusu bu… Tek kanallı TRT döneminde, babasının yönettii maçları videoyla, beta kasete kaydeder, o zamanlar cep telefonu yok, babası soyunma odasına iner inmez, stadı arar, kararları doğru verip vermediği konusunda yorum yapardı. Hatta, babasının arkadaşı öbür hakemler, bu özelliğini bildikleri için, mutlaka kaydetmiştir diye düşünerek, maç biter bitmez, onu arayıp, pozisyonları sorarlardı. 80’lerden günümüze kadar, tüm spor programlarının arşivi var evinde.
Ortaokul ve lisedeyken, İngilizce derslerine beden eğitimi öğretmenleri girmişti! Buna rağmen, iyi derecede İngilizce biliyor. Çabaladı çünkü… İngiltere’ye dil eğitimine gitti.
Fit… Boğazına dikkat ediyor.
Olimpiyata katılacak atlet gibi çalışıyor. Saat gibi. Gece hayatı yok. Yazıyı bitirince internete girin lütfen, maçlardan başka fotoğrafını bulamazsınız. Sinema seviyor, tiyatroya gidiyor, sadece eşi ve yakın arkadaşlarıyla… Özel hayatını, özel yaşıyor.
Rock müzik dinliyor. Favorileri, Amerikalı heavy metal grubu Manowar’la, İrlandalı alternatif rock grubu The Cranberries… Soyunma odasında hazırlanırken bile, kulaklığında.
Her akşam bir-iki saatini kitap okumaya ayırıyor. Yaşar Kemal ve Hikmet Temel Akarsu’yu beğeniyor. Ancak, kelimenin tam manasıyla, Stephen King hayranı.
Gerilim-koru yani.
Derbi gibi!
Tam onun kalemi.
Evet, Cüneyt Çakır o.
Tarihi günün hakemi.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:33   #7
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil

Sf: 82
Tel tel dökülen Türk futbolunu, Avrupa Şampiyonası’nda, Dünya Kupası’nda temsil edecek olan… Haçlı zihniyeti var, lobimiz yok palavralarını yırtıp atan… Henüz sadece 35 yaşındayken, mesleğe yeni başlayan gençlere, demek ki başarabilirmişiz diye rol model olan… Başkası olsa, havasından geçilmezken, sakin, saygılı, düzgün kalmayı başaran… En başta, babası Serdar Çakır, Türkiye’yi onurlandıran hakem.
A’dan Z’Ye çamura bulanmış sahalarımızda, pırıl pırıl bi o kaldı… Hayırlısıyla onu da linç ettik miydi kardeşim, sen sağ ben selamet!
Cüneyt Çakır
1976’da dünyaya geldi. 2006’da FIFA kokartı taktı. 2014’te Doğan Babacan’dan sonra Dünya Kupası’nda görev yapan ikinci Türk hakem, dünya kupasında yarı final yöneten ilk Türk hakem oldu. 2015’te Şampiyonlar Ligi Finali’ni yöneten, 2012’de Dünya Kulüpler Şampiyonası Final’ni yöneten ilk Türk hakem oldu. Avrupa şampiyonası, Avrupa ligi dahil, tüm üst düzey turnuvalarda Türkiye’yi temsil etti, gelmiş geçmiş en başarılı hakemimiz oldu.

Sf: 90
Ahmet
Cumartesi günü.
Saat 15 suları.
Hava yağmurlu.
Ayaz, ısırıyor.
Avukat Şule Nazlıoğlu Erol’un başlattı adalet nöbeti, hafta sonu tatili, gece gündüz demeden devam ediyor. Mahkeme pazartesi sabahına kadar kapalı, binada kimse yok, olsun, ellerinde bayraklarıyla sessiz şekilde bekleyişlerini sürdürüyorlar. O sırada… Kalabalığın önünde bir midibüs duruyor. Mamak askeri cezaevi önünde sessiz çığlık eylemine katılanlar, servis ayarlamış, sessiz çığlık’tan adalet nöbeti’ne gelmişler. Esir subayların eşleri, çocukları, iniyorlar. En son, genç bir adam iniyor. Tek başına. Siyah güneş gözlükleri var. Yardım rica ediyor. Elinden tutup, bir sandalyeye oturtuyorlar. Görme engelli.
Beş dakika geçiyor, on dakika geçiyor, fark ediyorlar ki, o görme engelli genç adam hakikaten tek başına gelmiş, beraberinde kimse yok, elleri dizlerinde, öyle oturuyor. Cüppesiyle nöbet tutan avukatlardan biri yanaşıyor, merhaba… Tanışıyorlar, “ismim Ahmet Gül” diyor, “Almanya’dan geldim, Stuttgart’tan!”
Evet… Görme engelli yurtsever, hafta içinde çalışıyor, hafta sonu tatil, fırsat diyor, biniyor uçağa tek başına Almanya’dan, bir günlüğüne Ankara’ya geliyor, havalimanında taksi, Mamak’a gidiyor, sessiz çığlık eylemine katılıyor, oradan adalet nöbeti’ne gidece, taksi çağırmaları için yardım rica ederken, öğreniyor ki, Mamak’tan Anayasa Mahkemesi’nin önüne servis midibüsü ayarlanmış, binebilir miyim diyor, buyrun diyorlar, biniyor, adalet nöbetine geliyor, 12 saat nöbetini tutuyor, gece yarısı saat 3’te kalkıyor, yoldan taksi çevirmelerini rica ediyor, hoşçakalın diyor, biniyor, Esenboğa’ya gidiyor, ilk uçakla Stuttgart’a dönüyor.
Görenler, görmemek için gözlerini yumarken… Görme engelli yurtsever, gönül gözüyle işte böyle görüyor.
Yazarken bile tüylerimi diken diken eden bu insanlık dersini, pazartesi günü katıldığım adalet nöbeti’nde öğrendim. Sessizce gelmiş, sessizce beklemiş, sessizce gitmiş, sadece birlikte çekilmiş hatıra fotoğrafları var. Kimdir? Öyküsü nedir? Bilen yok. Sormuşlar; kim olduğum önemli değil demiş, bu asrın iftirasını sadece subaylara değil, hepimize atılmış kabul eden bir vatandaşım, hepsi o.

Sf: 91
Öğrenmezsem, çıldırırım.
Allem ettim kallem ettim, Almanya’yı ayağa kaldırdım, tanıdık tanımadık herkesi devreye soktum, telefon numarasını buldum, aradım.
Doğuştan görme engelli.
Ahmet Gül
1970, Konya doğumlu. Yedi yaşındayken ailece Almanya’ya göç etmişler. Sıfır Almancayla başladığı görme engelliler okulunu başarıyla tamamlayıp, Stuttgrat Konservatuvarı’nın opera bölümünden mezun olmuş. Kendini klasik Türk müziğine ve Türk kültürünü tanıtmaya adamış. Şu anda, Ahenk Kültür ve Sanat Derneği’nin yöneticisi. Almanya’daki Türk dernekleri arasında işbirliği sağlıyor, konferanslar tertipliyor, mesela. Yıldız Kenter’i, rahmetli Rauf Denktaş’ı getirmiş. Hayata gülümseyerek bakan, mücadeleci bir insan; bir kız, bir erkek evlat babası.
Peki ya asrın iftirasıyla alakası? Bir esir subayın akrabası falan mı? Hayır… Orgeneral Ergin Saygun’un kalp ameliyatıyla ölümden kıl payı döndüğü dönemde, Saygun’un kızı Ece’nin twitter adresini takip etmeye başlıyor, Balyoz davasıyla böyle tanışıyor. Okudukça öğreniyor, öğrendikçe iftiraya vakıf oluyor. Kılımı Kıpırdatmadan oturamam, bir şey yapmalıyım diyor, Atatürkçü Düşünce Derneği’yle birlikte konferans tertipliyor, Profesör Şengül Hablemitoğlu’nun moderatörlüğünde, Ece Saygun, İrem Çiçek, Tülin Alan’ı konuşmacı olarak Stuttgart’a getiriyor, anlattırıyor, vatandaşlarımızı bilgilendiriyor.
Davanın Yargıtay aşamasında, atlıyor uçağa, Ankara’ya geliyor, Yargıtay’ın bahçesinde esir subayların aileleriyle birlikte oturuyor, bekliyor. Gene tek başına… Kimse farkına varmıyor. Sessizce geliyor, sessizce gidiyor.
Dedim ya, hayata gülümseyerek bakıyor.
Görme engelini hiç önemsemiyor.
Nasıl gelip gidiyorsun tek başına diye sordum… Kahkaha atıyor, “yolu bilmediğim zaman bilenlere soruyorum, sorun yok, kör olmayanlar da yol soruyor” diyor!

Sf: 92
Er Mektubu Görülmüştür kampanyasına da katılmış. Tesadüf o ki, Maltepe’den kardeşim Erdinc Altıner’in mektup arkadaşı çıktı.
Ve, yukarıda da anlattığım gibi, bu sefer adalet nöbeti için geliyor, sessizce oturuyor, sessizce gidiyor. Doğrusunu isterseniz, kendisine telefonla ulaşmamdan da pek mutlu olmadı, “abartılmasın lütfen, matah değil, yurttaşlık görevimi yaptım, hepsi o” diyor.
“Sadece subaylara değil, hepimize atılmış bir iftiradır bu, subaylarımızı hapse tıkarak Türkiye’ye neler yapmaya çalıştıklarının farkındayım, bunu bile bile kılımı kıpırdatmadan oturamam, çocuklarımın yüzüne bakamam, helal süt emmiş insanlar böyle adaletsizliğe duyarsız kalamaz” diyor.
Görenler, görmemek için gözlerini yumarken… Görme engelli yurtsever, gönül gözüyle işte böyle görüyor.
Akp’nin zulüm döneminden beş tane “örnek vatandaş” say deseniz, biri Ahmet’tir. “Engel” tabir edilen kavramın, gözlerimizde, kulaklarımızda veya bacaklarımızda olmadığını, engel tabir edilen kavramın “yürek”lerde olduğunu kanıtlamış bir yurttaştır. Yürek yoksa, insan engellidir. Ahmet’in gözleri görmüyordu ama, mangal gibi yüreği vardı. Bu kitabın yazıldığı 2016 itibariyle, Türkiye’deki haksızlıkları Almanya’da duyurabilmek için çabalarını sürdürüyordu.
Ziya
2005…
Başbakanımız efendimiz atladı uçağa, Moskova’ya gitti, odalar birliği tarafından inşa edilen alışveriş merkezinin açılışını yaptı. O zamanlar da bayılırdı alışveriş merkezlerine. Mağazaları gezerlerken, kuyumcunun biri, Eminanım’a pırlanta gerdanlık hediye etti. Bilahare, halıcıya geçildi. Vitrinde görüp beğendiği ipek halı da Eminanım’a hediye edildi. Konfeksiyoncuya uğrandı, başbakanımız efendimize mont hediye edildi. Başbakanımız efendimiz, benim bedenime olur mu, bak olmazsa geri gönderirim haa dedi, yılışık kahkahalar atıldı, alkışlandı.

Sf: 93
Gel gör ki, henüz havuz medyası kurulmamıştı, Alo Fatih’ler yoktu, lavuklara gazetecilik yaptırılmıyordu. Dolayısıyla, başbakanımız efendimiz İstanbul’a döner dönmez, kamerayı mikrofonu burnuna dayadılar, hediyelerin fiyatını sordular. Çok sinirlendi. “Gazetelerde ağza alınmayacak, milletin adap çizgilerinin dışında ifadeler kullanılması çok çirkindir, ama gafil yakalandılar, 30 bin dolar dediler, halbuki perakende fiyatı 10 bin 600 küsür dedi. Türkiye seninle gurur duyuyor diye alkışlandı.
Gazeteciler peşini bırakmayıp, kurcalamaya devam edince, hediye gerdanlığın kuyumcuya iade edildiği açıklandı. İpek halı ise, başbakanlık envanterine kaydedildi. Hediye halının kayıt numarası kaçtı biliyor musunuz? 001’di.
İlkti.
Başka kayıt yoktu.
002 asla olmadı.
Tam bu hediye meselesi konuşulurken, merkez bankası eski başkanı Gazi Erçel çıktı, “halının kayıt numarası 001 olamaz, çünkü merhum başbakan Adnan Menderes’in Hazine’ye kaydettirdiği hediye kol saati var” dedi.
Peki neydi bu Adnan Menderes’in hediye kol saati meselesi…
Gazi Erçel anlattı: “Seneler evvel, bankalar yeminli murakıbıyken, iki arkadaşımla birlikte, eskiden başbakanlık binası olarak kullanılan Hazine Genel Sekreterliği’nde çalışıyorduk. Küçücük bir oda vermişlerdi, üç kişi sığmıyorduk. Üstelik, odada 2 metre boyunca 1,5 metre eninde kasa vardı. Bari şu kasayı odadan çıkartalım diye düşündük. Taşımadan önce içine bakalım dedik, Hazine Genel Sekreterliği’nden izin aldık, anahtarı bulduk, çevirdik, açılmadı. Şifreyi bilen usta emekli olmuştu, ona ulaştık, geldi, kasayı açtı. Kocaman kasanın içinde, naylona sarılmış, bir kol saati vardı. ‘Bana hediye edilen bu saati saklanması kaydıyla emanete bırakıyorum’ manasında bir de not vardı. Son derece mütevazı bir saatti. Adnan Menderes tarafından emanete bırakılmıştı. Çok etkilendik, yerine koyduk, kasayı kapattık.”

Sf: 94
Hakikaten en çok etkileyici bir hatıraydı. Gazeteler manşet yaptı. Adnan Menderes hayranları ağladı filan… Küçük bir pürüz vardı. Gazi Erçel yanılıyordu.
Kasada kol saati vardı ama.
Menderes’in değildi.
O saat sonradan maliye bakanlığı da yapan, dönemin Hazine genel müdürü Ziya Müezzinoğlu tarafından kasaya konulmuştu. Çünkü… 1959’dan 1960’a girerken, yılbaşı hediyesi olarak, Ziraat Bankası genel müdürü tarafından hediye edilmişti. Ziya Müezzinoğlu, hediye konusunda hassas bir insandı, asla kabul etmezdi, ancak, suratına çarpar gibi geri göndermesi de yakışık almayacaktı, düşündü, formülü buldu, üzerine “Ziraat Bankası’ndan hediye edilmiştir” notu yazarak, naylona sardı, Hazine Genel Sekreterliği’nin kasasına koydu, milletin malını devlete geri verdi.
İyi de… Ziya Müezzinoğlu’nun saati miydi o saat, yoksa Adnan Menderes’in mi? Nasıl emin olabiliriz? Gazi Erçel’in yanıldığını nerden çıkarıyoruz?
Şurdan çıkarıyoruz… Peş peşe iddialar patlayınca, gazeteciler Hazine Müsteşarlığı’na koştu. Gazi Erçel’in bahsettiği devasa kasa, arandı tarandı, Hazine Müsteşarlığı’nın bodrumunda bulundu. Anahtarı kayıptı. Ama, telaşa gerek yoktu. Kasadaki saat oradan alınmış, Hazine müsteşar yardımcısının odasındaki küçük kasaya konulmuştu. “Millete ait helal mal” olduğu için sanırım, hala çalışır vaziyetteydi. Ve, üzerinde “Ziraat Bankası’dan hediye edilmiştir” notu bulunuyordu.
Hani, başbakanımız efendimiz habire neredeeen nereye geldik diyor ya.
Hediye kol saatini hazineye kaydettiren maliye bakanından, 700 bin liralık kol saatinin garantisi benim üstümde diyen ekonomi bakanına. Geldiğimiz yer bu.
Ziya Müezzinoğlu
1919 doğumluydu, yaşı Cumhuriyet’ten büyük, Cumhuriyet’e yaraşır bi siyasetçiydi. Hazine genel müdürlüğü, devlet planlama teşkilatı müsteşarlığı, Bonn büyükelçiliği, Ortak Pazar daimi temsilciliği yaptı. Ecevit’in genel başkanlığında CHP milletvekili oldu, 1972-79 arasında üç defa maliye bakanı oldu. “Devlet adamları nesli”nin son örneklerindendi.

Sf: 98
Kani
1953’te Makedonya’da dünyaya geledi, Üsküp’te, henüz beş yaşındayken anavatan göçtüler, İzmir’e yerleştiler, Şemikler’e
Bizim göçmen muhiti Şemikler’e git, İsveç’e geldim zannedersin, hemen herkes şarışın, beyaz tenli, rekli gözlüdür. O da öyle, çakmak çakmak bakar. Babası Karşıyaka orman işletmede memur olarak iş bulmuştu ama, oradan oraya göçüp yeniden hayat kurmak kolay değildi. Dar gelirliydiler. Şemikler ortaokulunu bitirdi, aile bütçesine katkı için çalışmak zorundaydı, liseye devam etmedi, edemedi, 14 yaşında çalışmaya başladı, tekstil atölyelerinde çıraklık yaptı 18’ine kadar, askerilğini bitirdi geldi, aşıktı, evlendi. İki kızı var. Ruhundaki engin özgürlük duygusunu yansıttı kızlarına, birine Deniz, birine Derya adını verdi. İkisine de üniversite okuttu, biri anaokulu öğretmeni, biri beden eğitimi öğretmeni oldu. Derya henüz bekar, Deniz’den torunu var. Askerden dönünce ESHOT’a girdi, nedir derseniz, İstanbul İETT’nin İzmir veresiyonudur, otobüs troleybüs falan. Lastikhanede persçiydi, o nedenle bugün bile hala “Lastikçi Kani derler ona.

Sf: 99
Kani Beko
DİSK Başkanı.
Kendisinden bahsederken, DİSK Başkanı sıfatından önce, gururla “Lastikçi” sıfatını kullanır. Koltuk asalağı teorisyen denyolardan değildir, harbi işçidir.
Soyadına bakınca, Koç grubu sponsor olmuş gibi görünüyor ama… Günümüz Türkçesinde kullanılmayan “bek” kelimesi, Türk Dili Kurumu’nun sözlüğünden de vardır, halk ağzında “sert, sağlam” anlamına gelir. Seneler içinde yuvarlanıp, Beko olmuş. Soyadının kaynağı dedesi… Rahmetli, sert sağlam, pehlivanmış.
Lastikçi’ye dönersek… Örgütçü, mücadeleci, lider karaktere sahip; henüz 19 yaşındayken, dernek başkanıydı, Karşıyaka Kültür Dayanışma Derneği Başkanı, 21 yaşındayken sendikacaıydı. Memleket 12 Eylül’e yaklaşırken tutuklandı, üç ay yattı. Kariyerinin sıçrama noktası 1989’du, dönemin İzmir belediyesi kurumsallaşıyoruz ayağıyla, taşeron sistemine geçti, 1700 sözleşmeli işçiyi kapının önüne koydu, 400 yürekli işçi boyun eğmedi, teslim olmadı, seslerini duyurmak için İzmir’den Ankara’Ya çıplak ayakla yürüyüşe geçti, başı çekenler arasında elbette Lastikçi Kani de var, başardılar, yürüyüş zaferle sonuçlandı, İzmir belediyesi geri adım attı, işten atılanlar kadrolu olarak işe yerleştirildiler.
Dedim ya, maddi imkansızlık nedeniyle yüksek tahsil yapma imkanı olmamıştı. Ama, kelimenin tam manasıyla hayat üniversitesi mezunu… Sürekli okudu, araştırdı, hiçbir sendikal semineri kaçırmadı, kendini yetiştirdi.
Tek örnek vereyim… Bu topraklarda ilk 1 Mayıs, taa 1905’te, amele pazarı kurulan, İzmir Basmane Altınpark’ta, ulu çınar ağacının altında kutlanmıştı. Niye İzmir derseniz? Levanten kültürü ve etkin yerel basını nedeniyle, bu tür mevzulardan en önce İzmir’in haberi oluyordu. Niye Basmane derseniz? O senelerde, liman tabakhane, buz, havagazı, tütün, yağ fabrikalarında çalışan işçiler, Basmane civarında oturuyordu; amele pazarı nedeniyle, etraf iş bekleyenlerin vakit geçirdiği kıraathanelerle doluydu. Lastikçi Kani, çok akademisyenin bile bilmediği bu tarihi detayları okudu, araştırdı, taa 107 sene sonra, 2012’de aynı yerde toplantı düzenledi, o ilk 1 Mayıs’ın emekçilerini andı.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:34   #8
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 100
Lastikçi Kani…
Akil sendikacılara benzemez yani.
İnsanlara “gözüm” diye hitap eder.
Övünmek gibi olmasın…
Sadece zeybek oynarken diz çöker!
Türk sendikacılığı maalesef hep “Jaguar’a binen, oturduğu koltuktan 50 sene kalkmayan, fabrika sahibi olan, Miami’de villa satın alan, işçilerin sırtından köşeyi dönen” sendika ağaları tarafından iğfal edildi, kirletilid. Kani Beko’nun twitter hesabına girin.. “Lastikçi Kani, belediye işçisi, DİSK genel başkanı” yazar. Dairam lastikçi, daima işçi kalmayı başarabilen ilk ve tek sendika başkanı oldu Kani Beko.
Sinan
Sahilde büyümedi, çocukluğunu yaşama fırsatı olmadı, ömrü cephelerde geçti, dolayısıyla, yüzme bilmiyordu. Taa 54 yaşındayken… Çocuklara rol model olmak için, görsünler özensinler diye, eğitimini aldı, yüzme öğrendi.
İstiklal harbinin en kritik gecelerinde bile kitap okuyordu. Vefatından sonra tereke hakimliği tarafından tutulan kayıtlara göre, o sırada kütüphanesinde bulunan, not alarak, işaret koyarak okuduğu kitap sayısı 7333 adetti. en çok etkilendiği, ilham aldığı kitap, Rus yazar Grigory Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesinde’ydi.
Çankaya’ya biniyordu! Atının adıydı… Çankaya’yla Ankara’da konkurhipik yarışlarına katılıp, parkuru engel devirmeden tamamlamıştı. Bu yenetekli tayın, efsane binicimiz Saim Polatkan’a hediye etti. En sevdiei atı ise, Sakarya’ydı.
İlk köpeğinin adı, Alp’ti. İngiliz setter’iydi. Yavruyken almıştı. Kulübesi yoktu, Mustafa Kemal’in yatak odasında yatardı. Sonra bi av köpeği edindi. Adı Alber’di. En son, seyyar fotoğrafçı Hasan efendi’en Foks’u satın aldı. 50 lira ödedi. O zamanlar 50 lira dediğin, çok büyük paraydı. Foks, sokak köpeğiydi.
Güvercinleri vardı. Kuşçu Nuri usta bakardı güvercinlerine.

Sf: 101
Kanaryası vardı. Bi gün kanaryasını çıkardı kafesten, okşarken, pırr, kaçtı kanarya, Çin vazosunun içine girdi iyi mi, çırpınıyor, kendine zarar veriyordu, bi türlü çıkaramıyorlardı, kırın dedi, kırdılar vazoyu, kanarya kurtuldu. Bi ara, Ankara kedisi vardı.
Orman kesip avm diken akp’lilerin inanması güçtür ama. Henüz istiklal harbi devam ederken, memleketin akıbeti belirsizken, Ağaç Koruma Cemiyeti kurdu!
Büyük Taarruz’dan önce herkesin eli tetikteyken, sırası mı şimdi demedi, hayati derecede önemli dedi, müze kurdu, Anadolu Medeniyetler Müze’sini!
Traktörü çok severdi, Atatürk orman çiftliğinden Çankaya köşküne, araziden, kendi kullandığı traktörle giderdii. Gelişmiş ülkelerde bile 20-30 senelik geçmişi olan biyoyakıt, dünyada ilk kez, Mustafa Kemal tarafından 1930’da hayata geçirilmiş, Atatürk orman çiftliğindeki traktörlerde kullanılmıştı.
“Bir gün insanoğlu tayyaresiz de göklerde yürüyecek, gezegenlere gidecek, belki de aydan bize haber yollayacak” dediğinde, takvimler henüz 1936’yı gösteriyordu.
Bugünkü sözde demokratların milleti nasıl soyduğunu, devletin mallarını yandaşlarına nasıl peşkeş çektiğini görüyoruz… Mustafa Kemal ise, TC’nin tapusunu kendi üstüne alma imkanı varken, elini bile sürmedi, parayla pulla hiç işi olmadı, askerlikten istifa ettiğinde elbisesi bile yoktu, sivil kıyafetle ilk fotoğrafını çektirebilmek için Erzurum Valisi Münir bey’in ceketini emanet aldı, onu giydi.
Biz bu cumhuriyeti hırsızlarla kurmadık. Helal süt’le kurdur. Yoklukla kurdur. Kağnıyla kurduk. O nedenle, Ankara’da ikamet ettiği istasyon binasındaki evinin duvarında, Namık İsmail bey’in, Harman Dövme Sahmesi adlı tablo asılıydı. O tabloda, kağnı, saban ve testiden su için köylümüz vardı.
Ulusal kalkınma vizyonuna tek bir örnek vereyim… 1937’de açtığı Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nda, dikkatinizi çekerim, taa 1937’de, işçilere ve Nazilli halkına kadınlı-erkekli balo düzenleniyordu, danslar ediliyordu, 2 bin 500 kişinin çalıştığı fabrikada 700 kişilik sinema ve tiyatro salonu vardı, haftada altı gün film gösteriliyordu, Nazilli’nin o günkü nüfusu 12 bin kişiydi, 12 bin kişilik yere 700 kişilik salon açmak, ancak devrimci bakış açısının eseri olabilirdi, işçilerin tiyatro kulübü vardı, müzik grubu vardı, fabrikanın radyosu vardı, fabrikada piyano vardı, piyano… Resim-heykel sergileri düzenleniyordu, spor kulübü vardı, Sümerspor, Türkiye’nin ilk alttan ızgaralı futbol sahası oradaydı, basketbol-voleybol sahası vardı, güreş minderi, boks ringi, tenis kortu vardı, paten pisti vardı, bisiklet parkuru vardı, ameliyathaneli, laboratuvarlı hastanesi vardı, ilkokulu vardı, kadın işçilerin bebişleri için kreş vardı, 1937’de, giyecek kooperatifi, fırını vardı, işçileri şehirden fabrikaya getirip götürmesi için, Gıdı Gıdı adı verilen mini treni vardı, kendi enerjisini kendi üretiyordu, santralı vardı, Nazilli’ye de elektrik veriyordu. Özetle… Cumhuriyet mucizesiydi.

Sf: 102
Mustafa Kemal, açılışa geldi. Nazilli halkı, teşekkür için, 22 ayar altından anahtar yaptırmıştı, sembolik kapı o anahtarla açılacaktı. Mustafa Kemal, memlekete hayırlı uğurlu olsun dedi, açtı. Bugünkülerin yaptığı gibi, hatıra ayaklarıyla anahtarı cebine atmadı. “Altın, milletin hazinesinde durur” dedi. Celal Bayar’a verdi, Celal Bayar emanete aldı, Ankara’ya gider gitmez hazineye kaydetti.
Bu bilgileri…
Akl-ı Kemal’den derledim.
Akl-Kemal… Sinan Meydan’ın, Atatürk’ün akıllı projelerini anlattığı dört ciltlik şaheseri.
Sadece Akl-Kemal yok elbette… Tarihçi-araştırmacı Sinan Meydan’ın, Nutuk’un Deşifresi, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, Atatürk’ün Gizli Kurtuluş Planları, El-Cevap gibi, bana göre, okullarda zorunlu ders kitabı olması gereken eserleri var.
Sinan Meydan… Bu memlekete, Turgut Özakman’dan sonra Allah’ın lütfudur.
Değerli anne-babalar…
Bugün 23 Nisan.
Neşe doluyor insan filan demek isterdim ama, ulusal egemenliğimiz, bağımsızlığımız, devrimlerimiz, açık tehdit altında… Evlatlarımıza ihtiyacımız var.
Mustafa Kemal’i tanısınlar, özgürlüğün, bu kutsal toprakların kıymetini bilsinler, yobazlığın, cahilliğin, dahili bedhahların nasıl bir tehlike olduğunu kavrasınlar istiyorsanız… Sinan Meydan’ın kitaplarını hediye olarak alın, evlatlarınızın başucuna koyun, onlarla büyüsünler.


Sinan Meydan
1975’te Artvin Şavşat’ta dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi tarih bölümünü bitirdi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türkiye Cumhuriyet Tarihi bölümünde mastır yaptı. Çalışmalarının odak noktası “Atatürk” oldu. Akp döneminde türeyen sahtekar tarihçilerin ortak özelliği, hurafeler, iftiralar ve palavralarla dolu alternatif tarih yazma çabasıydı, gerçekleri çarpıtmak için Akp’nin tüm medya gücünü kullandılar. Sinan Meydan, bu kötülükle mücadele etti, yazdığı kitaplarla bu soytarıları deşifre etti.
Cevat Şakir
Cevat Şakir Kabaağaçlı…
Robert Kolej’den mezun oldu, Oxford’dan diploma aldı. Gazeteciydi. Hayatını daktilo tıkırdatarak, karikatür çizerek, dergi kapakları resimleyerek kazanıyordu. Kurşuna dizilen asker kaçaklarının dramını yazdı, sen misin yazan, vatan haini muamelesi yaptılar, sürgün cezası verdiler, Bodrum’a sürdüler. Devletimizin o günkü kafasına göre, yüryüz cenneti Bodrum, sürgün yeriydi!
Cezası bitti, Bodrum’dan ayrılmadı. Bodrum’un antikçağlardaki adı olan Halikarnas’ı mahlas olarak benimsedi. Artık sadece yazar değildi, balıkçıydı, süngerciydi, bahçıvandı, rehberdi. Etrafına fener gibi ışık saçan kalemiyle, adeta, Ege ve Akdeniz medeniyetlerinin Diyojen’iydi.
Hayat ustasıyıdı.
Mavi Yolculuk’un babasıydı.
İnsanımızı, denizimizi, duyguyla, mitolojiyle, şiirsel dille harmanladı. Aganta Burina Burinata, Mavi Sürgün, Yaşasın Deniz, Anadolu Efsaneleri, Gülen Ada, Çiçeklerin Düğünü, Arşipel, Gündüzünü Kaybeden Kuş, Deniz Gurbetçileri, Hangi birini saysam bilmem ki, birbirinden eşsiz romanlar, hikayeler, denemeler, hatta, çocuk kitapları yazdı.

Sf: 104
Aldı okurlarını, oralara götürdü… “Gök kadar beyaz denizin cam sessizliğinde tepetakla dinelen çamların akisleri, gönül dinlendirici oluyordu. Yatağan o suların üzerinden geçerken, o ağaç akislerini yarım mil ötelere kadar halka halka titretirdi. Oralarda dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmayan buhur ağacı ormanları vardır. Hafif hafif amber kokarlar. Bir yaprak kalabalığı olan her ağaçtan, başka ağaca sarmaşıklar kurarlar. Çiçeğin biri koptu mu, yere kelebek konmak üzere olduğu sanılır. Buhur ağaçları, ta kıyıda ayaklarını sedef yansımalı sularda yıkarlar. Gördüklerim hala gözlerimde yaşıyor.”
Anlattı, öğretti.
Sevdirdi.
Türkiye’de “çevre bilinci” denilince…
Hiç şüphesiz, akla gelen ilk kişiydi.
Yukarıdaki örnekte de görüldüğü üzere, küçücük teknesiyle dolaşır, doğayı, denizi, deniz insanlarını küçük teknesinde yazardı. Tirhandildi. Yelken ve kürekle yol alan, Bodrum’a özgü, ahşap, alt tarafı sekiz metrelik, kayıktan halliceydi. Adı, Yatağan’dı.
Mavi Sürgün’de aynen şunları yazmıştı: “Ahiköy o zamanlar nahiyeydi, şimdi kaymakamlık oldu. Ben Bodrum’dayken, Yatağan adlı bir kayığım vardı. Ahiköy’ün ilk kaymakamının karısı, Bodrumluymuş… Yeni kaymakamlığa yeni bir ad takmak gerekince, oraya ‘Yatağan’ diye, benim kayığımın adını vermişler.”
Evet… Muğla’nın ilçesi Yatağan’ın eski adı, Ahiköy’dü. Bucaktı. 1944’te ilçe oldu. Adı değiştirildi, Yatağan yapıldı. Mümbit topraklara sahip bu şirin ilçe, Halikarnas Balıkçısı’nın yöre insanlarına mirasıydı. Çevre bilinci demek, Yatağan’dı… Yatağan demek, sevre bilinciydi.
Gel zaman git zaman…
Deniz kenarında olmamasına rağmen, Bodrum, Marmaris, Datça, Fethiye, Köyceğiz, Dalaman gibi, şahane Muğla ilçelerinden biri olana Yatağan’a… Termik santral diktiler!

Sf: 105
İnsanlarımız çırpındı, etmeyin eylemeyin, kıymayın diye… Dinletemediler. Filtresiz bacadan resmen kanser fışkırıyordu. Önce bitkiler öldü. Sonra toprak öldü. Tarım bitti. Mesleğe Yeni Asır’da başladığım için, gözümle şahidim, kuşlar öldü, kuşlar. İnsanlar ölmeye başladı. Bebeler sakat doğmaya başladı. Santral açıldığında Yatağan’da sadece iki eczane vardı, bugünkü nüfus üç aşağı beş yukarı aynı, eczane sayısı 20’yi aştı. en çok hangi tür ilaçları sattıkları, malum… Kişi başına düşen avukat sayısı desen, herhalde Yatağan şampiyondur. Vatandaşın santrala, devlete karşı açtığı davaların haddi hesabı bilinmiyor. Mücadele, mücadele, neticede güç bela filtre takıldı. Ancak, sorunun sadece filtre olmadığı anlaşıldı. Kanser tırmanmaya devam ediyor. Bazen havayı dağıtan rüzgar duruyor, halk camını çerçevesini kapatsın, sakın sokağa çıkmasın diye, zabıta araçlarından anons yapılıyor!
Yazık ettiler, Halikarnas Balıkçısı’nın çevre bilinci sembolü Yatağan’ına… Mahvettiler.
Ve şimdi de, termik santralı yandaş işadamlarına veriyorlar.
İşçiler, aileleri gene çırpınıyor, direniyorlar. Etmeyin eylemeyin, kıymayın diyorlar. Devletin hatası yüzünden bunca sene burasının kahrını çektik, çoluk çocuk hastalandık, sakat kaldık, arkadaşlarımız öldü, bari işsiz kalmayalım diyorlar. Nafile… Tazyikli suyla, plastik mermiyle saldırıyorlar işçilere, henüz kanser olmayanlar da kanser olsun diye, suratlarına biber gazı sıkıyorlar, copluyorlar, yerlerde tekmeliyorlar.
Olağan görüntüler yani.
E oldu olacak…
Bi daha değiştirin adını.
Tomağan yapın Yatağan’ı gari!
Cevat Şakir Kabaağaçlı
1890’da Girit’te dünyaya geldi. 1914’te aile içi tartışmada babasını öldürdüğü gerekçesiyle 15 sene kürek cezasına mahkum oldu, yedi sene sonra verem hastalığı nedeniyle tahliye edildi. 1925’te kurşuna dizilen dört asker kaçağıyla ilgili öyküsü nedeniyle, İstiklal Mahkemesi tarafından, üç seneliğine Bodrum’a sürgün gönderildi. Ömrü boyunca Bodrum’da kaldı.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:36   #9
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil

Sf.106
Önceleri “Hüseyin Kenan, Musa Cevat” gibi takma isimler kullandı. Neticede, Bodrum’un antik çağlardaki ismi “Halikarnas”ı mahlas olarak benimsedi. İlk öykü kitabı Ege Kıyılarından, 1939’da yayımlandı. İlk romanı, Aganta Burina Burinata, 1945’te yayımlandı. “Mavi Yolculuk” fikrini bulan, arkadaşlarıyla birlikte ilk uygulayan kişidi. İlk çıktıkları mavi yolculukta yanlarına sadece “peynir, su peksimet, tütün ve rakı” almışlardı. 1973’te vefat etti. Bodrum Gümbet’te toprağa verildi. 17 Nisan 2015’te 125’inci yaşgünü vesilesiyle Google tarafından özel bir doodle hazırlandı.

Sf: 111
Şükrü
“Sene 1942…
Babam, başbakan.
Aynı zamanda, Fenerbahçe başkanı.
Ankara’dayız. Fenerbahçe’nin Ankara’da maçı var. Kardeşim ve dayımla birlikte maça gitmek istiyoruz. Ama, havamız olsun diye, babamın götürmesini istiyoruz. Babamdan çekindiğimiz için söyleyemiyoruz, anneme söylüyoruz. Annem, babama aktarıyor, çocukları maça götür diyor. Babam, peki diyor. Hep birlikte başbakanlık makam aracına biniyoruz, stada geliyoruz. Şeref tribününe oturup, sahayı en güzel yerden seyredeceğimizi düşünürken… Babam şoföre sesleniyor, şurda dur diyor. Cüzdanından para çıkartıyor, dayıma veriyor; haydi bakalım çocuklar, gişenin önüne geldik, gidin biletinizi alın diyor!”
Oğlu anlatıyor bunu…
Şükrü Saracoğlu’nun oğlu.
Başbakan, Fenerbahçe başkanı…
“Avanta almayacaksın” diyor.
Alt tarafı bilet…
Evladına bile ayarlamıyor.
“Her ne almak istiyorsan, mutlaka parasını ödeyeceksin” diyor, “Suistimalin küçüğü büyüğü olmaz” diyor.

Sf: 112
Sene 1946…
Seçim bitmişi; Şükrü Saracoğlu kendisini milletvekili seçen İzmir halkına teşekkür etmek için, doğum yeri olan Ödemiş’e gidiyor. Yanında oğlu var. Masa donatılıyor. Haliyle, rakı, bira servisi yapılıyor. Başbakan bira içiyor. Oğlu gazoz içiyor. Ödemiş belediye başkanı soruyor, evladım, yaşın 18’den büyük, niye hala gazoz içiyorsun? Başbakanın oğlu cevap veriyor, babamın bira içtiği masada, bana gazoz içmek düşer diyor. Bunu duyan başbakan, hemen garsona sesleniyor; delikanlı, benim birayı kaldır, bir duble rakı getir diyor… Ki, babanın rakı içtiği yerde, evladı da rakının bir alt kademesi bira’yı içebilsin diye!
Hoşgörüye bak…
Zarafete bak kardeşim.
Başbakan Saracoğlu, Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin balosuna gidiyor. Müzik tatlı tatlı çalıyor. Bir genç kız, başbakanın yanına yaklaşıyor, dansa davet ediyor, Başbakan reddediyor, böyle olmaz diyor. Ortam buz kesiyor. Kızcağız fena halde bozuluyor, masasına dönüyor. İki dakika sonra… Başbakan kalkıyor, o genç kızın yanına gidiyor, benimle dans eder misiniz lütfen diyor. Herkes şaşırıyor. Başbakan gülümsüyor, dansa erkek kaldırır, sırf başbakanım diye bir genç kızımızı ayağıma getirtmem diyor.
(Başbakanını ayağına gidip dansa kaldırdığı genç kız, Feriha Sanerk, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın emniyet müdürü oldu… Şimdilerde kızlı-erkekli’ye tahammül edilemeyen Türkiye’de, bir zamanlar bunlar oluyordu!)
Ve, seneler geçiyor.
Başbakanlar değişiyor.
Fenerbahçe başkanları değişiyor.
Kadıköy’de maç var.
Sonradan Fenerbahçe başkanlığı koltuğuna oturacak olan Faruk Ilgaz, stada giriş yapmak üzere geliyor. O sırada gözü takılıyor, bilet kuyruğunda bekleyen, yaşı hayli ilerlemiş, bastonlu bir beyefendi görüyor. Dikkatlice bakıyor, o da ne? Bilet kuyruğunda bekleyen beyefendi, Şükrü Saracoğlu!
Çünkü, seneler geçiyor ama, evladına bile avanta vermeyen başbakanın, zihniyeti aynı kalıyor; her ne almak istiyorsan, mutlaka parasını ödeyeceksin.

Sf: 113
Çünkü, ateşten gömleği giymiş, milli mücadelede kanla-barutla yoğrulmuş, boğazından tek kuruş haram lokma geçmemiş, milletin çıkarlarını ailesinden, evladından, kendinden önce tutmuş adamlardı onlar; adam gibi adamlardı.
E bakıyoruz bu dönemin baba-oğul’larına…
Babası, oğlunu arıyor, paraları sıfırla diyor, öbürü kasaları hallettim, 30 milyon avro kaldı babacım diyor; Fenerbahçe başkan adayı şunları söylesin, yönetime bunlar bunlar girsin, bizden olmayanlara hesap sor diyor, öbürü de peki babacım filan diyor.
Şükrü Saracoğlu
1886’da İzmir Ödemiş’te dünyaya geldi. Mekteb-i Mülkiye’yi bitirdi. Cenevre Siyasi İlimler Akademisi’ni bitirdi, İzmir işgal edilince yurda döndü, milli mücadeleye katılıdı, Ege dağlarında efelerle birlikte omuz omuza vuruştu. İzmir mebusu oldu, milli eğitim bakanlığı, maliye bakanlığı, adalet bakanlığı, dışişleri bakanlığı yaptı, başbakan oldu. TBMM başkanlığı yaptı. 1934-50 arasında Fenerbahçe başkanlığı yaptı. 1953’te vefat etti. Zincirlikuyu’da toprağa verildi. Fenerbahçe kulübü, 1998’de Fenerbahçe stadının ismini Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı olarak değiştirdi.

Sf: 118
Balbay
4 sene 9 ay önce, Mustafa Balbay tutuklandığında…
AKP henüz AKP’ydi, ak denmiyordu. Son Osmanlı Padişahı 1’nci Recep Tayyip Erdoğan pankartı açılmamıştı. Profesör Haberal tutuklanmamıştı, 4 yıl 4 ay yatıracaklarını bilmiyordu. Profesör Hilmioğlu dışardaydı, kanser değildi. Profesör Türkan Saylan yaşıyordu, terör yuvası diye evi basılmamıştı. Poyrazköy’te TRT kameraları eşliğinde kazı başlamamış, boş lav silahı bulunmamış, Kardak kahramanları içeri tıkılmamıştı. The Taraf gazetesi, Fethullah Gülen’i bitirme planını manşet yapmamıştı, o planın bizzat AKP tarafından imzalandığı kimsenin aklına gelmemişti. Cemaat AKP’nin kankası, AKP cemaatin cankuşuydu. İki cihanda lekeli değildik. Habur rezaleti yaşanmamıştı. Yarbay Ali Tatar kafasına sıkmamıştı. Çukurambar’da suikastçı diye aşçı yakalanmamış, o sırada Manisa’da bulunan Bülent Arınç’a Ankara’da suikast yapılacağı iddia edilmemiş, n’oluyor demeye kalmadan kozmik oda’ya girilmemişti. Bizim patrona can sıkıcı yayınlar yapmasın diye 1 milyar dolar giydirmemişlerdi. AKP il başkanı, başbakanımız bizim için ikinci peygamber gibidir dememişti. TSK’ya balyoz inmemişti, cami bombalanacaktı yalanı yazılmamıştı, sahte siidi’ler ortaya çıkmamıştı, Mehmet Baransu bavulu açmamıştı, aynı bavulu AKP için de açacağını AKP bile tahmin etmemişti, Baransu’ya gizli kamera döşeyeceklerini Baransu bile düşünmemişti. Haysiyet cellatlığı başlamamıştı, subayların işlerine iftira atılmıyordu, Albay Berk Erden canına kıymamıştı. Darbe yaftasıyla içeri tıkamadıkları subayları, casus ilan etmemişlerdi. Başsavcı Cihaner tutuklanmamıştı. AKP milletvekili, artık biz fişliyoruz dememişti. Bir başka AKP milletvekili, AKP’ye oy vermeyenlerin kanı bozuk olduğunu söylememişti. Yetmez ama evet denmemişti, Yargıtayyip, Danıştayyip, Sayıştayyip haline gelmemişti, 23 Nisan’da koltuğuna oturulan ilkokul çocuğuna, ister asar ister kesersin diye akıl vermemişti. Hakan Fidan, Mit müsteşarı yapılmamıştı. Oslo açığa çıkmamıştı, hükümetin pkk’yla görüştüğünü iddia eden ********di. Deniz Baykal kasetle tasfiye edilmemiş, Kürtçü-liboş-ABD ajanı kadrolarla, yeni CHP dizayn edilmemişti. 83 yaşındaki İlhan Selçuk’u Ergenekon’un elebaşısı diye gözaltına almamışlardı. Haliç’te Yaşayan Simonlar piyasaya çıkmamıştı, Hanefi Avcı emniyet müdürüydü, hocaefendi de okyanus ötesinden açıklama yapıp, Allah taksiratlarını affetsin dememişti.

Sf: 119
Başbakanımızı görünce ayağı kalkmayan Engin Alan, Silivri’ye gönderilmemişti, teğmen’e sehven yükleme yapılmamıştı, Soner Yalçın Müyesser Yıldız, Nedim Şener, Ahmet Şık tutuklanmamıştı, imamın ordusu kitap olmamıştı, Kaşif Kozinoğlu hayattaydı. MHP’nin kasedi çıkmamıştı, Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopteri düşmemişti, Cem Uzan, Mehmet Ağar, Erkan Mumcu, Tuncay Özkan, Doğu ********, tesadüf işte, muhalif olan herkes komple bertaraf olmamıştı. İzmir belediye başkanına 400 sene istenmemişti. Ergenekon-Balyoz savcıları, Aziz Yıldırım’ı içeri tıkmamıştı. Deniz Feneri savcıları, sanık olmamıştı. İnsanları boğup, mezar evlere gömen Hizbullahçılar sokağa salınmamıştı. İnsanlık anıtı, ucube diye yıkılmamıştı. Esed, Esad’tı. Hüsnü, mübarek adamdı. Kaddafi’den insan haklan ödülü alınmamıştı, Nato’nun Libya’da ne işi vardı. Ahmet Davutoğlu bakan değildi, milletvekili bile değildi, hariçten gazeldi. Büyükelçimiz, İsrail’de tabureye oturtulmamıştı. Mavi Marmara, siyasi çıkarlar uğruna, göz göre göre ölüme gönderilmemişti. Suriye, uçağımızı düşürmemişti, şehit pilotlarımız “stratejik derinlik”te, 1260 metrede Amerikalılar tarafından bulunmamıştı. Obama beyzbol sopası göstermemişti. Kafa kesen, kalp söken şeriatçı teröristler, Hatay’da üs kurmamıştı. Memlekete bir milyon Suriyeli girmemişti. Davos’taki superman, güneydoğuda siper’man olmamıştı, başbakanımız kuzey ırak sınırındaki siperde kum çuvallarının arkasında çömelmemişti. İnek ithal etmiyorduk. Angola’dan Uganda dan saman ithal edilmiyordu. Hiç olmazsa dereler satılmıyordu. Hopa’da çevreci öğretmen Metin Lokumcu biber gazıyla öldürülmemişti. Çağla bademler büyüsün de badem olsunlar diye, üniversite sınavına şifre konulmamıştı. Hayaldi, gerçek olmamıştı, Pkk’lı Şemdin Sakık’ın gizli tank olduğu ortaya çıkmamış, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ terörist ilan edilmemiş, genelkurmay başkam ve kuvvet komutanları topluca istifa etmemiş, hiç istifini bozmayan necdet bey’e sucuk hediye edilmemişti. Kürecik’e İsrail’i korumak için radar döşenmemişti. CHP hükümeti Dersim’i bombaladı denirken, Uludere bombalanmamıştı. Madımak zaman aşımına uğramamıştı. Reyhanlı havaya uçmamıştı, koynumuzda beslediğimiz El Kaide’nin havaya uçurduğu bilinmiyordu. AKP’liler tarafından Muhammed’e nüfus kâğıdı çıkarılmamış, Tayyip adı, peygamberimizin çocukları arasında gösterilmemişti. Padişah Abdulhamid’e onursal doktora verilmemişti. 19 Mayıs yasaklanmamıştı. Diyanet, ilkokul öğrencilerini sömestrde umreye götürmüyordu. Atatürk ilkeleri ders kitaplarından çıkarılmamıştı. Atatürk anıtlarına çelenk koymak yasaklanmamıştı. Atatürkçüler terörist holigan ilan edilmemişti. Atatürk suç olmamıştı, posterine- çıkartmasına ceza yazılmıyordu. Yüce Atatürk pankartı açan takım, disipline sevk edilmiyordu. İki ayyaş denmemişti. Andımız yasaklanmamıştı. Şehitler kelleydi ama, bi kaç Mehmet değildi. Kerkük’e karışırsanız Diyarbakır’a karışırız diyen Barzani, AKP’nin onur konuğu olmamıştı, başbakanımız tarafından Diyarbakır da ağırlanmamıştı. İmralı’yla müzakere başlamamıştı, sayın basınımız Kandil’den canlı yayına koşmamıştı, Kürdistan ilan edilmemişti, Apo ulusa sesleniş konuşması yapmamıştı. Biji Erdoğan pankartları açılmamıştı. İmralı tutanakları basma sızmamıştı, Apo açık açık, AKP’yle ittifak yapacaklarım, Tayyip Erdoğan’ın başkanlığım destekleyeceklerini, karşılığında rejimin değişeceğini söylememişti. Orhan Gencebay, Kadir İnanır filan akil insan olmamıştı. TC kaldırılmamıştı. Türk’tük, akp yöneticisi Türk yok dememişti. Kürtaj yaptıran, sezaryenle doğum yapan, katil değildi. Hamileler terbiyesiz değildi. Kızlı-erkekli eğitimi kaldıracağız dememişlerdi. Vali de millete ***** dememişti. Üçüncü köprü, bizzat başbakanımıza göre cinayetti. Gezi parkı, parktı. Ethem’in suratına ateş edilmemişti. Polis tarafından sopalarla dövülerek öldürülen Ali İsmail desen, Balbay tutuklandığında henüz ortaokul son sınıftaydı. 4 sene 9 ay sonra, Mustafa’ya pardon denildi.
E gerisi de kusura bakmasın gari.
1960 ta Burdur’da doğdu, Ege Üniversitesi’nde gazetecilik okudu, mesleğe İzmir’de başladı, Cumhuriyet gazetesinin Ankara temsilcisi ve köşe yazarı oldu. Ergenekon iftirasıyla tutuklandı, hapisteyken CHP’den İzmir milletvekili seçildi. Akp’yle cemaat’in arası bozulmasaydı, muhtemelen hâlâ Silivri’de olacaktı, Mustafa Balbay çünkü 34 sene 8 ay hapse mahkum edilmişti! CanDündar’ın genel yayın yönetmenliği döneminde, Cumhuriyet gazetesindeki yazılarına son verildi.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:37   #10
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil

Sf: 123
Nejat
İncecik iplikle bileğinize bağlanmış kırmızı balonu, sanki bütün dünya avucunuzdan kayıp gidiyormuş gibi ürpererek elinizden kaçırdığınız yeri hatırlıyor musunuz?
İzmirliler hatırlar.
Fuar’dır.
Gene öyle bir fuar akşamı, imbat tatlı tatlı okşuyor. Galiba, ilkokul iki veya üçteydim. Babam, Yem Asır*da şoför olarak çalışıyordu, bi tomar biletle gelmişti eve, yazı işlerinden vermişlerdi, basına dağıtılan hediye biletlerden… İster lunaparkta çarpışan otomobile bin, ister gazinoya gir, gazetecilik forsun var ya, hepsi bedava… Seçtik arasından, Nejat Uygur Tiyatrosu’na gidelim dedik. E malum, okuma hastalığımız var, giriş kuyruğundayken bileti okudum. Oyunun adı, koltuk numarası, başlama saati filanın altında, büyük harflerle, “AVANTAFORLAR İÇİNDİR” yazıyordu.
Yani?
Büyük usta yapmıştı yapacağım, çalışmanın-didinmenin, emeğin bedava olmadığım anlatan o tokat gibi kelimeleri koymuştu bilete… Bir yandan, bunlara avanta vermezsek oyunla alakalı tek satır yazmazlar, hatta kasten kötü yazarlar diye hediye bilet dağıtıyor, bir yandan da, adeta suratlara tükürüyor, “avantafor” ibaresine darılmayacak kadar yüzsüz olduğunuzu biliyorum demeye getiriyordu.
İlkti.
Son oldu.
Otorite kılıklı lavukların dışladığı, küçümsediği o komik adam sizin için ne ifade ediyordu bilmiyorum ama, benim için anlamı bu denli ciddiydi. Gazetecilik okullarında öğretilmeyen dersi, henüz kısa pantolonluyken, ondan aldım. Bir daha asla bedava bilet kullanmadım. Kullanandan utandım. San basın kartı kullanmayışımın sebebi bile o.
Sf: 124
Hafızama mıh gibi çakıldı, hıı büyük, puntolarla… Meslek hayatımı şekillendiren en önemli manşetlerden oldu.
Ve, hep hayıflandım.
Keşke, bütün basının çocukluk günlerine denk gelip, tek tek o bileti verseydi rahmetli… Kim bilir, üç kuruşluk menfaat için kalem oynatanların sayısı azalırdı belki.
Nejat Uygur
Öğretmen annenin, subay babanın çocuğu olarak, 1927’te Kilis’te dünyaya geldi. 1949’da kendi adını taşıyan tiyatrosunu kurdu, 40 sene Anadolu’yu dolaştı
60 sene sahnede kaldı. Devlet Sanatçısı unvanı aldı ama, kelimenin tam manasıyla “halkın sanatçısı’ydı. Alo Orası Tımarhane mi, Cibali Karakolu, Miğferine Çiçek Eken Asker, Şeyini Şey Ettiğimin Şeyi gibi unutulmaz oyunları sahneledi. 2013’te vefat etti, Zincirlikuyu’da toprağa verildi.
Sf: 126
Turgut
Mustafa Kemal’in askerleriyiz.
Hiç düşündünüz mü…
Nereden çıktı bu slogan?
İlk kim söyledi?
Sene 2006.
Aylardan haziran.
Yer, Danıştay.
Mustafa Kemal’in doğumunun 125’inci yılı dolayısıyla konferans düzenleniyor, ayakta alkışlanan konuşmacı anlatıyor: “Atatürk Türkiyesi’nden rahatsız olanların yapması gereken,
Atatürk’ü unutturmaktı. Onu yapıyorlar. Cumhuriyet in nasıl kurulduğunu, milli mücadeleyi çocuklarımıza iyi anlatmak zorundayız. 1948’den beri Mustafa Kemal’in askeriyim, terhis olmak istemiyorum.”
Turgut Özakman’dı o.
Mucidi odur.
Peki, 1948’den beri askeriyim diyen, terhis olmak istemiyorum ehven Turgut Özakman, 1948’de yedek subay filan mıdır?

Sf: 127
İçinde asker kelimesi geçiyor ya… Dincileri-liboşları boşverdim bazı CHP yöneticileri bile bu sloganı “militarist” zannediyor. Halbuki, tam tersine, sivil’dir, hukuki’dir.
Turgut Özakman, 1948’de henüz 18 yaşındadır, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisidir. Milli mücadelenin izini sürebilmek için Ankara’dan Afyon’a kadar yürür. Mecazi anlamda söylemiyorum, otomobil veya trene binmeden, tabana kuvvet, yürür. Güzergâh üzerinde yaşayan, Kurtuluş Savaşı’na şahit olmuş ve 1948’de hâlâ hayatta olanları bulur. Hatıraları dinler, defterler dolusu notlar alır, fotoğraflar toplar. Bıyıkları yeni yeni terlemeye başlamış bu delikanlının yaya olarak gerçekleştirdiği tarihi seyahat, 10 gün sürer… Ve, bu attığı adımlar, Şu Çılgın Türkler fikrinin çıkış noktasıdır.
1948’den beri askeriyim dediği, işte budur. Bireysel şuurdur. Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı sloganı Mustafa Kemal’in askerleriyiz… Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı kitabı Şu Çılgın Türkler’in özetidir. Terhis olmak istemiyorum’dan kastı ise, bıkmadan usanmadan, anlatmaya devam etme azmidir.
Hakikate ihanet etmeyelim derdi.
Buna didindi, son nefesine kadar.
Huzur içinde yat hocam…

Vatan sana minnettar.
Turgut Özakman

1930’da Ankara’da dünyaya geldi, Ankara Üniversitesi hukuk fakültesini bitirdi, Köln Üniversitesi Tiyatro Bilimi Enstitüsü’nden mezun oldu, dramaturg olarak girdiği Devlet Tiyatrosu’nda genel müdür oldu, TRT’de genel müdür yardımcılığı yaptı. Ardında onlarca roman, inceleme, senaryo bıraktı ama, en büyük eseri hiç şüphesiz Şu Çılgın Türkler”di. Kurtuluş savaşını her yaştan, her eğitim seviyesinden insanın anlayabileceği dille anlattı 2005’te piyasaya çıkan Şu Çılgın Türkler belgesel-romanı, 1.5 milyona ulaştı, Cumhuriyet tarihinin en çok satan kitabı oldu. 2013’te vefat etti, Ankara Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Sf: 128
Tuncel
Tuncel Kurtiz bi röportajında anlatmıştı; hayatını yazmış, kitap yapmış, teee 2004 senesinde piyasaya çıkarmış, adı Bölük Pörçük, sadece iki bin adet basılmış, 2013 senesinde hâlâ bitmemiş o iki bin kitap iyi mi…
Üstelik “çoğunu ben sattım” diye gülüyordu. Röportajı yapan gazeteci “Ezel dizisinden sonra da satılmadı mı?” diye sorunca, şU acı cevabı veriyordu: “Ramiz Dayı diye kitap çıkarmıyorum ki!”
Gir mesela Google’a…
“Tuncel Kurtiz Bölük Pörçük” yazıp ara, 5 bin sonuç çıkıyor.
“Ramiz Dayı’nın sözleri” diye ara, 50 bin sonuç çıkıyor.
Malum, Yılmaz Güney’in hem dostu, hem de filmlerinin vazgeçilmez karakteriydi Tuncel Kurtiz… İşte o Yılmaz Güney’e soruyorlar bir gün “nerelisin?” diye… “Babam Siverekli” diyor. “Nerededir bu Siverek?” diye soruyorlar. “Napoli’nin kazasıdır” diyor. Şaşıyorlar, “yanlışınız olmasın, Napoli’nin böyle bir kazası olduğunu duymadık” diyorlar. Yılmaz Güney de, oturuyor, bu diyalogu Siverek dergisine yazıyor: “Bizim memleketin insanları iyidir, akılları çoktur, İtalya’yı bilirler, Fransa’yı bilirler, Falanistan’ı bilirler, lâkin, kendi yurtlarını bilmezler.” Bir zamanlar çalıştığım yüksek tirajlı gazete için anket yapılmıştı. Okurlara “gazetenin en çok hangi bölümünü beğeniyorsunuz?” diye sorulmuştu. Okurların yüzde 12’si “kültür sanat”sayfalarımızı beğendiğini söylemişti. Çok mutlu olmuştuk ama… Kültür-sanat sayfamız yoktu!
Devlet Resim Heykel Müzesi’ndeki tabloların araklandığı, yerlerine sahtelerinin konulduğu ortaya çıktı. Böylece… O tabloların karşısına geçip, sağ elini çenesine, işaret parmağını yanağına koyarak, hımmm sürrealist” filan diye ahkâm kesen avangard arkadaşların, senelerdir salladığı ortaya çıktı.
Van Müzesi’nde 3 bin 200 senelik Urartu eseri diye sergilenen heykelin, aslında 3 sene önce yapıldığı anlaşıldı. Emin olabilmek için karbon testi yapmaya kalktılar. Halbuki, heykelin altında heykeltıraşın adı ve yapıldığı sene zaten yazıyordu.
Sf: 129
Kanal D’de Aşk-1 Memnu dizisinin finali yayınlanacaktı. Star Haber’deydim. Biraz eğlendim dedik. Aşk-ı Memnu’nun taaaa I975’te TRT’de siyah-beyaz ekrana gelen Müjde Ar’lı versiyonunun finalini özet halinde yayınladık. Kanal D’deki arkadaşlar bize sitem etti, “finalin sürprizini kaçırdınız” dediler. “Kardeşim” dedik, “Halid Ziya Uşaklıgil’in 110 senelik klasiği başka türlü mü bitecekti? Titanic’i yayınlasanız, filmin sonunda gemi batmıyor mu diyeceğiz?

Neyse… Muhteşem Yüzyıl dizisindeki “Şeyhülislam Ebussuud” mertebesinden önce Hacı dizisinde oynamıştı Tuncel Kurtiz… Hatırasını şöyle anlatmıştı: “Hacı’yı oynarken, Kayseri’de bir belediye reisi, hacca gittiniz mi diye sordu, hayır gitmedim dedim, gitseniz daha iyi oynardınız dedi. Ben de dedim ki, sizin belediye reisliğinizi yazsalar, siz mi daha iyi oynarsınız, ben mi daha iyi oynarım?”
Hülasa…
Tuncel Kurtiz’i kaybetmekten daha hazin ne var biliyor musunuz?
Sayın basınımızın, sanki yaşarken çok kıymet veriyormuş gibi yapması… Sayın ahalimizin de, 77 yaşındaki ustayı sanki Ramiz Dayı’dan önce tanıyormuş gibi yapması.
Sanatseverleri elbette tenzih ederim ama… Bu rol kabiliyetiyle Tuncel Kurtiz bile yarışamazdı!
Tuncel Kurtiz
1936’da İzmit’te doğdu. Üniversitede hukuk, filoloji, felsefe, psikoloji ve sanat tarihi fakültelerinde okudu, hiçbirinden mezun olamadı. 1959’da Dormen Tiyatrosu’nda başladı, sinema-tiyatro oyuncusu, yönetmen, yapımcı, senarist oldu. 1981 Antalya Altın Portakal’da Gül Haşan filmiyle en iyi senaryo ödülü , kazandı. 2011 Antalya Altın Portakal’da yaşam boyu onur ödülü aldı. 2013’te vefat etti, butik otel işlettiği Balıkesir Edremit’in Çamlıbel köyünde toprağa verildi.

Sf: 133
Uğur Mumcu
1942, Kırşehir doğumluydu. Ankara Üniversitesi hukuk fakültesinden mezun oldu. 1975’ten itibaren Cumhuriyet gazetesinde “Gözlem” başlığıyla köşe t 1 yazmaya başladı. Sakıncalı Piyade, Rabıta, Ağca

Dosyası, Tarikat-Siyaset-Ticaret, Kürt Dosyası, Türk Memet Nöbete gibi unutulmaz kitaplar yazdı. Gazetecilik mesleğinin yüz akıydı. 1993 te bombalı suikastla katledildi, islami Hareket, Hizbullah, İbda-C gibi örgütler üstlendi ama, faili meçhul kaldı. PKK’nın MİT bağlantılı olduğunu iddia etmesi, Mossad-Barzani ilişkisini ortaya çıkarması gibi sebepler yüzünden öldürüldüğü öne sürüldü.

Sf: 145
Okuyorum haberleri.
Gözaltına alman metalci gençler, “Biz o işareti protesto için yapmadık, yanlış anlaşıldık, haksızlığa uğradık, polisler kaba davrandı, nezarette psikolojimiz bozuldu” falan diyorlar.
Yani, ben de medyadaki rakçı abileri gibi onlara sahip çıkmak, haklarını savunmak isterdim ama… Salya sümük ağlayan metalci olur mu kardeşim!
Belli ki, otorite karşısında eğilmeyen bükülmeyen Ronnie’den senin de haberin yok… Cem Karaca’dan da mı yok? Mal varlığına el konulan, 200 yıl hapis cezasına çarptırılıp, vatandaşlıktan atılan ama, zulme teslim olmayan Cem Karaca… Ya Edip Akbayram? Cunta tarafından vebalı muamelesi yapılan, işsiz bıraktırılan, evine ekmek götürebilmek için alyansını bile satmak zorunda kalan ama, onurunu satmayan Edip Akbayram… Madem rock’çısınız, hiç mi bi şey öğrenmediniz onlardan? Erkin Koray? “Ben bu sistemi reddediyorum” diyerek, kızını okula göndermeyen, evinde kendisi eğiten Erkin Koray… Başbakanmış, milli eğitim bakanıymış, YÖK Başkanı’ymış kazır mı? Moğollar, Dadaşlar, Kurtalan Ekspres… Neler çektiler… “Devlet bize baskı yapıyor” diye zırıl zırıl ağladıklarını gördünüz mü hiç? Toros gibi, Tendürek gibi, Erciyes gibi, yalçın dağlar gibi ayaktalar hâlâ… İstedikleri kadar üstlerine gitsinler, geçit vermediler.
Demem o ki…
Rock özgürlüktür, bedeli var.
İki tane polisten tırsıyorsan, alt tarafı üç saat içerde yatmaktan ödün patlıyorsa, burnuna niye haşin çocuklar gibi zincir taktın Allah aşkına? Git, Serdar Ortaç dinle.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
adam, özdil, yılmaz


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 15:12.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.