Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Türkiye ve Dünyadan Haberler > Ülkemiz ve Dünya Gündemi > Diğer Köşe Yazıları

Diğer Köşe Yazıları Ülkemiz Yazarlarının Ulusal Basında Yazdıkları Köşe Yazıları ve Bizlerin Yorumları


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 13.02.2020, 15:55   #21
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 326
Muammer Kaddafi
1942’de Sirte’de doğdu, tam adı Muammer Muhammed Abu Minyar el-Kaddafi’ydi, Libya Üniversitesi tarih bölümünü bitirdi, askeri akademi ye girdi, Özgür Subaylar Hareketi adı altında gizli bir örgüt kurdu, 1969’da yüzbaşı rütbesindeyken, o sırada kaplıca tedavisi için Türkiye’de bulunan Kral İdris’e karşı darbe yaptı, kendisini albaylığa terfi ettirip, ülkenin yönetimini ele geçirdi, Beyaz Saray darbeden yedi gün sonra Kaddafi yönetimini tanıdı, İngiliz üslerini ülkeden çıkardı, petrol şirketlerini ulusallaştırdı, Afrika ve Arap ülkelerindeki sol hareketlere destek oldu, Rusya’yla yakın ilişkiler kurdu, Kıbrıs Barış Harekatı sırasında tüm gücüyle yanımızdaydı, Libya’yı 42 sene yönetti, 2011’de Arap Baharı ayaklarıyla iç savaş çıkarıldı, rejimi yıkıldı, doğduğu Sirte’de yakalandı, linç edilerek öldürüldü, Sahra çölü’nde henüz dünyaya açıklanmayan bir yerde toprağa verildi.

Sf: 331
Hasan Tahsin
1888 de Selanik’te doğdu, asıl adı Osman Nevres’ti, Sorbone Üniversitesi’nde siyasal bilimler tahsili yaptı. Milli istihbarat Teşkılatı’nın kökeni kabul edilen teşkilat-ı mahsusa’ya katıldı. 1915’te Bükreş’te İngilizlere karşı faaliyet yürütürken tutuklandı, 1916’da serbest kaldı, tanınmamak için Hasan Tahsin adını kullanmaya başladı. 1918’de İzmir’e yerleşti, Hukuk-u Beşer gazetesini yayımladı, “Yurtsever” isimli köşesinde başyazarlık yaparken, 15 Mayıs 1919’da ilk kurşunu sıktı, şehit oldu, İzmir Harmandalı’da toprağa verildiği rivayet edilir.

Sf: 333
“Eğer sağlığı bu taşeron kafayla yürütmeye devam ederseniz, bunun acı sonuçlarım gün gelir, herkes sevdikleriyle öder. Sağlık denilen kavram, ne ekonomiye benzer, ne siyasete benzer. Unutulmasın… Dünyada sağlıktan, hastalıktan daha demokratik bir şev yoktur. Bu meclis bile hastalıktan daha demokratik değildir.”
(Nedir bu hastalık-demokrasi ilişkisi diye merak ettim. Biraz daha açması için değerli vekil Ceyhun İrgil’i aradım. İzah etti.)
“Dünyada en demokratik kavram, hastalıktır. Etnik köken, mezhep, cinsiyet, zengin-fakir ayırmaz, herkese eşit davranır, kimseye ayrıcalık tanımaz. Akp’linin prostatı da aynıdır, Chp’nin prostatı da… Mhp’linin diabeti de aynıdır, Hdp’linin diabeti de… Bu nedenle, sağlığın siyaseti olmaz. Asla olmamalı. İngiltere kraliçesine hangi ilacı veriyorsan, aynı hastalıktan mustarip Fatma teyzeye de aynı ilacı verirsin. Sağlık hizmetinde lüks olmaz. İnsanlarımız parası olsa da olmasa da ilacını alabilmeli, hekimine ulaşabilmeli. İnsan için daima en iyisi olmalı. Eğer sağlığı bu kafayla yürütmeye devam edersek, bunun acı sonuçlarım gün gelir, herkes sevdikleriyle öder.”
Benim anladığım şu…
Asrın liderimizi başbakan seçtik, cumhurbaşkanı seçtik, neticede turp gibiyiz maşallah… Senede 644 milyon defa doktora gidip, 100 milyon defa acil servise yatıp, 14 milyon defa ameliyat olup, 2 milyar kutu ilaç içiyoruz, sağlık sıhhat afiyetteyiz.
Üstüne başkan seçelim.
Yanaklarımıza renk gelsin.
Ay parçası olalım!

Sf: 334
Ceyhun İrgil
1965’te İzmir’de doğdu, Uludağ Üniversitesi tıp fakültesinden mezun oldu, Bursa onkoloji hastanesinde başhekim yardımcısı oldu, 2007’de Dünya Cerrahi Derneği seçilmiş üyeliğine kabul edildi, Bursa sivil toplum derneği’nde, Bursa fotoğraf sanatı derneği’nde kurucu başkanlık yaptı, CHP’nin ön seçiminde Bursa genelinde en yüksek oyu aldı, Haziran 2015 ve Kasım 2015’te Bursa milletvekili seçildi.


Sf: 336
Ertuğrul
Bazı insanlar 30 yaşında bile yaşlıdır.
Bazıları 80’inde genç kalır.
Yaşım 75…
İnanın, 25 yaşımda bile, beyin, adale, cinsel açıdan böylesine güçlü değildim. Kulaklarım gençken nasıl duyuyorsa, şimdi de öyle duyuyor. Gözlük takmadan gazete okuyabiliyorum.
Size aktaracağım bilgileri daha erken yaşlarda öğrenseydim, bugün daha genç, daha güçlü olurdum. Ticari bir amacım yok. Ortaya canlı bir örnek… Kendimi koyuyorum. Ne doktorum, ne diyetisyenim, ne spor hocasıyım. Başkalarının tecrübelerinden faydalanan, öğrendiklerini kendine uygulayan, kendi kendimin kobay’ıyım.
İnsan 70 yaşına gelince, 10-12 santim civarında boydan kaybediyor. Ben buna mani oldum. 24 yaşımdayken boyum 1.86’ydı, bugün 1.88… Kısalmadım, aksine, 50 yaşından sonra uzattım. Anlatacağım spor ve beslenme yöntemiyle,,sadece gençken değil, boyumuzu her yaşta uzatmamız mümkün.
Cinsel güç, yaşla doğru orantılı bir denklem değildir. Öyle olsaydı, 35-40 yaşındaki insanlar ereksiyon sorunu yaşamazdı. Erkek, 100 yaşında çocuk sahibi olabilir. İşin sırrı, Kafkas halklarının beslenme alışkanlığında… Bütün yiyecekleri afrodizyak özellikler taşıyor. Örneğin, acılı sos bulunmayan sofra göremezsiniz. Çömelin… Fırsat bulduğunuzda, evinizde, iş yerinizde, günde 3’er 5’er dakikadan en az 5-6 kez çömelin. Çömelerek oturduğunuzda cinsel gücünüzle ilgili tüm kaslarınız çalışır, güçlenir. Deneyin… Bir süre sonra, vayy be diyeceksiniz!
Saçlarım dökülmedi. Beyaz yok. Çünkü, haftanın iki günü… İçinde birer tatlı kaşığı taze zencefil suyu, susam yağı ve çörekotu yağı bulunan sızma zeytinyağını saçımın diplerine sürerim. Ovalarım, böylece 2-3 saat bırakırım, sonra yıkarım. Bu formüle borçluyum.

Sf: 337
Kaç yaşında olduğunu bilmeseydin, kaç yaşında olurdun? Kansere karşı neler yemeli? Yemek nasıl pişirilmeli? Cinsel sağlık gıdaları… Evinizde, kendi kendinize nasıl detoks yapabilirsiniz? Gürültü, sağlığımıza alkol ve sigaradan bile zararlı… Kaçıncı çocuk uzun ömürlü olur? Uyku için sekiz altın öğüt… Beş duyu eğitimi nedir? Doğru şekilde nefes alıp verdiğinizden emin misiniz? Eklem sorunları için ne yapmalı? Boyun ve bel fıtığı nasıl önlenir? Hani, bir kitap okudum hayatım değişti derler ya… İşte öyle bir kitap bu: Yaş 75 Yolun Yarısı…
Yazan… Duayen gazeteci Ertuğrul Akbay.
İddia ediyorum, okuduğunuz andan itibaren tüm yaşam biçiminizi değiştireceksiniz. Ertuğrul ağabeyin, ayaklarından barfikse asılarak çekilmiş fotoğrafını yayımlayayım, varın gerisini siz düşünün!
Ertuğrul Akbay
1938’de İstanbul’da doğdu, gazeteciliğe 1965’te Hürriyet te başladı, Günaydın’ın yurt dışı muhabiri olarak ünlendi, röportaj kavramını Türk basınına getirdi, dünya liderlerinden Hollywood starlarına, atlatma tabir edilen özel haberlere imza attı, Gölge Adam olarak tanındı, Gölge Adam ismiyle gazete çıkardı, efsane mizah dergileri Gırgır ve Fırtı satın aldı, oğlu Burak Akbay da gazete patronu oldu, Sözcü gazetesini kurdu.
Sf: 338
Hulusi
Haftalardır tartışılıyor.
İmralı’ya kim gitsin?
Seçenek seçenek sunuluyor.
Hükümetimiz isim beğenmiyor.
E bi öneride bulunayım bari.
Anadolu’nun küçücük kasabasından elinde bavuluyla yola çıktığında kendisi de küçücüktü, henüz 14 yaşındaydı. Askeri liseye yazıldı. Harp okulundayken, boks’a başladı, 1979 senesinde, kilosunda Türkiye şampiyonu oldu, defalarca milli takıma girdi. Özel kuvvetler’e seçildi, bordo bereyi taktı. Paraşütçü, kurbağa adam, kar kayakçısı, su altı savunma-taarruz uzmanı, yakın dövüş ve atış hocası oldu.
15 Ağustos 1984, bölücü terör tarihimizde ilk kez vurdu… Bir saat sonra helikopterle Eruh’a indirilen tim’in komutanıydı.
Lübnan, Somali, Bosna, Arnavutluk, Kosova, Gürcistan, Irak’ta özel görevlerde; 28 ülkede bulundu. Somali’deyken, bizzat ABD Genelkurmay Başkanı tarafından “best of the best” sıfatıyla onurlandırıldı, delta force’lara örnek gösterildi. Beyrut’ta askeri ataşelik yaptı; oradayken Beyrut Büyükelçiliğimiz roketle vuruldu, odası isabet aldı, kıl payı kurtuldu. Hayatı boyunca bir kere bile olsun, batı’daki şehirlerimizde görev yapmadı. Yüzlerce operasyona, bütün sınır ötesi harekatlara katıldı, Hakurk, Haftanin, Zeli, Metina, Zap, Avaşin… Kampların hepsine girdi, Kuzey Irak’ta aylarca kaldı.
Gazi…
Bir keresinde, çatışma bölgesine, gece karanlığında paraşütle atladı, kayalıklara inerken son anda ters rüzgâr yedi, çakıldı, boynundan ağır şekilde yaralandı, günlerce hastanede yattı, haber vermedi, ailesinin anca iyileştikten sonra haberi oldu.
İngilizce, Yunanca, Kürtçe biliyor. Zodyak’tan tank’a kadar, operasyonel anlamda kullanabiliyor. Gazi Üniversitesi’nde, silah ve mühimmat kazaları üzerine yüksek lisans yaptı.
Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası var. Sayısız takdir beratı var. inanılmaz kahramanlıkları ve fedakarlıkları sebebiyle, çok az insana nasip olacak şekilde, Genelkurmay’dan iki defa para ödülüne layık görüldü. Almadı, iyi mi… Kabul etmedi. Devlet zaten bize maaş veriyor, üstüne niye ekstra para alayım ki, dedi.
Sf: 339
Nerelerde bulunduğunu, kim bilir hangi dağlarda olduğunu eşi bile bilmiyordu. Ama hangi şartlarda olduğunu biliyordu. “70 kilo gönderirdim, 60 kilo dönerdi” diyor. En uzun ayrılık… Sekiz ay görüşemedikleri oldu, sadece telefonlaşabildiler. Oğlu mesela ilkokul birinci sınıf karnesini aldığı gün, velilerin arasında alkışlayan babasını tanımadı. Kızı doğdu, gelemedi, kucağına aldığında dört aylıktı. Babasını kaybetti, gene gelemedi.
Peki ya, onu doğuran ana?
Hakkında “terörist” diye yakalama karan çıktı. Annesi duydu. “O gece” kalp krizi geçirdi. Vefat etti… Ömrünü terörle mücadeleye adayan oğlunun terörist ilan edilmesine dayanamadı ana yüreği.
Evet…
Terörün başladığı gün, Türkiye Cumhuriyeti’nin terörle mücadele etsin diye “ilk gönderdiği subay” hapiste.
Dolayısıyla…
Hâlâ İmralı’ya kim gitsin filan diye kafa yormanın alemi yok. Çıkarın İmralı’dakini kardeşim. Bunları koyun İmralı’ya.
Hulusi Gülbahar
1959 da Malatya Hekimhan’da doğdu. Ömrünü vatana, millete adadı. Hayatı boyunca arazide, sahada, namlunun ucunda yaşadı. ‘İnternet andıcına imza atmış’ gibi uyduruk bir masa başı iftirasıyla. Ergenekon kapsamında hapse tıkıldı. Silivri mahkemesinde ‘benim herhangi bir illegal yapının, herhangi bir terör örgütünün içinde bulunduğumu düşünmek, akıl tutulmasıdır” dedi. Tam iki sene yatırıldı.

Sf: 345
Üç tarafımız denizlerle çevrili, kendimize ait “Türk havuzu” denilen bir denizimiz vardı ama… Çaka Bey’den bu yana, bin senelik donanma tarihimizden elimizde kala kala, sadece Yavuz’un direği kalmıştı.
Çünkü… Yavuz 1950 de hizmet dışı bırakıldı, müze yapılabilirdi, elbette yapılmadı, çürümeye terk edildi, 21 sene öylece bekletildi, 1971’de hurdacıya satıldı, tam sökümü başlarken, dönemin deniz kuvvetleri komutanı Kemal Kayacan dayanamadı, bari hatıra kalsın dedi, baş direğini söktürdü, 1973’te Heybeliada Deniz Lisesi’nin iskelesine diktirdi.
O direk… Türk denizcilik tarihinin en önemli gemisinden, Atatürk’ün naaşım taşıyan gemiden geriye kalan tek hatıradır.
Heybeliada Deniz Lisesi’nin kapatılması, Türk donanmasının “evinin direğinin yıkılması”dır.
Kemal Kayacan
1915’te Sinop’ta doğdu, 1972’de deniz kuvvetleri komutanı oldu, Kıbrıs Barış Harekatı’nın kuvvet komutanıydı, 1977-80 arasında CHP Ankara milletvekili olarak TBMM’deydi, 1992’de İstanbul Göztepe’de evinin kapısında Dev-Sol militanları tarafından kurşunlanarak öldürüldü, suikast sonucu katledilen en yüksek rütbeli silahlı kuvvetler mensubu oldu, Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.

Sf: 347
Bingür
En derin acılarımızdan birinin adresidir Sarıkamış.
Bu milletin 90 bin evladı mermi sıkmadan, donarak can verdi Allahuekber Dağları’nda.
Dün, televizyon haberlerinde seyrettik…
Sarıkamış Şehitleri Anısı’na bir tören düzenlendi.
Davul zurna eşliğinde halay çekildi
Evet, halay çekildi.
Yağlı güreşler tertiplendi.
Uçurtma yarışması yapıldı.
Koca koca adamlar, avanta dağıtılan uçurtmaları kapabilmek için çocukları ezdi. Cirit oynandı… Belediye başkanı at üzerinde gösteri yaptı. Yemek dağıtıldı, izdiham çıktı, jandarma dipçikle dağıttı kalabalığı.
Bu rezaletin adı ne biliyor musunuz?
“Sarıkamış Şehitleri Anma Şenliği.”
Siz hiç dünyanın herhangi bir ülkesinde 90 bin inşam şehit oldu diye, şenlik düzenlendiğini duydunuz mu?
Duyun.
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz trenci'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 13.02.2020, 15:57   #22
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 348
Sarıkamış’ta Şehitleri Anma Şenliği yapıldı.
Peki kim bunun sorumlusu?
Kars Valisi’ymiş.
Kars belediye başkanı öyle dedi.
Kars Valisi’ne bir vatandaş olarak soruyorum.
“Şehitlere saygınızı Öğrenmiş olduk.
Bizim merakımız başka.
Babanız yaşıyorsa, Allah uzun ömür versin
Öldüyse eğer…
Ölüm yıl dönümünde halay çekiyor musunuz?”
Yukarıdaki yazıyı 2005’te kaleme almıştım. Sarıkamış’taki anmalar, maalesef bu şekilde yapılıyordu. Bugün eğer Sarıkamış trajedisini hakettiği hüznüyle, hakettiği onuruyla anıyorsak, bunu, Türkiye’nin en ünlü kalp cerrahlarından Profesör Bingür Sönmez’e borçluyuz. Çünkü… Sarıkamış doğumlu olan Bingür Sönmez, Sarıkamış’ı hakettiği şekilde kavrayabilmemiz için adeta hayatını vakfetti, devletin yapmadığını, hükümetlerin yapmadığını yaptı, Sarıkamış Dayanışma Grubu kurdu, her sene Sarıkamış Şehitleri Anma Yürüyüşü düzenledi, Sarıkamış’la ilgili kitaplar yazdı, medyanın dikkatini Sarıkamış’a çekti. Netice… Sarıkamış’ı dünyaya tanıtan Profesör Birgür Sönmez, Sarıkamış’ta, Sarıkamış’ın AKP’li eski belediye başkanı tarafından silahla vuruldu, ölümden kılpayı kurtuldu! Türkiye’de hiçbir iyilik cezasız kalmaz derler… Tam olarak böyleydi. Vefasızlıkta doruk noktaydı. Peki neden vurulmuştu? Bingür Sönmez 2014 yerel seçiminden kısa süre önce bir toplantıda tesadüfen Tayyip Erdoğan’la karşılaşmıştı. Birgür Sönmez’in Sarıkamış’a katkısını bilen Tayyip Erdoğan, mevcut belediye başkanı İlhan İşbilen’i nasıl bulduğunu, yerine kimi önerebileceğini sormuştu. Bingür Sönmez, Göksal Toksoy’un ismini vermiş, Tayyip Erdoğan da Göksal Toksoy’u aday göstermişti.
Eski başkanın Bingür Sönmez’e husumeti buradan kaynaklanıyordu. Bu saçma politik hırs yüzünden, Sarıkamış şehitleri’ni dünyaya tanıtan adam, Sarıkamış’a şehit oluyordu!


Sf: 351
Halil Lütfi, Fethi
Cumhuriyet’in ilk yılları…
Halil Lütfi, Tan Matbaası’nın sahibiydi.
Bab-ı Ali’nin gördüğü “en cimri” patrondu
Bir gün Cemal Kutay’ı köfteciye götürür Halil Lütfi… Kutay’ın ağzı kulaklarında… Kolay değil, cimri patron yemeğe götürüyor. Yerler, içerler. Sonradan gerçeği öğrenir Cemal Kutay… Meğer köfteci, Lütfi’nin kiracısıymış iyi mi… Özel anlaşma yapmış, “hesabın yarısını öderim” diye!
Vala Nureddin anlatıyor…
“Sirkeci’deki Hüdadan Lokantasındayım. Baktım, Halil Lütfi bir masada yemek yiyor. Şaştım tabii… Garsonu çağırdım sordum, nasıl kıyıyor paraya? Garson gülümsedi.. Meğer, lokanta sahibi Halil Lütfi’nin arkadaşıymış. Yemeğini sefer tasıyla getirir, orada ısıttırırmış. Sadece su ve ekmek parası ödermiş.”
Tahir Kutsi Makal da, Halil Lütfi’nin yanında çalışan gazetecilerden… Hokkaya batarmış kalemini, düşünüyor, ne yazayım diye… O sırada Halil Lütfi geliyor, “niçin yazmıyorsun?” diye soruyor. Makal “düşünüyorum efendim” cevabını veriyor. Bu cevabı duyan Halil Lütfi basıyor fırçayı, “önce düşün, sonra kalemi hokkaya batar, bak mürekkep boşuna kuruyor, masrafa yazık!”
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en önemli polis muhabirlerinden Doğan Katırcıoğlu anlatıyor…
Bir yaz günü. Halil Lütfi evinin çatısında tamirat yaptıracak. Usta gelir, anlaşırlar. 5 lira… Usta çalışır, bitirir, parasını almaya gelir. Halil Lütfi “bak evladım” der ustaya… “Bu zarfın içindeki 5 lira senin, ama şimdi değil, kış gelsin, çatı akmazsa, paranı alırsın.”
Cebinde akrep vardı.

Sf: 352
Ama mangal yürekliydi.
Başı “hükümet”le derde girenlere bile kapısını açardı korkmadan biri mesela Aziz Nesin’di, hapisten çıkınca ona iş vermişti.
Pinti adamdı.
Ama harbi adamdı.
Kimseye borçlu gitmedi bu dünyadan göçerken.
Ve, müthiş bir iş yaptı gitmeden…
Malı mülkü çoktu.
Çocuğu yoktu.
Kiracısı bir ailenin oğlunu evlat edindi.
Her şeyini ona bıraktı.
En önemli mirası…
Atatürk sevgisiydi.
Katıksız Atatürkçü’ydü.
O da Selanikli’ydi.
Bir gün gar’da karşılaştı Gazi’yle Dedi ki Gazi…
“Yahu Lütficiğim, bak matbaan var, paran var, zenginsin, neden hâlâ üçüncü mevkide seyahat ediyorsun?” Lütfi cimriliğine yakışır şekilde cevapladı:
“Dördüncü mevki yok ki efendim, ne yapayım…”
Gazi kahkahayı patlattı.
“Senin soyadın Dördüncü olsun” dedi.
Hani şimdi, Selanik’teki Atatürk Evi’nin anı defterine Akp’yi şikayet eden cümleler yazdığı için, Tayyip Erdoğan ve Akp’liler tarafından mahkemeye verilen 82 yaşındaki Fethi dede var ya… İşte o Fethi dede, bu Halil Lütfi’nin evlatlığı, Fethi Dördüncü. Yaşlı diye Necmettin Erbakan’ı özel afla hapisten kurtaranlar, aynı yaştaki adamı içeri tıkmaya çalışıyorlar.
Çağrım bütün Bab-ı Ali’ye…
Fethi Dördüncü, soyadı Mustafa Kemal tarafından konulmuş, onlarca yurtsever gazeteciye iş vermiş, bu kadar cimriyken gariban bir ailenin çocuğunu evlat edinip, tüm servetini ona bırakacak kadar gönlü bonkör, Atatürkçü bir basın patronunun “emaneti”dir bize… Sahip çıkın kardeşim.

Sf: 353
Halil Lütfi, 1893’te Selanik’te doğdu, 1912’de gazeteciliğe başladı, 1972’de vefat etti. Fethi Dördüncü, 1924’te İstanbul’da doğdu, Balkan göçmeni bir ailenin çocuğuydu, babası memurdu, kirada oturdukları ev Halil Lütfi’nin mülküydü, bu şekilde tanıştılar, Halil Lütfi’nin çocuğu yoktu, Fethi’yi nüfusuna geçirdi. Fethi Dördüncü, orman mühendisi oldu, 1978’de İstanbul orman bölge müdürlüğünden emekli oldu. 2006 senesinde, Selanik’teki Atatürk evinin anı defterine “Atam, sen bu ülkeyi kurduğun zaman hiçbir ülke liderinin ayağına gitmedin ama, bu ülkenin başbakanı herkesin ayağına gidiyor, bu ülke bunu haketmiyor, laikliğin kaldırılması için çaba sarfediliyor, şeriat kanunlarıyla idare edilen bir hilafet devleti kurulmak isteniyor diye yazdı. AB Zirvesi için Selanik’e gelen Tayyip Erdoğan, anı defterindeki bu yazıyı gördü, sinirlendi, o sayfayı kopardı, yırttı. 82 yaşındaki Fethi Dördüncü hakkında “hükümeti aşağılama” suçundan dava açıldı, bir sene hapis cezasına çarptırıldı, üç bin lira para cezasına çevrildi. Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiği gerekçesiyle dava açıldı, 10 bin lira tazminat ödemesine karar verildi. Dönemin başbakan yardımcısı Cemil Çiçek’de dava açtı, Cemil Çiçek’e de 7 bin 500 lira tazminat ödemesine karar verildi. Sayın basınımız, Akp yalakalığından, gıkını bile çıkarmadı. 2013’te Selanik’teki Atatürk evinde restorasyon yapıldı, anı defteri komple ortadan kaldırıldı.
Mikasa
“Mikasa” denince aklınıza ne gelir?
Voleybol topu.
Adidas, futbol topu.
Mikasa, voleybol topu.
Oysa, bir Mikasa daha var.
Japon Prensi.
Biz ona voleybol topu muamelesi yapıyoruz ama, o bize öyle bakmıyor. Adam Türkiye sevdalısı. Özellikle Kırşehir Kaman’ın hastası… Oraya bir arkeoloji müzesi yaptırmak istiyor. Bunun için 2.5 milyon dolar hibe ediyor.
Küçücük bir şartı var.
“Lütfen bu hibeyi çalmayın” diyor!
“Lütfen ekstra rüşvet istemeyin diyor!
Ortalık ayağa kalktı tabii.
Vay efendim bu bize hakaretmiş…
Batsınmış Japon’un parası falan.
Milletvekillerimiz böyle diyor.
Milletvekillerimiz böyle diyor ama, standart zekaya sahip her Türk vatandaşı bilir ki, Türkiye’de hırsızlık vardır, şakır şakır rüşvet alınır. Zeytinyağı gibi üste çıkıp, ******** Japon demenin manası yoktur.
Peki neden yazıyoruz bu yazıyı?
Şu sorunun cevabını bulmak için:
Japon bize bu parayı neden veriyor?
Anlatıyor Mikasa…
“Japon arkeologlarımızla tam 21 yıldır kazıyoruz Kaman’ı… Beş bin eser çıkardık. Neden dokuz bin kilometre öteden gelip, bu kazıları yapıyoruz? Kaman’da beş bin yıllık geçmiş var. Hitit, Firig, Asur, Pers, Roma, Bizans, Osmanlı yaşamış burada… Örneğin İtalya’da Mısır’da kazı yapsanız, sadece o ülkenin mirasım bulursunuz. Kaman’da kazı yaptığınızda ise, insanlık tarihinin mirasını bulursunuz. Burası, dünyanın tam ortası.”
Böyle diyor Japon.
Ve, bu insanlık mirasının hiç ama hiç farkında olmayan ülkemize para yardımında bulunuyor. Bunun karşılığında “insaniyet namına” şu küçücük ricada bulunuyor, bari çalmayın!
Tomohito Mikasa
1946 doğumluydu, Japon İmparatoru Akihito’nun kuzeniydi, 1926’da babası tarafından kurulan Türkiye- Japonya Dostluk Cemiyeti onun himayesinde faaliyet gösteriyordu, yukarıdaki yazıya konu olan Kırşehir Kaman’daki Kalehöyük Arkeoloji Müzesi, 2010 senesinde onun sağladığı kültürel mirası koruma hibesiyle tamamlandı, açılışını bizzat yaptı, Türkiye ziyaretlerinde Türk bayraklı tişörtler giyerdi, Japon turistlerin Türkiye’ye daha fazla sayıda gelmesi için gönüllü turizm elçiliğimizi yapardı, 2012’de Kanserden vefat etti.
Abdi
Ağca ile röportaj yapmak 5 milyon dolar Film çevirmek 8 milyon dolar.
İtalyanlar böyle diyor.
Makarnacılarda para bol demek ki…
Halbuki ver bana 500 bin dolar, ben sana Beyoğlu’ndan 50 tane adam bulayım Papa’yı vurmak için!
Hatta üstüne 50 bin dolar daha ver.
Vatikan’ı da kökünden yaksınlar.
Hayır, amacım “Türkiye’de katil ucuzdur” demek değil… Amacım, parayı sorgulamak.
Yani, Ağca ile röportaj yapmak için para verilir mi?
Sayın basınımız sözbirliği etmişçesine “ben vermem” diyor. “Ben veririm” diyen yok. Neden yok? Çünkü katile para ödemek, hayatını rahat sürdürebilmesi için onu desteklemek anlamına geliyor. Mesela… Ağca’ya röportaj için para verirsek, ‘ Ağca’mn bindiği Mercedes’i kim tahsis etti” gibi soruları sormaya hakkımız olmaz. Herife parayı verirsen, Mercedes’e de biner, Ferrari’ye de.
Peki “Ağca’ya Mercedes’i kim tahsis etti” gibi soruları en çok kim soruyor? Milliyet soruyor.
Haklıdır.
Çünkü o kurşunlar hepimize sıkıldı ama, katledilen kişi Milliyet’in Genel Yayın Müdürü ve Başyazarıydı.
İşin doğası gereği, olayı en yakından takip etmek ve Abdi İpekçi’yi vuran Mehmet Ali Ağca’yı afişe etmek, en çok Milliyet’in görevi.
Abdi Bey’e yetişemedim, yaş olarak… Ama Milliyet’te yazı işleri müdürlüğü yaptığım için, bilirim o sorumluluk duygusunu.
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz trenci'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 13.02.2020, 16:00   #23
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil

Sf: 372
Osman Ertuğrul Osmanoğlu
1912 de doğdu, 1924’de Viyana’da tahsilini sürdürürken, hanedanın tüm fertleriyle birlikte Türkiye’den sürgün edildi, 1933’te ABD’ye yerleşti, Manhattan da yaşadı, Kanada merkezli madencilik şirketi kurdu, 1991’de Afgan Kraliyet Ailesi’nden Zeynep Tarzi’yle evlendi, 1994’te Mehmed Orhan Osmanoğlu’nun vefatı üzerine OsmanlI hanedanının reisi oldu, başladığı yerde bitirdi, 2009 da İstanbul’da vefat etti, cenaze namazı Sultanahmet Camisi’nde kılındı, bakanlar kurulu kararıyla 2’nci Mahmud Türbesi ne defnedildi.

Sf: 374
Ömer
Cumhurbaşkanı Gül:
“Türkiye’yi kimse geri götüremez!”
Başbakan Erdoğan:
“Türkiye’yi kimse geri götüremez!”
Meclis Başkanı Toptan:
“Türkiye’yi kimse geri götüremez!”
Ekonomi Bakanı Şimşek:
“Türkiye’yi kimse geri götüremez!”
Ve, haber şöyle:
“Türk sporcu Ömer Aslan, İtalya’da düzenlenen Dünya Geri Geri Koşma Şampiyonası’nda dünya rekoru kırarak, altın madalya kazandı.”

Sf: 375
Belki gözünüzden kaçmıştır… Çinlilerin uzayda yürüyüş yaptığı güne denk geldi, bu büyük başarımız!
Ülkemiz fevkalade ileri gittiği için, üniversite mezunu olduğu halde iş bulamayıp, pastanede part-time garsonluk yapan şampiyonumuz Ömer Aslan, “Türkiye’de maalesef geri geri koşulacağını kabullenmeyen bir zihniyet var. Sponsor arıyorum,, ‘herkes ileri koşarken, biz geri geri koşana mı destek olacağız’ diyorlar, üzülüyorum bu duruma” dedi.
Gel de kahrolma…
“Geriden” iyi bir nesil geliyor diyoruz.
Hükümeti bi türlü inandıramıyoruz!
Ömer Aslan
1983’te Konya’da doğdu, Akdeniz Üniversitesi beden eğitimi spor yüksek okulunu bitirdi, 2008’de retro running branşında, 200 metrede dünya şampiyonu oldu. Retro running, 1990’lardan itibaren, özellikle Avrupa’da yaygınlaşmaya başlayan bir spor dalı, meraklıları tarafından olimpik spor kabul edilmesi için uğraşılıyor. Türkiye’de Ömer’den başka retro running sporcusu yoktu, o da 2010’da bıraktı.

Sf: 377
Halil İbrahim Özçimen
Atatürkçü öğretmenin başına gelenlerden yola çıkarak, 2007’de bu yazıyı kaleme aldığımda “mizah” zannedilmişti. Hepsi gerçek oldu! Yazının girişindeki öğretmenimiz, Isparta Selçuklu ilköğretim okulunda görev yapan 27 senelik beden eğitimi öğretmeni Halil İbrahim Özçimen’di. İzmir’deki cumhuriyet mitingine katıldığı ve öğrencilerine Atatürk portresi bulunan tişörtler giydirdiği için hakkında soruşturma açılmış, maaş kesme cezası verilmişti. Halil İbrahim öğretmen geri adım atmadı, hukuk mücadelesi başlattı, maaş kesme cezasının iptali için dava açtı, kazandı. Sonra… Dönemin milli eğitim bakanı Hüseyin Çelik, Isparta milli eğitim müdürü, milli eğitim müdür yardımcısı ve okul müdürü hakkında manevi tazminat davası açtı, her birinden 500 ile bin 500 lira arasında tazminat kazandı, yanlarına bırakmadı.
Halil İbrahim Özçimen, örnek öğretmen, örnek yurttaştı. Herkes bu kadar cesur olabilseydi, herkes haklarına bu kadar sahip çıkabilseydi karşı devrim çok kolay altedilirdi.

Sf: 380
Bu yazıyı, 2013’te, şike davası devam ederken, Fenerbahçe kongresinden hemen önce kaleme almıştım. Fanatik gazetesinde yayımlanan bu yazım,
Aziz Yıldırım’ın ekihi tarafından fotokopi ile çoğaltıldı, kongre salonundaki koltuklara dağıtıldı. Aziz Yıldırın rekor oyla kazandı. Rakibi Mehmet Ali Aydınlar’dı, basın toplantısı düzenledi, beni eleştirdi, “Yılmaz Özdil’e ne oluyor, Fenerbahçeli değil ki” dedi. Fenerbahçeli olmadığım için Fenerbahçe hakkında görüş bildiremeyeceğimi söyledi. Halbuki, yazdıklarımın aslında Aziz Yıldırın şahsıyla, Fenerbahçe kulübüyle filan alakası yoktu, sadece “paralel davalara dikkat çekmek istemiştim, hepsi buydu. Mecburen karşı yazı yazmak zorunda kaldım, “meslekle kurumsal aidiyet gerekiyorsa, Manmet Ali Aydınlar doktor mudur ki, hastanesi var” dedim!
Yazdıklarımızın hepsi doğru çıktı. Şike davasının kumpas davası olduğu kanıtlandı. Ayrıca, 17/25 tapelerinde bu kongrenin Mehmet Ali Aydınlar lehine bitmesi için nasıl manüple edilmeye çalışıldığı da ortaya çıktı. Aziz Yıldırım, 1952’de Diyarbakır’da doğdu, Ankara devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi’nde inşaat mühendisi oldu, 1998’de Fenerbahçe başkanı seçildi, 2016 itibariyle hâlâ başkandı, şike davası kapsamında 2011’de tutuklandı, bir sene hapis yatırıldı. Bu dava, Fenerbahçe camiasını başkan etrafında kenetledi. Aziz Yıldırım tarihin en uzun süreyle görev yapan Fenerbahçe başkanı oldu. Şike davası olmasaydı bu rekoru kırabilmesi muhtemelen imkansızdı.

Sf: 384
Haluk Hepkon
1969 da İstanbul’da doğdu, İstanbul Üniversitesi iletişim fakültesinden mezun oldu, 12 sene aikido sporuyla uğraştı, Marmara Üniversitesi spor akademisinde yüksek lisans yaptı, 2008’de Kırmızı Kedi Yayınevi’ni kurdu, tutuklanma tehdidine rağmen elini taşın altına koydu, Ergenekon-Balyoz kumpas süreçlerinde, okunmasından bile korkulan kitapları bastı, Er Mektubu Görülmüştür bu kitaplardan biriydi, bu kitaptan para kazanmayı boşverin, daha geniş kitleler tarafından okunabilmesi için, kendi cebinden üste para harcadı, 2016 itibariyle, altı sene gibi çok kısa sürede 650’den fazla kitabın yayıncısı olmayı başarmıştı.

Sf: 385
Korcan
Sene 2004.
Londra’daki Madame Tussaud Müzesi’nde Mustafa Kemal’in balmumu heykeli vardı. Ancak, Mustafa Kemal olduğuna bin şahit isterdi. Raşitik bir vücut, alakasız bir surat, ne saçı benziyordu, ne göz rengi tutuyordu. Üstelik, müzede sergilendiği yer adeta kıyıda köşedeydi, büyük devlet adamlarına ayrılan bölümde değildi. Müzeyi her sene bir milyon kişi ziyaret ediyordu, Türk vatandaşları gördükçe kahroluyor, yabancılar ise Atatürk’ü böyle tanıyordu.
Londra ya her giden aynı şikayetle dönüyordu ama, sayın devletimiz, sayın hükümetimiz kılını kıpırdatmıyordu… Mustafa Koç el koydu!
(Madame Tussaud müzesindeki tuhaf heykelden rahatsızlık hissedenlerin başında, varlığıyla onur duyduğumuz Profesör Yılmaz Büyükerşen geliyordu. Kendimiz yapmazsak, elaleme bırakırsak, olacağı bu diye düşünmüş ve sırf bu nedenle balmumu heykel çalışmaya başlamıştı. Büyükerşen’in çabalanndan önce Türkiye’de balmumu heykel yapmak için malzeme bile üretilmiyordu. Dönemin hava kuvvetleri komutanı İbrahim Fırtına, Eskişehir’de görev yaptığı sırada, Profesör Büyükerşen’in çabalarına şahit olmuştu. Bir vesileyle biraraya geldiklerinde Mustafa Koç’a anlattı. Fikri ateşledi. Mustafa Koç, balmumu heykelde en yetkin ismimiz Profesör Büyükerşen’i aradı, projenin başına geçer misiniz diye sordu. Cevap, elbette evetti.)
Koç grubu, Madame Tussaud müzesiyle temas kurdu, resmi teklifini iletti: “Atatürk heykelini değiştirmek istiyoruz, Profesör Yılmaz Büyükerşen’in kontrolünde olacak, gereken neyse yapmaya hazırız.
Müze tarihinde böyle bir değişikliğin örneği yoktu. Mırın kırın ettiler, olmaz öyle şey filan dediler. Koç grubu bastırdı.
Müze yönetimi iki şartla kabul etti. Müzenin başheykeltıraşı,
Profesör Büyükerşen’le birlikte çalışacaktı, Koç grubu tüm masrafları karşılayacak, üstüne 70 bin pound ödeyecekti.
Derhal kabul edildi. İki şarta, iki karşı şartla cevap verildi.

Sf: 386
Müzenin heykeltıraşı öncelikle Ford Kinross’un Atatürk biyografisini okuyacak, ardından Anıtkabir’i görecek, sonra heykele başlayacaktı. Çünkü Atatürk, sadece vücut ölçülerinden, fotoğraflarından ibaret değildi. Atatürk ün dehasını, ışıltısını tanımadan, Türk milletinin Atatürk’e sevgisini, saygısını tanımadan, Atatürk’ü Atatürk’e benzetebilmesi mümkün değildi
Atatürk’ün 50 yaşındaki hali yansıtılacaktı. 10 Kasım 1938 de vefatından hemen sonra alınan ve Anıtkabir de korunan birebir yüz maskı kopyalandı. Vücut ölçülerini ve karizmasını ortaya koyan fotoğraflarını Profesör Büyükerşen verdi.
(Parantez açalım… Bu projeye vesile olan İbrahim Fırtına, asrın iftirasıyla Silivri’ye tıkıldı. Bu projenin, Atatürk’e dair tüm askeri organizasyonunu üstlenen, değerli arkadaşım kurmay albay İsmet Çınkı, asrın iftirasıyla Maltepe’de yatırıldı. Bu memlekette Atatürk’ü sevmenin maalesef ciddi bedeli var… Parantezi kapatalım.)
Bir sene çalışıldı.
Gerçeğe yakışır, muhteşem bir heykel ortaya çıktı.
Ayrıca… Koç Grubu’nun sözleşmesi gereğince, heykelin yeri
değiştirildi. Ana salon tabir edilen, büyük liderlerin sergilendiği bölüme taşındı.
Törenle açılışı yapılacaktı. Gününü Mustafa Koç belirledi
10 Kasım 2005.
Ölüm yıldönümünde, doğacaktı.
O zamanlar atv haber’in başındaydım. Atv de henüz havuz medyası değildi. MadameTussaud müzesinden özel izinle canlı yayın yaptık. Koç Grubu tarafından yenilenen Atatürk’ün balmumu heykelini, açılışından bir saat önce Türkiye’ye gösterme onurunu yaşadık.
(30 dakika yayın yaptık. İzlenme rekoru kırıldı. Telefonlarımız kilitlendi. Yurttaşlar ağlayarak arıyor, tekrarını istiyordu. Ana haber bülteni, o gün ve ertesi gün, üç defa tekrar yayınlandı.)
Mustafa Koç canlı yayınımıza katıldı. Yandaş medyaya biat etmediği için işten çıkarılacak olan değerli arkadaşım Korcan Karar’ın sorularını yanıtladı. Neden bu işe el koyduğunu anlattı.

Sf: 387
“Atamızı aklımızda ve kalbimizde taşıdığımız biçimde, yani gerçek hatlarıyla tanıtmak istedik. Gururluyum, heyecanlıyım. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, fiziken aramızda olmasa da, 20’nci yüzyılın liderleri arasında, peşinden kitleleri sürükleyebilecek karizmaya ve öngörüye sahip… İdealleri halen yaşayan, fikirleri ölümsüz bir başka lider yok. Atatürk Türkiyesi’ni çağdaş uygarlığın ilerisine taşımak, ülkemizi ve tarihimizi uluslararası platforma doğru tanıtmak için, üzerimize düşenleri yapmayı bir borç biliyoruz.
2003’te Koç Holding Yönetim Kurulu Başkam olan Mustafa Koç’un, bu koltukta bizzat gerçekleştirdiği ilk sosyal sorumluluk projesi buydu. İlk imzasını Mustafa Kemal’le atmıştı.
Ailesi ona mübarek bir isim verdi. O da isminin hakkını verdi.
Ve önceki gün, sosyal medyadan hayatının son paylaşımlarını yaptı. Bu defa Havana’da adaşı’nın yanındaydı.
Güle güle Mustafa Koç.
Nur içinde yat.
Seni hep güzel hatırlayacağız. Hep Mustafa’yla hatırlayacağız.
Korcan Karar
1962’de İzmir’de doğdu, Roma Santa Cecilia Konservatuarı’ndan mezun oldu, gazeteciliğe Yeni Asır’ın İtalya muhabiri olarak başladı, Sabah’ta çalıştı, atv’de çalıştı, atv ana haber bültenini sundu. Mustafa Koç röportajı gibi, tarihi canlı yayınlara imza attı, 2006’da İtalya Cumhurbaşkanı Ciampi tarafından onur nişanıyla ödüllendirildi, Show tv’ye geçti, Skytürk 360 kanalında çalıştı, savaş belgeselleri hazırladı, fotoğraf sergileri açtı. Türkiye’nin en başarılı habercilerinden, en yüksek reytingli televizyoncularından biriydi, yakın arkadaş olduğumuzu bildikleri İçin, 2014’te, özellikle Yılmaz Özdil aleyhinde haber yaptırmak istediler, reddetti, istifa etti.
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz trenci'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 13.02.2020, 16:01   #24
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 389
Geldiği yeri asla unutmadı. Chicago’da umutsuz gençlere fırsat yaratmaya çalışan Lionheart vakfına maddi-manevi destek oluyor. Uyuşturucuyla mücadele için sosyal sorumluluk projelerine katılıyor. “Hangi dikenli yollardan geçtiğimi biliyorum, benim gibi sahipsiz çocukların o yollara sapmalarını engellemek istiyorum” diyor.
Fenerbahçe’ye transfer oldu. Bugüne kadar ortalama paralar kazanıyordu, seneliği altı sıfırlı dolara imza attı.
Adeta yeniden doğmasını sağlayan ülkenin bayrağı altına girdi. Türk vatandaşı oldu!
Ve dün, milli takım kadromuz açıklandı.
Dünyanın en zengin ülkesinde, metruk binanın bodrum katında, merdiven altında, kirli bi havlunun üzerine doğan talihsiz çocuk… Zirveye çıkması için kendisine merdiven olan bu mübarek ülkenin, ay-yıldızlı formasını giymeye hak kazandı.
Ve, milli takım kadrosunun açıklandığı saatlerde, meclisteki tören başlamak üzereydi… Atatürk Türkiyesi’nin imkanlarıyla, fırsat eşitliği sayesinde milletvekili olmuş bazı tipler, hâlâ, “yemin ederken Türk milleti demek zorunda mıyız, demesek olmaz mı” tartışması yapıyordu.
Boby Dixon
Futbolda Mehmet Aurelio, atletizmde Elvan Abeylegesse, voleybolda Natalia Hanikoğlu, masa tenisinde Melek Hu, basketbolda Bobby Dixon…
“Devşirme sporcuların yararlı olup olmadığı daima tartışılır. “Kendi çocuklarımız dururken, yabancıların Türk vatandaşı yapılması doğru mu?” filan denilir. Halbuki, aslında sorulması gereken soru şudur: Onlar üç beş kişi bizler 80 milyonuz. Bu 80 milyon kişi arasından basketbolda bir oyuncu kurucu çıkaramıyorsak, takkeyi önümüze koyup düşünmemiz gerekmiyor mu?

Sf: 390
Süleyman
Modem gazeteciliğin kurucularından olan İngiliz yazara “gazetecilik nedir?” diye sormuşlar… “Genel itibariyle Lord Jones’un yaşadığından haberi olmayan insanlara Lord Jones öldü’ demekten ibarettir” demiş.
Demirel, rahmetli Lord Jones’tur.
Çünkü, Türkiye’nin ortanca yaşı 28’dir. Nüfusun yarısı 28 yaşından küçüktür. 12 Eylül darbesi mesela… Bugünkü nüfusun üçte ikisi o tarihte henüz doğmamıştı. Demirel’le Ecevit’in Hacivat-Karagöz oldukları dönemde, şimdiki çocukların anne- babaları bile çocuktu.
Dolayısıyla, gençlerimiz açısından, Süleyman Demirel’in ölmesiyle Kazım Karabekir’in ölmesi arasında pek bi fark yoktur. İsmini duymuşlardır, hepsi odur.
Halbuki…
Hayati derecede önemlidir.
CHP, Ecevit’in mirasçısı.
MHP, Türkeş’in mirasçısı.
Saadet, Erbakan’ın mirasçısı.
AKP desen, Özal’ı sahipleniyor.
Bi tek kimi alan yok?
Baba’yı!
Kasket’i giyen var.
Takke’yi giyen var.
Börk’ü giyen var.
Hatta, fes giyen var, poşu giyen var.
Şapka boşta…
Temel sorun budur.
(“İki koyun güdemeyenlere oy vermeyin” diyenlerin alkışlandığı ülkede… Büyük karizmaydı Çoban Sülü.)
Kenara çekildiğinde yarattığı boşluk, kara delik gibi, Türkiye’yi yuttu.
Takke-kasket, börk-poşu tahterevallisiyle, istersen 100 kere seçim yap. Şapka’yı giyen bulunmazsa, sıklet merkezleri değişmeyecektir.

Sf: 391
Süleyman Demirel
Tam adı, Sami Süleyman Gündoğdu Demirel’di. 1924 te doğdu. İTÜ’de inşaat yüksek mühendisi oldu. Akrabası Nazmiye Şener’le evlendi, çocukları olmadı. 1965-93 arasında yedi defa hükümet kurdu, 10 sene 5 ay başbakanlık yaptı. 12 Eylül 1980 darbesinde gözaltına alındı, Gelibolu Hamzakoy’da ve Çanakkale Zincirbozan’da tutuldu, siyasetten yasaklandı, yedi sene sonra halk oylamasıyla yasağı kaldırıldı. 41 yaşında başbakan olmuştu, 69 yaşında cumhurbaşkanı oldu. “Baba” lakabıyla tanınıyordu, alamet-i farikası fötr şapkasıydı. 2015’te vefat etti, doğduğu yerde, Isparta İslamköy’de anıt mezarda toprağa verildi.
Fatih
Rönesans insanıydı. Entelektüeldi. Arapça, Farsça, Latince, İtalyanca, Rumca, Sırpça, henüz 19 yaşındayken altı lisan konuşurdu. Felsefeye meraklıydı. Milattan önceye ait Yunanca el yazmaları okurdu. Filozofları etrafına toplar, Peripatosçuların, Stoacıların ilkelerini, Platon’u Aristoteles’i tartışırdı. Coğrafyaya düşkündü. Batlamyus olarak tanınan Cladios Ptolemaios’un Geographia’sini incelerdi. Matematiksel coğrafya kavramının miladı kabul edilen Geographia’da bölük pörçük yer alan haritaları, bütün haline getirtip yayımlattı. Akdeniz, Ege ve Adriyatik’in girintilerini çıkıntılarını, derinliklerini, adalarını avucunun içi gibi bilirdi. Mesela, Limni adasını vergi toplamak için almadı, stratejik önemi olduğu için almadı. Peki neden aldı? Tin-i mahtum, yani “mühürlü toprak” adı verilen kırmızı renkli bir toprak türü var, sadece Limni’de bulunuyor, zehirlenmeye, yılan sokmasına karşı deva olduğuna inanılıyor, bezlere sarılıp yıkanıyor, süzme yoğurt gibi ağaçlara asılıyor, toz halinde kurutuluyor, tekrar çamur haline getirilip, bardak yapılıyor, bu bardağa konulan içecekte zehir varsa, bardak çatlıyor iyi mi… Limni’yi işte bu yüzden aldı. Dünyanın henüz dünyadan haberi yokken, doğal kaynakları kullanırdı. Astronomiyle İlgiliydi. Özellikle, matematiksel sentez anlamına gelen ve 13 kitaptan oluşan Almagest’in Latince çevirisine bayılırdı. Matematiğe trigonometri seviyesinde hakimdi. Çünkü, güneş’in ay’m hareketlerini, yörüngeleri, yıldızları, ekinoksları izah eden Almagest’i kavrayabilmen için, trigonometri bilmen gerekirdi. Efsane astronom Ali Kuşçu’nun tee 1438’de hazırladığı yıldız kataloglarını, matematik teorilerini tekrar tekrar okur, adeta yutardı. Bizans’a ait kitapların koleksiyonunu yapardı. Avasofya’ya dair neredeyse yazılmış tüm orijinal eserleri biriktirmişti. Topkapı Sarayı’nda kurduğu kütüphanesinde ilk ciddi araştırma, 1929’da Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle gerçekleştirildi. Latince, Yunanca, İtalyanca, Farsça 587 eser tespit edildi. Bunların dördü el yazması ilyada Destanı’ydı. Bugün tüm dünyadaki kütüphanelerde en iyi korunabilmiş Bizans dönemi İlyada Destanı, onun kütüphanesinden çıkan el yazmalarından biri… İstanbul’un Konstantinopolis dönemine ait en eski şehir haritası, ondaydı. Büyük İskender’in biyografisi olan Anabasis’in kopyası, kütüphanesindeydi. Homeros’un İlyada’sından o kadar etkilendi ki, kalkıp Truva’ya gitti. Yanından ayırmadığı vakanivüs Kritovulos’un notlarından biliyoruz, kalıntıları gezdi. Akhileus’un, Hektor’un mezarları hakkında bilgi aldı, kahramanlıklarını saygıyla andı. Truva’nın konumunu, denizle- karayla ilişkisinin stratejik yararım irdeledi. Papa II. Pius’a yazdığı mektuptan anlıyoruz ki, İstanbul’un fethini Truva’nın rövanşı gibi görürdü. Hobileri vardı. Denizi çok severdi. Oppianos tarafından kaleme alman ve balıkçılık üzerine yazılmış en eski kitap olan Halieutika’yı okurdu. Balıkçılık gelişsin diye, Pontus’u aldıktan sonra, 60 kadar Rum balıkçıyı aileleriyle birlikte getirdi, Sarıyer’e yerleştirdi. Ezop’un fabllarını okurdu. Merak yelpazesi genişti, Hipokrat’ı, lir sanatını, hayvanların özelliklerini, değerli taşları okurdu. Kültür adamıydı, sanatçılara kol kanat gerer, ödüllendirirdi. Şairdi. “Avni” mahlasıyla şiirler yazardı. Bağda gülden bahseden, yanağını kasdeder / serviden söz açanlar, endamını kasdeder / dilbere vasıl olmak dar-ı dünyadan murad / âşık, aşkın derdi ile dermanını kasdeder… Mimariyi çok önemserdi. Yaşadığı mekanları Alla Turchesca, İran, Karaman, Alla Greca tarzında inşa ettirirdi. Sofu değildi. Hatta dindar olduğu bile pek söylenemez. Galata’daki San Pietro kilisesine gidip, ayin izlerdi. Seremoni sevmezdi, kalabalıklarla dolaşmazdı, inanması güç gelecek ama, seyyahların notlarından okuyoruz, kiliseye giderken yarımda sadece iki koruma olurdu. Yahudi, Rum farketmez, ustalarıyla dostluk kurardı. İtalyan ekolünü beğenirdi. Portresini Italyan ressam Bellini’ye yaptırdı. (Ecdadın torunları olduğunu iddia eden palavracı politikacılarımız sahip çıkmadığı için… En ünlü tablosu, National Gallery koleksiyonuna dahildir, Londra’da Victoria Albert Müzesi’nde sergilenir.) Aslında kendisinde ressamlık yeteneği vardı Topkapı Sarayı’nda bulunan ve Ordinaryüs profesör Süheyl Ünver tarafından gün ışığına çıkarılan defterinden biliyoruz.

Sf: 393
Roma büstlerini andıran insan figürleri, at, leylek, kartal gibi hayvan figürleri, çiçek motifleri çizmişti, ilk altın sikke onun için bastırıldı. Üzerinde “darib’ün nadri sabih-ül-izzi vennasri, filberri velbahri” unvanı bulunuyordu. Yani “izzet sahibi, karaların ve denizlerin hakimi”ydi. Aslına bakarsanız, bu sikkenin öyküsü de, sanat merakından kaynaklanıyordu. Bizans ganimetlerini incelerken, İmparator 8. Palaeologos’un portresinin madalyon üzerine işlenmiş olduğunu gördü. Kendisi için bunun bir benzerini yaptırmak istedi, araştırdı, Constanzo di Moysis isimli sanatçıyı Napoli’de buldurdu, İstanbul’a getirtti. Böylece, madalyona işlenen ilk Müslüman hükümdar oldu. Eğitimine beş yaşında başlandı, çocukluğundan itibaren harp tarihiyle, harp sanatıyla yetiştirildi. Ateşli silahları tasarım yapabilecek seviyede tanırdı. Tarihte ilk havan topunun çizimlerini, bizzat o yaptı, tarihte ilk havan topu İstanbul’un fethinde kullanıldı. Gerçek manada dünya lideriydi.
E bugün bakıyoruz… Fetih yapıyorum filan diye, İstanbul caddelerini fotoğraflarınla doldurmuşsun, tahtadan surlar yaptırmışsın, zabıtalara yeniçeri kıyafeti giydirmişsin, sahnede maket kadırga çektirip, kendi figüranlarına kendini alkışlatacaksın.
Yani hakikaten gazan mübarek olsun, fetih müsamerene limon sıkmak istemem ama… Fatih kim, sen kim be birader.
II. Mehmet
1432’de Edirne’de doğdu, Osmanlı’nın yedinci padişahı oldu, 32 sene hüküm sürdü. 21 yaşındayken İstanbul’u fethetti, bin senelik Bizans İmparatorluğu’na son verdi. Bu fetih, pek çok tarihçi tarafından Orta Çağ’ın sonu, Yeni Çağ’ın başlangıcı kabul edildi. 1481’de vefat etti.

Sf: 396
Zeki
Sene 1953.
10 yaşındaydı.
Babasının işi için Beyrut’taydılar.
İşte ilk o gün gördü.
Bir oyuncakçı dükkanının vitrininde… Çuf çuf dolaşıyordu.
Büyülenmişti.
Seyretti, seyretti, seyretti.
Alamadı maalesef.
Gel zaman git zaman…
Bir alışveriş merkezinde gezerken, çocukluğundaki oyuncak trenin benzerini gördü. Heyecanla almak istedi. Maalesef satılmıyordu. Alışveriş merkezinin dekoruydu.
Zamanında maddi imkansızlık nedeniyle babasının yapamadığını, bu defa kızı yaptı… Alışveriş merkezindeki devasa oyuncak trenin nerede satıldığını araştırdı, buldu, doğum gününde hediye etti.
Baba evlada değil…
Evlat babaya oyuncak almıştı.
Sevinçten havalara uçtu. Rayları kurdu, vagonları yerleştirdi, yol kenarlarına istasyonlar, ağaçlar kondurdu. Büyüttü… İlave lokomotifler aldı, ilave hatlar döşedi. Bir odayı komple boşalttı, insanlar evler, otomobiller, tarlalar, hayvanlar, elektrik direkleri, hemzemin geçitler monte etti. Sinyalizasyon sistemi bilgisayara bağlı uzaktan kumandalıydı. Saatlerce oynuyor, kendini kaybediyordu. Odaya sığamaz hale gelmişi, aradaki duvarı yıktırıp, köprülerle, viyadüklerle öbür odaya doğru genişletmeyi planlıyordu.

Sf: 397
72 yaşında çocuktu.
Dön dolaş aynı yere çıkan, hiçbir yere giden oyuncak trenin yolcusuydu. Hepimiz gibi… Bindi, gitti.
Zeki Alasya
1943’te İstanbul’da doğdu. Robert Kolej’den mezun oldu. Metin Akpınar, Haldun Taner ve Ahmet Gülhan’la birlikte Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nun kurucuları arasında yer aldı. Metin Akpınar’la ayrılmaz ikili oldular, 53 sene boyunca aynı sahneyi, aynı film setlerini paylaştılar. Aslan Bacanak, Köyden İndim Şehire, Nereye Bakıyor Bu Adamlar gibi, replikleri ezbere bilinen filmlerde ve çok seyredilen televizyon dizilerinde rol aldı. Yönetmenlik yaptı. 1988’de Devlet Sanatçısı unvanı aldı. 2015’te vefat etti, Zincirlikuyu’ya defnedildi.

Sf: 402
Özcan Purçu
1977’de Aydın Söke’de doğdu. 2015’te CHP’den İzmir milletvekili seçildi. Türkiye’nin ilk, Avrupa’nın üçüncü Roman kökenli milletvekili oldu. “Kırmızı plakayla Roman çadırlarına gideceğim, Roman çocuklarının okuması için uğraşacağım” dedi. Dediğini yaptı. TBMM Başkanlık Divanı katip üyesi seçildi, TBMM kırmızı plakayı taktı, ilk iş, Roman çadırlarına gitti. Özcan Purçu’nun mücadelesi, Türkiye’deki Romanlar açısından milat oldu.
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz trenci'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 13.02.2020, 16:02   #25
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 404
Çetin Emeç
1935 İstanbul doğumluydu, bana göre Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük gazetecisiydi, haber-tiraj dehasıydı, 1990’da Hürriyetin genel yayın yönetmeniyken, Suadiye’deki evinden çıktığı sırada silahlı saldırıya uğradı, şoförü Sinan Ercan’la birlikte öldürüldü, suikast karanlıkta kaldı.
Necip Hablemitoğlu
1954 Ankara doğumluydu, Ankara Üniversitesi’nde devrim tarihi dersleri veriyordu, 2002’de evinden çıktığı sırada başına kurşun sıkılarak öldürüldü, Alman vakıflarının Türkiye’deki altın madenleriyle ilişkisini ortaya koyan kitaplar yazmıştı, Fethullah Gülen cemaatinin istihbarat dünyasındaki örgütlenmesiyle ilgili kitap hazırlığındaydı. Suikast karanlıkta kaldı.
Eşref Bitlis
1933 Malatya doğumluydu, jandarma genel komutanıydı, ABD’NİN Kürdistan planını ilk teşhis edenlerden biriydi, İncirlik’tekİ ABD güçlerinin PKK’ya yardım ettiğini açıklamıştı, 1993’te kendisini taşıyan askeri uçak Ankara Güvercinlik’ten havalandı, dokuz dakika sonra, Ankara Yenimahalle’ye düştü, üç subay bir astsubayla birlikte şehit oldu, buzlanma denildi, komplo teorileri havada uçuştu, karanlıkta kaldı.

Sf: 408
Müjdat Gezen
29 Ekim’de cumhuriyet bayramında… 29 Ekim 1943’te İstanbul’da dünyaya geldi, Muammer Karaca Tiyatrosu’yla başladı, 1967’de arkadaşlarıyla birlikte Halk Oyuncuları’nı kurdu, 1968’de kendi özel tiyatrosunu açtı. 100’den fazla sinema filminde, binden fazla radyo skecinde-televizyon dizisinde rol aldı. 32 kitap yazdı, şiir albümü çıkardı. Akp’nin en çok mahkemeye verdiği sanatçı oldu!
Sf: 414
Türkiye de sosyal devleti çöküşün eşiğine getiren sebeplerin başında, Allah ile aldatanların yarattığı “sadaka kültürü” ve bu kültürün yarattığı “sömürü merhametçiliği” gelmektedir. AKP iktidarı, bu yıkıcı sebebin saltanat dönemini temsil etmektedir. Allah ile aldatanlar, iane çadırlarıyla yetinecek bir toplum özlemektedir.
BOP’un temel hedefi, Ortadoğu’da İsrail’den daha büyük devlet bırakmamaktır. Yaşadığımız günlerin ABD ve AB’sinde, Türkiye’yle ilgili ilk hedef, Türk Ordusu’nu etkisizleştirmek olarak dikkat çekiyor. Laikliğe saldırıyı emperyalizmin Haçlı kurmayları kotarıyor. Müslümanlar, burada sadece taşeronluk yapıyor. Türkiye’yi Allah ile aldatma zehrinin panzehiri, ancak, İslam’ın gerçeği içinden çıkarılabilir.

Sf: 415
Nedir bu derseniz… Profesör Yaşar Nuri Öztürk’ün Allah ile Aldatmak isimli kitabından alıntılardır.
Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer, bu kitabı okuduktan sonra Profesör Yaşar Nuri Öztürk’e telefon etmiş ve “bu kitap Cumhuriyet’in manevi manifestosudur” demişti. Aynen katılıyorum… Cumhuriyet’e dair, Nutuk’tan sonra yazılmış en değerli kitaptır.
Ve, hani şimdilerde Tayyip Erdoğan hepimize “şapşal” muamelesi yaparak “aldatıldım” filan diyor ya… Bu kitabı okumasını tavsiye ediyorum!
Okusun ki… Yaldızlı-süslü laflarla yalan söylemenin, iftira atmanın, milletin parasıyla gezip tozmanın, gösteriş yapmanın, şatafatın, hırsızlığın, yolsuzluğun, koltuk şehvetinin, şahsi çıkar hesaplarının, fakir fukara istismarının, baskı düzeni kurmanın, dini-imanı siyasete alet etmenin, Allah ile aldatma’nın Kuran’a aykırı olduğunu görsün. Okusun ki, aldatılmasın!
Yaşar Nuri Öztürk
1951’de Trabzon’da doğdu, dokuz yaşında hafız oldu, ilkokulu dışardan bitirdi, imam hatip lisesinden sonra, İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesinden mezun oldu, İslam felsefesi üzerine doktora yaptı, profesör oldu, 1992’de İstanbul Üniversitesi ilahiyat fakültesinin kurucu dekanı oldu. 3 Kasım 2002’de CHP’den İstanbul milletvekili seçildi, CHP’den istifa etti, Halkın Yükselişi Partisi’ni kurdu, 2009’da aktif siyaseti bıraktı. 50’den fazla kitap yazdı. 2016’da 22 Haziran’da, doğduğu gün, vefat etti, doğduğu gün ramazan’dı, gene ramazan ayında rahmetli oldu, Kanlıca’da toprağa verildi.

Sf: 417
Yaşar Kemal
Dönemin başbakanı Süleyman Demirel, Yaşar Kemal’in bütün kitaplarım okuduğunu söyleyince, Yaşar Kemal ne demiş biliyor musunuz… Nah okumuştur!
Özeti budur.
İnce Memed
Yer Demir Gök Bakır
Ölmez Otu
Karıncanın Su İçtiği Binboğalar Efsanesi
Nah okunmuştur.

Sf: 418
Çünkü okusaydık eğer… Memleket böyle mi olurdu?
Aşkı yazdı mesela.
Sevdayı anlattı.
O halde nedir bu kadın infazları?
Fukaralığı haykırdı, insan insanı Anlamış gibi mi görünüyoruz? sömürmesin artık diye çırpındı.
Yoksa, 29 dile çevrilmişken… Anladığımız dilden mi konuşmadı?
Edebiyatın ırgatıydı.
Mazlumların yanındaydı.
Ağalık düzenini tasvir etti.
E boşuna mıydı hepsi…
Haksızlıkları alkışlamamızı, hırsızlarla gurur duymamızı, zalimleri baş tacı etmemizi mi istedi?
“İstedim ki, beni okuyanlar sevgi dolu olsunlar, insana, kurda kuşa, börtü böceğe, tekmil doğaya, bu görkemli kültür toprağına, saygı dolu olsunlar” dedi. Hangi romanından öğrendiniz kindar nesil yetiştirmeyi, nefreti?
Yozlaşmayı anlattı bize. Kokuşmuşluğu tarif etti.
Dönemin başbakanıyla başladık, dönemin cumhurbaşkanıyla bitirelim bari… Var mı, Tayyip Erdoğan’ın Yaşar Kemal’i okumuş, kavramış gibi bi hali?
Yaşar Kemal
Asıl adı. Kemal Sadık Gökçeli’ydi. 1923’te. bugün Osmaniye sınırları içinde yer alan Gökçedam’da doğdu. Dört yaşındayken kazayla bir gözünü kaybetti, beş yaşındayken babasının camide bıçaklanarak öldürülüşüne şahit oldu, kekeme oldu, 12 yaşına kadar konuşmakta zorlandı, ortaokuldan ayrıldı, pamuk tarlalarında ırgatlık yaparken folklor derlemelerine başladı, ilk kitabı Ağıtlar, 1943’te yayımlandı. Yaşar Kemal adını 1951’de Cumhuriyet gazetesinde kullanmaya başladı. 2015’te vefat etti, cenazesinde Akp’li Abdullah Gül, CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu, Hdp’li Selahattin Demirtaş yan yana saf tuttu, Türkçe-Kürtçe dua edildi, Zincirlikuyu’da toprağa verildi.

Sf: 419
Salih
Profesör Salih Neftçi…
Türkiye’nin uluslararası alanda yetiştirdiği en önemli ekonomistlerden biriydi. “Finans dehası” olarak tanınırdı. Dünya Bankası na, Çin Merkez Bankası’na, Uluslararası Kalkınma Ajansı’na, ABD Dışişleri Bakanlığı’na danışmanlık yapardı. Öngörüleri paha biçilmezdi. ABD, Çin, İsviçre üniversitelerinde ders verirdi.
Tanıdığım en zeki insanlardan biriydi. Teori’yle pratik’in kesiştiği noktaydı. Maalesef çok erken kaybettik. Hakikaten çok arıyorum rahmetliyi… Çünkü, ekonomiye dair tüm bildiklerimi ondan öğrendim. Hayata bambaşka bir perspektifle bakmamı sağlamıştı. Saatlerce sorardım, bıkmadan usanmadan anlatırdı. Gene böyle bir sohbet sırasında, “şu piyasa tabir edilen kavramı, ekonomi tahsili yapmayanların anlayacağı şekilde izah eder misin” dedim. İzah etti.
“Türkiye’nin köklü bankalarından birinin patronu beni aradı, atılım yapmak istediklerini söyledi, yöneticilerine eğitim vermemi istedi. Doğrusu hiç vaktim yoktu ama, neticede memlekettir, geldim. Bir hafta sürecekti. İstanbul’da küçük bir oteli kampa çevirmişlerdi. Bankanın yöneticileri, Anadolu’daki şube müdürleri, hepsi orada kalıyordu. Otelin restoranı, konferans salonu olarak kullanılıyordu. Kürsüye çıktım. Hani bir zamanlar kösele ayakkabının içine beyaz çorap giyme hastalığımız vardı ya… İlk dikkatimi çeken bu oldu. Hemen hepsi beyaz çoraplıydı. İngilizce bilen var mı diye sordum. Bir iki üst düzey yönetici haricinde, yoktu. Ama, istisnasız hepsinin önünde not defterleri vardı. Can kulağıyla dinliyorlardı. Gece çalışıyor, ertesi sabah yeni yeni sorularla geliyorlardı.
Merak ediyorlardı. Her saniyeyi değerlendirmek için, çaba harcıyorlardı.”
“Bu banka. Türkiye’nin en büyük bankalarından biri oldu Elbette çok küçük bir parçasıydım ama, kendime gurur payı çıkarıyordum.

Sf: 420
“Seneler sonra, aynı bankanın patronu beni tekrar aradı, dünyaya açılmak istediklerini söyledi, yöneticilerine eğitim vermemi istedi Tekrar geldim. Bu defa İstanbul’un en büyük otellerinden birinde kamp kurmuşlardı. Kürsüye çıktım. İlk dikkatimi çeken, İtalyan ayakkabılar oldu. Karşımda oturanların, eğitime gelmekten ziyade, kokteyle gider gibi bi halleri vardı. İngilizce bilen var mı diye sordum. Gülümsediler. İstisnasız hepsi biliyordu. Ama, istisnasız, hiçbirinin önünde not defteri yoktu. Gözlerinden ‘biz zaten senin anlatacağın her şeyi biliyoruz’ ifadesi okunuyordu. Nezaketen dinlediler ama, tek soru bile sormadılar. Öğrenmek isteyen, bilgiye aç kadro gitmiş, onların yerine, her şeyi bildiğini düşünen kadro gelmişti.”
“Hayatın sürekli kendini yenilediğini… Bilmekten çok, öğrenmeye devam etmenin daha önemli olduğunu unutmuşlardı.”
“İlk günün sonunda, akşam yemeğinde banka patronuyla buluştum. Bir hafta kalmama gerek yok, ben yarın döneyim dedim. Şaşırdı. Niye diye sordu. Batıyorsunuz dedim! İyice afalladı. Anlamadım dedi. Anlamadığınızı görüyorum, fazla dayanamazsınız, batıyorsunuz dedim. Tatsız bir yemek oldu. Ertesi gün New York’a döndüm.”
Seneye…
Bu banka battı.
Kıssadan hisse…
2.5 lirayı geçti, n’ooluyor bu dolara diye merak ediyorsunuz ya?
Siyasete beyaz çorapla girip, artık hiç kimseyi dinlemeye ihtiyacı olmayan, her şeyi bilen biri tarafından yönetiliyoruz… Kendinizi güvende hissedebilirsiniz!
Salih Neftçi
Kerkük’ün en köklü ailelerinden Neftçizadelere mensuptu, 1947’de Kerkük’te doğdu, 1958’de Irak darbesinde Türkiye’ye göç ettiler, Galatasaray Lisesi’ni ve ODTÜ Ekonomi’yi bitirdi, doktorasını Minnesota üniversitesinde yaptı, profesör oldu, Washington ve Columbia üniversitelerinde ders verdi, fınans üzerine yazdığı kitap Amerikan üniversitelerinde zorunlu ders kitabı oldu, 2009’da Cenevre’de vefat etti, Lozan’da loprağs verildi. Annesi Nermin Çiftçi, 1965 ve 1969’da CHP Muş milletvekiliydi, Sadi Irmak hükümetinde kültür bakanlığı yaptı, TBMM’nin ilk kadın başkan vekiliydi.

Sf: 421
Selahattin Reşit
Mustafa Kemal “sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum, alevler halinde geri dönmelisiniz” dedi… Selahattin Reşit Alan, 1925 senesinde, henüz 22 yaşındayken, bir grup seçilmiş arkadaşıyla birlikte Fransa ya eğitime gönderildi. “Tayyare mühendisi” oldu.
Pilot brövesini de aldı, 1931’de yurda döndü. Eskişehir Tayyare Tamirhanesi’nde işbaşı yaptı. Gece gündüz çalıştı. 1932 senesinde “ilk milli uçağımız” olarak ilan edilen “MMV-l”i üretti. Milli Müdafaa Vekaleti, yani Milli Savunma Bakanlığı adını taşıyan uçağımız, saatte 200 kilometre sürat yapıyor, havada 2.5 saat kalabiliyordu.
Genç uçak mühendisi Selahattin Reşit Alan, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin gururu olan uçağına “kağnı” figürü çizmişti.
Bu tarihi fotoğrafa iyi bakın lütfen… Selahattin Reşit Alan, milli uçağının gövdesine işlediği kağnı’yı işte böyle ölümsüzleştirmişti.
Çünkü…
O kağnı olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti var olamazdı.
Dönemin en ileri teknolojisiyle, son model savaş makineleriyle gelen işgal devletleri… Anadolu insanının kağnı’sına yenilmişti.
Milli şuura sahip olan Selahattin Reşit Alan… O kağnı sayesinde eğitim alabildiğini, o kağnı sayesinde teknoloji üretebildiği, o kağnı sayesinde gelişmiş ülkeler seviyesine yükselebileceğimizi biliyordu.
“İthalat”a degil “imalat”a inanıyordu. Bunu asla unutmayalım diye… Zenginliğin sembolü uçağa, yoksulluğun sembolünü kazımıştı.
Ve, bakıyoruz bugün…
TC-DAP,devletimizin VIP uçağı…

Sf: 422
60 milyon dolarcık.
TC-ATA, devletimizin VIP uçağı…
38 milyon dolarcık.
TC -ANA, devletimizin VIP uçağı…
77 milyon dolarcık.
TC-GAP, devletimizin VIP uçağı…
42 milyon dolarcık.
TC-KOP, devletimizin VIP uçağı…
52 milyon dolarcık.
TC-LAA, devletimizin VIP uçağı…
20 milyon dolarcık.
TC-LAB, devletimizin VIP uçağı…
20 milyon dolarcık.
Yetmedi…
TC-TUR satın alındı.
200 milyon dolarcık!
Peki ya, tedavülden kaldırıldıktan sonra bize kakalanan, güya savaş uçağı Fantomlar kaç para… Alt tarafı 2 milyon dolar.
Satmaya kalk, alan yok.
Yedek parça olarak bile kullanılmıyor.
Devlet büyüklerimizin kıçı’nın kıymeti, sıfır kilometre 200 milyon dolar… Savaş pilotlarımızın canı’nın kıymeti, ikinci el 2 milyon dolar.
Ekstra hazin tarafı… “Kendine yeni uçak aldı” dediklerinde, Tayyip Erdoğan ne dedi biliyor musunuz… “Neyle gidecektik, kağnıyla mı?”
Selahattin Reşit Alan
1903’te Makedonya Pirlepe’de doğdu. Türkiye’nin ilk uçak fabrikasını kuran Nuri Demirağ’a ortak mühendis oldu. Tek motorlu ND36’yı ve çift motorlu ND38’i tasarladı. Kendi elleriyle ürettiği uçakların test uçuşlarını da kendisi yapıyordu, 1938 senesinde ND36’yla Eskişehir İnönü meydanı’na inerken çakıldı, şehit oldu.

Sf: 425
1971’den beri sokakta…
O gün bugündür, direniyor.
Google’a girin “Musa Çam eylem” yazın, sonuçlara şaşarsınız. Gezi’de o var, Soma’da o var, Ermenek’te o var, hes’lerde o var. Taşeronla mücadele eder, deniz kirliliğiyle mücadele eder, emekliler için mücadele eder, biber gazı yiyen o, tazyikli su yiyen o… En son dört gün önce laik eğitim yürüyüşünde gözaltına almaya çalıştılar. Nerede emek mücadelesi varsa, insanlarımız nerede eziliyorsa, oradadır. Reklam sevmez, haberini yapsınlar, kendini cilalasınlar diye gazetecilerle suni arkadaşlıklar kurmaz, samimiyetle işini yapar.
Çocuklarını okutabilmek için, eşi şu anda hâlâ fabrikada işçi olarak çalışıyor. Kendisi bizim çocuklarımız için savaşıyor, vücudunu bizim çocuklarımız için siper ediyor.
Yatak odasından para kasaları fışkırırken, bakan çocuklarım savunan akp milletvekilleri, işçi milletvekili Musa Çam’a saldırıyor, kaburgasını kırıyor.
Evet, kaburgasını kırmayı başardılar belki ama… Bu ülkeye dair hayallerimiz, umutlarımız, Musa Çam gibiler sayesinde her zamankinden sapasağlam duruyor.
Musa Çam
2011’de ve 2015’te İzmir’den seçildi. Kelimenin tam manasıyla “milletin vekili”ydi. TBMM’ye girebilmek için genel merkezden icazet almayı reddetti, CHP’de ön seçime girme cesaretini ilk gösterenlerden biriydi. İzmir birinci bölgeden aday oldu, en yüksek oyu aldı. Akp’nin en nefret ettiği, en çok saldırdığı vekillerin başında geliyordu.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 16:03   #26
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil

Sf: 429
İsmail Hakkı Pekin
İsmail Hakkı Pekin’i anlattığım bu yazı, meslek hayatımın en unutulmaz hatıralarından biridir. Çünkü bu yazı yüzünden “bazı” astsubaylar tarafından hakkımda suç duyurusunda bulunuldu. ‘‘Başçavuş” diyerek hakaret ettiğim öne sürüldü. Savcı ifademi almak için çağırdı, ‘hakaret mi ettin’ diye sordu. ‘Hakan Fidan başçavuştu, kendisine amiral mi deseydim’ dedim, savcı takipsizlik kararıverdi. Aynı yazıyla alakalı olarak başka suç duyurusu daha yapıldı. MİT müsteşarına “Akp yandaşı”diyerek MİT’e hakaret ettiğim öne sürüldü. Aradan kısa süre geçti, Hakan Fidan AKP’den milletvekili adayı olmak için MİT müsteşarlığından istifa etti iyi mi!
Necdet
Sene 1961, temmuz ayı, sıcak, boğucu bi yaz günüydü.
Darbe atmosferi hakimdi, İstanbul’da hâlâ sıkıyönetim vardı.
Çemberlitaş’taki Buğday Bankası’nın önünde 59 model şevrole impala durdu, geniş kanatlı, yeşil renkliydi.

Sf: 430
Direksiyonda oturan siyah gözlüklü adam, motoru çalışı. halde tutarken, esmer, uzun boylu, duglas bıyıklı, siyah gözlüklü, takım elbiseli adam indi, bankaya girdi, çeketinin altına sakladığı sten’i çıkardı, davudi sesiyle “kıpırdamayın’ diye bağırdı!
Necdet Elmas’tı.
Türkiye’nin ilk gangsteri…
Siyah beyaz Amerikan filmlerinden fırlamış gibiydi. Memleket, tarihinde ilk kez silahlı banka soygununa şahit oluyordu.
Cebinden çıkardığı torbayı veznedarın suratına fırlattı, doldur dedi. Veznedar tir tir titreyerek, çekmecesini açtı, 2 bin 900 lirayı torbaya koydu, uzattı. Müşteriler, memurlar donup kalmıştı, adeta nefes bile almıyorlardı ama, kapıya yakın oturan banka müdürünü gözden kaçırmıştı. Müdür dışarı fırladı, yetişiiiin diye haykırdı. Gangster torbayı kaptı, bankadan çıkar çıkmaz havaya ateş etti, yaklaşmayın yakarım diye bağırdı, şevrole’ye atladı, vınn… Kaçmayı başarmıştı.
Ertesi sabah, tüm gazetelerin manşetlerindeydi. Türkiye, görülmemiş olayı, banka soygununu konuşuyordu. Sıkıyönetim komutanlığı madara olmuştu.
Bir ay sonra, 18 Ağustos günü, öğle saatleri… Kazlıçeşme’deki Iş Bankası’nın önünde 59 model şevrole impala durdu, geniş kanatlı, bu defa siyah renkliydi. Direksiyonda oturan siyah gözlüklü adam, motoru çalışır halde tutarken, uzun boylu adam indi, gene takım elbiseliydi, bu defa kafasına kadın çorabı geçirmişti, bankaya girdi, sten’i çıkardı, davudi sesiyle “kıpırdamayın” diye bağırdı!
Cebinden çıkardığı torbayı veznedarın suratına fırlattı, doldur dedi. Bu defa hasılat müthişti. 186 bin 850 lira… Kaptı torbayı, atladı şevrole’ye, vınn.
Ertesi sabah, manşetlere sığmamıştı, gazetelerde tam sayfa halinde yer almıştı. Devlet otoritesiyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan bu gangsterin kim olduğu merak ediliyordu, memleketin bir numaralı mevzusuydu.
Neticede, 15 gün sonra, Darıca’da kıstırıldı. Saklandığı evin etrafı, bir binbaşının komuta ettiği askeri birlik tarafından sarıldı. Teslim ol çağrısı yapıldı. Necdet Elmas, janti adamdı, müsaade edin tıraş olayım bu şekilde çıkmayayım dedi, müsaade ettiler, tıraş oldu, takım elbisesini giydi, teslim oldu.

Sf: 431
Hayatı hem komik, hem trajikti. İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesini ikinci sınıfta terketmişti. Yedi yaşındaki oğlu hastalanmış, yoksulluk yüzünden bakımı yapılamamış, vefat etmişti. O gün yoldan çıkmış, para için gayrimeşru işlere dalmıştı. Sabıkalı otomobil hırsızıydı, şevrole hastasıydı. Yakalanmış 11 ene hapis cezası almış, kalbim sıkıştı ayağıyla hastaneye sevkedilmiş, refakat eden askerleri Emirgan’a içki içmeye götürmüş, tuvalet penceresinden tüymüştü.
Kendisinden 20 yaş küçük, 19 yaşındaki Sabahat’la nişanlıydı. Kızın ailesi damat adayını müteahhit zannediyordu, kendini öyle tanıtmıştı. 770 liralık nişan yüzüğü takmıştı. O günkü parayla, servetti. Kimliği ortaya çıkınca, gazeteciler Sabahat’a koştu, ne düşündüğünü sordular. “Gerekirse onu ömrümün sonuna kadar beklerim” dedi. Sayın basınımızın o zamanlar da magazin merakı vardı, tarihin ilk banka soygunundan aşk hikayesi çıkarılmıştı.
Otomatik tabancayı azılı yankesici İsmet’ten almıştı. Nişanlısı Sabahat’la İsmet’in nişanlısı Melda, mahalleden arkadaştı. Melda da sağlam pabuç değildi. Darıca’dan önce, bir kaç gün Melda’nın Kadıköy’deki evinde saklanmışlardı. Direksiyondaki ortağı ise, adaşıydı, Necdet Sinkil’di. Barbuta takıldığı bitirimhaneden tanıyordu. Darıca’daki evi de ortağı ayarlamıştı, Necdet Sinkil’in akrabasına aitti. Yakalanmasalardı, balıkçı teknesi kiralayıp, Çanakkale’ye kaçacaklardı.
Gel gör ki, yakalanmaları için 100 bin lira ödül konmuştu. Necdet Elmas’ın akrabası Muzaffer, paraya tamah etmiş, ispiyonlamış. Türkiye’nin ilk gangsteri, akrabasının ihbarı üzerine enselenmişti.
Tıraşını oldu, takım elbisesini giydi, hakim önüne çıktı, gayet kibardı. “Mahkemenizi incitecek bir söz söyledimse, bunu haleti ruhiyeme atfetmenizi rica ederim, suç kirdir, ceza banyodur, banyonun dozu kaçırılırsa, fayda değil zarar verir, esas müdafaanın vicdanlarınızda yapılmasını arz ediyorum” dedi.
20 sene yedi. 1974’te genel aftan çıktı. Bir daha vukuatı olmadı. Beşiktaş’ta büfecilik yaptı, bilahare, baba ocağı Konya Ereğli’ye yerleşti.

Sf: 432
E şimdi bakıyoruz…
Bank Asya’ya girdiler. “Kıpırdamayın” dediler. Hikaye iki cümlede bitiverdi.
Ne kapıda homur homur bekleyen allı silindirli şevrole var, ne artistik siyah gözlükler, ne kafada kadın çorabı, ne de aşk macerası… “İleri demokrasi”de banka vurgunlarının da, banka soygunlarının da tadı tuzu kalmadı!
Necdet Elmas
Burası ABD olsaydı, Hollywood bu gizemli adamın en az yirmi tane filmini yapardı. Türkiye’de maalesef gazetelerin tozlu arşivlerinde kaldı. Türkiye’de silahsız soygunlar (!) sıradanlaştığı için, Necdet Elmas’ın üzerinde kimse durmadı. Hapishanede dine yöneldiği, namaza başladığı iddia edildi, çıktıktan sonra akrabalarına bile izini kaybettirdi, evlendiği, kızı olduğu öne sürüldü, daima esrarengiz, daima muamma olarak yaşadı. Mesela, şarkıcı Nadide Sultan’ın büyük dayısıydı ama, akıbetini Nadide Sultan bile bilmiyordu.
Rennan
Foça’dayım.
Cezaevinde.
Profesör Mehmet Haberal’ı Silivri’de ziyaret ettiğimde, Profesör Tayfun Uzbay’ı Şirinyer askeri cezaevinde ziyaret ettiğimde, yurttaş olarak ne hissettiysem, Profesör Rennan Pekünlü’yü ziyaret ederken de onu hissediyorum… Utanç.
Profesörlerini hapse tıkan kafasız bi ülke burası.
Düşünenlerine pranga vuran, düşünmeyenlerin ülkesi
(Profesör Rennan Pekünlü, Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü’nde öğretim üyesiydi.

Türbanlı öğrencilerin eğitim özgürlüğünü engellediği iddiasıyla hapse atıldı. Aslında “kumpas davası”ydı. Akp’yle cemaat’in henüz kapışmadığı dönemde, cemaat medyasıyla, yandaş medyanın ortaklaşa organize ettiği algı operasyonu”ydu. Medyanın geriye kalan bölümü, türbancılarla karşı karşıya gelmemek için sustu. Halbuki, iddialar yalandı, iftiraydı. Rennan Pekünlü üzerinden tüm akademik camiaya gözdağı verilmek isteniyordu. Türbana karşı çıkan herkesin başına işte bunlar gelir deniyordu. Akademisyenler korktu, sindi. Profesör Rennan Pekünlü linç edildi.)

R

Sf: 433
Sekiz kişiyle aynı koğuşta kalıyor. Koğuş arkadaşlarının hangi suçlardan yattığını bilmiyor. Hiç sormamış. Umursamadığı için değil kederlerini deşmemek için… Toplam 600 civarında mahkum var, istisnasız, büyük saygı görüyor. Herkes “hocam” diye hitap ediyor. Arşivde çalışıyor, boşa saat tüketmiyor, madem buradayız bari işe yarayalım diyor.
Eşiyle her sabah kahvaltıdan sonra yaptıkları yürüyüşleri çok özlüyor. Kızının burnunda tüttüğünü görüyorum, kızından da bahsederken sesi kırılıyor.
Nükleer karşıtı aktivist-hekim Helen Caldicott’un kitaplarım okuyor. Nükleer endüstrinin insan sağlığına zararlarına kafa yoruyor. Hapisten çıktıktan sonra, Mersin ve Sinop’a kurulması planlanan nükleer santrallere karşı faaliyet göstereceğini anlatıyor. Vatandaşları bilgilendirmek gerektiğini söylüyor.
“Başınıza dert açmak için yeni bir alan bulmuşsunuz” diyorum. Gülüyor. “ABD’de benim gibilere maverick deniyor” diyor.
Bu İngilizce kelimenin sözlük anlamı “damgalanmamış, sahipsiz dana” demek… Ama aslında “başına buyruk” manasında kullanılıyor.
Hakikaten Profesör Pekünlü’yü en güzel tarif eden kelime, başınabuyruk… Sürü’ye katılmadığı için 12 Eylül de Kenan Evren rejimi tarafından iki defa üniversiteden atılıyor. Sürü’ye katılmadığı için, Akp rejimi tarafından hapse atılıyor. Darbeci Kenan Evren’le ileri demokrasici Tayyip Erdoğan’ın ortak noktalarından biri, Profesör Pekünlü’ye eziyet etmek oluyor.
İleri demokrasiden sohbet ederken, laf dönüyor dolaşıyor, Yalta Konferansına geliyor. Profesör Rennan Pekünlü, Stalinle Churchill arasmda geçtiği rivayet edilen bir anekdotu anlatıyor. Churchill, Staline “duyduğumuz kadarıyla Sovyetler Birliği’nde konuşma özgürlüğü yokmuş” diyor. Stalin “yanlış duymuşsunuz” diye cevap veriyor, “isteyenin istediği kadar konuşma özgürlüğü var, sadece, konuştuktan sonra özgürlük garantisi yok!”
(İyi ki cezaevindeyiz de, böyle alengirli mevzulardan rahat rahat bahsedebiliyoruz. Maazallah bunları dışarda konuşmaya kalksak, içeri atarlar!)
O sırada görevli sesleniyor.
Vakit tamam.
Hapiste geçmek bilmeyen zaman, açık görüşte su gibi akıp gidiyor.
Sarılıyoruz.
Ayrılıyoruz.
“Cezaevi”nden çıkıp, sahte diplomalı bakan yeğenlerinin Tübitak’a yönetici yapıldığı, bilim adamı unvanı taşıyan dekanların el etek öptüğü, Tayyip Erdoğan’a fahri profesör unvanlarının verildiği “Özgür Türkiye”ye geri dönüyorum.
Girişte bıraktığım cep telefonumu teslim alıyorum. Mesaj gelmiş: Çağdaşlık öncülerini, saygın profesörlerini hapse tıkarak geleceğini gömen Türkiye, yobazlık finansörü vahabi kralı için kahrolmuş, üzüntüden yas ilan etmiş.
Yas’ıklar olsun bu ülkeye.
Yas’ıklar olsun.
Esat Rennan Pekünlü
1950’de İzmir’de doğdu. Ege Üniversitesi fen fakültesinden mezun oldu, Ingiltere Leicester Üniversitesinde doktora yaptı, 1980 darbesinde atıldığı Ege Üniversitesi’ne 1990’da geri döndü, profesör oldu, TÜBİTAK Ulusal Gözlem evinde akademik kurul üyesi olarak yer aldı. Türkiye’nin uluslararası platformdaki en değerli bilim insanlarından biri olarak, 4.5 ay hapis yatırıldı, bu kitabın piyasaya çıktığı 2016 itibariyle, tekrar hapse atılması için tekrar yargılanıyordu!

Sf: 435
Abdullah
Dokuz kişiydiler. Biri ekip lideriydi. Biri askeri tabip. İkisi pilot, biri uçak teknisyeni. Diğer dördü silahlı-silahsız saldırı uzmanıydı. Etimesgut askeri havaalanında buluştular. Ekip lideri “arkadaşlar” dedi, “ailelerinize telefon edin, bir süre görüşemeyeceğinizi söyleyin, Tanrı yardımcımız olsun.”
Özel uçağa bindiler. Antalya’ya gittiler. Karpuzkaldıran askeri tesislerine yerleştiler. Uçağın kuyruğundaki Türk Bayrağı ve kimliğini gösteren işaretler kapatıldı. Üç gün sonra, vakit tamam… Tekrar havalandılar.
Ekip lideri pasaportları dağıttı. Fotoğraflar gerçek, geriye kalan tüm bilgiler sahteydi. İş adamı kimliğinde görünüyorlardı.
İyi de, hangi ülkeye gidiyorlar, neyin ticaretini yapıyorlar?
Ekip lideri hariç, hiçbiri bilmiyordu. Sadece “Afrika’ya gittikleri” söylenmişti. Kendi aralarında şakalaşıyorlardı, “muz cumhuriyetinden geldiğimize göre, herhalde muz tüccarıyız” diyorlardı!
Altı saat uçtular, piste tekerlek koydular. Terminal binasında “welcome to Entebbe international airport” yazısını gördüler. Uganda’daydılar. Tee 23 sene evvel Filistinli korsanlar tarafından kaçırılan ve İsrail komandoları tarafından basılan Air France uçağının enkazı hâlâ oradaydı.
Başkent Kampala’da The Windsor Lake Victoria Hotel’e yerleştiler. Beklediler. Dört gün sonra… Ekip lideri odaları tek tek aradı, lobide buluştular. O ana kadar gizlenen görevi açıkladı: “Kenya’ya gidiyoruz, bebek katilini alacağız!”
Entebbe’ye geldiler, tam pasaport kontrolüne girerken, bi telefon… Görev ertelendi. Otele geri döndüler. Sabrın sınırlarını zorlayan bekleyiş başladı. Artık ne yapacaklarını biliyorlardı ama, bu sefer de saatler geçmek bilmiyordu. Ya görev iptal edilirse? Ya bu kadar yakınken elleri boş dönerlerse?
Üç gün, üç sene gibi geçti. Nihayet beklenen an geldi. Bindiler, Nairobi Jomo Kenyatta Havalimanı’na indiler. Uçakta bekleyeceklerdi. Paket, kendi ayağıyla gelecekti. Pilot kuleye bilgi verdi: “İki saat sonra havalanacağız, rota Hollanda.”

Sf: 436
Ekibin Hollandalıya benzeyen sarışın mavi gözlü elemanı merdiven başına çıktı. Pilot, sağ motoru çalıştırdı. Üç otomobillik konvoy, aprona hışımla daldı, uçağın yanında zınk diye durdu. Hollanda’ya gidiyorum zanneden paket, indi. Hollandalı (!) gülümseyerek başıyla selamladı. Paket koşar adım merdivenleri tırmanırken, sol ve kuyruk motorları çalıştırıldı, kapı kapandı.
“Abdullah Öcalan, memlekete hoşgeldin!”
Paket’i Bandırma’da teslim ettiler, tekrar havalandılar, başladıkları yere, Etimesgut’a indiler. MİT müsteşarı hangarda bekliyordu, tek tek kucakladı, duygusal bir konuşma yaptı. Çankaya Köşkü’ne götürdü. Cumhurbaşkanı Demirel, kahramanları Pembe Köşk’te, Atatürk’ün makam odasında karşıladı.
“Sizlerle hatıra fotoğrafı çektiremiyorum. Çok gizli bir görevi başarıyla ifa ettiniz. Şartlar, bundan sonra da gizliliğin korunmasını gerektiriyor. Sizleri bir fotoğraf karesinde buluşturmanın sakıncalı olduğunu düşünüyorum” dedi.
Birer kol saati hediye etti.
Saatlerin arkasında “TC Cumhurbaşkanı, 18.2.1999” yazıyordu.
Bu zorunlu gizlilik, tırışkadan efsaneler, köfteden kahramanlar yarattı. Sadece dokuz kişiydiler ama, neredeyse dokuz bin kişi o uçakta bulunduğunu ima etti.
Halbuki kanıt belliydi.
O saatler kimdeyse, uçakta onlar vardı.
Ve, o saatlerden birinin sahibi rahmetli oldu. Gazetelerde haber yapıldığı için, artık yazabiliriz…
“Abdullah Öcalan, memlekete hoşgeldin” diyen ekip lideri, bordo bereli albay Abdullah Soyluoğlu’ydu.
TSK dan MİT e geçmişti. Kıbrıs’tan güneydoğu’ya sayısız kozmik görevde bulunmuş, hiçbirini şahsi ikbali için kullanmamış, sıra dışı hayatına rağmen sıradan kalmayı başarmış bir vatan evladıydı. İki tane mantar tabancası patlatanlar bile 22 tane kitap yazarken… Gerçek “efsane albay”ın adını, rahmetli oluncaya kadar duyan olmadı.

Sf: 437
Karakterini özetleyebilmek için tek örnek vereyim… Hastalandı. Öğretmen eşi ve iki kızı, tembihliydi. Asla kimseden iltimas istemeyeceklerdi. Herhangi bir emekli vatandaş gibi, devlet hastanesine gittiler. Vaziyet kötüydü, akciğerde, beyinde tümör… İlerlemişti, derhal ameliyat gerekiyordu, yoğun bakımda yer yoktu, Madem subaysınız, Haydarpaşa Gata’ya gidin dediler, gönderdiler.
Gata’ya geldiler, yoğun bakımda yer yoktu!
Cumhuriyet tarihinin en önemli görevlerinden birini gerçekleştirmiş olan efsane albay, acil serviste, bir sedyede yatıyordu. Eşi, kızı çaresizce başında bekliyordu.
Hani hep sallarız ya, “vatan sana minettar” filan…
İşte buydu.
Neyse ki, Gata komutanı tesadüfen acil servise geldi, tesadüfen gördü, yoğun bakımda yer yaratıldı. Ama maalesef, ameliyat edilemeden vefat etti. Çünkü, ailesine bile yük olmak istememişti, hastalığının nereye varacağını biliyordu, üzülmesinler diye son dakikaya kadar ailesine bile söylememişti. Kasım ayında, baba ocağında, Konya Seydişehir’in Gökhüyük köyünde toprağa verildi.
Ondan geriye bir büyük onur mirası, bir de madalya gibi kol saati kaldı.
Ve bugün, Öcalan’ın pazarlığına oturan MİT’in haline bakınca, bakanların koluna takılan saatlere bakınca… Diyorum ki, hakikaten “kahin” gibi adamlarmış.
“Muz cumhuriyetinden geliyoruz” derken, aslında ne kadar da haklılarmış!
Abdullah Soyluoğlu
Ömrü boyunca mütevazı yaşayan 65 yaşındaki kahraman, baba ocağında gayet mütevazı bir törenle toprağa verildi. Devleti temsilen sadece ve sadece Seydişehir kaymakamıyla garnizon komutanı yüzbaşı vardı, hepsi buydu. Ne demişti büyük şair Orhan Veli… Neler yapmadık şu vatan için, kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik!
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 16:05   #27
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 443
Teodor Kasap
1835’te Kayseri’de dünyaya geldi, Rum kökenliydi, kumaşçılıkla ünlü olan Kasapoğulları ailesine mensuptu, İstanbul’da matbaacılık yaptı, Alexander Dumas ve Moliere’in eserlerini Türkçe’ye çevirdi, Pinti Hamit, Sarı Yusuf, İşkilli Memo gibi uyarlama romanlar yazdı, hayatının son döneminde saray kütüphanecisi oldu, 1897’de vefat etti Oğuz Aral. 1936’da İstanbul’da doğdu, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni üçüncü sınıfta terketti, 14 yaşından itibaren çeşitli gazete ve dergilerde çizmeye başladı, Gırgır’ı 500 bin tiraja ulaştırdı, dünyanın en çok satan üçüncü mizah dergisi yaptı, Avanak Avni, Utanmaz Adam gibi efsane karakterler yarattı, 2004’te vefat etti, Zincirlikuyu’da toprağa verildi.
Tevfik
Türk aydınlanma tarihinin sembol isimlerinden Tevfik Fikret, Galatasaray lisesinde okumuş, birincilikle bitirmiş, öğrencisi olduğu Galatasaray lisesinde öğretmen olmuş, müdür olmuştu. Galatasaray Spor Kulübü’nün koruyucu başkanlığını yapmıştı. Okul-kulüp dayanışması, onun müdürlüğünde başlamıştı.
Edebiyatımızın yapı taşlarından olan Tevfik Fikret’in yaşadığı dönem, memleketin ona buna peşkeş çekildiği, rüşvetin, yolsuzluğun, sansürün, yasakların, istibdat’ın had safhaya ulaştığı dönemdi.

Sf: 444
Kimileri saray soytarısı olmayı tercih ederken, Tevfik Fikret aklı, bilimi rehber edinmiş, bağnazlıkla mücadele etmişti. Dürüst, namuslu, onurlu yaşamı, elbette eserlerine yansıyordu. Mesela, zat-ı şahaneleri padişahımız efendimiz aleyhine şiirler yazdığı için evi basılmış, gözaltına alınmış, korkutulmaya çalışılmıştı.
Mustafa Kemal’e ışık tutan şairdi, düşünce yapısının oluşumunda etkin rolü vardı. En kanlı vuruşmaların siperlerinde bile Tevfik Fikret’i okuyor, notlar alıyor, ilham alıyordu. Öyle ki… “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” lafının kaynağı, Fikret’in dizeleriydi. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” lafı, Fikret’indi.
O nedenle, Mustafa Kemal “ben devrim ruhunu ondan aldım, Tevfik Fikret’i tanıyanlar, benim ne yapmak istediğimi kavrayacak kimselerdir” demişti.
Tevfik Fikret’e hürmeten Galatasaray lisesiyle daima yakından ilgilenmişti. Hatta, Galatasaray Üniversitesi’nin bulunduğu Ortaköy’deki binayı, Atatürk vermişti.
Sadece fikri manada değil, bugünkü moda tabirle “yaşam gustosu”nda da Tevfik Fikret’ten etkilenmişti. Giyim kuşam zevkini örnek alıyordu. Fikret’in ölümünden sonra evini, yani Aşiyan’ı ziyaret edip, kullandığı eşyayı incelemiş, Aşiyan’da gördüğü bir masanın benzerini yıllar sonra Çankaya Köşkü’ne yaptırmıştı.
E, bugün bakıyoruz…
Tevfik Fikret çıtası, servisçi Abdürrahim Albayrak seviyesine getirilmiş… Padişahlara direnen yaşam tarzıyla Çankaya Köşkü’ne ilham veren Galatasaray, gecekondu statüsündeki kaç’ak saraya süs eşyası yapılmış… Galatasaray’ın Tayyip Erdoğan’ın huzuruna çıkarıldığı gün “mübarek gün” ilan edilmiş.
Üzülüyor tabii insan…
Çünkü ne demişti Tevfik Fikret?
Verir zavallı memleket,
verir ne varsa malını
varlığını, hayatını,
umudunu, hayalini
hemen yutun düşünmeyin,
haramını helalini…
Yiyin efendiler yiyin bu doyumsuz sofra sizin
doyuncaya, tıksırıncaya
çatlayıncaya kadar yiyin.
Tevfik Fikret
1867’de İstanbul’da doğdu. Asıl adı, Mehmet Tevfik’ti. Annesini 12 yaşındayken kaybetti, babası padişah tarafından sürgüne gönderildi, anneannesi tarafından büyütüldü. Galatasaray Lisesi’nde Recaizade Ekrem, Muallim Naci, Muallim Fevzi gibi, döneminin seçkin öğretmenleri tarafından eğitildi. Şiirlerini 1895’ten itibaren Tevfik Fikret adıyla yazdı. 1915’te vefat etti, Eyüp’te aile mezarlığına defnedildi, 1961’de, müze haline getirilen Aşiyan’daki evinin bahçesine nakledildi.

Sf: 447
Çağdaş Cengiz
1987’de dünyaya geldi. Uludağ Üniversitesi halkla ilişkiler bölümünü bitirdi, Arel Üniversitesinde medya üzerine yüksek lisans yaptı. 19 Mayıs 2006’da Türkiye Gençlik Birliğinin kurucuları arasında yer aldı, 2013’te başkanlığına seçildi. TGB’nin 10 senelik tarihinin anlatıldığı Şu Çılgın Gençler kitabını derledi. Bu kitabın piyasaya çıktığı 2016 itibariyle aynı görevde, Türkiye’nin çağdaşlık mücadelesine katkı sağlamaya devam ediyordu.

Sf: 454
Koray Gürbüz
1973’te Malatya’da dünyaya geldi. Türkiye Gaziler Vakfı ikinci başkanlığını yaptı. Şehit Mektupları adıyla kitap yazdı. 2016 itibariyle Aydınlık gazetesinde köşe yazıyordu. 34 senedir bu ülkede gazetecilik yapan biri olarak yürekten söyleyebilirim ki, gazilerin sorunlarını çözebilmek için, gazilerin sesini topluma duyurabilmek için, Koray Gürbüz kadar çaba harcayan birini görmedim.

Sf: 456
Nazım Hikmet Ran
1902’de Selanik’te doğdu. Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde iktisat okudu. İlk şiiri “Feryad-ı Vatan”ı 12 yaşında yazdı, şiirleri 50 den fazla dile çevrildi. Yaşamı boyunca yazdıkları nedeniyle 11 ayrı davada yargılandı, 12 sene hapis yattı. Sovyetler Birliği’ne yerleşti, 1951’de Türk vatandaşlığından çıkarıldı, büyük dedesi Mustafa Ran Celalleddin Paşa’nın (Konstantin Borzecki) memleketi Polonya’nın vatandaşlığına geçti, Borzecki soyadını aldı. 1963’te öldü, Moskova’da toprağa verildi. 2009’da, ölümünden 46 sene sonra, yeniden Türk vatandaşlığına kabul edildi.

Sf: 458
Emin Çölaşan
1942’de Ankara’da doğdu. ODTÜ idari bilimler fakültesinden mezun oldu. Gazeteciliğe 1977’de Milliyetle başladı, köşe yazarlığına 1989’da Hürriyetle başladı. Önce İnsanım Sonra Gazeteci, Turgut Nereden Koşuyor, Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi gibi çok satan kitaplar yazdı. Akp döneminde işini kaybeden, en çok mahkemeye verilen gazeteciler arasındaydı. 2016 itibariyle Sözcü’de yazıyordu.

Jose
Uruguay eski cumhurbaşkanı Jose Mujica, bir haftadır Türkiye’de, İzmir’i Eskişehir’i İstanbul’u geziyor.
Okumuşsunuzdur mutlaka… Cunta dönemlerinde 14 sene hapis yattı, altı defa vuruldu, iki defa hapisten kaçtı. Cumhurbaşkanlığı sarayında oturmuyordu. Evi yok. Eşine ait köy evinde oturuyordu. Suyu kuyudan çekiyordu. Maaşının yüzde 90’mı yoksullara bağışlıyordu. Makam uçağı kullanmıyordu. 87 model vosvos’u var, ona biniyordu. Şoförünü milletvekili yapmadı, zaten şoförü yoktu. Koruması yoktu. Banka hesabı yok. Kredi kartı yok. Emekli oldu, gezmeye geldi.
Gazetelerimiz şu başlıkları attı:
Saraysız başkan…
En yoksul cumhurbaşkanı…
Çağdaş Robin Hood…
Uçaklı değil, vosvoslu lider…

Sf: 459
Bizim gibi tırışkadan ülkerlerde “zenginlik” denilen kavram “kişisel servet” ten ibaret sanıldığı için… “Sosyal demokrasi denilen kavram “yoksullara bağış yapmak”tan ibaret sanıldığı için… Hep bu tür vurgular yapıldı, saraysız, parasız, vosvoslu filan.
İşin şu tarafıyla kimse ilgilenmedi…
Jose Mujica, hapis yattığı için, sarayı olmadığı için, vosvosa bindiği için mi cumhurbaşkanı seçildi?
Gazetecilerle buluştu.
Üniversitelilerle buluştu.
Siyasetçilerle buluştu.
Hiç kimse merak edip şu soruyu sormadı…
Sizi neden seçtiler?
Banka hesabı olmadığı için mi?
Suyu kuyudan çektiği için mi?
Gerilla olduğu için mi?
Neden?
Çünkü kardeşim… Cumhurbaşkanı seçilmeden önce “tarım ve hayvancılık bakanı”ydı.
Akılcı politikalarıyla, beş sene gibi kısa bir sürede, Uruguay topraklarının yüzde 90’ını tarım yapılabilir hale getirdi. Ülkesini buğday, pirinç, mısır, arpa, yulaf deposu haline getirdi. Canlı hayvan varlığını, sığır, koyun, domuz, kümes, toplam 45 milyona çıkardı. Ülkesindeki canlı hayvan nüfusunu, ülkesindeki insan nüfusunun 13 katına çıkardı. Süt ürünleri sektörünü, beş katına büyüttü. Topraktan elde edilen kazancı, denize döktü, balıkçılık patladı, üç katına çıkardı.
Tarım ve hayvancılık sayesinde, işsizliği azalttı, kişi başına düşen geliri artırdı, maaşları yükseltti, köyden kente göçü durdurdu.
Hırsızlık yapmaması, paraya tamah etmemesi, sarayda oturmaması, vosvosa binmesi, hayat felsefesi, elbette örnek alınması gereken, darısı başımıza dedirten bir davranış biçimidir. Ama ülkenin başına getirilmesinin sebebi bu değildi. Tarım’dı.
Kendi kendine yeten yedi ülkeden biriyken, AKP sayesinde saman ithal eden Türkiye iyi okusun diye yazıyorum.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 16:06   #28
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 460
Nüfusumuz 80 milyon.
14 milyon ineğimiz var.
Uruguay’ın nüfusu 3.5 milyon.
16 milyon ineği var.
Bu yüzden…
Uruguay’dan inek ithal ediyoruz.
Bu yüzden…
Dünya siyaset tarihinde tarım bakanlığından cumhurbaşkanlığına yükselen ilk ve tek kişidir, Jose Mujica.
Ve, işte bu yüzden…
Üç çocuk değildir marifet.
Üç inek yapmaktır maharet.
Jose Mujica
CHP’nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Jose Mujica, “köylü milletin efendisidir” vizyonunun vücut bulmuş haliydi. Atatürk’ün başlattığı tarım hamlesi karşı devrimciler tarafından sekteye uğratılmasaydı, Anadolu’nun bereketli topraklarında neler yapılabilirdi… Bunun kanıtıydı.
Kuddusi
Zart diye tutukladılar, ciğerlerinden hastaydı, Tekirdağ devlet hastanesine sevkedildi, gayet iyisin denildi, cezaevine geri gönderildi, durumu kötüleşti, bunun psikolojisi bozuk denildi, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne sevkedildi iyi mi… Psikiyatrik muayene neticesinde, böbrek yetmezliği teşhisi konuldu! Cezaevine geri gönderildi, komaya girdi, Yedikule araştırma hastanesine sevkedildi, turp gibisin denildi, cezaevine geri gönderildi, Bayrampaşa devlet hastanesine sevkedildi, oradan Haseki hastanesine havale edildi, maşallahın var denildi, cezaevine geri gönderildi, şuuru kapandı, tekrar Bayrampaşa devlet hastanesine sevkedildi, aslanlar gibisin denildi, cezaevine geri gönderildi, bitkisel hayata girdi, o haldeyken Tekirdağ cezaevine sevkedildi, canlı cenazeydi, Tekirdağ devlet hastanesine sevkedildi, oradan Trakya üniversitesi tıp fakültesi hastanesine sevkedildi, nihayet lütfedip teşhis konuldu, tüh be kansermiş denildi, ne akciğer kalmıştı, ne kemik, ne beyin… Ölüm döşeğinde tahliye ettiler, dört gün geçmedi, son nefesini verdi.
Kuddusi Okkır’dı.
“Ergenekon terör örgütünün kasası” diye tutukladılar, yandaş medyada “zengin işadamı” diye tanıttılar, tedavi imkanı vermediler, hastane hastane süründürdüler, alay eder gibi “sağlıklı” raporları verdiler, ailesi çırpındı, yalvardı, yok kardeşim, ölene kadar bırakmadılar, cenazesini kapının önüne koydular.
Musalla taşındayken hâlâ sanık’tı. Henüz iddianame yazılmadığı için hangi delillerle suçlandığını bilmiyordu. “Kasa” diye tutuklanmıştı, beş kuruşu yoktu, cenaze aracının parasını bile haberi takip eden gazeteciler ödedi, eşine tarifsiz acı ve 19 bin lira vergi borcu bıraktı.
Gel zaman git zaman…
Kuddusi Okkır için kılım kıpırdatmayan asrın liderimiz, makam yetkisini kullanarak, “tedavi olsun” diye “hasta” bir mahkumu affetti. Dolandırıcılıktan 20 sene hüküm giyen hasta mahkum, tahliye edildi. “Hapisteyken tedavi olamıyordum, ilaçlarımı alamıyordum, Allah cumhurbaşkanımızın tuttuğunu altın etsin, ölümcül hastayım, durumum fena, dolandırdığım insanlar haklarını helal etsin dedi.
Bu haberi okuyan herkesin gözleri buğulandı, yüreği insan sevgisiyle dolu, vicdan sahibi asrın liderimize duacı olundu.
Ve dün Asrın liderimiz tarafından affedilen, helallik isteyen dolandırıcı, jandarmanın fuhuş operasyonunda yakalandı! Fuhuşa aracılık etmek, yer temin etmek suçundan enselenen bu arkadaşla birlikte, iki kadın, bir travesti, dokuz müşteri gözaltına alındı.
İnsanın böylesine merhametli, şefkatli, yaratılanı yaradandan ötürü seven, adaletli bi asrın liderinin olması hakikaten çok şahane bi duygu…
Allah memlekete nice hayırlı aflar nasip etsin inşallah, amin!

Sf: 462
Kuddisi Okkır
1948’de Yalova’da doğdu, 2008’de göz göre göre öldürüldü. Yalova’da toprağa verildi. Hayatını kaybedene kadar, bir avuç yurtsever haricinde hiç kimse sesini bile çıkarmadı. Bu kitabın yayımlandığı 2016 itibariyle, tazminat talep eden eşinin hukuk mücadelesi sürüyordu. İnsan hayatını harcarken gayet bonkör olanlar, insan hayatına karşılık bedel ödeme konusunda pek cimriydiler!

Sf: 466
Bu şehrin çocukları… Atatürk aydınlanmasının ne anlama geldiğini, uygulamalı olarak, yaşayarak görüyor. Profesör Yılmaz Büyükerşen gibi vizyoner-yurtsever yönetirse, toplumun nereden nereye sıçrayabileceğini, yaşayarak görüyor. Aynı zamanda… örgütlü cehalet yönetirse, toplumun başına neler gelebildiğini de, yaşayarak görüyor!
Mesleki kariyerimi ortaya koyarak, iddia ediyorum.
Eskişehir’de bugüne değil…
Yarına şahit oluyoruz.
En geç önümüzdeki 10-15 sene içinde, Türkiye’nin geleceğine damga vuracak insanlar, bu donanımlı çocukların arasından, Eskişehir’den çıkacak. Yazın bi kenara… Sanat’ta bilim’de sanayi’de siyaset’te, hayatımıza yön verecek insanlar, bu çocukların arasından yetişecek.
Yıldırım Büyükerşen
1937’de Eskişehir’de doğdu, Eskişehir iktisadi ticari ilimler akademisi’ni bitirdi, profesör oldu, Anadolu Üniversitesi rektörü oldu, 1999’da DSP’den Eskişehir büyükşehir belediye başkanı seçildi, 2004, 2009, 2014’te tekrar seçildi, 2011’de CHP’ye geçti. Çağdaş “halk evleri ve köy enstitüleri modelini Eskişehir’de hayata geçirdi. CHP kulislerini yakından takip eden bir gazeteci olarak şunu açıkça söyleyebilirim ki… 2014’te cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP’nin adayı Yılmaz Büyükerşen olacaktı.
CHP milletvekillerine, il başkanlarına, belediye başkanlarına “adayımız kim olsun” diye soruldu, en çok “Yılmaz Büyükerşen” ismi çıktı. Hatta, genel başkan yardımcılarından ikisi, bizzat Yılmaz Büyükerşen’i telefonla arayarak, adaylığının kesinleştiğini söyledi. Seçime günler kala CHP’nin tüm belediye başkanlar! Eskişehir’de buluştu, bütün medya davet edildi kulaklara fısıldandı, Eskişehir’de canlı yayında, bizzat Kılıçdaroğlu tarafından Büyükerşen’in cumhurbaşkanlığı adaylığı açıklanacaktı. Herkes buluştu, canlı yayın başladı, nefesler tutuldu… Ve, bitti! Aday maday açıklanmadı. En başta CHP’liler, medya şaşkındı. Ne oluyor demeye kalmadı, ertesi gün Kılıçdaroğlu çıktı “adayımız Ekmeleddin İhsanoğlu” dedi. Ne oldu da Ekmeleddin İhsanoğlu oldu? Bu sorunun cevabı, bu kitabın piyasaya çıktığı 2016 itibariyle hâlâ muammaydı.
Tek gerçek vardı: Büyükerşen cumhurbaşkanı adayı olacaktı, kazanma ihtimali vardı, en azından Tayyip Erdoğan’ın birinci turda kazanması imkansızdı, Türk siyaseti başka türlü akacaktı.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 16:09   #29
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil


Sf: 472
Aydın Doğan
1936 da Gümüşhane Kelkit’te doğdu. İstanbul iktisadi ticari ilimler akademisini bitirdi. 1979’da Milliyeti satın alarak medya sektörüne girdi. Türkiye Gazete Sahipleri Sendikası Başkanı oldu. 1994’te Hürriyet’i satın aldı Posta Radikal, Fanatik gazeteleriyle, Kanal D ve CnnTürk ün aralarında bulunduğu 21 televizyon kanalını bünyesine kattı. Eğitim, kültür hizmetleri için Aydın Doğan Vakfı’nı kurdu, özellikle kız çocuklarının çaba harcadı 1999 da Cumhurbaşkanı Demirel’in elinden Türkiye Cumhuriyeti Devlet Üstün Hizmet Madalyası aldı. 2016 itibariyle son 20 senede üç defa Türkiye vergi rekortmeni rekortmeni oldu.

Sf: 474
Mehmet Çıplak
Bodrum’dan İstanköy adasına geçmeye çalışan Suriyeli mültecilerin botu alabora olmuş, iki yaşındaki Aylan bebenin cesedi sahilimize vurmuştu. 18 senelik asker olan 39 yaşındaki astsubay kıdemli üstçavuş Mehmet Çıplak, o anı şöyle anlatmıştı: “Altı yaşında oğlu olan bir babayım, Aylan bebeği ilk gördüğümde aklıma oğlum geldi, yanına gittim, Allahım inşallah yaşıyordur dedim, maalesef nefes almıyordu, hayat belirtisi yoktu, yavrusuna sarılan bir babanın hissedebileceği duygularla Aylan’ı kucakladım, o fotoğrafı gören herkes “bu kadar ağır bir yükü nasıl taşıdın” diye sordu.”

Sf: 477
Osmaniyeli, 32 yaşındaki yüzbaşı Ali Alkan. 2015’te Şırnak’ta şehit olmuş, yarbay ağabeyi Mehmet Alkan, kardeşinin cenaze töreninde tabuta vura vura “bu vatan evladının katili kim” diye feryat etmişti, “düne kadar çözüm diyenler, şimdi ne oldu da savaş diyor, saraylarda 30 tane korumayla geziyor, zırhlı arabalara biniyor, şehit olmak istiyorum diyor, sen git o zaman oraya” diye bağırmıştı. Akp hükümetinin Pkk’yla masaya oturup, çözüm süreci dediği sürecin neticesi buydu. Bu yazı vesilesiyle yarbay Ali Tatar’ın ağabeyi Ahmet Tatar’la konuşmuş ve yukarıdaki yazıyı kaleme almıştım İki ağabeyin duygulan fotokopi gibi, birebir aynıydı. Ankaralı 42 yaşındaki deniz yarbay Ali Tatar. 2009’da Ergenekon-Poyrazköy kumpasında “amirallere suikast yapacak” iftirasıyla tutuklandı, serbest bırakıldı, tekrar tutuklama kararı çıkarılınca hukuksuzluk sürecine hukuk adına saygı gösterilemez” diyerek, canına kıydı, Ankara Karşıyaka mezarlığında toprağa verildi. Ali Tatar’ı ölüme götüren kumpas süreci, aynı zamanda. Akp’nin çözüm sureci dediği süreçti.
Sf: 479
Vedat Yenerer
Yukarıdaki yazıyı Ağustos 2015’te yazmıştım. Bu kitabın yayımlandığı Eylül 2016 itibariyle… Vedat Yenerer’e Ergenekon iftirasından verilen 7.5 sene hapis cezası, Yargıtay tarafından bozulmuştu ama, mahkeme hâlâ devam ediyordu. “Savcılar en geç beş yıla kadar yurt dışına kaçar” dediği için verilen 26 ay hapis cezası, Yargıtay tarafından bozulmuştu ama, mahkeme hâlâ devam ediyordu. İşin ekstra hazin tarafı… En başta Zekeriya Öz, kumpas savcıları yurt dışına kaçmıştı ama, Vedat Yenerer hakkında “yurt dışı çıkış yasağı” vardı iyi mi!

Sf: 480
Fikret
Milletvekillerini aklımda boyarım.
Koyu yeşil, yobazın teki.
Açık yeşil, tutucu.
Kızılın teki mi?
Hiç karşılaşmadım.
Tatlı kırmızı bir zamanlar olduydu.
Fikret Otyam yazmıştı bunu.
Gazeteci-ressam deniyor.
Bence şairdi.
Çünkü… Edebiyat ikinci defa okunacak, gazetecilik ise, bir defada anlaşılacak şekilde yazma sanatıdır. Bir defada anlamamıza rağmen, adeta ezberlercesine, tekrar tekrar okurduk onun yazılarını… Edebiyatçı mertebesine ulaşmış ender gazetecilerdendi.
Şiir gibi yazar.
Roman gibi çizerdi.
Fotoğraf kareleri, tablo gibiydi.
Diyeceksiniz ki, kıymeti bilindi mi?
Otyamların kıymeti bilinseydi, memleketi bunlar mı yönetirdi?
Daima emeği savundu ama, darbe döneminde mesela, bizzat Kenan Evren tarafından emeği çalındı! Kendini Picasso zanneden Kenan Evren’in “sigara içen ihtiyar” isimli tablosu, Fikret Otyam’ın çektiği “sigara içen ihtiyar” fotoğrafından araklanmıştı. Bir liralık dava açtı. Kazandı. Kenan Evren utanıp, özür dileyeceğine, “tedavülden kalkmış gümüş bir liram var, onu vereceğim” dedi. Halbuki, kendisinden para mara istenmiyordu, bir liralık tazminat davası elbette sembolikti. Peki neydi?
Mübaşir, her duruşma öncesinde “sanık Kenan Evren, sanık Kenan Evren” diye bağırıyordu, bu keyfin bedeli yoktu!
Dünyanın en güzel keçilerini o resmederek. Oğlakken alıp, 12 senedir evladı gibi büyüttüğü keçisine “Nimetçik” adını vermişti. Nimetçik, kelimenin tam manasıyla nimetiydi. “Nimetçik’in tablolarını yaparak para kazandım, evimi bile onun sayesinde aldım” diyordu. İlham kaynağıydı. Bir sabah baktılar ki… Nimetçik ve yavruları yok.

Sf: 481
Darbe döneminde emeği…
Akp döneminde nimeti çalınmıştı.
Ve, bunca hırsızlığa rağmen…
Bize servet miras bıraktı.
Anadolu’yu tuvallerine ekti.
Kitaplarına harmanladı.
Adam gibi adam değil, adamdı… Köylerimizin kara kaşlı, koca gözlü, güzel yüzlü kadınları maalesef farkında değil ama, hepsi öksüz kaldı.
Baba ocağım Aksaray’da dünyaya gelmişti.
İçimde uktedir…
Hasan dağına karşı çilingir sofrası kurup, cigara tüttürerek, Tayyip Erdoğan’ın Ak Saray’ını konuşmak isterdim onunla!
Sizin içinizde ukte kalmasın…
Gidin sahaflara.
Ha Bu Diyar’ı bulun.
Kitapçılarda bulamazsınız.
Mayınlar Çiçek Açmaz’ı arayın.
Ceylanlar Suya İndi’yi okuyun.
Okursanız…
Türkiye’nin kurucusu CHP’nin, kendisini yeni’liyorum zannederken, bağrından çıktığı topraklardan nasıl uzaklaştığını anlarsınız.
Özüne dönmek tek çareyken, kendine ne kadar yabancılaştığını, bunca yalana, bunca talana, bunca acıya rağmen, Anadolu’nun gönlünü neden kazanamadığım anlarsınız.
Çarığın makus talihine ayakkabı olmak varken, beraber yürünen yollara nasıl bu kadar kolayca takunya olduğumuzu kavrarsınız.
Hatta, bu mübarek memlekette neden terör olduğunu, bazılarının neden terörist olduğunu, kin tohumlarının hangi başıboş tarlalara kimler tarafından, hangi müsait iklimlerde ekildiğini görürsünüz.
Yok eğer kitaplarını bulamazsınız, tablolarındaki güzel yüzlü, kara kaşlı kadınların, koca gözlerine bakın… Her şeyi nasıl anlattıklarına, inanamayacaksınız.

Sf: 482
Fikret Otyam
1926 da Aksaray’da doğdu. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim bölümünü bitirdi. Fotoğraf çekmeye ortaokulda, gazeteciliğe üniversitede başladı, Altın Portakal Kültür Sanat Vakfı’nın kurucu üyelerinden oldu. Pir Sultan Abdal Onur Bölgesi, UNESCO Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği Onur Belgesi aldı 2015’te vefat etti, Nevşehir Hacıbektaş’ta “İz Bırakan Aydınlar Gömütlüğüne defnedildi.

Sf: 485
Sefa Köken
Bu yazıyı kaleme aldığımda, özellikle CHP’li okurlardan mesaj yağmıştı. Hep aynı soruyu sormuşlardı: CHP’nin en güçlü olduğu bölge Ege bölgesi, en başta İzmir Büyükşehir olmak üzere, en fazla belediyeye sahip olduğu bölge Ege Bölgesi, hal böyleyken, CHP neden Sefa’ya sahip çıkmadı, en azından bir CHP’lı belediyede iş verilemez miydi? Vermediler kardeşim CHP Sefa’yı yok saydı Çünkü Sefa, Vatan partisi üyesiydi, 2015 genel seçiminde Vatan partisinden İzmir milletvekili adayı oldu. İşte bu nedenle, CHP Sefa’ya vebalı muamelesi yaptı. Yeni CHP denilen partinin Akp’den hiçbir farkı yoktu. Doğruları söylemen yetmiyordu, yeni CHP’nin sana sahip çıkması için illa yeni CHP’li olman gerekiyordu. Eylül 2016 itibariyle, Sefa hâlâ işsizdi.

Sf: 498
Dolayısıyla… Yüksek Askeri Şura kararları açıklanmış, kuvvet komutanı şu olmuş, donanma komutanı bu olmuş, hikayedir.
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları bilsin diye yazıyorum…
Günümüzün Çaka Bey’i, varlığıyla onur duyduğumuz Atilla Kezek’tir.
Atilla Kezek
Deniz kuvvetleri komutanlığını elinin tersiyle iten Atilla Kezek’in 2014’te Gölcük’teki Sessiz Çığlık eyleminde yaptığı konuşmayı unutamıyorum. “Dünü, bugünü, yarını” özetleyen bu konuşmayı, Adam kitabı vesilesiyle bir kez daha kayda geçiriyorum: “Amirallere suikast adı altında ilk kancayı teğmenlerimize attılar, baktılar ki fazla ses çıkmıyor, Poyrazköy davasıyla binbaşılara yarbaylara bulaştılar, baktılar ki hiç tepki yok, Balyoz’u indirip general amiral kuvvet komutanı demeden herkesi un ufak ettiler, jübile ise, sürece yakışır şekilde genelkurmay başkanının tutuklanmasıyla oldu, peki bu süreçte biz ne yaptık, maalesef kurum olarak arkadaşlarımızı bu kumpaslardan koruyamadık, bugün silah arkadaşları için mücadele etmeyenler, yarın Cumhuriyet’in değerleri ve ilkeleri için nasıl mücadele edecek, bilemiyorum.”
Sf: 494
Nail Erdoğan
1961’de Kayseri’de doğdu, 1984’te hava harp okulundan mezun oldu, 8 Ekim 1996’da Balıkesir’den havalandı, şehit düştü. Doğum yeri olan Kayseri Sarıoğlan’a bağlı Karaözü beldesinde bir liseye adı verildi, bahçesine büstü dikildi. Çocukları Evrim ve Evrimsel, 2016 itibariyle babalarının dosyasını yeniden açtırmıştı, hukuk mücadelesini sürdürüyordu.
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 13.02.2020, 16:10   #30
Çevrimdışı
trenci
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Adam – Yılmaz Özdil



Sf: 497
Cevat Eyüp Taşman, 1893’te Bolu’da doğdu, Türkiye Jeoloji Kurumu Başkanı oldu, Türkiye’nin ilk kadın petrol jeoloğu Mehlika Taşman Ribnikar’la evlendi, 1956’da vefat etti, Ankara Cebeci’de toprağa verildi, ilhan Telli, 1939’da İstanbul’da doğdu, Anadolu Pop’un öncülerindendi, 1984’te İzmir Seferihisar’a yerleşti, Altın Mikrofon’dan sonra Dario Moreno Ödülü, Tanju Okan Ses Yarışması ödülü kazandı, ömrünün sonuna kadar sahneye çıktı, 2016’da vefat etti, Seferihisar Ürkmez mezarlığına defnedildi. Yukarıdaki yazıyı 2015’te yazmıştım, İlhan Telli okumuş, telefonla aramış ve üzerinde çalıştığı yeni besteleri bana göndermişti, 77 yaşındayken bile müzikten kopmamıştı, 17 yaşındaki heyecana sahipti.
Sf: 500
Aziz Sancar
1946’da Mardin Savur’da doğdu. İstanbul Üniversitesi tıp fakültesini bitirdi, Dallas Texas Üniversitesi’nde moleküler biyoloji doktorası yaptı, Yale Üniversitesi’nde profesör oldu, 33 kitap yayınladı. Biyokimya profesörü Gwen Boles’la evlendi, ABD’de okuyan Türk öğrencilerine yardımcı olabilmek amacıyla Aziz-Gwen Sancar Vakfı’nı kurdu, öğrenciler için misafirhanesi bulunan Kuzey Carolina Türk Evi’ni açtı. 1977’de TÜBİTAK Bilim ödülü, 2007’de Vehbi Koç ödülü aldı. 2015’te, DNA’nın onarılması üzerine yaptığı çalışmalarıyla Nobel Kimya Ödülü’nü kazandı. “Bu ödülü, bu onuru Atatürk’e borçluyuz” dedi, Genelkurmay Başkanlığı’na teslim etti, Aziz Sancar’ın Nobel ödülü 19 Mayıs 2016’dan itibaren Anıtkabir’de sergileniyor. Kuzey Carolina Üniversitesi’nde öğretim üyeliği görevini sürdürüyor.

Sf: 502
İsmail Hakkı Tonguç ilerlemeyi, sürati, hedefe ulaşmayı simgeledikleri için, geçmişten geleceğe gittikleri için ok lan tercih etmişti… Okların aynı kaynaktan çıkıp, yelpaze gibi açılan uçları. Cumhuriyet in kapsayıcılığını, güneş ışınları gibi yayılma şeklini sembolize ediyordu.
Atatürk gördü.
Tebrik ederim dedi.
Tam isabet dedi.
Böylece, amblem kesinleşti.
Fatih’in fethettiği İstanbul’umuzu 6 Ekim 1923’te Mustafa Kemal’in kurtardığını unutturmaya çalışan zırcahil karşı devrimciler… Bu somut gerçekleri okuyunca morarmış olabilir.
Osmanlı’nın sadece sarayına ve altın varaklı koltuklarına özenen Yeni Osmanlıcılarla, günümüzün Ali Kemalleri inanmakta güçlük çekebilir.
Cehape zihniyeti dedikleri partinin amblemi, 40 wattlık ampul değildir. Osmanlı oklarıdır!
İsmail Hakkı Tonguç
1893’te Bulgaristan Silistre’de doğdu. Kastamonu ve İstanbul muallim mekteplerinde okudu. 1936’da köy enstitülerinin öncülü sayılan eğitmen kursu’nu Eskişehir Mahmudiye’de açtı. İlköğretim genel müdürlüğü yaptı, 21 köy enstitüsünü hayata geçirdi, onun döneminde 1500’ü kadın, 17 binden fazla köy enstitülü öğretmen yetiştirildi. 1960’da vefat etti, Ankara Cebeci’de toprağa verildi.

Sf: 503
Mustafa Fehmi
Ocağına incir ağacı dikilen bir kadının, doğup büyüdüğü yuvasını mecburen terkedip, Girit’ten İzmir’e göçeden Zeynep’in oğluydu, ismi. Mustafa Fehmi’ydi. Dokuz Eylül Üniversitesi eğitim fakültesinin nüvesini oluşturan İzmir Erkek Öğretmen Okulu’na gitmiş, Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden olmuştu. Nasıl bir devrimci ruh taşıdığını göstermesi açısından yazıyorum… Soyadı Kanunu çıkmadan tee altı sene evvel, henüz öğrenciyken, Kubilay soyadını almıştı. İzmir Menemen’de asteğmen olarak vatani görevini yaptı.
23 yaşındaydı. Tam bugün, 23 Aralık’ta… “Şeriat isteriz” diye ayaklanan yobazlar tarafından, göğsünden kurşunlandı, yaralı haldeyken testere ağızlı bağ bıçağıyla kafası kesildi, bir sırığın ucuna takıldı, dolaştırıldı. Müdahale etmeye çalışan bekçilerimiz Haşan ve Şevki de şehit edildi.
Menemen olayı. Şeyh Said’den sonra Cumhuriyet’in karşılaştığı ikinci irtica kalkışmasıydı. Bölgede sıkıyönetim ilan edildi, divan-ı harp kuruldu. 105 sanık yargılandı, 28 sanık idama mahkum edildi, TBMM onadı, Kubilay’ın kafasının kesildiği yerde sehpa kuruldu, asıldılar.
Aradan 13 sene geçti, 1943… İkinci dünya savaşı devam ederken, İran sınırımız, bugünkü Suriye sınırımız gibi folofoş durumdaydı. Giren çıkan belli değildi. Gene böyle bir giriş çıkış sırasında, Van Özalp’te 33 kaçakçı öldürüldü. Çatışmada vuruldukları yolunda rapor tutuldu.
Aradan beş sene daha geçti, 1948… Çiçeği burnundaki Demokrat Parti, ilk yaptığı işlerden biri olarak, bu meseleyi meclise taşıdı. Van Özalp’te çatışma olmadığını, 33 kaçakçının 3’üncü Ordu Komutanı’nın emriyle kurşuna dizildiğini öne sürdü. Soruşturma açtırdı.
Aradan bir sene daha geçti, 1949… Demokrat Parti’nin suçladığı ordu komutanı tutuklandı. Ancak, kısa süre sonra serbest bırakıldı.
Aradan bir sene daha geçti, 1950… Demokrat Parti iktidara geldi. 1947’de emekli olan 69 yaşındaki ordu komutanının dosyasını gene açtırdı. Şırrak… İdama mahkum ettirdi.

Sf: 504
Aradan bir sene daha geçti, 1951… Askeri Yargıtay kararı bozdu. Yeniden yargılama kararı verildi. Ancak, 70 yaşına gelen ordu komutanının ömrü yetmedi, tutukluyken, askeri hastanede vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa verildi. Dava düştü.
Karşıdevrimci Demokrat Parti’nin “katliamcı” ilan edip, idama mahkum ettirip, demir parmaklıklar ardında kahrından ölene kadar yakasını bırakmadığı ordu komutanı kimdi biliyor musunuz?
Menemen’de Kubilay’ın kafasını kesenleri idama mahkum eden, divan-ı harp başkanı Orgeneral Mustafa Muğlalı’ydı. Milli mücadele kahramanıydı. Menemen olayı yüzünden, yobazların en nefret ettiği kişiydi. Şeyh Said’in bastırılması ve Dersim harekatında da görev yaptığı için, Demokrat Parti bünyesinde filizlenen bölücü unsurların da hedefindeydi. Yobaz- bölücü koalisyonu, intikam için fırsat kolluyordu. Neticede başarmışlardı.
Aradan 36 sene daha geçti, 1997… Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın itibarı iade edildi. Naaşı, törenle Devlet Mezarlığı’na taşındı.
Harp Akademileri Komutanlığının bahçesine büstü dikildi.
Aradan yedi sene daha geçti, 2004… Van Özalp’te, hudut tabur komutanlığının bulunduğu kışlaya, Mustafa Muğlalı ismi verildi.
Aradan altı sene daha geçti, 2010… Bir taraftan Ergenekon-Balyoz- Casusluk iftiraları süreci
başlatılmış, bir taraftan “açılım süreci” başlatılmıştı. TSK imha edilirken, PKK’yla masaya oturulmuştu. BDP milletvekili Fatma Kurtulan, fırsat bu fırsat, Mustafa Muğlalı Kışlası’nı meclis gündemine taşıdı, isminin derhal değiştirilmesi istendi.
İşte tam bu sırada ne oldu biliyor musunuz?
CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Van’da miting yaptı. Aynen şunları söyledi: “Başbakandan rica ediyorum, hükümetsin, başbakansın, 33 köylünün kurşuna dizildiği yerde, bunun ismini kışlaya verme, bu ismi değiştirin, istirham ediyoruz, buradan çağrı yapıyorum, bakalım Recep bey çağrımıza nasıl cevap verecek.”

Sf: 505
E. Recep beyin canına minnetti… Muhalefet partisi muhalefet etmiyor, tam tersine, istirham ediyor, gollük pas veriyordu. Kışlanın ismi değiştirildi. Orgeneral Mustafa Muğlalı tabelası indirildi. Şehit Astsubay Erkan Durukan Kışlası yapıldı.
Aradan dört sene daha geçti, 2014… Suriye’de emperyalist güçlerin paylaşım kavgası başladı. Kimisi kökten dincileri kullanıyordu, kimisi Kürt milliyetçilerini… Kobani’de IŞÎD tarafından öldürülen YPG’li Mahmut Zengin’in cenazesi, Van Özalp’e getirildi. Cenazeyi taşıyan yüzleri maskeli PKK’lılar, Apo posterleri ve PKK bayraklarıyla, Şehit Astsubay Erkan Durukan Kışlası’nın önünde resmi geçit yaptı.
Cumhuriyet tarihinde bir ilk’ti. Asker-polis seyretti. Bu resmi geçidin neden orada yapıldığım elbette herkes biliyordu… Mustafa Muğlalı tabelasını indirtenler, açılım sayesinde siyasi zaferlerini taçlandırmıştı.
Ve, sene 2015… Devrim şehidi Kubilay’m 85 sene evvel çekilmiş siyah beyaz vesikalık fotoğrafındaki gözlerine iyi bakın lütfen.
IŞİD zihniyetinin taa o zamanlarda bu topraklara ekilen tohumlarına, demokrasiyi yok etmek için demokratik yolları kullanan kravatlı yobazlara, Şeyh Said’in manevi torunlarına, Demokrat Parti çizgisiyle HDP çizgisinin nasıl kesiştiğine, devrimin yuvasına yerleşen guguk kuşlarının sinsi marifetlerine… Acı acı gülümsediğini göreceksiniz.
Kubilay
1906’da Adana Kozan’da doğdu, 23 Aralık 1930’da İzmir Menemen’de katledildi, devrim şehidi oldu. Her sene 23 Aralık’ta Yıldıztepe’deki kabri başında anılır. Ve, bu anma törenlerindeki tablo, aslında her şeyi anlatır… En başta CHP, her partiden katılım olur, karşı devrimci, din tüccarı partilerden “asla” katılım olmaz!


https://anosmi.com/2018/02/adam-ylmaz-ozdi.html
  Alıntı ile Cevapla
trenci'in Mesajına Teşekkür Etti
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
adam, özdil, yılmaz


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 17:08.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.