Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Türkiye ve Dünyadan Haberler > Ülkemiz ve Dünya Gündemi > Diğer Köşe Yazıları

Diğer Köşe Yazıları Ülkemiz Yazarlarının Ulusal Basında Yazdıkları Köşe Yazıları ve Bizlerin Yorumları


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 13.02.2020, 15:39   #11
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 146
Anadolu rock’ın babaları
1950’de Gaziantep’te dünyaya gelen Edip Akbayram, ilk plağı Kendim Ettim Kendim Buldum’u henüz lisedeyken yaptı, Pir Sultan Abdal’ı Karacaoğlan ı Âşık Veysel’i yaşattı, “Aldırma Gönül” ve “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmazla rekorlar kırdı. 1941’de İstanbul’da dünyaya gelen Erkin Koray, sadece Türk halk müziğini değil, Türk sanat müziğini de rock tarzında yorumladı, “Şaşkın”, “İlahi Morluk”, “Çöpçüler”, “Estarabim”, “Arap Saçı” gibi, marş misali ezbere bilinen eserler yarattı. 1945’te İstanbul’da doğan Cem Karaca, kurucusu olduğu Apaşlar, Kardaşlar, Moğollar ve Dervişan gruplarıyla, Anadolu rock kültürünün öncülerinden oldu, 2004’te vefat etti Karacaahmet’e defnedildi. Ortak özellikleri, asla biat etmemeleriydi.
Metin, Mustafa
Çocuktu. Henüz 11 yaşında. Alsancak Stadı’na gidiyor, kahramanını seyrediyordu. Sait Altınordu’ydu kahramanı… İzmir’e heykeli dikilen, futbolu kadar karakteriyle de efsane, Sait Altınordu… “Onun gibi olacağım” diyordu.
16 yaşındayken, amatör takımda forma verdiler bu çocuğa… “8 numarayı giyebilir miyim?” diye sordu. “Niye?” dediler. “Sait ağabey 8 giyiyor” dedi. Giydi 8 numaralı formayı, gol kralı oldu… Alsancak Stadı’nın tribünlerinde hayaller kuran o küçük çocuk, Metin Oktay’dı. Türk futbolunun gelmiş geçmiş en büyük ismi oldu.
“Taçsız Kral” oldu.
İnsanlar, çocuklarına onun adını koydu.
Hayatı film oldu. Taçsız Kralın yapımcısı Ertem Eğilmez, yönetmeni Atıf Yılmaz’dı, Gönül Yazar, Ayten Gökçer, Aida pekkan, Erol Taş la birlikte, başrol oynadı. Şarkı oldu. Kitap oldu.
Belgesel oldu.

Sf:147
Ajda’yla aşk yaşadığı söyleniyordu. Ajda, seneler sonra Hürriyet’teki köşesinde yazdı: “Bu filmin mevzusu ne zaman açılsa, dostlarım hep Metin Oktay’la bir şey yaşadınız mı diye sorar. Ne mümkün. Aklımızdan bile geçemezdi.
İnanamayacağımz kadar terbiyeli, saygılı, kibar, centilmendi.
Film setine geldiğinde heyecandan dizlerimiz titrerdi, gözüne bile bakamazdık, ilah gibi görürdük onu, ilahtı o.”
Gol attığında, arkadaşları koşarak sarılmaya geldiğinde, “abartmayın” diye uyarırdı, “rakip takımdakiler de bizim arkadaşımız.”
Para’ya, buruşturulmuş kağıt mendil kadar bile değer vermezdi. Bir akşam, sahibi olduğu Gol Pub’dan hasılatı almış, her zaman yaptığı gibi gazete kağıdına sarmış, ceketinin cebine koymuş, Kordon’da arkadaşlarıyla oturuyordu. Bir delikanlı yaklaştı, eğildi kulağına, bir şeyler söyledi. Metin dinledi, hiç cevap vermeden çıkardı cebindeki kağıda sarılı para tomarını, delikanlıya verdi. Delikanlı “sağol abi” dedi, yürüdü gitti. Arkadaşları meraklandı, kimmiş? “Bilmiyorum” dedi. Tanımıyor musun? “Tanımıyorum” dedi. E birader niye verdin onca parayı? “Ne yapayım, ihtiyacı varmış çocuğun” dedi.
Böyleydi… Hiç tereddütsüz para dağıtır, evlendirir, sünnet ettirir, hastane masrafı üstlenir, hiç tanımadığı çocukları okuturdu.
İki ayağını da aynı mükemmellikte kullanırdı ama, ruhu solak’tı. Herkesin tırstığı dönemde, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan idam edilmesin diye başlatılan kampanyaya imza atmıştı. 12 Eylül rejiminin en sert günlerinde, darbecilere karşı oluşturulan Aydınlar Dilekçesi’ne imza atmıştı. Vefat etmeden önceki gece Ortaköy’de demlenirken, “futbol muhabbetini boş verin, ben size şiir okuyayım” demiş ve Nazım Hikmet’in Davet’ini ezbere okumuştu.

Sf: 159
Soner
Kasvetli bi hava var dışarda.
Tükürür gibi yağıyor.
Güya ampul yanıyor…
Oda’larda ışıksızım.
Şaşırtıcı değil aslında; kozmik oda’nın basıldığı, çalışma oda’larına kulak, yatak oda’larına gizli kamera yerleştirildiği, insanları domuz bağıyla öldürüp oturma oda’larına gömenlerin halay çeke çeke bırakıldığı, hemşirelerin hastane oda’sında gözaltına alındığı, laiklik karşıtı fiillerin oda’ğı tarafından yönetilen ülkede… Adam gibi adam’ın içeri tıkılması normaldir.

Sf: 160
Basın odası vardı eskiden.
Basınç odası var artık.
Voyv’oda var çünkü!
İphone çağı öncesinde, bırak interneti, televizyonun bile olmadığı dönemde, kodaman kelimesinin sözlük anlamıydı Rockefeller… Çaresiz garibanlar gökdelenlerden aşağı atlarken, şahsi serveti 189 milyar dolardı. E gazeteleri oku oku, morali bozuluyor, tansiyonu çıkıyordu. Etrafını saran dalkavuklar, basın tarihinde görülmemiş bi yalakalık icat etti: Pembe Gazete…
İçinde tek kelime olumsuz haber barındırmayan, güllük gülistanlık.
Tek nüsha basılıyor, imparatorluğunu hasta yatağından yöneten Rockefeller’ın kahvaltı tepsisine bırakılıyordu… Ülkenin şahane gittiğini, ekonominin büyüdüğünü, borsanın devamlı yükseldiğini, yoksulluğun bittiğini, işsizliğin azaldığım yazıyordu gazete… Köşe yazarları, parayı bastıramn zevkine göre havlayan, yalamaktan dillerinde pütür kalmamış finolardan
seçilmişti, vıcık vıcık yağ damlıyordu satırlarından… Dünyanın en zeki adamını dünyadan bihaber hödüğe çevirmişlerdi; okuyor, gerçek zannedip, hayata pembe gözlükle bakıyor, mutlu oluyordu.
Gazetecilik dediğin…
Böyle yapılır.
Kozmetik oda’yı örnek alıp…
Oda spreyi sıkmalıydı kokuşmuş ortama
Yanlış yaptı.
O da.

Sf: 160
Soner Yalçın
1966 da Çorum da doğdu, gazeteciliğe 2000’e Doğru dergisinde başladı, Aydınlık ve Sabah gazetelerinde, Show, Star ve CNNTürk televizyonlarında çalıştı, Binbaşı Ersever’in İtirafları, Bay Pipo, Efendi, Samizdat gibi çok satan kitaplar yazdı, Madımak katliamını anlattığı Menekşe’den önce belgeseliyle Antalya Film Festivali’nde ödül aldı, Odatv internet haber sitesini kurdu, Hürriyette yazarken Ergenekon kumpasıyla tutuklandı, 22 ay hapis yatırıldı, 2016 itibariyle Sözcü gazetesinde yazıyordu, tüm delilleri çöken Odatv davasından yargılanmaya devam ediyordu.
Ömer Sami
Noel arifesi…
Lefkoşa.
Kumsal Mahallesi.
Numara 2.
Tek katlı, bahçeli ev.
Saat 22 suları.
Hava ayaz.
Boğuk, tok vuruşlar yırtıyor geceyi aniden…
Trok trok trok.
Kalleş, basıyor.
Mürüvvet hanım, lambaları söndürüyor telaşla… Hakan kucağında. Uyuyor. Bebe. 10 aylık… Dalıyor çocukların odasına, öbür koluna Kutsi’yi alıyor, 4 yaşında… “Kalk Murat” diyor bi yandan… Gözlerini ovuştura ovuştura kalkıyor Murat, henüz 6 yaşında. Eteğinin ucundan tutuyor anasının geceliğini… Dışarıdan hüzün abajuru gibi sızan sokak lambasının cılız ışığında, hayalet misali, parmaklarının ucuna basa basa banyoya süzülüp, dördü birden “küvet”e giriyor ve koyun koyuna sarılıyorlar, çıt çıkarmadan, duyulmasın diye nefes bile almadan…
Korkunç bekleyiş başlıyor.
Bir dakika.
İki dakika.
Üç dakika.

Sf: 162
Saniyeler…
Asırlar gibi adeta.
Önce şangırtı duyuyorlar.
Pencere.
Kırılıyor.
Sonra, ayak sesleri…
Salondalar.
Vahşi haykırışları geliyor.
Ve, tekmeyle açılıyor banyonun kapısı…
Üç Rum.
Tarıyorlar.
33 el.
Evet, merhum gazeteci Ömer Sami Coşar tarafından çekilen ve hafızalarımıza mıh gibi çakılan “o fotoğraf”ın öyküsü bu…
Kanlı Noel.
Alnından vurmuşlardı Mürüvvet hanımı…
Yedi yerinden daha.
Murat’tan üç kurşun çıktı.
Kutsi’den iki.
Evin direği, baba, tabip binbaşı, evde değildi o sırada… 103 Türk köyü basılmıştı son üç günde, yaralılar vardı… Gönyeli’ye gitmişti. Göreve.
Bir babanm başına gelebilecek en büyük felaketi yaşayan bu tabip binbaşı, evlatlarının cenazesini bizzat kendi elleriyle yıkadı… Minik bedenleri santim santim yokladı, Hakan’da kurşun izi bulamadı. 10 aylık bebecik… Vücudunu yavrularına siper etmeye çalışan anacığının altında kalmış, nefessizlikten boğularak can vermişti çünkü.
Sonra?
Rum taburu vardı oralarda…
Nizamiyesinde şu yazıyordu:
“Cesursan, gel al!”
Türk taburu kuruldu oraya…
Nizamiyesine şu yazıldı:
“Cesurum, geldim aldım!”

Sf: 163
Bugün, oralarda, utanmadan, Türkiye defolsun gitsin diye “hastir” pankartı açan Rum yalakası dalkavuğu lavuk! ‘
Yüreğin varsa…
Gel de al.
Ömer Sami Coşar
1919 da İstanbul’da doğdu, Galatasaray Lisesi’nden mezun oldu, gazeteciliğe Anadolu Ajansı’nda başladı, Cumhuriyet te Milliyette çalıştı, İstanbul Üniversitesi gazetecilik enstitüsü’nde ders verdi, 27 Mayıs darbesinden sonra 1961’de basın temsilcisi olarak Kurucu Meclis’e girdi, Kanlı Noel’de Kıbrıs’taydı, binbaşı Nihat İlhan’ın Rumiar tarafından katledilen ailesini tek kare fotoğrafla ölümsüzleştirdi, yaralı bir mücahidin vücûdundaki sargı bezlerine saklayarak, gizlice Türkiye’ye ulaşmasını sağladı, Milli Mücadele Basını, İhtilalin İç yüzü, Topal Osman gibi, yakın tarihle ilgili kitaplar yazdı, 1984’te Mersin Silifke’de vefat etti.

Sf: 179
İsmet
Bölücüler askeri üsse girdiler.
Türk bayrağını indirdiler.
Maalesef şaşırtıcı olmadı.
Çünkü…
İsmet mesela.
Hava kurmay albay.
Bayrağı indirilen 2’nci hava kuvvet komutanlığında, senelerce, harekat subayıydı. Zeli, Bote, Hakurk, Haftanin, Badavan kamplarına yönelik sınır ötesi harekatlarda planlamacı ve icracı olarak görev yaptı. Takdir beratları aldı. Hava kuvvetlerinin iç güvenlik harekatında kullanılmasıyla alakalı olarak, Harp Akademileri Komutanlığı’nda tez hazırladı. Bu konuya dair milli – yabancı tek kaynak, o tez.
Sadece İsmet mi?
Hayır.

Sf: 180
Diyarbakır 2’nci hava kuvvet komutanlığında harekat subayı, filo komutanı, üs komutanı, kuvvet komutanı olarak görev yapan… İbrahim Fırtına, Sincan’da.
Bilgin Balanlı, Silivri’de.
Rasim Aslan, Sincan’da.
Korcan Pulatsu, Sincan’da.
Atilla Özler, Buca’da.
Beyazıt Karataş, Silivri’de.
Ayhan Gümüş, Hadımköy’de.
Mustafa İlhan, Silivri’de.
Kubilay Baloğlu, Hadımköy’de.
Yusuf Ziya Toker, Sincan’da.
Mehmet Erkorkmaz, Hadımköy’de.
(Televizyon haberlerinde dandik bi tel örgü görünüyor ama, aslında devasa bir üs orası… Cüssesini kıyaslayın diye söylüyorum, beş bine yakın personeli var. F16 filoları var. Orduevi var, lojmanları var, sosyal tesisleri var, yüzme havuzlan var. İzmir Çiğli’nin neredeyse iki katı… Diyarbakır’a giden THY, Pegasus falan buraya iniyor. İki pist, tek kule var, hem askeri uçakları, hem sivil trafiği kontrol ediyor. Türkiye’nin gururu olan bu hava üssü, 1970’le 2011 arasında yukarıda adım sıraladığım komutanlara emanetti. Ay-yıldız onurla dalgalanıyordu.)
Asrın iftirası’nın bir başka çarpıcı sonucudur bu…
İsmet gibi kartalları, adı gibi Fırtına paşaları kumpasla içeri tıkacaksın ki, bayrağı rahat rahat indirebiisinler!
İsmet Çınkı
1962’de Kırşehir Kamarida doğdu, 2003-2005 arasında kurmay albay olarak Hava Kuvvetleri Komutanı özel sekreterliğini yaptı, Hava Harp Okulu askeri sosyal bilimler bölüm başkanı oldu, Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde istihbarat yüksek lisansı programını kurdu, uluslararası istihbarat üzerine öğretim üyeliği yaptı, general olmasına kesin gözüyle bakılırken, 17 Ağustos 2011’de Balyoz iftirasından tutuklandı, 19 Haziran 2014’e kadar yatırıldı, 2015’te emekli oldu, Türk hava kuvvetlerine 35 senesini verdi, değişik tip savaş uçaklarıyla 3 bin 600 saat uçtu, ABD, Çin, İtalya, Makedonya, Bosna, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Japonya Güney Kore, Pakistan, Kazakistan, Azerbaycan, Irak, Singapur Malezya Belçika, Rusya’da hassas görevlerde bulundu,madalya, takdir aldı. yurt içi ve yurt dışında devlet başkanları düzeyinde 100’ün üzerinde
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:42   #12
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 181
Tarkan
Tayyip Erdoğan gazino açılımı yaptı.
Şarkıcıları türkücüleri popçuları Beşiktaş’taki ofisinde topladı, Kürt açılımına destek vermelerini istedi.
Katılanlar arasında İbrahim Tatlıses, Kayahan, Emel Sayın, Arif Sağ, Nuri Sesigüzel, Orhan Gencebay, Muazzez Ersoy, Ferdi Tayfur, Sertab Erener, Alişan, Demet Akalın, Nükhet Duru, Neşet Ertaş, Safiye Soyman, Bülent Ersoy, Cengiz Kurtoğlu, Fatih Kısaparmak, Ferhat Göçer, Işın Karaca, Kenan Doğulu, Mustafa Sandal, Yavuz Bingöl, Seda Sayan, Nihat Doğan, Kibariye filan vardı.
Faydalı bi toplantı oldu…
Bülent Ersoy mesela, sanatçılara havalimanında VlP’ten geçme hakkı verilmesini istedi. Neşet Ertaş “30 senedir Türkiye’de değildim, nedir bu açılım?” diye sordu. Kibariye çıkışta gazetecilere konuştu, “ben anlamam anacım, çağırdılar geldim” dedi. Nihat Doğan söz alınca eski sevgilisi Seda Sayan salonu terk etti. Haftaya askere gidecek olan Alişan, başbakandan harçlık istedi.
Tarkan da davetliydi.
Katılmadı.
AKP’yi reddetti filan diye yazıldı.
Üç gün sonra…
Kokainden gözaltına alındı!
Tarkan Tevetoğlu
1972’de Almanya’da doğdu, annesi Neşe hanım çizgi roman kahramanı Tarkan dan esinlenerek, oğluna bu ismi koydu, 1986’da Türkiye’ye döndüler, Kocaeli Karamürsel’e yerleştiler, Karamürsel ileri Musiki Derneği’nde müziğe başladı, İstanbul’a taşındılar, müzik eğitimine Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde devam etti, 1992’de ilk kasedini çıkardı, Kıl Oldum’la patladı, şarkıları dünyanın pek çok ülkesinde liste başı oldu, milyonlar satan albümleriyle Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İsveç, Kolombiya, Lüksemburg’tan altın sertifika kazandı, Meksika’dan platin sertifika kazandı, dünyanın en çok satan Türk sanatçısı unvanını aldı, mega star sıfatıyla tanındı. Akp’nin önünde asla el pençe divan durmadı. Saygısızlık yapmadan, ama. yalakalık da yapmadan pop sanatçısı olunabileceğini kanıtladı.

Sf: 190
Deniz, Yusuf, Hüseyin
Ulucanlar, müze oldu.
Deniz orada yatmıştı.
Yusuf, Hüseyin…
Orada asıldılar.
Bülent Ecevit, Muhsin Yazıcıoğlu orada yattılar, sağcı solcu, Mustafa Pehlivanoğlu, Necdet Adalı… Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Halikarnas Balıkçısı.
Darağacı var, orijinal 19 can, yağlı urgan.
Tecrit hücresi var.
Nasılmış acaba diye hissetmek istersen, kelepçelenip içeri tıkılıyorsun, drann diye örtüyorlar demir kapıyı, bir saat kalıyorsun… Anlıyorsun saat denilen kavramın seneden uzun olduğunu.
Ki, o tecrit hücresinden çıkınca… “Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar, ve ben, ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak, bu kadar mavi, bu kadar geniş olduğuna şaşarak, kımıldamadan durdum, sonra saygıyla toprağa oturdum, dayadım sırtımı duvara, bu anda ne düşmek dalgalara, ne baş aşağı, ne baş yukarı, bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım… Toprak, güneş ve ben, bahtiyarım” demiş Nazım… Anlamaya çalışıyorsun.
Kulaklık var. Takıyorsun… Beynine saplanmış tornavidayı kanırtırcasına, işkence dinliyorsun.
Kişisel eşyalar var… Muhsin Yazıcıoğlu’nun seccadesi, Bülent Ecevit’in kasketi, Hüseyin İnan’m idamdan sonra jiletle kesilip çıkarılan fanilası, Deniz Gezmiş’in cigarası.
Ranzalarda, son mektuplar…
Gün gelecek hiç bitmeyecek, gün gelecek sana kavuşacağım.

Sf: 191
Ağlamayı bil, gülmeyi unutma, cezaevini sev demiyorum ama, bu kötü yataklarını asla unutma. Zincir soğuk, zindan yaş, belki biraz üşürüz, hele başım zindandan çıksın, görüşürüz” diyen satırlar.
Ve, bi şey daha var…
4’üncü koğuşun duvarında.
Poster.
“Nedir o poster”e geleceğiz elbette ama, 4’üncü koğuş deyip geçmemek lazım… Utanç Müzesi’nin simgesi, 4’üncü koğuş… 80 kişi kapasiteli güya, 200 kişiyi tıkmışlar oraya, ranzaları bitiştirip, ayaklı-başlı yatmışlar, yer kalmadığı için, mecburen nöbetleşe uyumuşlar.
Başarısız firar için kazılan tünellerden biri de, 4’üncü koğuşta… Ve, ölüm orucuna yattıkları için tutukluların diri diri yakıldığı, sözde “hayata dönüş” operasyonunun başladığı koğuş o.
İşte o koğuşun… İdeolojilerden, yasa dışı örgütlerden ibaret sanılan o 4’üncü koğuşun duvarında bi poster var.
Fenerbahçe posteri!
1988-1989 sezonunda şampiyon olan Fenerbahçe’nin posteri… Schumacher, Oğuz Çetin, Şenol Ustaömer, Flasan Vezir, Turhan Sofuoğlu, Nezihi Tosuncuk, Müjdat Yetkiner, Hakan Tecimer, İsmail Kartal, Aykut Kocaman, Rıdvan Dilmen.
Kime ait, kim yapıştırmış oraya, bilinmiyor. Cezaevi boşaltıldıktan sonra yapılan temizlik sırasında 4’üncü koğuşun duvarında bulunmuş… Müzeye dahil edilmiş.
Belli ki, müebbete mahkum Alcatraz Kuşçusu’nu hayata bağlayan kanarya gibi… Kanarya posteriyle hayata tutunmuş 4’üncü koğuştan biri.
Ve “memlekete zararlı” diye zulmedilen insanların “milli” futbolcularla gurur duyduğunu… Tecrit atmosferinde “derbi nasıl biter?” diye sohbet ettiklerini, Galatasaraylı, Beşiktaşlı diye birbirlerine takıldıklarım düşünüyorum… Yüreğime kıymık batıyor.

Sf: 192
Deniz Gezmiş, 1947’de Ankara’da doğdu, İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesine girdi, ABD karşıtı eylemleri nedeniyle defalarca tutuklandı, Filistin’e gitti, El Fetih kamplarında eğitim aldı, üniversiteden atıldı, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu kurdu, banka soygununa, dört Amerikalı askerin kaçırılmasına karıştı, Sivas’ta yakalandı. Hüseyin İnan, iki yaş küçüktü, 1949’da Kayseri’de doğdu. ODTÜ idari bilimler fakültesinde okurken, THKO’nun çekirdek kadrosunda yer aldı, Kayseri’de yakalandı. Yusuf Aslan, Deniz’le yaşıttı, Yozgat’ta doğdu, ODTÜ’de okurken Filistin’e gitti, helikopter pilotu oldu, THKO’nun kurucularındandı, Deniz’le birlikte Sivas’ta yakalandı. 6 Mayıs 1972’de idam edildiler.
Can
İyi adam o.
Can, bildiğin can.
Bonomo, Latince.
Anlamı, iyi adam.
Sefarad Musevisi. 540 sene evvel İspanya’dan göçüp, tarihi ilçemiz Bergama’ya yerleşen bi ailenin evladı. Dede, İzmir’e taşınmış, babası gibi, Can da Alsancak’ta dünyaya gelmiş.
Dolayısıyla… En çok bıdı bıdı yapılan mevzuyu kafadan sordum, “van müniit malum, bak biz İsrail’e gıcığız ama, Musevi vatandaşımızı Türkiye’yi temsil etsin diye Eurovision’a gönderiyoruz, işte böyle hoşgörülüyüz filan demek için seni seçmiş olabilirler mi?” dedim.
“Ben Türk’üm” dedi.
Nokta.
1987 doğumlu. İlkokulu Çakabey Koleji’nde okuyup, Avni Akyol Lisesi’nden diploma almış, Bilgi Üniversitesi sinema-televizyon’u kazanıp, 17 yaşında ver elini İstanbul… Nişantaşı’nda kuzenlerinin yanında kalmış, sonra Etiler’de, şimdi Cihangir’de kirada oturuyor. Tek başına.

Sf: 193
“İzmir’mi, İstanbul mu?” diye soruyorum. Hiç eğip bükmüyor “İyi ki İzmir’de doğmuşum, iyi ki İstanbul’da yaşıyorum” diyor Doğduğun yer, doyduğun yer meselesi… Gerçekçi.
“Kız arkadaşın?” diyorum.
Dedim ya, gerçekçi…
“O işe girmesek abi” diyor!
Bir de anneciğini konuşmak istemiyor. Geçenlerde kaybettiği anneciğini… 6 yaş büyük ablası var. “Müzikle alakası var mı?” diyorum. Gülüyor. “Güzel müzik dinler” diyor. Ailede müzisyen, sadece, dede… İzmir TRT’de vokalistmiş. Ama, dedeye değil, komşunun gitar çalan oğluna özenmiş, öyle başlamış, 8 yaşındayken… Baba, kâğıt ticareti yapıyor. “İş yeri İzmir’de nerede?” diye soruyorum. Vaziyete o kadar hâkim ki, “bi saniye” diye izin isteyip, “babamın işyeri nerde?” diye anneannesine sordu iyi mi! Benimle telefonda konuşurken, anneannesinin evindeydi. Anneanne çok mutlu, eşin dostun tebriklerini kabul ediyor, gururla.
Hayatındaki en önemli insanlardan biri, ‘manevi kardeşim” dediği Can Saban… Yapımcısı, küplerini o çekiyor. “Ertem Eğilmez’in torunu… Haliyle, kötü iş yapması yasak” diyor.
Samimi. Sıcak. Ancak, genç yaşına rağmen “mesafe ve temas”ı çok iyi ayarlıyor. Tartarak konuşuyor. Tek kelime argo kullanmıyor. Türkçesi pürüzsüz. Ses tonu, spiker kalibresinde.
Meczup albümüyle patladı…
“14-15 yaşındaydım, biriyle tanıştım, kolunda meczup yazan dövme vardı, sordum, Allah yolunda aklını kaybetmiş kimse dedi, etkilendim” diyor.
Peki albüm piyasaya nasıl çıktı? “İlk intiba” için kravat takanların iyi okumasını öneririm… “Altı şarkı hazırladım, cd’ye kaydettim, cd’yi koyacak kap bulamadım, o sıralarda Irvine Welsh’in ***** isimli romanını okuyordum, kitabın bir sayfasını yırttım, cd’yi sardım, Can Saban’a yolladım, yollama şeklim ilgisini çekince tanışmak istedi, gerisi geldi” diyor!
Kesinlikle doğal.
Kesinlikle yaratıcı.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:43   #13
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 194
Dövme hastası… 18 dövmesi var. İlkini 17 yaşında yaptırmış. Göğsünde güneş, içinde kalp, güneş anneciğinin ismi… En son, sof omzuna, anneciğinin fotoğrafını kazıttı. Sol kolunun içinde, Bonomo yazıyor. Sol kolunun dışında, ekibinin, team bonomo’nun logosu var. Sol dirseğinde, bir semazen le iki robot duruyor, maneviyat’la teknoloji, yaptığı müziği sembolize ediyor Dövmelerini kendisi tasarlıyor, çünkü, illüstrasyon eğitimi almış.
Sol elinin üstünde, üç paralel çizgi var, pagan müzisyenleri enstrümanlarının üstüne çizermiş, ilham perilerine yakın olmak için… Sağ kolunun içinde, ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadelesiyle tanınan, Amerikalı siyahi kadın şair Gwendolyn Brooks’un 8 satırlık “we real cool” şiiri var, İngilizce kazınmış, “harbi havalıyız, okulu bıraktık, gezip tozarız, şarkı söyleriz, içeriz, genç ölürüz” filan gibi bi şey… Sağ kolunun pazusunda, The Nightmare Before Christmas filminin başrolündeki Jack Skellington karakterini yansıtan, iskelet figürü var. Sağ bileğine doğru, The Rat Pack filminde Frank Sinatra’nın kullandığı dövme var. Sağ dirseğinde ise, Mevlevi şiiri…
Mazi verir acı, keder
Kimse kalmaz, hep gider
Nerede Havva’yla Adem
Dem bu demdir
Dem bu dem.
Şarkıcı diye gönderiyoruz…
Filozof gibi adam.
Nazım Hikmet’in direnişçi ruhunu, Barış Manço’nun cesaretini ve yüreğini örnek alıyor.
“Peki ya şöhret?” diyorum.
Önce kıkırdıyor, “düne kadar kimse tanımıyordu, şimdi reklamlardan bile çok çıkıyorum televizyonlara” diyor, matrak buluyor bu durumu… Sonra ciddileşiyor, “şöhret hayalleri olan biri değilim, sadece yaptığım işi iyi yapmayı seviyorum, hepsi bu” diyor.
Umurunda bile değil.
En beğendiğim tarafı bu.
Kılık kıyafetini örnek aldığı kimse yok. Marka, moda, ilgilenmiyor. Şapka seviyor. Sporu sağlık için yapıyor. Futboldan anlamıyor. Takım tutmuyor. Yazlarını Çeşme’de geçiriyor.

Sf: 195
Para kazanmıyor, idare ediyor. Sıkıştığı zaman, babasından istiyor. Otomobili yok. Alamadığı için değil. Kullanamadığı için. “Beceremiyorum, bi defa aldım, her yerini oraya buraya vurdum, vazgeçtim” diyor. Motosiklet kullanıyor.
“Kaçıncı oluruz?” diyorum.
Hakikaten bayıldım bu çocuğa…
“Bilemem abi” diyor!
Halbuki, benim bir netice tahminim var. Dandik dundik tipleri sanatçı diye baş tacı eden Türkiye, bu değerli gencin adını bile duymadığına göre… “iyi adam”dır, iyi netice alacak.
Can Bonomo
2012 de, henüz 25 yaşındayken, Azerbaycan’da düzenlenen Eurovısion Şarkı Yarışması’nda, söz ve müziğini yazdığı “Love me Back” isimli şarkısıyla yedinci oldu. Taklitten geçilmeyen pop dünyamızda, özgün sanatçılardan biri olmayı başardı.

Sf: 197
Şuppiluliuma
Genelkurmay Başkanı’nın tutuklanmasına “tarihte ilk” filan deniyor ama… “Hitit Kralı” şüpheli şahıs birader!
Esprileriyle ünlü gazeteci Musa Ağacık, değerli arkadaşım Nedim Şener’le telefonda konuşurken, kendisini Hitit Kralı Şuppiluliuma’nın torunu Musaluliuma olarak tanıtıyor ve hukukun gukuk olduğunu anlatırken, Hitit Yasalarından bahsediyor. Konuşma kaydediliyor, iddianameye konuyor iyi mi… Böylece, Hitit Kralı 3 bin sonra delil oluyor.
Ki, Zeus…
Deyus olmuştu.
Aynı iddianamede.
Benzer ciddiyet, İzmir’de yaşanıyor…
CHP’li belediyeleri basıyorlar ya, orda.
Alaçatı Belediye Başkanı, zart diye tutuklanıyor, 185 sene hapsi isteniyor. Başkan “niye?” diye soruyor. Telefon konuşmalarını delil olarak gösteriyorlar. Okuyor… “Ne oldu bizim beleşten 145 bin lira” demiş, tutanaklarda öyle yazıyor. “Kardeşim ne beleşi… Ne oldu bizim Beldes’ten 145 bin lira diye sordum, yanlış dinlemişsiniz” diye itiraz ediyor. İnceleniyor. Hakikaten öyle, Beldes’ten yani, belde belediyelerini destekleme fonundan beklenen 145 bin lira var. Kayıtlar tekrar dinleniyor. Beldes demiş, beleş yazılmış. Başkan görevine dönüyor.
Büyükşehir operasyonunda Hüseyin Ercan’ı gözaltına alacaklar, polis gidiyor, Hüseyin Mercan’ı yakalıyor! Hüseyin Mercan, çiftçi… “Banka borcum bile yok, borcum olsa ineğime haciz gelir” diye yalvarıyor, “bırak bu ayaklan” diyorlar. Sonradan Hüseyin Ercan’ın haberi oluyor, polise gidiyor, Hüseyin Ercan’ı gözaltına alıp, Hüseyin Mercan’ı bırakıyorlar.
Eshot’tan emekli Rafet Bayram’ı alacaklar, gidip, adaşı Rafet Bayram’ı alıyorlar. Alınan Rafet Bayram da emekli ama, Eshot’tan değil, albay emeklisi, hiç itiraz etmiyor, kuzu kuzu geliyor… Savcı kimliğine bakıyor, “sen niye geldin?” diye soruyor. Emekli albay “bilmiyorum, herhalde Ergenekon’dan veya Balyoz’dan aldılar diye düşündüm” diyor. Savcı, albayı kovuyor. Orijinal Rafet Bayram’ın haberi oluyor, bakıyor ki kimse gelmiyor, Eshot otobüsüne binip, Emniyet’e gidiyor, nerdesin bu saate kadar” diye fırçalanıyor.
Büyükşehir, emek şenliği yapıyor, Şevval Sam konser veriyor. Müfettişler, konseri organize eden müdüre “neden ihale yapmadın, tek teklif aldın?” diye soruyor… Müdür ne desin, “abi beş tane vok ki, memlekette bir tane Şevval Sam var, neyin ihalesini yapayım?”
Haysiyet celladı gazeteciler “Büyükşehir Belediye Başkanı, parke taşlarım oğlunun şirketinden satın aldı” diye manşet yapıyor. İnceleniyor. Başkan’ın oğlu sadece ihracat yapıyor. Kamuya, belediyelere sattığı tek kuruşluk mal olmadığı gibi, koskoca İzmir’de, rica üzerine sadece bir kişinin evi için maliyetine parke taş verdiği ortaya çıkıyor, o kişi de AKP mebusu. Hani şu meşhur fıkradaki gibi, bizim bakan İsviçre Denizcilik Bakanı’yla tanışıp “sizde deniz yok ki” deyince, İsviçreli “sizde de adalet bakanlığı var” demiş filan… Öyle oluyor.
II. Şuppiluliuma
Adının anlamı “saf kaynaklı, Hitit kralıydı, milattan önce 1207’de tahta çıktı, milattan önce 1178’te öldü. Üç bin sene sonra, 2012’de, Hatay Reyhanlı’nın Demirköprü köyündeki Teli Tayinat höyüğünde heykeli bulundu, Toronto Üniversitesi arkeoloji ekibi tarafından bulunan, bazalt taşından yapılmış, 1.5 metre boyunda ve 1.5 ton ağırlığındaki heykel, fal taşı gibi açılmış gözlerle bakıyordu. Adeta… Türkiye’de olan bitene hayretle bakıyordu!
Veli
18 yaşındayım.
Yeni Asır.
İşe başladığım gün. Gece çalışıyorum. Sabaha karşı iki filan… Kapıdan aradılar.
– Baba geldi.
Koştum telaşla, indim

Sf: 199
Hayırdır?
Hafit çakırkeyif.
Elinde bi kalem.
Bildiğin kurşun kalem.
Bak, dedi…
Kutsaldır bu.
Yazacaksan…
Adam gibi yaz.
Taşıyamayacaksan…
Yol yakınken bırak.
Hepsi bu.
Ömrünü gazete bobinleri arasında tükettiği halde, bir daha asla çalıştığım yerlere uğramadı… Sadece atıldığımda, istifa ettiğimde, yargılandığımda telefonla arardı, sakın ola derdi, hepi topu bi lokma ekmek, bi avuç toprak, geri durma.
Anadolu insanıydı çünkü.
Kriteri testi’ydi…
Çamurla boğuşmaktan korkma.
Yıkarsın elini gider.
Toprağından testi yapılmayana dikkat et.
İnsan mıdır… Hamurunu yokla.
Hiç “keşke” demedim… Sayesinde, nasihatla.
Zor anımızda ailemizi yalnız bırakmayan, eşe dosta, okura yürekten teşekkür ederim. Ve, müsterih olun.
İnanırız biz… Doğarsın. Ölürsün.
Vardığı yerden eminiz. Üzüntü değildir.
“Pişmanlık” tır…
Şu an hissettiğim en yoğun duygu.
İşe güce koşuştururken, bir saniye daha onunla beraber olamadığım kadeh daha parlatamadığımız için… Ha bugün ha yarın Bir kez olsun daha sarılmayı ötelediğim için.
Hayat denilen… Hiçbir yere giden oyuncak trenin, bizsiz de dönebileceğini unuttuğum için.

Sf: 200
Değerli gençler.
Telafisi imkansız çaresizliğin sahibidir bu satırların yazarı… Canını ver, o bir saniyeyi geri alamıyorsun. Baba rahmetliyse, ana vardır, akraba, komşu, arkadaş, illa ki yaslanabileceğin bi omuz vardır.
Kapat gazeteyi…
Hemen şimdi.
Git, o saniyeyi al kardeşim.
Veli Özdil
1937’de Aksaray’ın Amarat köyünde doğdu, aslına bakarsanız 1937’de doğduğu rivayet edilir, çünkü doğum tarihi üç aşağı beş yukarı tahminidir. Sevgili babamın nüfus kağıdında 1 Ocak 1937 yazardı, 1 Ocak bile uydurmaydı. Yaşı 60’ın üstündeki pek çok Anadolu çocuğu gibi, kazık kadar olduktan sonra anca çıkarılmıştı nüfus kağıdı… Sorardık babaanneme mesela, “emmioğlundan iki güz önce doğdu” derdi. Peki, emmioğlu ne zaman doğdu? Hala kızından üç kış sonra! Dolayısıyla, nüfus memurunun marifetiydi, yalandan doğum tarihine sahipti. İlkokuldan sonra İzmir’e geldi, sağda solda çıraklıktan sonra, Yeni Asır gazetesinde şoförlük yaptı, dedemle birlikte Alsancak’taki Kısmet Taksi’yi kurdu, 50 sene direksiyon sallayarak emekli oldu, evlendikten sonra dışardan ortaokulu ve ticaret lisesini bitirdi, 2011’de vefat etti, Urla Iskele’de yatıyor.
Muhtar
Keşan müftüsü izah etti, “Noel baba dürüst adam olsaydı, bacadan değil, kapıdan girerdi” dedi.
Aslında…
Dolaptan girdi.
Buzdolabından!
Hıristiyan filan diyorlar ama, Papa dahil, kimsenin umurunda değildi. Taaa ki, 1930’a kadar… Amerikan zekası Coca Cola, günde 9 milyon şişe satıyor, ne yapsak da daha fazla satsak diye kafa yoruyordu. Şirin bi reklam figürü yaratıp, çocukların ilgisini çekmeye karar verdiler.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:45   #14
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 201
Dönemin en yetenekli iIlüstratörü Haddon Sundblom’la anlaştılar. Amerikan Sanat Akademisi mezunu Sundblom, göçmen bi ailenin çocuğuydu, babası Finlandiyalı, annesi İsveçli’ydi.
Popüler kültürde yeri olmayan, o güne kadar sadece 1863 senesinde, o da sadece bir kez, siyah-beyaz resmedilen hayali kişilik Aziz Nikolas’ı aldı, ak saçlı, ak sakallı, koca göbekli, tonton dedeye çevirdi. Dini tınıdan kurtulmak için, Aziz’i, yani Saint’i attı, kulağa daha arkadaşça geliyor diyerek, Santa dedi, Santa Claus yaptı. Dünya çapında en çok reklam yatırımı yapılan renklere, Coca Cola’nın kırmızı-beyaz-siyah renklerine boyadı, bilekleri beyaz tüylü kırmızı cüppe, beyaz ponponlu kırmızı kukuleta, siyah kemer ve siyah çizme giydirdi. Kendisi İskandinav kökenli ya… Geyikleri ilave etti, çocuksu düşleri gıdıklamak için, bindirdi kızağa, uçurdu.
Coca Cola da satışta uçtu… Gazeteler, dergiler, duvarlar, panolar, el ilanları, her taraf bu sevimli reklam figürüyle donatıldı. Hollywood üstüne atladı, aynı tip’le filmler çevrildi. Ardından icat edilen televizyon derken, popüler kültürün ayrılmaz parçası haline geldi.
Kıssadan hisse’ye gelince…
Noel Baba, kırmızı-beyaz, Coca Cola gibi, aynı zamanda Türk bayrağı renkleri.
Ve bugün, günde 1 milyar 700 milyon şişe satan Amerikan zekası Coca Cola’nın zirvesinde, bir Türk evladı… Zekasıyla, Amerika’da Amerikalıların önüne geçen Muhtar Kent oturuyor.
Müftü hâlâ kapıda.
Bacayı kolluyor.
Ki, yılbaşı gecesi ev ev dolaşmak için sesten üç bin kat hızla uçması gereken ******** içeri sızmasın!
Muhtar Kent
1952’de New York’ta doğdu, babası New York başkonsolomuzdu, Tarsus Amerikan Koleji nden sonra,İngiltere Hull Üniversitesi ekonomi bölümünü bitirdi, 1978’de Coca Cola’ya girdi, 2008’de ceo oldu, 2009’da yönetim kurulu başkanı oldu, 2016 itibariyle bu görevini sürdürüyordu. Babası Necdet Kent, Bangkok, Yeni Delhi, Stockholm, Varşova’da büyükelçilik yaptı, ikinci dünya savaşı sırasında Marsilya başkonsolosuyken, çok sayıda Yahudi ye Türk pasaportu vererek hayatlarını kurtardı, bu nedenle tüm dünyada Türk Oskar Schindler” olarak tanınıyordu, 2002’de rahmetli oldu.

Sf: 202
Nedim
Dün, 28 Kasım’dı.
Değerli arkadaşım…
Nedim’in doğum günü.
1966’da işçi ailesinin evladı olarak gurbette, Almanya’da dünyaya geldi. Bolu Mengen’de, anadan-babadan uzak, anneannesinin yanında büyüdü, okumak için İstanbul’a teyzesinin yanına geldi. Hep tek başınaydı. Taa ki Vecide’yle tanışana kadar… Evlendi, baba oldu.
Kızına, eşinin ismini koymak istedi. Vecide ise, ender görülen, söylemesi hayli güç isminden çok çekmişti; Vecihe, Macide gibi isimlerle karıştırılıyordu, kızımızın ismini Defne koyalım dedi. Nedim öyle düşünmüyordu… Hayatım anlamlı kılan Vecide sayısını arttırmak istiyordu. Eşinin de gönlünü kırmadı, kızma Vecide Defne ismini koydu.
Dünya bi yana…
Vecideler bi yanaydı.
İşiyle evi arasındaki raylarda yaşayan, tren gibi adamdı… Tek istasyonu yuvasıydı. Kendi çocukluğunda hasret yaşayan, kendi çocuğuna asla hasret yaşatmak istemeyen bi babaydı.
Gel gör ki, 19 Eylül.
Kızının doğum günü, ilk kez ayrıydı.
Anne Vecide, her gün olduğu gibi, okula gitti, minik Vecide’yi aldı, evine döndü ki, sürpriz… Nedimciğim, kendisini ziyarete gelen arkadaşlarıyla çoktan doğum günü partisi organize etmişti. Çikolatalı pasta, üstünde not, “seni seviyorum kızım, nice senelere…”
Dilek tuttu Vecide.
Üfledi mumlarını.
İlk kez yanında olamayan babasının hediyesi bebeğe sarılarak uyuyor her gece.

Sf: 203
10 Ekim…
Evlilik yıldönümü.
Gene ilk kez ayrıydılar.
Eşi Vecide açık görüşe gitti, karşılıklı oturdular, merhaba’dan bile önce, Nedim elini cebine attı, kırmızı bi kutucuk çıkardı, ki, sürpriz… Nice senelere aşkım” dedi, minicik tek taş yüzüktü.
Çünkü…
Avukatlarından rica etmiş, avukatlar Vecide,ye sezdirmeden enişteye telefon etmiş, enişte siparişi almış, Vecide’ye çaktırmadan babasına vermiş, kayınpeder o günkü açık görüşe katılmak için illa ısrarcı olmuş, kızıyla beraber Silivri’ye gelmiş, beklerlerken, kayınpeder bi ara gözden kaybolup, cezaevi görevlileriyle konuşmuş, kutucuğu aktarmış, vicdan sahibi görevliler de açık görüşe çıkmadan önce emaneti Nedim’e teslim etmişti.
Kızına, eşine, sevgili…
Organize suç işlemişti!
Ve dün.
Gene ilk’ti, gene ilk kez ayrıydılar.
İşe geliyorum, Radyo D açık, Hakan Gündüz’ü dinliyorum. Pat diye minik bi kız aradı, ben Vecide dedi, babamın doğum günü, şarkı göndermek istiyorum. Hangisi? Nedim’in dinleme imkânı oldu mu bilmiyorum ama, Sezen Aksu’dan şunu hediye etti 8 yaşındaki Vecide…
Oooo yandık desene
Tam topun ağzına…
Durduk desene!
Nedim Şener
1966’da doğdu, İstanbul Üniversitesi iletişim fakültesinden mezun oldu, aynı üniversitede iktisat üzerine yüksek lisans yaptı, mesleğe 1992’de Dünya gazetesinde başladı, 2011’de Milliyette çalışırken, Ergenekon iftirasıyla Odatv davasından tutuklandı, bir sene hapis yatırıldı, Dink Cinayeti, Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat, Hayırsever Terörist, Naylon Holding gibi çok satan kitaplar yazdı, Sedat Simavi Ödülü, Uluslararası Dürüstlük Ödülü, Uğur Mumcu Ödülü, Abdi İpekçi Ödülü, Düşünce ve İfade Özgürlüğü
ödülü aldı, 2016 itibariyle Posta gazetesinde köşe yazıyor, Ergenekon davasından 15 sene hapisle yargılanmaya devam ediyordu.

Sf: 204
Kaşif
Trabzon’da doğdu.
Dedesi kahramandı.
İstiklal harbi şehidi…
Onun adını verdiler
Kaşif.
Babası Öğretmendi.
Halası da öğretmendi, hatta, kendisinin ilkokul öğretmeniydi. Atatürk ilkeleriyle büyütüldü. “Herkes biraz İzmirlidir” derim ya… O da öyleydi. Babası Mithatpaşa Endüstri Meslek Lisesi’ne atanınca, İzmir’e taşındılar, Hatay Nokta durağına… Atatürk Lisesi’ne kaydoldu. Dar gelirli baba, ailesinin geçimini sağlamak için ek iş yapar, marangoz olarak Fuar’da stant kurardı. Gene tayin… Kırklareli Atatürk Lisesi’nden mezun oldu. ODTU’yü kazandı.
Ama, subay olmak istiyordu. İzmir Atatürk Lisesi’nin boks takımındayken burnu kırılmış, vaziyeti idare etmiş, öylesine kaynamıştı. Bu halde olmaz dediler. Ailesinden gizli gizli yattı masaya, ameliyat oldu, düzeltti. Sınava girdi, Kara Harp Okulu’nu kazandı. Bordo Bereli’ydi. Dünya Özel Kuvvetler Şampiyonasında, teçhizatlı koşu, paraşütle atlama, su altı dalışı, keskin nişancılık, hayatı idame, yarma, sızma filan, dünya şampiyonu oldu. Seçkin birlik, Muharebe Arama Kurtarma MAK’ın kurucuları arasında yer aldı. Sayısız subay, astsubay ve özel harekâtçı polis yetiştirdi. Binbaşı rütbesindeyken, Milli İstihbarat Teşkilatı’na geçti.
Madalyaları evine sığmıyordu, bazıları, örnek bir Atatürk kızı olan 75 yaşındaki annesinde duruyordu. Hep vardı ama, hiç yoktu… Babası vefat ettiğinde, yurt dışı görevindeydi, cenazeye katılamadı. Kız kardeşine çok düşkündü, eline doğan yeğeninin düğününe bile gelemedi.
Parayla pulla hiç işi olmadı. Mütevazı bi evi var. Ankara’da.

Sf: 205
Hepsi o… Didik didik ettiler manşetlerden linç edebilmek için, bula bula, anca bi de yazlık bulabildiler. Ki, o yazlık, eşine babasından miras kalmıştı. Tek serveti, 21 yaşındaki oğluydu. Üniversite öğrencisi… 55 senelik ömrü operasyonda geçtiği için, toplaşan, üç sene ya gördü büyüdüğünü, ya göremedi.
Karnında…
Sırtında…
Mermi izi vardı.
İleride belki ama, şu anda size söyleyemeyeceğim yerde yedi.
MİT’in Asya Ülkeleri Daire Başkanvekili’ydi. Özbekistan, Kazakistan, en son Afganistan’daydı. Afgan köylerine Atatürk posteri asarken, “sen teröristsin, gel buraya” dediler. Koşarak geldi. Türk halkı, ilk kez ve son kez, mahkemeye “koşarken” gördü onu… Zımba gibiydi. Çünkü, çocukluğundan beri haftanın yedi günü aralıksız spor yapardı. Her nedense, cezaevinde son görüştüklerinde kız kardeşine vasiyet etti, “ölürsem, beni babamın kucağına koyun” dedi.
Ve, öldü.
Mermi öldürememiş…
Spordan öldü deniyor!
Kaşif Kozinoğlu
1955’te doğdu, Ergenekon kumpasıyla tutuklandı, 2011’de Silivri cezaevinde şehit oldu, Ümraniye Kocatepe’de toprağa verildi. Dokuz aydır tutukluydu, dokuz aydır duruşmaya çıkarılmıyordu, ilk kez mahkemeye getirilecekti, hakim karşısına çıkmasına sadece 13 gün vardı, konuşacaktı, “davanın seyri değişecek” deniyordu. Şak. Kalp krizinden öldüğü açıklandı. O gün itibariyle akp-cemaat eleleydi, “zehirlenerek öldürüldü” iddiasının üzerine gidilmedi, örtüldü, dosya kapatıldı. Akp’yle cemaat’in arası bozulunca, şak… 2014 senesinde, Kaşif Kozinoğlu dosyası “cinayet şüphesi”yle tekrar açıldı, bu kitabın yayımlandığı 2016 itibariyle sonucu hâlâ belirsizdi.

Sf: 208
Nasuh
Kendi Everest’inize Tırmanın.
Nasuh Mahruki’nin kitabı bu.
“Herkes Everest’e tırmanamayabilir ama…
Herkesin tırmanabileceği bir Everest’i vardır” diyor.
Cumhuriyet dediğin…
Nasuh’tur.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:46   #15
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 209
Sadece “bir kişi”nin “her şeyi” değiştirebileceğinin kanıtıdır o… Mustafa Kemal’in “Ey Türk gençliği” diye başladığı hitabeyi anlayan, kavrayan, gerçekleştirendir. Teslim olmayandır. Hatırlayın… Marmara depreminde sadece o ve bi avuç cesur arkadaşı vardı. Memleket acz içinde ağıt yakarken, adeta uzaylı gibi indiler hayatımıza, sakin, bilgili, mütevazı…
Bugün, Van’da görüyoruz, binlerce olmuşlar. Sahte vicdanlar oturduğu yerde dizini dövüyormuş rolü yaparken, elini değil, hayatını taşın altına sokup, gitti sanılan 187 can’ı geri getirdiler.
Basiretsizler coğrafyasının mantığını değiştirdi çünkü Nasuh… Kabiliyetsizler ülkesinin, sırf kabiliyetsizlerden ibaret olmadığını gösterdi. Yüreklendirdi. “Demek ki yapabiliriz”e model oldu. Belediyelerin, itfaiyelerin, hatta silahlı kuvvetlerin bakış açısını değiştirdi.
Ulusal bilinç geliştirdi.
(99’da annesi vefat ettiğinde, Gölcük’te felaket bölgesindeydi, cenazeye gidemedi. Çünkü, oğlum şu anda insan kurtarıyor, bireysel acımızı haber verip dikkatini dağıtmayayım diye düşünen muhteşem bi babanın oğlu o.)
(Osmanlı’da deniz kuvvetleri komutanlığı yapan, sancak gemisinde vuruşurken yanarak şehit düşen, Nasuh oğlu Kaptan-ı Derya Ali Paşa’nın torunu… “Yanarak ölen” anlamına gelen Mahruki soyadını, şeref mirası olarak taşıyan sülalenin evladı.)
(Dünyaya Everest’in zirvesinden baktıktan sonra, gelip İzmir’den kız alması, damadımız olması, biz İzmirliler için hiç de şaşırtıcı değildir, orası ayrı.)
“Maldan mülkten, paradan puldan, candan canandan geçilir, vatandan geçilmez. Vatan lafla sevilmez, eylemle sevilir” diyor. “Vatan sevgisi, sorumluluk almaktır. Dürüst, namuslu yurttaşlar kaçmadan elini taşın altına koymaktır” diyor korkmadan “Türkiye’yi Türkiye’nin kendisinden başkası iyileştiremez” diyor.
Sevgili analar, babalar…
19 Mayıs
23 Nisan
9 Eylül
Bu ruhtur.
Nasuh’lar yetiştirin
Kız, erkek, değerli gençler…
Davranın kardeşim.
Adım atın.
Everest’inize tırmanın.
Nasuh Mahruki
1968’de İstanbul’da doğdu, Bilkent Üniversitesi işletme fakültesinden mezun oldu, 1992-94 arasında Sovyetler Birliği sınırları içinde yer alan 7000 metreden yüksek beş dağa tırmanarak “Kar Leoparı” unvanını aldı, 1995’te Everest’e tırmanan ilk Türk oldu, 1996’da yedi kıtanın en yüksek yedi dağına tırmanarak Yedi Zirveler projesini tamamlamayı başaran dünyanın en genç sporcusu oldu, Kendi Everest’inize Tırmanın, Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir gibi çok satan kitaplar yazdı, 2016 itibariyle AKUT’un yönetim kurulu başkanlığını sürdürüyordu, Sözcü gazetesinde köşe yazıyordu.
Uğur
Van depremle yıkıldı.
3 bin 840 insanımız hayatını kaybetti. Türkiye seferber oldu. Ancak, yardımlar yerine ulaşmıyor, adeta buhar oluyordu. Kış bastırmıştı. Kar fırtınasının savurduğu buz tanecikleri suratlara ok gibi saplanıyor, kurtulanlar kurtulduğuna pişman oluyordu.
O zamanlar TRT’de çalışan değerli ağabeyim Uğur Dündar, bu vahim atmosferde Van’a indi, depremin merkez üssü Muradiye’nin Çaldıran bucağına gitti. Manzara hazindi. Kamyon kamyon yardımlardan eser yoktu. Tir tir titreyen çocuklar, ısınmak için koyunlara sarılıyordu.
Gözleri çukura kaçmış gençten biri yanaştı, selamünaleyküm, aleykümselam, kulağına fısıldadı… Yardımların nerde olduğunu bulmak istiyorsan, Van’a git, Hacı Dodo’yu sor!

Sf: 211
Van’a gitti. Eliyle koymuş gibi buldu. Herkes tanıyordu. Müteahhitti. Gerçekten hacıydı. 60 küsur yaşında. Ak sakallı. Bir değil iki değil, altı defa gitmişti hacca… Hatta, otobüs almış, hacı adaylarını taşıyordu. Dönüşte, yükte hafif, pahada ağır ne kadar kaçak mal varsa, otobüse zulalıyor, yurda sokuyordu. Hacı’ydı ama, Dodo değildi. Lakabıydı bu… Asıl adı “Salih”ti.
Vaziyet anlaşılmıştı.
Bitirim muhitlerinde büyüyen bi haberci için, bu tipler hiç yabana değildi. Gitti Hacı’ya… Kendisini Bitlisli müteahhit olarak tanıttı iyi mi! Uğur Dündar, Norveçli gibi adam, Türkçesi desen, pırıl pırıl… Ama, para hırsı işte böyle bi şeydi. Hacı zokayı yuttu. Çünkü, fıldır fıldır dönen gözleri, sözde Bitlisli müteahhidin masaya koyduğu balya gibi cüzdana kilitlenmişti.
Düş peşime, dedi. Çıkıp, az yürüdüler. Bir depoya vardılar. Açmadı depoyu. Arkasına dolandılar, karlar altında bi yığın…
Eliyle temizledi Haa Dodo, üstünde deprem damgası bulunan cillop gibi keresteler göründü. Tadımlık gösteriyordu… Afet İşleri Müdürlüğü’nün gönderdiği yardım malzemeleriydi. Kereste, demir, çimento, çivi, ne istersen, ne kadar istersen, sen paradan haber ver dedi. Peki ya depodakiler? Çadır dedi, battaniye, yiyecek filan.
35 sene sonra…
2011.
Van gene depremle yıkıldı.
Şu an itibariyle 534 insanımız hayatını kaybetti. Türkiye seferber oldu. Ancak, yardımlar yerine ulaşmıyor. Kış bastırmak üzere, ki… Bi başka “Salih” manşetlerde! Bu da müteahhit… Erciş’te 20 cesedin çıkarıldığı Sevgi Apartmanı’nın müteahhidi… Kendisinin oturduğu dört dönüm, üç katlı, havuzlu, ultra lüks villada çatlak bile yok. Ama, can tatlı, villasına girmiyor. Çim bahçesine, Mercedes ve Audi cipinin yarana diktiği Kızılay çadırında oturuyor. Hem de bi tane kesmemiş, iki Kızılay çadırı kondurmuş!
Sevgi Apartmanı’nda 20 ceset daha çıkarılmayı bekliyor. O anda binada olmayıp kurtulanlar, çoluk çocuk asfaltta nöbet tutuyor, çadır kamyonunun yolunu gözlüyor. Bu arkadaş ise, cipinde uyuması veya parayı bastırıp herhangi bi marka çadır alması mümkünken… Kızılay’dan iki tane indirmiş bile!
Sf: 212
Bana sorarsanız…
İki tanecikle çok ayıp edilmiş.
Resmi devlet töreniyle en az 20 tane çadır vermeleri lazımdı Salih’e.
Çünkü, bu Salih…
Zurna değildir.
Erciş Kaymakamı tarafından plaketle ödüllendirilmiş müteahhittir.
(Plaketi alan Salih’in tam adı Salih “Ölmez”ken… Plaketi veren kaymakamın Ramazan “Fani” olması, lüzumsuz bilgidir, mevzumuzla alakası yoktur. Plaket takdim törenine katılan Erciş Belediye Başkanı’nın, şu anda AKP Van mebusu olması da, tamamen tesadüftür.)
(Salih’in apartmanından cesetleri çıkaran… Kolon bağlantıları yapılmamış, demirler incecik, kolonlar kalın görünsün diye çevresi briketle örülmüş, üstelik dere kumu kullanılmış, diyen Siemens Arama Kurtarma Ekibi ise, olsa olsa, müfteridir.)
Dolayısıyla, düşünüyorum da, Uğur Dündar’ın ekranları bırakması memleket için gayet iyi oldu… Uğur Dündar’lar olmasın ki, hayırlara vesile olsun, meydan Salih’lere kalsın.
Uğur Dündar
1943’te İstanbul’da doğdu, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi, 1970’te TRT’ye girdi, Arena isimli haber programıyla, hem televizyon tarihimize damgasını vurdu, hem de soruşturmacı gazetecilik kavramını yarattı, Show, Kanal D, Atv, Star, CNNTürk televizyonlarında çalıştı, Star televizyonu haber grup başkanlığı yaptı, 300’ün üzerinde ulusal- uluslararası ödül kazandı, Akp döneminde özel televizyonlarda ekrana çıkması adeta yasaklandı, ambargo uygulandı, iyi Uykular Sayın Seyirciler, Pazarlık Yok, Vah Ülkem Vah gibi çok satan kitaplar kaleme aldı, 2016 itibariyle Halk tv’de Halk Arenası’nı hazırlayıp sunuyor, Sözcü gazetesinde köşe yazıyordu.

Sf: 213
Volkan
Ve, dava açtılar Volkan Konak’a.
Üç yıla kadar hapsini istiyorlar.
Ha bu da madalya olsun…
Adam gibi adam’a.
Kıllanıyorlardı nicedir…
Ses yasağı yüzünden konserini yarıda kesmek zorunda kalınca, dellenip, “mekan benim olsa, denizden gelip ses ölçenleri denize atardım” demesini fırsat bildiler. Davayı yapıştırdılar.
“Sanatçık” olmadı çünkü o.
Sanatçı olmakta ısrar ediyor
“Sanatla uğraşan insan, dalkavuk olmamalı” diyor. Kula kulluk edeni, ülkesinin işgal edilmesini umursamayanı, bağımsızlığın kıymetini bilmeyeni “sığır”a benzetiyor.
“Mustafa Kemal’i sevmeyenle ahbaplık etmem” diyor. “Neymiş, bazıları Anıtkabir’i ziyaret etmiyormuş, aman etmesinler, onlar girerse Anıtkabir’i dezenfekte etmek lazım” diyor.
“Türküleri gibi asil Anadolu insanını kullanan, ırkçı, dinci faşistler beni dinlemesin” diyor. “Yere tüküren, kadın döven, ambulans geçerken tüyleri diken diken olmayan, dinlemesin.”
Saraylara yılışmıyor. Mertçe söylüyor. Söylemediği sözleri, sanki söylemiş gibi yazıyor tetikçiler… İftira atıyorlar. Hedef haline getiriyorlar. Gülüyor… “Kayanın arkasına saklanıp ateş edercesine” diyor.
Pes etmek yok kitabında. “Karamsar olmayın, çok kalabalığız, bu tipler çürüyen diş kadar kısa ömürlü” diyor.
Parayla satın alamıyorlar onu… “Al şu balyaları, reklamımızda oyna” dediler, “yürüyün anca gidersiniz” dedi. Yunus Emre’nin “paylaştığın senindir, biriktirdiğin değil” felsefesiyle yaşıyor. Babasını kaybetmiş 50 yetim çocuğu okutuyor. “Babaları yoksa, amcaları olurum” diyor.
Sen kalem ol
ben de kağıt
yaz beni yarim yarim
çiz beni yarim yarim
çöz beni yarim diyor
off diyor offf.
E hapis istenir tabii ona…
Ha bu dava da madalya olsun adam gibi adam’a.

Sf: 214
Volkan Konak
1967’de Trabzon’da doğdu, İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarını bitirdi, aynı üniversitede halk müziği üzerine yüksek lisans yaptı, Karadeniz müziğini evrensel formlarla buluşturdu, “Kuzey’in Oğlu” sıfatıyla tanındı, Efulim, Şimal Rüzgarı, Maranda, Mimoza Çiçeğim, Lifor gibi rekor satışlara ulaşan albümlere imza attı, ilkokuldan üniversiteye kadar her sene 50 den fazla öğrenciye burs veriyor, okutuyor, Çernobil felaketinden sonra babasını kanserden kaybetti, bölgedeki kanser artışına karşı halkı bilinçlendirmek için çalışmalar yürüttü, 2016 itibariyle, Karadeniz’de Kanser Araştırma Hastanesi kurulması için özel çaba harcıyordu.
Bernard
New York’a ilk Celal Bayar gitmişti, Waldorf Astoria’da kalmıştı. Adnan Menderes, Süleyman Demirci, Turgut Özal, Tansu Çiller, hep Waldorf Astoria’da kaldılar.
Tayyip Erdoğan sevmiyor Waldorf Astoria’yı… Ritz Carlton’da kaldı, St. Regis’te kaldı, en çok The Plaza’da kaldı. Beatles da orada kalırdı. Marilyn Monroe jartiyerli pozunu orada verdi. Onassis beş çayına oraya gelirdi. Sex and the nin, Gossip Girl’ün bazı bölümleri orada çekildi. Başkan Nixon’m kızı orada evlendi. En dandik odası 1.200 dolarcık, süitleri 20 bin dolarak… Her şey dahil değil maalesef, yersen, tabağı 400 dolarcık… Muslukları altın, 24 ayar, odalarını Versace tasarladı, Louis XV’don esinlenmiş, koltuk moltuk antika, bornozları altın sırmalı… “Ya araklanırsa?” derseniz, sıkmayın canınızı, otel müdürü gülümseyerek “üstünde amblemimiz var, reklamın iyisi kötüsü olmaz” diyor. Başbakanımız gibi, Cumhurbaşkanımız da The Plaza da kalıyor. Sahibi Suudilerdi. İsraillilere satıldı.

Sf: 215
Sanırım o nedenle, bu sefer The Plaza’da kalmadı, The peninsula’yı tercih etti Başbakanımız… Ancak, kadere bak, Obama’yla mecburen Waldorf Astoria’da görüşmek zorunda kaldı.
Başbakanımız gibi, Bülent Ecevit de sevmezdi Waldorf Astoria yı… The Westbury de kalırdı. Ancak, kadere bak, bi gün onun volu da Waldorf Astoria’ya çıktı. Sene 1976’ydı.
Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ikinci yıldönümünü kutladığımız gün, MTA Sismik-1 Hora, petrol aramak için Ege’ye açıldı. Ve, tarihi rest çekildi: “Yunanistan müdahale ederse, vururuz!”
1942 modeldi Hora… 55 metre boyunda, 9 metre enindeydi. İhtilaflı sularda petrol aramak için Norveç gemisi kiralamıştık. Yunanistan bastırınca Norveç kıvırmış, kaçmıştı. Kendi göbeğimizi kendimiz kesmeye karar vermiş, teknolojik cihazlarla donatıp, Ege’ye salmıştık.
Türk ve Yunan orduları teyakkuza geçmişti. Çatışma an meselesiydi. Kaddafi, Ankara’ya mesaj gönderip “Libya’ya ait Mirage savaş uçakları Türk Hava Kuvvetleri’nin emrindedir”
demişti.
Başbakan, Demirel’di. Ancak, işin adresi belliydi. ABD Başkanı Gerald Ford, başbakanı değil, Bülent Ecevit’i Beyaz Saray’a davet etti. Kıbrıs Fatihi’ni ikna etmeye çalışacak, ağzını burnunu dağıttığımız Yunanistan’ı daha fazla hırpalamamamızı rica edecekti. Diplomatik mesajlar çoktan verilmişti zaten… Ege’ye çıkmanıza karışmayacağız, Hora’ya kimse dokunmayacak, istediğiniz yerde petrol arayabilirsiniz, yeter ‘ki yeni bi savaş çıkarmaya kalkmayın.
Ecevit kabul etti. İlk durağı, New York’tu. Dedim ya, Waldorf Astoria’yı sevmezdi, The Westbury’ye yerleşti. Türk iş adamlarının vereceği yemeğe kalacak, sonra Washington’a geçecekti. Kaderin cilvesi olsa gerek, onuruna verilen yemek, Waldorf Astoria’daydı.
Geldi Waldorf Astoria’ya, lobiye girdi, işte o anda olanlar oldu… Stavros Psihopedrisdes isimli Kıbrıslı Rum, tabancasını çıkardı-toplu Smith Wesson- geberrr diye bağırarak, Ecevit’e doğrulttu, ölüm, salise kadar yakındı, hayat, adeta film şeridi gibi donmuştu. Bernard Johnson hariç… Siyahi FBI ajanı Bernard, merminin üstüne atladı, tetiği çekemeden Stavros’u yıktı.

Sf: 216
Şok üstüne şok yaşanıyordu, çünkü, Bernard yere yıktığında Stavros’un kolu koptu! En azından herkes öyle sandı. Meğer… EOKA militanıymış, barış harekâtımız sırasında el bombası fırlatmaya çalışırken, elinde patlamış, kolu kopmuş, takma kol kullanıyormuş iyi mi.
(28 yaşındaydı Stavros… Atina derhal “CIA ajanı” olduğunu iddia etti. Soruşturmada Yunan İstihbaratının adamı olduğu ortaya çıktı. Bir ay önce New York’a gelmiş, bir gün önce Park Lane Hotel’de kasiyer olarak işe başlamıştı. Güya yargılandı… Rum lobisi devreye girdi, bir sene bile yatmadan, 100 bin dolar kefaletle bırakıldı, yırttı. Sonra ne oldu bilmiyorum.)
(Ecevit, memlekete döner dönmez ilk iş, Bernard’ı davet etti. Bernard, ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’ın özel izniyle geldi.
Önce İstanbul’u gezdi, ardından başkente geçti. Ecevit, hayatını kurtaran Bernard’ın onuruna, Ankara Marmara Oteli’nde yemek verdi. Sarılıp, öpüştüler, uğurlandı. 23 sene sonra, 1999’da… Ecevit, başbakan olarak gene New York’a gitti. Hiç hazzetmediği halde, inadına, Waldorf Astoria’da kaldı. Türkevi’ne konferansa gittiğinde, kendisini acı-tatlı sürpriz bekliyordu. Bernard oradaydı.. Terfi etmiş, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın New York Güvenlik Başkanı olmuş ve Ecevit’i ziyarete gelmişti. Sarıldılar, sohbet ettiler, korkunç hadiseyi kahkahalarla andılar, ayrıldılar. 7 sene sonra, 2006… Ecevit vefat etti. Rahşan hanıma gönderilen taziye mesajları arasında, emekliye ayrılmış olan Bernard Johnson’ın satırları vardı: Büyük bir insanın ölümünü öğrenmekten dolayı derin üzüntü içindeyim, size ve Türk milletine başsağlığı dilerim…)
Oofff of.
İnisiyatif bizdeydi.
Kıbrıs bizimdi.
Petrolü biz arıyorduk.
Ve bugün… Başbakanımızla aynı Waldorf Astoria’da buluşan Obama “sakın ola Rumlara dokunmayın” dedi. Çünkü, otel aynı otel ama, petrolü arayan biz değiliz maalesef. AB üyesi Rumlar.
Bizi sorarsan… Taa 1976’nın bile öncesine döndük, petrol aramak için gene ve hâlâ Norveç gemisi kiralamaya çalışıyoruz!
Bernard Johnson
Türk siyaset tarihinde en çok suikast girişimine uğrayan kişi, Bülent Ecevit’ti. Her suikastın perde arkasında, ABD istihbaratının Türkiye’deki maşaları olduğu iddia edilirdi. Kaderin cilvesi… Ecevit’i en ölümcül saldırıdan FBI ajanı kurtardı. Bernard Johnson, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın güvenlik bölümünde genç bir memurdu, Frederick Locker ve George Mitchel’le birlikte Ecevit’i koruyorlardı, bu saldırıda gösterdiği üstün cesaret ve dikkat üzerine, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın New York’taki güvenlik şefi oldu, 2002’de emekli oldu.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:48   #16
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 219
Metin
Hopa İlçesi
Kemalpaşa Beldesi
Köyün adı Dereiçi
Gene böyle bi haziran
Hoşgeldin bebek…
Çileye hazırlan.
Bembeyaz ekmeğini kapkara maden ocaklarından çıkaran babanın, ilk evladıydı. İlkokul köyde. Ortaokul beldede. Ya lise? O yok. Artvin’e gitmesi lazım. Ona da para yok. Henüz 13 yaşında gurbete çıktı. Taa Batman’a gitti. Amcasının yanına. Meslek lisesi okudu. Elektrik. Üniversite sınavına girdi. Zonguldak Maden Teknik Okulu’nu kazandı. Dört sene okusa maden mühendisi olacak… Dalga mı geçiyorsun? Nasıl kalacak orada, hangi parayla? Rize’ye gitti. Öğretmen Okulu’na yazıldı. Neden Rize? Kendinden sonra dünyaya gelen ikiz biraderleri Rize Ticaret Lisesi’ne gidecekti. Babaları maden ocağından emekli olmuş, ek gelir için balıkçılığa başlamıştı ama, yetişemiyordu. Ailenin en büyük oğlu olarak, masraflara omuz vermesi gerekiyordu. Çaykur’a girdi. Ev tuttu. Kardeşlerini yamna aldı. Bi yandan çalıştı, bi yandan okudu, bi yandan kardeşlerini okuttu. Öğretmen oldu, ilk görev yeri? Konya’nın Bozkır İlçesi’ne bağlı bi köy… Gitti. 1980. Haşırt, darbe oldu. Solcu dediler, tutuklandı. Yattı. Çıktı. Sürüldü.

Sf: 220
Sivas’ın Suşehri ilçesi’ne bağlı bi köye tayin oldu. Bunun burda ne işi var dediler. Gene sürüldü. Bu sefer, Sivas’ın Kangal ilçesi’ne bağlı bi köy… Soruşturma açıldı. Aklandı. Dava açıldı. Kazandı. Doğru bildiğini söylemekti tek suçu… Âşık oldu. Evlendi. Eşi de öğretmendi. Rize’de. Eş durumundan Rize’nin Derepazarı ilçesi’ne tayin oldu. Soruşturmalar, davalar, boğuştu, hepsinden haklı, hepsinden tertemiz çıktı. Evladı oldu. Ulaş. Okuttu. İzmir’e, Ege Üniversitesi İşletme’ye gönderdi. Emekli oldu. Taksitle iki göz oda, ev aldı. Tapusunu eşinin üstüne yaptı. Hayatı boyunca parasızlık çekmiş, parayla hiç işi olmamıştı. Ödenmeyeceğini bile bile arkadaşlarına kefil olup, ödediği borçların haddi hesabı yoktu. Hiç otomobili olmadı mesela. Öğretmenliğini yaptığı çocuklardı onun serveti. Bi de Tukaş… Köpeği. Yavruyken getirmişlerdi. Tukaş salça kolisinde… Güldü, e adıyla beraber gelmiş, Tukaş olsun bunun adı
dedi. Can yoldaşıydı. Avcıydı çünkü. Ama, avcılığı da bi acayipti. Vuran değil. Kurtaran. Yaralı geyik buldu, evine getirdi, tedavi etti, doğaya saldı, yaban hayatı koruma derneklerinden sayısız örnek ava ödülleri kazandı. Atmaca beslerdi. Büyütür, bakar, günü gelince özgürlüğe uçururdu, hiçbir canlı tutsaklık yaşamamalı derdi. Çevreciydi. Artistlerinden değil. Aktiflerinden. Derelerin üzerinde santral kurulmasına karşıydı. Vatan topraklarının ona buna peşkeş çekilmesine itirazı vardı. Kahvede oturup dedikodu yapmak, aman bana dokunmayan yılan bin yaşasın demek, ona göre değildi. Tırsmaz, meydan okur, yüreğini ortaya koyardı. Gözüne gaz sıktılar. Yerli malı gaz. Gaz işi ince iştir, ayarını kaçırırsan öldürür dedik, anlatamadık. Öldürdüler. Öldü. Hayatı boyunca doğruları savundu, doğrulan söyledi, ölümünün ardından, ölümüyle ilgili olarak bile “yalan” söylediler… Astımmış dediler. “Meğer astımmış ondan ölmüş” diye yazan gazetecilerden biri çıkıp da “hayatı boyunca doğada yaşamış bir insan, nasıl olur da astım olur, a be ********ler” demedi. Diyemedi. Çünkü, gazeteci diye ortalıkta dolaşan tiplerde, bu memleketin çocuklarına öğretmenlik yapan onurlu, namuslu, dürüst insanlara karşı, Tukaş kadar vefa yok… Öğretmen öldüğünden beri yemiyor içmiyor Tukaş, bugün yarın o da kahrından gidecek gibi görünüyor.
Hopa İlçesi
Kemalpaşa Beldesi
Köyün adı Dereiçi
Başladığı yerde, bitirdi.
Öğretmen toprağa verildi.
Gene öyle bi haziran…
Uğurlar ola adam gibi adam.
Metin Lokumcu
1957 de Hopa’da doğdu, 2011’de, Tayyip Erdoğan’ın Hopa mitinginin öncesinde biber gazıyla öldürüldü. Trabzon Adli Tıp Kurumu’nun hazırladığı ön otopsi raporunda açık açık “biber gazının tetiklemesi sonucunda gerçekleşen kalp krizinden ölüm” diye yazıldı. Sonra bir rapor daha yazıldı, biber gazı örtüldü Tayyip Erdoğan “bir tanesi kalp krizinden ölmüş, üzerinde durmaya gerek duymuyorum” dedi!

Sf: 227
Tunç
2012.. .
Atatürkçü subaylar darbeci, terörist, casus diye içeri tıkılırken… Tayyip Erdoğan mecliste kürsüye çıktı, 20 Nisan 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinden bir kupür gösterdi, “bak belge konuşuyor, CHP iktidarında camiyi ahır yaptılar” diye bağırdı.
Ayakta alkışlandı.
Kupürün başlığını göstermişti.
Haberi okumamıştı.

Sf: 228
Kameralara sallaya sallaya gösterdiği kupürün başlığında, “bu ne insafsızlık, Seferihisar da tarihi cami ahır yapılmış yazıyordu.
Peki, haberin içinde ne yazıyordu?
Aynen şunlar yazıyordu:
“Seferihisar’ın Hereke köyünde bir cami tahrip edilmiş ve ahır haline getirilmiştir. Müze müdürü, tahkikat yapmıştır. Verdiği malumata göre, kütüphane ve medresesi vardır. Kütüphanesinden eser kalmamıştır. Evren oğullarından Kasım tarafından inşa ettirilmiştir. Üstündeki Arapça yazıya göre, 641 yıllık olduğu anlaşılmıştır. Osmanlı-Türk stilindedir. Tahribata rağmen, geriye kalan kısmı muhafaza edilirse, kıymettir.”
Yani?
Caminin ahır haline getirilmesiyle CHP döneminin, Atatürk’ün filan alakası yoktu. Camiyi ahır haline getiren, Yunan işgali sırasındaki vandallıktı. İşgal yıllarında bölgede hiç Türk kalmamışta. Türklerin yokluğunda caminin ahır haline getirildiğini tespit eden, bu bilgiyi Cumhuriyet gazetesine veren, İzmir Müze Müdürü’ydü.
Zaten ortada cami falan kalmamıştı. Metruk haldeydi. Minaresi yoktu. Sadece antik ören yerlerinden araklanarak monte edilmiş sütun duvarı ayaktaydı. Bölgede arkeolojik sayım yapan İzmir Müze Müdürü, bu antik sütun sayesinde caminin kalıntılarını farketmişti.
Antik bölge olduğu için, müze müdürü tarafından tespit yapılmıştı. Cami ibadete açık olsaydı, 1936’da ahır yapılsaydı, tee 1924’te kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından tespit edilirdi. Diyanet’in haberi bile yoktu. Çünkü yıllardır cami olarak kullanılmıyordu.
Üstelik…
“1936 da Mustafa Kemal döneminde ahır yapıldı” denilen cami, tam tersine, 1936 da Mustafa Kemal döneminde yeniden cami haline getirilmişti. Kasım Çelebi Camisi… Metruk halde bulunmuş, revakları temizlenmiş, minaresi onarılmış, ibadete açılmıştı. (O caminin bulunduğu köyün ismi, Düzce… Küçücük, şirin bir köydür. Eski adı Hereke’ydi. Heraklia antik kentinin üzerine kurulduğu rivayet edilir, ismi ordan gelirdi. Osmanlı döneminde nüfusunun yüzde 70’i Rum’du. İşgal sırasında hiç Türk kalmadı. 1922”de Yunan denize döküldü, Seferihisar kurtuldu ufak ufak göç ettik, yeniden yerleştik. Yanmış, yıkılmış, harabeydi.
60’lı yıllarda ismi Düzce diye değiştirildi. Sit alanıdır. Hepsini nereden biliyorsun derseniz… İzmir çocuğuyum. Menderes döneminden beri papağan gibi tekrarlanan “camiyi ahır yaptılar” yalanı, kanıma dokunuyordu. Araştırdım. Külliyen iftiraydı. O gösterilen kupürün sadece bu ne insafsızlık” tarafı doğruydu. Çünkü, Atatürk ün camiyi ahır yaptırdığını söylemek, hakikaten insafsızlıktı.)
O zamanlar Hürriyet’te çalışıyordum, gerçeğin böyle olduğunu yazdım. Gazeteler ve televizyonlar Seferihisar’a üşüştü. Yandaş medya öylesine zehirlenmişti ki, Atatürk’ün camiyi ahır yaptığına hiç tereddütsüz inanıyorlardı. Düzce köyü sakinleriyle konuştular, yazdıklarım elbette doğruydu, tırıs tırıs geri döndüler, cami gerçeğinden tek kelime haber yapmadılar.
İsim vermeye utanırım ama, anlı şanlı ağabeylerimiz, duayen gazetecilerden bile telefon edip “yazdıkların doğru mu?” diye sorma gafletinde bulunanlar olmuştu. Tayyip Erdoğan söyledi ya, hiç sorgulamadan inanıyorlardı.
Halbuki, ortalama zekaya sahip herkes, kendine şu soruyu sorabilirdi… Madem böyle bir iş yapacaksın, taaa İzmir’e gidip, taaa ilçesine gidip, taaa köyüne gidip, ordaki camiyi mı ahır yaparsın? Dini duyguları aşağılamak için böyle bir saçmalık yapacaksan, herkesin görebileceği yerde yapmaz mısın?
Ve, o günkü yazıma bir not daha ilave etmiştim…
“Seferihisar’daki o tarihi caminin tarihi medresesini yeniden açmak da CHP’ye nasip oluyor. Seçimi ezici üstünlükle kazanan CHP’li belediye başkanı Tunç Soyer, Kasım Çelebi Camisi’nin medresesini restore ettiriyor. Proje hazırlandı, Anıtlar Kurulu’na sunuldu, Anıtlar Kurulu’ndan onay çıkar çıkmaz inşaatına başlanacak” demiştim.
Tunç Soyer kim biliyor musunuz?
45 sene önce, 1971…
Hava albay Nurettin Soyer, 12 Mart döneminde sıkıyönetim savcısı’ydı. Kestanepazarı’ndaki vaazlarıyla İzmir de ufak ufak çevre yapmaya başlayan Fethullah Gülen hakkında iddianame hazırladı, “laikliğe aykırı olarak, devletin hukuki nizamlarını dini esaslara uydurmak amacıyla cemiyet tesis etmek”ten dava açtı, üç sene hapis cezası almaşım sağladı. Fethullah Gülen yedi ay yattı.
Askeri savcı Nurettin Soyer, Fethullah Gülen’in dönüşebileceği tehdidi taaa 45 sene önce, ilk tespit eden kişiydi. Müthiş öngörüydü. “Devlet düzenini dinci esaslarla değiştirmek için örgütleniyor” dediğinde… Fethullah Gülen henüz ışık evlerini bile açmamıştı, işin başındaydı, tehlikeli hayallerinin arifesindeydi. Sonradan yol verilmeseydi, Türkiye Cumhuriyetinin başına bunlar gelmeyecekti. Askeri savcı Nurettin Soyer’in açtığı dava, Fethullah Gülen’in ömrü boyunca hüküm giydiği tek dava oldu.
Tunç Soyer…
İşte bu askeri savcı Nurettin Soyer’in oğlu.
Kaderin cilvesi mi desek, Allah’ın tokadı yok mu desek, bilemiyorum.
Senin beğenmediğin dönemin sıkıyönetim savcısı, havacı albay, Fethullah Gülen’i hapse tıkacak… Senin yönettiğin dönemde, havacıların elebaşı olduğu subaylar, seni hapse tıkmak için, Fethullah Gülen adına darbe yapmaya kalkacak.
Senin beğenmediğin dönemin askeri yargısı, Fethullah Gülen’e dava açacak… Senin yönettiğin dönemin askeri yargısı Fetocu çıkacak.
Camiyi ahır yapanlar, şimdi de cami bombalayacak dediniz…
Camiyi bombalayanın da, TBMM’yi bombalayanın da kim olduğunu gördük.
“Türkiye laiktir laik kalacak” dediğimiz için, bize dinsiz dediniz…
“Alnı secdeye eriyor” dediğiniz heriflerin ne mal olduğunu gördünüz!
Dolayısıyla…
Fethullahçılarla imam nikahlıyken Atatürk’e hakaret edenlerin, şimdi Akp genel merkezine devasa Atatürk posteri asması elbette takdir edilecek bir özeleştiridir ama, yetmez… Aynı meclis kürsüsüne çıkıp, Atatürk’ün manevi şahsiyetinden özür dilemeleri gerekir.
Tunç Soyer
Ankara’da doğdu, Ankara Üniversitesi’nde hukuk okudu, İsviçre Webster Koleji’nde ve Dokuz Eylül Üniversitesi nde uluslararası ilişkiler ve Avrupa Birliği üzerine iki yüksek lisans yaptı, 2009 ve 2014’te Seferihisar belediye başkanı seçildi, uluslararası yerel kalkınma modeli “sakin şehir” hareketini Türkiye’ye getirdi, sosyal demokrat belediyeler birliği genel
başkanı oldu.

Sf: 254
Tuncay
“Bakterilerden kurtulmak için yatağınızı yastığınızı iki günde bir sirkeyle silin. Çöpünüzü biriktirmeyin, böcek gelir. Çöp poşetinin altına ıslak gazete kağıdı koyun, kokuyu alır.”
Sf: 255
“Çamaşır yıkamak için iki yöntem var, topukmatik ve petmatik Elinizle çitilerseniz, cılk yaralar açılıyor. Ayaklarınızla girin leğene, tepinir gibi yıkayın. Topukmatik’ten sonra ayaklarınızı iyi durulayın, yoksa egzama oluyor. Çoraplarınızı beş litrelik pet şişeye sokun, deterjan ilave edin, kapağını kapatın, çalkalayın, pınl pırıl oluyor, petmatik de bu.”
“Spor yapın, günde 10 bin adım atın. Havalandırma 13 adım uzunluğunda, 6 adım eninde… Ortalama hızla 2.5 saat sürüyor.”
“Süzme yoğurdu çok severim. Atletimin kol kısımlarım düğümlüyorum, torba haline getirip, yoğurdu içine döküyorum, altına leğen kovup, pencereye asıyorum, iki gün sonra hazır.”
“Haftada 10 dakika telefon hakkınız var, süre biter, kelime bitmez, son sözünüz hep ağzınızda yarım kalır. Seni seviyorum’u en önden söyleyin, sonra içinize dert olmasın”
“Bol bol yazın. Yazmak konuşmak gibidir. Karşınızda kimse olmasa bile, kendinize anlatın. Mektup almak iyidir. Üstünü örttüğünüz kendinize, kendi mektuplarınızı gönderin.”
“Ortak alanda maç seyrederken, taraftarlık ölçüsünü kaçırmayın. İçerisi de dışarısı gibi, kavga çıkıyor. Şişlenmeyin, jiletlenmeyin.
“Tıraşınıza özen gösterin. Karşılıksız çek ve banka borcundan tutuklu berberler çok başarılı.”
“Maarif takvimi bulundurun. Her gece törenle yırtın. Geçen, sizin ömrünüzdür, atlamayın!”
“Bayramlara evinizdeki gibi hazırlanın, şekerinizi çikolatamzı hazır edin, yan koğuşlara atin.
“Tespih çekin. Sakın sallamayın. Racona ters, hakaret olarak algılanıyor. Sigara içmeseniz bile, bulundurun, para yasak, değiş tokuşlu alışverişte para yerine geçiyor.’
“Kalorifer yetersiz. Isıtıcı yasak. Nevresimi battaniyeye tela yapın. Üstüne bir nevresim daha geçirin. Hem battaniyenin tüyünden kurtulursunuz, hem de battaniye yorgan hissi verir.”
Sf: 256
“Rutubetten korunun. Başucunuzdaki duvarı battaniyeyle kaplayın Ekstra battaniyeye izin vermezlerse, seccade alın, ona izin veriliyor. Çivi yasak. Diş macununuzla duvara yapıştırın, kuruyunca öyle sağlam tutunur ki, şaşarsınız.”
“Toprak yok. Her yer beton. Duvarları yosun kaplıyor. Temizlemeyin. Yeşili orda görün.”
“Duruşma salonunda fesleğen verdiler, bayılırım. Ama içeri sokmak yasak. Üç dalını gömlek cebime koydum, ceketimle örttüm, x-ray’den geçti, elle aramada farkedilmedi. Getirip, pet şişeden vazoya koydum. Gördüler, ses etmediler. Aspirin attım suyuna… Dayanamadı.”
“Tecrübe kazanınca hücremde sera kurdum! Öğrendim ki, cezaevinin toprağı çay’dır. Çayı al, beş litrelik pet şişeyi yarısından kes, saksı yap, tabanına gazete kağıdı yerleştir, altına delik aç, çayı saksıya doldur, soğan ek, sarımsak ek, sula… Fesleğen ektim böyle, yaşadı. Seracılık faaliyetime devam ediyorum. Taze soğan yiyorum, sarımsak yiyorum.”
“Gübre takviyesi şart… Kuşları pencere önlerine, havalandırmaya alıştıracaksın, ekmek kırıntısı serpin, gelirler. Onlar cıvıl cıvıl beslenirken, siz onların pisliğini toplayıp çaydan toprağa koyacaksınız. Ama fazla koymayın, fazlası bitkilere zarar veriyor, çürütüyor.”
“Örümcekle dost olun. Ağlarını sakın temizlemeyin, sineği uzak tutar. Benim pencerenin önünde iki tane siyah kabadayı örümceğim var, sivrisineklerin korkulu rüyası… Karıncaya dalaşmayın. Şeftali aldım kantinden, dolaba koymayı unuttum, iki kilo şeftaliyi bir gecede götürdüler. Geceleri baykuş geliyor, iyi oluyor, fareler kaçıyor. Güve’ye arı’ya dikkat edin.”
İlaçlarınızı düzenli alın. Mutlaka vitamin alın. Aman hastalanmayın. Hastalandınız… Acil alarm butonuna basın, bağırın, gürültü yapın, sedyeyle çıkarılmanız en erken 30 dakika… Siz siz olun, saat 17.20’den sonra sakın kalp krizi filan geçirmeye kalkmayın, anca ölünüzü bulurlar.”
“Mantar, ishal, kabız, cilt rahatsızlığı, enfeksiyon, depresyon, tansiyon, şeker, böbrek yetmezliği, kalp, dolaşım bozukluğu, diş eti çekilmesi, duyma bozukluğu, karaciğer, mide, kas-eklem rahatsızlığı boyun-bel fıtığı, romatizma, neticede kanser… Bu
hastalıklar sırayla sizi bekliyor, hazırlıklı olun.”
Sf: 257
“Ben mesela, aniden sararmaya, yaralar dökmeye başladım. Revire kaldırıldım, kimi zehirlendiğimi, kimi siroz olduğumu, kimi portakalı fazla kaçırdığımı o yüzden sarardığımı, kimi de psikolojik olduğunu söyledi. Hastaneye sevk edildim, tetkik üstüne tetkik, teşhis konulamadı.”
Tuncay Özkan’ın hapiste Yatacak Olanlara Öğütler isimli kitabından bu satırlar… 2012’de Silivri’deyken yazmıştı. Bu koşullarda altı sene yattı, bir avuç namuslu insan haricinde, kimsenin ruhu bile duymadı.
Ve iftira sürecinde gıkını çıkarmayan haysiyetsiz medyamız, şimdi olan biteni sanki ilk defa duyuyormuş gibi yazıyor… “Tuncay Özkan’ın Silivri koşullarında hasar gören karaciğerine kök hücre tedavisi uygulandı, biyopside böcek ilacına rastlandı, üç ay boyunca evinde karantinada kalacak, maskeyle dolaşacak, kimseyle temas etmeyecek” filan.
“Ciğeri beş para etmeyenler”in bu kadar baş tacı edildiği ülkede… Namuslu yurtseverlerin ciğeri bi yere kadar dayanabiliyor maalesef.
Tuncay Özkan
1966’da Ankara’da doğdu, Gazi Üniversitesi’nde gazetecilik okudu, mesleğine Hürriyet grubuna ait Hürgün gazetesinde başladı, Cumhuriyette ve Uğur Dündar’ın Arena programında çalıştı, Kanal D ve Show Tv’nin haber yayın yönetmeni oldu, Radikal, Milliyet, Akşam’da köşe yazdı, Çukurova grubu’nun medya grup başkanı oldu, Kanaltürk televizyonu’nu kurdu, bu kanalı Akın İpek’e sattı, 2007’deki Cumhuriyet mitinglerinin
düzenleyicilerinden oldu, 2008’de Yeni Parti’nin genel başkanı oldu, üç ay sonra Ergenekon’dan tutuklandı, beş sene hapis yattı, müebbet hapse mahkum edildi, Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla tahliye edildi, 2015 seçimlerinde CHP’den İzmir milletvekili oldu, Silivri koşullarında karaciğeri hasar gördü, Almanya’ya kök hücre tedavisine gitti, karaciğerinde böcek ilacına rastlandı, Silivri’deyken zehirlendiği iddia edildi, 2016 itibariyle hem yargılanması, hem tedavisi devam ediyordu.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:49   #17
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil

Sf: 260
İzzet Baysal
İzzet Baysal 2000 yılında, 93 yaşında vefat etti, kendi arzusu üzerine, bakanlar kurulu kararıyla, Abant izzet Baysal Üniversitesi’nin Gölköy kampüsündeki anıt mezara defnedildi. İzzet Baysal’ın yeğeni, İzzet Baysal Vakfı Başkanı Ahmet Baysal, onuncu yıl marşı’nı yasaklatmaya kalkışan milli eğitim müdürünün de bulunduğu toplantıda, şu tokat gibi konuşmayı yaptı: “Okullarda Onuncu Yıl Marşı yerine Mehter Marşı çaldırmak istiyorlar, mehter marşında üç adım atılır, bir adım durulur, Onuncu Yıl Marşı’nda ise Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri’dir, kimsenin şüphesi olmasın ki, Türkiye’nin bugünkü büyüklüğünde ilk 10 yıl hamlesinin payı çok büyüktür!”
Sf: 263
Otomarsan’ın kurulmasını sağladı.
Bruno Taut, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde yöneticilik yaptı, Milli Eğitim Bakanlığı’nda mimarlık bölümü başkanlığı yaptı, Atatürk’ün naaşının konulduğu katafalkı o çizdi, o yaptı, kendisine bu iş için verilen bin lirayı kabul etmedi, sadece hatıra için teşekkür mektubu istedi, bu topraklarda kalmayı vasiyet etti, Türkiye Cumhuriyeti onu vasiyetine uygun şekilde onurlandırdı, İstanbul Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa verilen tek gayrimüslim oldu.

Kim bu insanlar?

1933-1937 yılları arasında Atatürk Cumhuriyeti’ne sığınan mültecilerin bazıları…
Tamamı bilim insanı.
Sf: 264
Sinan
80 kere falan ekrana çıkardık, hem atv Haber’de çalıştığım dönemde, hem Star Haber’de… Çünkü, kredi kartından mahvolanlar için bi tek o çaba harcıyordu.
“Çinan Aygün” diyorduk.
Eminim, en çok Çin büyükelçisi sevinmiştir, içeri girmesine… Yerli malı kullan kampanyası yapıyor, ithal malların “silahsız işgali”ne direniyordu.
Sf: 265
Şovmen dediler ona
Halbuki… Telefon ediyorduk, gariban çocuklarına eğitim bursu veriyor, fakir fukaraya beyaz eşya gönderiyor, gaziye, mağdura, kendi cebinden yardım eli uzatıyor, bunların karşılığında tek şart koşuyordu: “Lütfen haber yapılmasın…”
Çiftçiyi dert ediniyordu.
Açın bakın interneti, onun hazırlattığı raporları Tarım Bakanlığında bile bulamazsınız… Kafa yoruyordu.
AKP ye evet dese… Zafer Çağlayan gibi milletvekili olabilir, bakan olabilirdi. Şu anda savcıya ifade değil, basına demeç veriyor olurdu.
Paraysa para, güçse güç… Ankara’nın en zengin iş adamlarından biri… İstese, gider New York’ta yaşar. Bodrum’a tatile gideceğine, sanayi sitesine gidiyordu.
Seversin, sevmezsin…
Yalakalık yapmadı hiç.
E hak etti!
Çünkü sistem diyor ki…
Sana ne birader, sana ne?
Elalemin derdi seni mi gerdi?
Ye, iç, bak güzel güzel ihaleler var, kap.
Ortak ol, kırış, bandır, yala.
Sana ne?
Sinan Aygün
1959’da Ankara’da doğdu, Gazi Üniversitesi İngiliz dili ve edebiyatı’nı bitirdi, 1997-2011 arasında Ankara Ticaret Odası Başkanlığı yaptı, Türkiye Odalar Birliği el pençe divan dururken, ATO’nun imkanlarını iktidarın emrine vermedi, Akp’nin en nefret ettiği insanların başında geliyordu, 2008’de Ergenekon kumpası kapsamında tutuklandı, Ergenekon’un kasası olduğu iddia edildi, 14 gün sonra serbest bırakıldı, tutuksuz yargılandı, 2011’de CHP Ankara milletvekili oldu, 2013’te Ergenekon davasında 12.5 sene hapis cezasına çarptırıldı, Yargıtay bu kararı bozdu, 2016 itibariyle yargılama devam ediyordu.

Sf: 266
Yunus, Veysel
Ben yürürem yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne akilem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi
(Yunus, 13’üncü yüzyıl.)
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icat oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır
(Köroğlu, 16’ncı yüzyıl.)
Bana kara diyen dilber
Gözlerin kara değil mi
Yüzünü sevdiren gelin
Kaşların kara değil mi
(Karacaoğlan, 17’nci yüzyıl.)
Yarın kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koç yiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir
(Dadaloğlu, 18’inci yüzyıl.)
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm ay m zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece
(Veysel, 1894 doğumluydu.)
Akp genel başkan yardımcısı hâlâ diyor ki:
“Atatürk travma yaşattı, dilimizi değiştirdi.”

Sf: 267
Akp döneminin en tartışmalı konularından biri “dilimizdi. Sanki eskiden Türkçe diye bir dil yokmuş gibi davranıyorlardı. Türk dememeye özen gösteren, millet diyerek geçiştiren Tayyip Erdoğan, Türkçe’ye her fırsatta hakaret ediyordu, Türkçe’yle felsefe yapılamayacağını bile söyledi. Aklınca, Osmanlıca’yı yüceltiyordu. Osmanlıca’yı zorunlu ders yapmaya çalışıyor, “isteseler de istemeseler de Osmanlıca öğretilecek, bu dinin sahibi var” diyordu. Dil konusunda din’e vurgu yaparak, Osmanlıca’yla İslamiyet arasında bağ kurmaya çalışıyordu. Osmanlıca bilmediğimiz için “dedemizin mezar taşını okuyamadığımızı” filan söylüyor, mizah dergilerine kapak konusu oluyordu! Ekstra matrak tarafı… Tayyip Erdoğan’ın imam hatip lisesindeki karnesi ortaya çıktı, Kur’an-ı Kerim dersinden sınıfta kalmıştı, anca bütünlemeyle geçebilmişti, Arapça notu zayıftı, kanaat notuyla zorla 10 üzerinden beş alabilmişti!

Sf: 269
Şener
Tarih, 14 Ekim 1987.
Saat, 11.05.
Yer, Ankara Mürted.
4’üncü Ana Jet Ussü’nün pistinde bir F16 frenlerini bırakmış, kulakları adeta sağır eden gümbürtüyle hızlanıyordu.
Nefesler tutulmuştu.
Çünkü, 86-0068 kuyruk numaralı o F16, tarihimizde yeni bir sayfa açıyordu. Türkiye’de üretilen ilk savaş uçağıydı.
İlk kez test ediliyordu.
Haliyle, düşme ihtimali yüksekti.
Pilot, 36 yaşında bir binbaşıydı.
Şener Koltuk.
“Kelle Koltuk” diyorlardı ona.
Haklıydılar… Bu işi yapabilmek için hakikaten kelleyi koltuğa almak gerekiyordu. Havalanacak, bütün manevraları deneyecek, kelimenin tam manasıyla “canını çıkaracaktı” hiç uçmamış uçağın.
Kalktı, daldı, çıktı, yattı, döndü.
Sağ salim indi.
“Tamam” dedi, “bu uçar!
Gözü karaydı.
Mangal yürekli.
Tam çılgın Türk.
Kıbrıs’ta savaştı.
F100’le…
Bu F100 dedikleri, güya avcı bombardıman uçağıydı ama, aslında soba borusu gibi bi şeydi. ABD’nin bize kakaladığı uçaklardandı.
1953 model!
Onunla dağıttı Yunan’ı.
F104 macerası var bir de…

Sf: 270
Bandırma’ya inecek, basıyor düğmeye, sol iniş takımı açılmıyor Komutan o zamanlar Cumhur Asparuk Paşa… “Atla” diyor, “uçağın canı cehenneme, pilotumdan kıymetli değil” diye bağırıyor. Atlasa, rutin kontrol için hastaneye gidecek, 28 gün uçuştan men edilecek, kural bu… Uçak arızalı ama, pilot daha arızalı! “Çorbayı akşam evde içeceğim komutanım” diyor, atlamıyor! Gövde üstü indiriyor uçağı! Hem de öyle indiriyor ki, tereyağından kıl çeker gibi, tekerlekle inse bu kadar olur… Aynı uçağı, 27 gün sonra “kendisi” test ediyor ve yeniden Hava Kuvvetlerine dahil ediyor.
521 uçağın test uçuşunu yaptı.
521 kez “maksimum” riske attı hayatını.
Bu bir dünya rekoru.
Çünkü, binlerce parça ve milyonlarca hesaptan oluşan sıfır kilometre 521 uçağı, düşürmeden indiren başka bir pilot yok dünyada.
Emekli oldu sonra…
ABD’den iş teklifi aldı.
Acayip paralar teklif edildi Gitmedi.
“Ben bu işi para için yapmadım, bu vatanın ne toprağım terk edebilirim, ne gökyüzünü” dedi.
Restoran açtı.
“Ticaret yapmak F16 uçurmaktan zor” diyordu arkadaşlarına… “Buzda kayıyorsun, suya yazı yazıyorlar, dürüstlük yok! Böyle ortamda uçmak mı kolay, ticaret yapmak mı?”
Ve tarih, 13 Haziran 2008.
Yer, Ankara Kocatepe Camii.
Musalla taşında ay-yıldızlı tabut.
Şener Koltuk.
Henüz 57 yaşında kalp krizinden vefat etti.
Türban gündemine boğulduğumuz için haberinizin olduğunu sanmıyorum, yazayım dedim… Türkiye, hakkı ödenmez bir kahramanını, çok değerli bir vatan evladını, sessiz sedasız toprağa verdi. Allah rahmet eylesin.

Sf: 271
Şener Koltuk
1951’de İstanbul’da doğdu, hemen hemen her erkek çocuk pilot olmak ister, onun çocukluk hayali ise doktor olmaktı, İstanbul Üniversitesi tıp fakültesini kazanmasına rağmen gidemedi, babası karacı subaydı, oğlunun da subay olmasını istedi, 1970’te teğmen rütbesiyle hava kuvvetlerine katıldı, 1987’de binbaşı rütbesindeyken, Öncel Projesi kapsamında ordudan ayrıldı, F16’ların test pilotu oldu, 2008’de kalp krizinden vefat etti, Ankara Gölbaşı’nda toprağa verildi.

Sf: 275
Aziz
AKP milletvekili Osman Yağmurdereli, Öküz Mehmet Paşa’nın hayatını konu alan dizi film çekecekmiş.
Bence, Zübük’ü çekmeli.
Çünkü, Öküz Mehmet Paşa’mn lakabı öküz ama, kendisi öküz değildi. Babası öküz nalbantı olan bir sadrazamdı. 400 yıl önce ölmüş gitmiş, mezarı taaa Halep’te.
Halbuki, Zübük ölümsüz.
Hep aramızda.
Haysiyetsiz.
Şerefsiz.
Dönek.
Egoist.
Ahlaksız.
Dindar görünen…
Vatansever görünen…
“Demokrasi” vaat eden…
Halkı kandırmak için, bayrağa, ekmeğe, Kuran’a el basmaktan çekinmeyen, her türlü katakulliyi yapıp, foyası ortaya çıkınca namaza duran, o partiden bu partiye geçen, paraya tapan, suratına tükürsen “yarabbi şükür” diyen…
Kalleş.
Yağcı.
Sıkışınca yalvaran…
Güçlenince ezen…
Zalim.
Vicdansız.
Rüşvet alan, il başkanı olan, belediye başkanı olan, milletvekili olan, bakan olan, “din kardeşlerim, muhterem vatandaşlar, aziz hemşerilerim” laflarını dilinden düşürmeyen…
Çıkarcı.
İftiracı.
Çanak yalayıcı.
Namussuz biri Zübük.
Bence, Zübük’ü çeksin Daha çok izlenir.
Aziz Nesin
1915’teİstanbul Heybeliada’da doğdu, asıl adı Mehmet Nusret Nesin’di, 1937’de harp okulunu bitirdi, 1944’te üsteğmenken ordudan uzaklaştırıldı, gazetecilik- yazarlığa yöneldi, 1945’te Sedat Simavi’nin çıkardığı Yedigün dergisinde işe başladı, 1946’da Sabahattin Ali’yle birlikte Marko Paşa dergisini çıkardı, hakkında açılan davalar nedeniyle, yazı hayatında 100’den fazla takma isim kullandı, Oya Ateş, Vedia Nesin, Kasım Kahkah, Kerim Kihkih, Sıtkı Sırılsıklam, Şakir Şıkırşıkır, İzzet İzinde, Bedri Birdirbir gibi isimlerle yazdı, 1956’da Kemal Tahir’le birlikte yayınevi kurdu, 1972 de Nesin Vakfı’nı kurdu, kitaplarının geliriyle kimsesiz-yoksul çocukların eğitimini üstlendi, öyküler, romanlar, çocuk kitapları, şiir kitapları, gezi kitapları, çizgi romanlar, tiyatro oyunları, köşe yazıları yazdı, Zübük ü 1961 de kaleme aldı. 1993’te Sivas Madımak katliamından kılpayı kurtuldu, 1995’te imza günü için gittiği İzmir Alaçatı’da vefat etti, vasiyeti gereği hiçbir tören yapılmadan, yeri belli olmayacak şekilde, Çatalca’daki Nesin Vakfı’nın bahçesinde toprağa verildi.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:51   #18
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 277
Ali
“Paradan Atatürk’ü attılar!”
Böyle dedi Tayyip Erdoğan.
Etkilendim hakikaten…
İsmet İnönü’ye oy verecektim, vazgeçtim!
Aslına bakarsanız, Merkez Bankası’nın kasasındaki “dolar” miktarıyla övünen, adında Türk olan tesisleri “lira yerine dolarla” yabancıya satan, ‘paranın dini, imanı, milliyeti, ırkı, vatanı olmaz’ diyen zihniyetin, Atatürklü parayı savunması sevindirici. Ama yine de, paramızın üstünde Atatürk fotoğrafının bulunması, hepimizin Atatürkçü olduğu anlamına gelmiyor… Yakana Atatürk rozeti taktığında Atatürkçü olmadığın gibi, cüzdanında Atatürklü para taşıdığında da Atatürkçü olmuyorsun.
Peki ne yapacağız?
Kim Atatürkçü…
Kim değil…
Nasıl ayırt edeceğiz?
Madem laf paradan açıldı…
Tek yolu var!
Amerikan gururu Broadway’de başrol oynamış tek Türk… Fransa’da Fransızca, İngiltere’de İngilizce, yani Türkçe anlamayana anladığı dilden anlatmasını bilen, değerli sanatçımız Ali Poyrazoğlu buldu o yolu… Diyor ki:
“Türk parasının sahte olup olmadığını anlamak için ışığa tutarız. Eğer içinde Atatürk varsa, o para gerçektir. İçinde Atatürk yoksa, sahtedir. Ne mal olduğunu anlamak için, insanları da ışığa tutun… İçlerinde Atatürk yoksa, sahtedir… İçinden Atatürk geçmeyen insanlara paye vermeyin, iltifat etmeyin.
Ali Poyrazoğlu
1946’da İstanbul’da doğdu, İstanbul Konservatuarı tiyatro bölümünü bitirdi, kariyerine İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Tarla Kuşu oyunuyla başladı, Dormen, Kent, Ulvi Uraz, Gülriz Sururi-Engin Cezzar tiyatrolarında sahneye çıktı, 1970 te sinemaya başladı, seks filmleri furyasına katıldı, iki sene sonra Yeşilçam’dan uzaklaştı, 1972’de kendi tiyatrosunu kurdu, Broadvvay’de Pera Palas isimli oyunda İngilizce başrol oynadı, 1986’da Yeşilçam’a geri döndü, Arkadaşım Şeytan filmiyle Ankara Film Şenliği’nde en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü kazandı, 1998’de Devlet Sanatçısı unvanı aldı.

Sf: 279
Yalıçapkını
Victor Hugo “prenses” demiş, İzmir için.
Kendi memleketine bakmış, “sefiller” demiş.
Benim memleketime bakmış, “prenses” demiş.
Düşün gari.
Abartmıyorum, dünyanın hiçbir yerinde İzmir’deki kadar güzel batmaz güneş… Alt tarafı 8-9 saat sonra geri gelecek olmasına rağmen, gitmek istemez adeta İzmir’den… Tren garlarındaki duygusal vedalaşmalar gibi ağırdan alır.
Gene öyle bir vakit… Tükenmeyen enerji, kavuniçi top olmuş, trajik yangının küllerinden yeniden doğan şehrimin ufuk çizgisinde, körfeze iniyor usul usul, aheste aheste.
Rakının dibine vurma saati.
Takvimler, 1923…
Adres, Kordon.
Naim Palas.
Cumbada oturuyor sarışın kurt
Sevmez fazla yemeği.
Leblebi var önünde.
Garson titriyor, çünkü çocuk Rum.
Sesleniyor Gazi, şefkatli…
“Vre Dimitri” diyor:
“Gel bakayım.”

Sf: 280
Çocuk “buyur paşam” diyor, ş’lere dili dönmeyen, kırık dökük Türkçesiyle…
“Sizin Kosti” diyor, işgal sırasında kasıla kasıla İzmir’e gelen Yunan Kralı Konstantin’i kastederek, “sizin Kosti geldi mi buraya?”
– Geldi paşam…
– Oturdu mu bu masaya?
– Oturdu paşam.
– Güneş batarken rakı içti mi?
– İçmedi paşam.
– E sormadın mı be çocuk, ne halt etmeye almış İzmir’i!

Sf: 285
Bakın… TÜBİTAK, lise öğrencileri arasında araştırma yapmış, yüzde 97’si Mona Lisa’yı tanıyor, yüzde 98’i Müşfik Kenter’i tanımıyor. Yüzde 98’i Amerikalı rap şarkıcısı 50 Cent’i tanıyor, yüzde 100’ü Fahir Atakoğlu’nu tanımıyor. Roma’daki Pisa Kulesi’nin nerede olduğunu biliyorlar, Antalya’daki Apollon Tapınağı’nın nerede olduğunu bilmiyorlar. Yüzde 81’i Brad Pitt’i tanıyor, yüzde 51’i Mehmet Akif Ersoy’u tanımıyor.
Bu araştırmayı yapan TÜBİTAK da…
Darwin’i tanımıyor zaten!

Sf: 286
Nuri
Deniz Baykal, Tayyip Erdoğan’ın kendisine yönelik ithamlarına karşılık “bu maganda üslubudur” dedi.
Günün en popüler kelimesi oldu.
Peki hiç düşündünüz mü…
Nedir bu maganda?
Mucidi, Nuri Kurtcebe.
Efsane Gırgır’ın keskin zekası.
O icat etti.
Açtım telefonu, sordum…
Nedir bu maganda?
“1972 de askere gittim, Sivas Temeltepe… Herkes eğitimden kaçıyor, ben asker çocuğuyum, eğitime çıkayım dedim, ölürsün dediler, dışarsı eksi 45 derece… Ne yapacağız? Tesadüfen arkadaşıma rastladım, şarkıcı Neco… Tiyatrocu İsmail İncekara da orada, Erkin Koray’ın bas gitaristi Aydın Buray Şencan da orada… 30’uncu Piyade Alayı Şov Grubu diye bir grup yaptık. Nöbetçi subayların gece canı sıkılıyor, bizi çağırıyorlar, biz de eğlendiriyoruz filan.”
“O yıllarda sinemaya giderdin, filmden önce Walt Disney’in Miki’leri oynardı. Film bahane, herkes o beş dakkalık Miki’leri izlemeye giderdi aslında… Anadolu’da gördüm ki, ‘i’ diyeceklerine ‘ı’ diyorlar, ‘miki’ diyeceklerine, ‘mıkı’ diyorlar… Baktık ki, komedyen diyemiyor, karikatürist diyemiyor, şov grubu diyemiyor, bize ‘mıkı’ demeye başladılar. Bizim grup oldu mu sana, mıkı… Canı sıkılan nöbetçi subayı haber gönderiyor, mıkılar gelsin… E dışarsı buz, içerde hem yemek var, hem sıcak… Mıkı olalım anasını satayım, kurtulalım dedik…”

Sf: 287
“Mıkı aşağı, mıkı yukarı, ben bu mıkıları kafamda çoğaltmaya başladım… Önce mıkık çıktı! Cahilin küçüğü… Çarşı izninde görüyorum ki, adam pijamayla geziyor… Mıkık’ın büyüğü… O oldu makak! Tedavisi mümkün olmayanlar da, mokok!”
“Adam sokağa tükürüyor, vay hayvan vay desen, seni ikiye böler… Vay mokok vay dediğinde, çıt yok, herhalde bana paye verdi diye düşünüyor… Yürürken omuzuna çarpıyor, dönüp bakmıyor bile, vay ayı vay desen, kafanı kırar, vay makak vay dediğinde, sesini çıkarmıyor!”
“Yani bu işin kökeni, asker ocağıdır Askerden getirdim ben onları!”
“İstanbul’a döndüm, Gırgır’da Gaddar Davut’ta kullanmaya başladım. Makaktı, mokoktu derken, baktım ki, İstanbul’da onlardan çok var… Büyük şehirde yaşayanı, oldu sana, maganda!”
“Bir de mağara versiyonu var!”
“İşin özü, 75 milyon sayfa filan yazdık, çizdik, uç uca eklesen kutuba yol olur, hiçbiri üzerinde durulmadı, maganda kalıcı oldu… Şehir magandası, trafik magandası, futbol magandası…
Ben maganda kelimesini İngiltere’de icat etmiş olsaydım, şu anda telif milyarderiydim… Herkes kullanıyor, bana su yok! Deniz Baykal’dan telif mi istesem acaba?”
İşte böyle…
Yani 40 yıl düşünsem, hakaret kabul edilen magandanın, Walt Disney’in sevimli Miki’sinden türediği aklıma gelmezdi.
Nuri Kurtcebe
1949’da Muğla’da doğdu, Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin resim bölümünü bitirdi, reklam şirketlerinde karikatürist olarak çalışırken Oğuz Aral’la tanıştı, efsane Gırgır’ın kurucu çekirdek kadrosunda yer aldı, başta Gaddar Davut olmak üzere, unutulmaz karakterler yarattı, 1996’da Uğur Mumcu ödülü’ne layık Nuri Kurtcebe görüldü, Cumhuriyet gazetesindeki çizgileriyle 1997-99 arasında üç sene üst üste Haşan Tahsin Ödülü aldı, Çağdaş Eğitim Vakfı ödülü aldı, 2002’de Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından Yılın Atatürkçüsü seçildi.

Sf: 288
Ceza
Ceza.
Rap’çi.
Gençler bayılıyor.
“Fark var” diye bi şarkısı var.
Bütün partiler peşinde.
AKP istemiş.
CHP istemiş.
Saadet istemiş.
Mitinglerde çalmak istiyorlar.
E bütün partiler isteyince…
Acaba nedir bu “fark var” diye merak ettim.
Sözlerine baktım.
“Seninle iyi arasında fark var!”
“Yalancı şahitler çoğalmış…”
“Sanki herkes zan altında” diyor.
“Maymunlar cehennemindeyim…”
“Ayrılmış birbirinden millet…”
“Umudum kalmadı” diyor!
“İnsanlar yabancılaştı…”
“Ortamlar yabanileşti…”
“Kelamlar acayipleşti” diyor.
Memleketin geldiği noktayı bundan daha iyi özetleyen bir şarkı olamaz… Sanırım o yüzden hepsi peşinde!
Ama gel gör ki…
Ceza, kabul etmemiş.
“Siyasetle işim olmaz” demiş.
Bu nedenle… Siyasi partilerimize İsmail YK’nın “Allah Belanı Versin” isimli şarkısını öneriyorum!

Sf: 289
Ceza
1976’da İstanbul’da doğdu, meslek lisesi mezunuydu, elektrik teknisyeniydi, Tedaş’ta işçi olarak çalıştı, asıl adı Bilgin Özçalkan’dı, “Ceza” takma ismini kullanıyordu, astronomik tekliflere rağmen müziğini siyasete kiralamadı, sanatçı sıfatını taşıyan pek çok şarkıcı Akp’li belediyelerin konserlerine çıkabilmek için Tayyip Erdoğan’a yalakalık yaparken, Ceza daima uzak durmayı başardı.
Gazanfer
Sene 2002…
AKP iktidar oldu.
Eşi hastalandı o sene…
Acayip masraf çıktı.
Üstüne kendi hastalandı.
By-pass oldu İki defa.
Doktora para…
Hastaneye para…
İlaca para…
Vergisini ödeyemedi.
30 bin lira.
Faiz, faiz, faiz…
Oldu, 300 bin lira!
Başbakan’a gitti, anlattı.
Başbakan dinledi, notlar aldı.
Hikaye…
Sene geldi 2009’a.
Borç oldu, 500 bin lira!
“Ne olacak bu işin sonu?” dediler…
Şunu dedi:
“78 yaşındayım, devletimize milletimize hep hürmet ettik, mahcup oluyorum. 78 yaşında hâlâ çalışıyorum, mecburum, kazandığım parayı komple vergi borcuna yatırıyorum, mesela geçen yıl 110 bin lira yatırdım, sadece faize gitti, anaparadan bile düşmedi. Eşime, dostuma, çocuklarıma karşı hep rol yapıyorum, neşeli görünmeye gayret ediyorum. Hayatım boyunca Anadolu’yu karış karış gezdim, yurt dışında devletimi milletimi temsil ettim, borcum nedeniyle seyahat yasağı kondu, oğlumuz İngiltere’de, gidip göremiyoruz. Çok ağır geliyor… Büyük üzüntü içindeyim, yaşımız da kemale erdi, vaktimiz yaklaşıyor, bu gidişle öbür tarafta rahat edeceğiz… Aslında, öbür tarafa gidenlere gıpta ediyorum.”

Sf: 290
Ve, gitti Gazanfer Özcan Kurtuldu.
Gidiyor beyefendiler birer birer.
Hanımefendiler gidiyor.
Dangozlaşıyor Türkiye.
Hırtlaşıyor…
Recep İvedikleşiyor.
Hadi şimdi takın maskeleri…
Hep beraber üzülüyormuş rolü yapalım.
Gazanfer Özcan
1931’de İstanbul’da doğdu, Vefa Lisesi’nde okurken tiyatroyla tanıştı, Şehir Tiyatroları’nın çocuk bölümüne katıldı, 1962’de Gönül Ülkü’yle evlendi, Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu’nu kurdular, 1952-2007 arasında çok sayıda sinema filminde rol aldı, 1985-2009 arasında Kuruntu Ailesi, Avrupa Yakası gibi, izlenme rekoru kıran televizyon dizilerinde oynadı, 1998’de Devlet Sanatçısı unvanı aldı, 2009’da vefat etti, Karacaahmet’te toprağa verildi.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:52   #19
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 295
Doğruları konuşmak için, en az iki kişi gerekir.
Biri doğru söyleyen.
Biri doğru anlayan.
Onur Öymen
1940’ta İstanbul’da doğdu, Ankara Üniversitesi siyasal bilgiler fakültesini bitirdi, 1964’te dış işlerine girdi, Kopenhag ve Bonn büyükelçiliği yaptı, dış işleri bakanlığı müsteşarı oldu, NATO daimi temsilcisi oldu, Yılın Hariciyecisi seçildi, Abdi ipekçi Barış ödülü aldı, 2002’de CHP İstanbul milletvekili, 2007’de CHP Bursa milletvekili seçildi. 2009’da CHP genel başkan yardımcısıyken, Akp’nin açılım sürecini eleştirdi, “Kurtuluş savaşında analar ağlamadı mı, kimse çıkıp Yunanlılarla anlaşalım, analar ağlamasın dedi mi, Şeyh Said isyanında analar ağlamadı mı, Dersim isyanında analar ağlamadı mı, Kıbrıs’ta analar ağlamadı mı?” dedi. Bu lafı eğip büktüler, Onur Öymen’i Dersim üzerinden “ırkçı” ilan ettiler. Akp’ye Hdp’ye hiç gerek kalmadı, Kemal Kılıçdaroğlu linç etti, istifaya çağırdı. Aradan bir sene geçti… Kemal Kılıçdaroğlu CHP genel başkanı olur olmaz, ilk iş Onur Öymen’in üstünü çizdi, onun yerine “Dersim soykırımdır, sorumlusu CHP’dir” diyen Hüseyin Aygün’ü CHP milletvekili yaptı. Onur Öymen’in tasfiye edilmesi, CHP’nin yeni CHP’ye dönüştürülmesinin ilk işaret fişeğiydi.

Sf: 303
Behçet Uz
1893’te Denizli’de doğdu, bugünkü adı İstanbul Üniversitesi tıp fakültesi olan, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’yi bitirdi, İzmir’de çocuk hekimliği yaptı, 1931’de İzmir belediye başkanı oldu, 10 senede İzmir’i ihya etti, şehrin borçlarını temizledi, gelir gider dengesini kurdu, Kültürpark, Uluslararası İzmir Fuarı, Cumhuriyet meydanı, Atatürk heykeli, çocuk hastanesi, Atatürk ormanı, santral garaj, bulvarlar, parklar, hep onun döneminde hizmete girdi. 1941’de Denizli milletvekili oldu, Ticaret bakanlığı yaptı, iki dönem Sağlık bakanlığı yaptı, 1986’da vefat etti, Kokluca’da toprağa verildi.

Sf: 304
– Evet.
– Eyooo!
Efsanedir bu, hatırlarsınız.
Büyük usta Erkan Yolaç sunardı.
Yarışmaya katılıp madara olanlara “pirinç, bulgur filan hediye edilirdi!
Erkan Yolaç bıraktı…
Tayyip Erdoğan var şimdi onun yerine!
İlla istiyor ki, sandığı filan beklemeyelim, çıkalım televizyona, o iki kelimeden birini söyleyelim.
Ya söylemezsen?
“Bertaraf olursun” diyor.
Halbuki…
Bitaraf olan bertaraf olmaz.
Bakınız, İsviçre.
Üstelik, benim bildiğim demokrasi, “gizli oy” açık tasniftir… “Anayasa”nın 67’nci maddesine göre, seçimler ve “referandum”lar, “gizli oy” açık tasnifle yapılır.
Hal böyleyken, ne isteniyor?
“Açık oy” açık tasnif.
Anayasa’ya aykırıdır!
Evet-hayır’a dönersek…
Aradım ustayı, Erkan Yolaç’ı.
Sıkı durun…
Meğer, AKP ye yakın bi hukukçu derneği benden önce aramış, “evet” kampanyasına katılması için teklifte bulunmuş iyi mi… Sokak reklamlarında kullanacaklarmış, akıllarınca slogan da hazırlamışlar, “Erkan Yolaç, evet’e yol aç” yazacaklarmış… Maddi tarafının çok cazip olduğunu” söylemişler, “bu para fırsatı kaçmaz” diye tembihte bulunmuşlar.
Tek kelimeyle cevap vermiş büyük usta…
“Hayır” demiş!
Bugüne kadar şahsiyetimi satmadım, bundan sonra da satmaya niyetim yok.”

Sf: 305
Üstelik, katmerli “hayır” demiş…
Çünkü, hem para karşılığında “evet” kampanyasına katılmaya “hayır” demiş, hem de referandumda “hayır” oyu vereceğini söylemiş.
“Peki, hayır kampanyası için teklif gelseydi?” diye sordum…
Avanta için kendini satan abidik kubidik sanatçı bozuntularına ders gibi cevap verdi: “Gene kabul etmezdim. Bir tane oyum var, kullanırım, o kadar… Halka malolmuş, halkın sevgisiyle programına 48 yıl devam etmiş biri olarak, para karşılığında halkın siyasi tercihini yönlendirmek kişiliğime, karakterime yakışmaz!”
Bunca pespayeliğin arasında, omurgalı kalan ustalarıyla onur duyuyor insan.
Netice itibariyle…
Duydunuz zilin sesini.
Başka kapıya…
İzmir marşıyla!
Erkan Yolaç
Bulgaristan göçmeni bir ailenin oğlu olarak, 1935’te Kırklareli Babaeski’de doğdu, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden iç mimar olarak mezun oldu, Ankara Radyosu’na sunucu olarak girdi, BBC de yayınlanan evet-hayır yarışmasını 1962’de hayatımıza soktu, ekranlarda gazinolarda 40 seneden fazla bu yarışmayı sundu, 1970 Türkiye güzeli Asuman Tuğberk’le evlendi, konfeksiyon işine girdi, Yolaç
markasıyla gömlek üretti, 1962-73 arasında beş filmde rol aldı.
Derviş
İşlerine geldiği zaman “Hepimiz Ermeniyiz” der bunlar, işlerine geldiği zaman “afedersin Ermeni” der.
Halbuki, ne hepimiz Ermeniyiz…
Ne de birinin Ermeni olmasıdır önemli
Bakın, hazır “soy önemli soyyy” diye bağırılırken, yaşanmış öykü anlatayım size.

Sf: 306
Derviş Özer, tıp doktoru.
Aynı zamanda, heykeltıraş.
90’lı yılların başı… Tatile giderken Afyon’da mola verir. Çay bahçesine kalabalık bir grup insan gelir o sırada, üstleri başları perişan, alayı gariban, ağlamaktan gözleri şişmiş… ‘Hayrola?” der. Şehit cenazesi taşıyan köylülerdir. O gün üç yaşında olan ve ortalıkta neşeyle hoplayıp zıplayan kızına bakar, bir de köylülere… Bir yanda saçının telini dünyaya değişmeyeceği evladı, bir yanda evladını vatan için toprağa vermiş baba… Utanır.
“Bi şey yapmalıyım” der.
“Bu çocukları ölümsüzleştirmeliyim.”
“Şehit Ağacı” projesi hazırlar.
Terör şehitlerini künyelere yazacak, künyeleri ağaca takacak, çocukların birer yaprak gibi ebediyen salınmasını sağlayacaktır o ağacın dallarında…
Hayata geçirmek için aradığı fırsatı, anca 2003’te bulur. Resim Heykel Müzesi’nin açtığı yarışmaya katılmaya karar verir. İstanbul’a gelir, künyeleri almak için Tahtakale’ye gider. Sorar soruşturur. Herkes aynı adresi verir. Ermeni bi usta… Dükkana girer, anlatır. O güne kadar hiç düşünmediği detaya dikkat çeker Ermeni usta, “paslanmaması lazım” der, “evlatlarımız ebediyete kadar ışıl ışıl olmalı.”
Olmalı ama, en pahalısıdır o bahsettiği künyeler, tanesi 1 lira 25 kuruş… “Ticari iş değil bu, takma kafana” der Ermeni usta, “vatan işi” der… Beşte bir fiyatına, kâr falan almadan, hatta zarar ederek, 25 kuruştan verir. Üç bin künye… “Haftaya gönderirim” der. Tam gününde gönderir. Sonra, kısmet olmaz, araya başka işler karışır, hazırlandığı yarışmaya katılamaz heykeltıraş… Künyeleri paket halinde evinin deposuna kaldırır. Taa ki, amacına ulaşacağı 2009’a kadar.
Ankara Kızılcahamam Belediyesi, Şehit Fatih Duru Parkı yapmaktadır. Başvurur… Belediye “başımızın üstünde yerin var der… Kurumuş bir sedir ağacı, gövde olur.

Sf: 307
Ancak, bi sorun vardır.
Şehit sayısı altı bini geçmiştir.
Eldeki künye sayısı ise sadece üç bindir.
Parkın açılışına yetişme kaygısıyla, İstanbul’a gelmez, Ermeni ustanın ismini telefonunu da kaydetmemiştir, internete girer, eksik künyeleri tamamlamak için askeri malzeme satan tüccarlarla temasa geçer. “Paslanmaz istiyorum” der. “Abi merak etme, künyenin kralı bu garantisi verirler. Zaman dar… Ermeni ustanın 25 kuruştan sattığı künyeleri, 1’er liradan alır.
Tek tek isimleri yazar, takar sedir ağacının dallarına, Cumhuriyet Bayramı’nda açılışı yapılır. Medya ilk gün hücum eder, Türkiye ağlayarak seyreder, sonra unutulur gider.
Ve, kış gelir…
Sadece tebrik yağmaz tabii.
Yağmur da yağar.
Şehit Ağacı’nın üç bin yaprağı ışıl ışıl parlıyor hâlâ; gerisi paslandı…
“Vatan işi bu, evlatlarımız ebediyete kadar ışıl ışıl olmalı” sözü kulağında çın çın çınlayan heykeltıraş, ağlayarak, tek tek değiştirmek zorunda kaldı, Türk tüccardan aldığı künyeleri.
Bize de, bu satırları yazmak kaldı.
Yüreğimizdeki isyanla…
Soy sop filan değildir önemli.
Milleti kimin soy’duğudur.
Derviş Öner
1964’te Kıbrıs Lefkoşa’da doğdu, Hacettepe Üniversitesi tıp fakültesinden mezun oldu, 2000 yılında hekimliğinin yanı sıra heykel ve resimle uğraşmaya başladı, dört sergi açtı, 2011’de tekrar üniversite sınavına girdi, Ankara Üniversitesi iletişim fakültesi’ni bitirdi, kısa filmler çekti, Kıbrıs gazetelerinde köşe yazıyor.
Sf: 311
Orhan Veli Kanık
1914’te İstanbul’da doğdu, asıl ismi Ahmet Orhan’dı, babasının ismi Veli olduğu için, soyadı kanunundan önce Orhan Veli olarak tanındı, İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesine kaydoldu, yarım bıraktı, eski olan her şeyden uzak durdu, hece’yi aruz’u reddetti, kafiye’yi ilkel buluyordu, sokaktaki adamın Türkçe’sini şiir diline taşıdı, yalın anlatımı tercih etti, doğaldı, argo’yu bile kullandı, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’la birlikte, Türk şiirinde mihenk taşı kabul edilen, yenilikçi Garip akımının kurucularından oldu, Garip akımını sadece şiirleriyle değil, özgür yaşamıyla, gönül ilişkileriyle, yeni bir şair tipi yaratarak şekillendirdi, geleneklerin dışına çıktığı için yadırgandı, eleştirildi, küçümsendi, umurunda bile olmadı, 1950’de, henüz 36 yaşındayken beyin kanamasından vefat etti, Aşiyan’a defnedildi. Peki o rakı şişesindeki balık neydi? Sait Faik Abasıyanık 1947’de Yedigün dergisi için yaptığı röportajda Orhan Veli’ye bunu sordu, şu cevabı aldı: O şiir, yoksulluklar içinde yaşayan bir adamı anlatır, insan o haldeyken çok şey ister, esvap ister, yemek ister, rakı içmek ister.”
Abdurrahman
Adı üstünde…
Allah’ın kulu demek.
Rahmet sahibi demek.
“Dinsiz” deseler…
Dedesi, hacı, Nakşi şeyhiydi. Büyük dedesi, medrese müderrisi.
“Başörtüsüne karşı” deseler… Sekreteri bile türbanlı.
“Elit” deseler…

Sf: 312
Şanlıurfa’nın gariban köyünden
“Asker” deseler…
Sivil.
“DTP’yi kapattı, ırkçı” deseler…
Ana tarafından Kürt.
“Hukuk bilmiyor” deseler…
Ankara Hukuk mezunu.
“Savcı ama hakim değil” deseler…
Acıpayam Hakimliği yaptı, Bulanık Hakimliği yaptı, Gürün Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı, Adli Yargı Adalet Komisyonu Başkanlığı, Silifke Hakimliği, Yargıtay Tetkik Hakimliği yaptı.
“Tecrübesiz” deseler…
12 sene önce Yargıtay üyeliğine seçildi, Yargıtay Ceza Dairesi Üyeliği yaptı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilliği yaptı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı.
“Koltuk sevdalısı” deseler…
Seneye emekli.
“Paragöz” deseler…
Milletvekilinden az maaş alıyor.
“Anayasa’ya aykırı” deseler…
Madde 148, anayasal görevi.
“Uyarıyorum” dedi…
Bakalım ne diyecekler?
Abdurahman Yalçınkaya
1950’de Şanlıurfa Suruç’ta doğdu, Ankara Üniversitesi hukuk fakültesinden mezun oldu, 2007’de Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na getirildi, görevinin ilk senesinde “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğu gerekçesiyle Akp’ye kapatma davası açtı, dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan ve dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül dahil, 71 Akp yöneticisine siyaset yasağı getirilmesini talep etti, Akp yandaşı medya tarafından adeta linç edildi, hakaret edildi, manşetlerden hedef gösterildi, 2015’te yaş haddinden emekliye ayrıldı.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 15:53   #20
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil

Sf: 316
Namık Kemal

1840’ta Tekirdağ’da doğdu, asıl adı Mehmet Kemal’di, dedesinin bir arkadaşı yazıcı-katip anlamında Namık deyince, şiirlerini Namık Kemal adıyla yazmaya başladı, gizli faaliyet gösteren Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer aldı, Tasvir-i Efkar gazetesinde “vatan, hürriyet, millet, yurtseverlik” gibi sakıncalı bulunan kavramlar üzerine kalem oynatıyordu, gazete kapatılınca Paris’e kaçtı, Muhbir gazetesinde yazdı, Londra’ya geçti, Hürriyet gazetesini çıkardı, İstanbul’a döndü, Vatan Yahut Silistre’yi yazdı, 1873’te Gedikpaşa tiyatrosunda sahnelenince, tutuklandı, Kıbrıs’a sürgüne gönderildi, Birinci Meşrutiyet’in ilanıyla İstanbul’a döndü, Kanun-i Esasi’yi, yani anayasayı hazırlayan kurulda yer aldı, meclis-i mebusan kapatılınca gene tutuklandı, Sakız adasına sürüldü, 1888’de vefat etti, Gelibolu Bolayır’da toprağa verildi. Tanzimat devri aydınıydı, fikirleri ve eserleriyle Mustafa Kemal Atatürk’ü etkileyenler arasındaydı.
İbrahim
Sene, 1999
Abdullah Öcalan, Kenya’da, Yunanistan Büyükelçiliğinde enselendi, ağzı burnu bantlanarak, paketlendi, özel bir uçağa bindirilerek, Türkiye’ye getirildi. Memlekete kan kusturan terörist başının uçaktaki o görüntüsü, Türk milletinin hafızasına mıh gibi çakıldı.
Bir sene sonra, 2000…
Ankara, Atina’yla kan davası gütmedi, iyi niyetini göstermek için tarihi bir hamle yaptı, Yunanistan’la ortak tatbikata katıldı.

Sf: 317
“Zıpkın” filomuza ve “Atmaca” filomuza ait 12 adet F16’mız Akhisar’dan havalandı, Yunanistan’ın Nea Aghialos Askeri Üssü’ne indi. Yunan topraklarına tekerlek koyan ilk F16’mızın kokpitinde, bir korgeneral oturuyordu, l’inci Taktik Hava Kuvveti Komutanı, İbrahim Fırtına.
İbrahim Fırtına komutasındaki “elçi” filomuz, çiçeklerle karşılanmış; “ha savaştı ha savaşacak” denilen Türkiye ile Yunanistan’ın arasında adeta “barış güvercini” olmuştu.
10 sene sonra, 2010…
Bir gazete manşet attı.
İbrahim Fırtına yönetimindeki Hava Kuvvetlerimizin, Ege’de Yunan F16’sı düşüreceğini, olmadı, kendi kendine Türk F16’sı düşüreceğini, böylece Türkiye ile Yunanistan arasında savaş çıkaracağını, fırsat bu fırsat, darbe yapacağını iddia ediyordu.
İbrahim Fırtına’nın Ankara’da evi basıldı, gözaltına alındı, terörle mücadele polislerinin nezaretinde Türk Hava Yolları uçağına bindirildi, İstanbul’a getirildi. Ömrünün 45 senesini vatana millete “barış”a adayan, jetlerimizin çelik kanatlarıyla memlekete kol kanat geren, şeref madalyası sahibi İbrahim Fırtına’nın “sanki terörist başıymış gibi” bindirildiği uçaktaki o görüntüsü, Türk milletinin hafızasına mıh gibi çakıldı.
Türk milleti unutmamalı.
İbrahim Fırtına
1943’te Ordu’da doğdu, 1962’de hava harp okulundan mezun oldu, 2003’te hava kuvvetleri komutanı oldu, 2005’te emekli oldu. 2006’da kendisine verilen Fransa’nın en yüksek liyakat nişanını, Fransa’nın sözde Ermeni soykırımını tanımasını protesto için, teslim almadan iade etti. 2009’da Ergenekon iftirasıyla, darbe iddiasıyla gözaltına alındı, bırakıldı, 2010’da bu defa Balyoz iftirasıyla tutuklandı, 3.5 sene hapis yatırıldı, 20 sene hapis cezasına çarptırıldı, Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yargılama kararıyla tahliye edildi, beraat etti.

Sf: 318
Berk
Türkiye’de her şeyin karaborsası olur Hainin olmaz.
Haini en bol ülke Türkiye’dir.
Bakın taze örnekler vereyim.
“Ne malum intihar ettiği?”
“Foyası meydana çıkınca tabii…”
“Amiral gözündeki kara gözlükleri çıkarsın da, öyle konuşsun, asıl kendi niye intihar etmiyor?”
“Pisliğini örtmeye çalışmış…”
“İddia doğru mu, sen onu söyle!”
“Albay sütten çıkmış ak kaşık!”
“Vah vah, Ergenekon’dan çıkmak için intihar etmekten başka çıkar yol bulamamış demek ki!”
Bunun Türkçesi’ne hiç dokunmadım:
“şerefle ne alakası var, herhalde birşey yaptı sonra foyalari ortaya çıkınca intar eddi ondan sonrada ittahar edti.”
“Müslüman olsa, intihar eder mi?”
“Tek tek olmaz, hepsi gidecek!”
“iktidara fitne sokanların haline bak.”
“Komutan katilleri savunuyor.”
“Deniz Feneri’ne iftira atmışlardı.”
“Darbeci ordu bunalıma girdi.”
“Öldü diye mağdur mu oldu yani?”
“TSK’da maneviyat eksik.”
“Ölüm, gerçekleri örtemez.”
“Yayınlanan klipte, kocamı Ergenekon ilişkileriyle tehdit ederim diyordu, şimdi tabut başında Berkçiğim diye ağlıyor. Gözyaşları sahte. Silahların yerini söyle.”
Ne bunlar biliyor musunuz?
Hürriyet, Milliyet, Vatan gazetelerinin internet sitelerinde “eşine iftira atılan albay canına kıydı” haberi yayınlandı… Yukarıdaki satırlar, o haberin altına yapılan yorumlardan bazıları.
Gizli saklı değil, alenen.
Asimetrik psikolojik harekatı filan geçmiştir iş…
TSK, düşman ordusudur.

Sf: 319
Berk Erden
1960 doğumluydu, deniz kurmay albaydı, hassas dönemdeki Güney Deniz Saha Komutanlığı Radar Gözetleme Birimi komutanıydı, amiral olmasına kesin gözüyle bakılıyordu, 2010’da, internete iftira haberleri düşmeye başladı, önce Ergenekoncu olduğu iddia edildi, sonra Poyrazköy silahlarını saklayan kişi olduğu öne sürüldü, sonra bir kadın memurla gönül ilişkisi olduğu yazıldı, hakkında peş peşe yalan haberler yapılıyordu. Yüksek Askeri Şura ya günler kala, eşi hedef alındı, eşinin bir albayla yasak aşk yaşadığı yazıldı, internetten yayılan bu iftiralar aynı gün Akp yandaşı medyada manşet yapılıyor, Akp yandaşı televizyonlardan bangır bangır duyuruluyor, linç kampanyası haline getiriliyordu, dayanamadı, İzmir’deki lojmanında, beylik tabancasıyla canına kıydı, Zincirlikuyu’da toprağa verildi.

Sf: 322
Bedri Baykam
1957’de Ankara’da doğdu, Sorbonne Üniversitesi’nde ekonomi tahsili yaptı, ABD’ye gitti, 1980-84 arasında California College of Arts and Craft’s’da resim eğitimi aldı, 1987’de atölyesini İstanbul’a taşıdı, iki yaşında resim yapmaya başladı, Bern, Cenevre, New York, Washington, Paris, Londra, Roma, Münih, Stockholm, San Fransisco, Berlin, 100’den fazla kişisel sergi açtı, 25 kitap yazdı. 2011 senesinde Tayyip Erdoğan, Kars’taki insanlık Anıtı’na ucube demiş, yıkılmasını emretmişti, Bedri Baykam bu heykelin yıkılmasını protesto eden bir toplantıya katıldı, çıkışta “fikirlerine uyuz oluyorum” diyen biri tarafından bıçaklandı,
ölümden kıl payı kurtuldu.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
adam, özdil, yılmaz


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 09:31.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.