Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Bir Yudum İnsan > Sosyal Bilimler

Sosyal Bilimler Sosyoloji, felsefe, hukuk


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 29.01.2009, 03:36   #1
oneyouu
Ziyaretçi
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Emperyalizm

Emperyalizm

Emperyalizm özellikle 16-20. yüzyıllarda İngiltere ve Fransa'nın ağırlıklı olarak ekonomik gayeleri ön planda tuttuğu bir yayılım politikası olmuş, ve bu ülkelerin dünyanın her köşesinde ekonomik çıkarları doğrultusunda işgallerine vesile olmuştur.


20. yüzyıl ile birlikte, emperyalizm furyasına ABD de katılmış, ancak 18-19. yüzyıl sonrası dünyada gelişen bağımsızlık ve milliyetçilik akımları doğrultusunda, Amerikan emperyalizmi işgalci yayılmacılık yerine çıkarcı siyaset ve dünya liderliği pozisyonu olarak süregelmiştir.

21. yüzyıla girerken, emperyalizmde göze çarpan en önemli etken, Rusya'nın dağılmışlığı ve soğuk savaşın sona ermesiyle, Kapitalizm/Komunizm mücadelesinin yerini Amerika/Avrupa emperyalizmi rekabetine bırakmış olmasıdır. Bu rekabet, öncelikle Avrupa ülkeleri arasında tek vücut hareket etme gereğini doğurarak, AET'den başlayıp AB'ye uzanan birleşme sürecini getirmiş, ve Amerikan Doları'na karşılık ortak para birimi EURO'yu doğurmuştur. Bu rekabette en büyük etkenler ise,

* global pazarlardan siyasi ilişkiler çerçevesinde en büyük payı kapma mücadelesi,
* 21. yüzyılda yaşanması beklenen enerji darboğazı doğrultusunda dünyanın kısıtlı enerji kaynakları arasında hakimiyet sağlama mücadelesi olmuştur.

Zira emperyalizmde sömürülmesi ve hakim olunması gereken olgu, 20. yüzyılda hammadde ile başlamış ve zaman içerisinde yerini hammaddeyi değerlendirmek için gereken enerjiye bırakmıştır.

Dünyada son 20-30 yılda meydana gelen savaşların dağılımlarına baktığınızda bunların çoğunlukla dünyanın önde gelen petrol havzalarının civarında gelişmiş olması bir tesadüf değildir.

Orta Doğu'daki petrol yataklarının kapasiteleri ile ilgili geleceğe yönelik olumsuz göstergeler, emperyalist devletleri yeni petrol havzalarına doğru bir arayışa itmiş, ve bunun sonucunda, Rusya'nın da dağılmış olması nedeniyle son 10 yılda Hazar petrollerinin önemi ön plana çıkmıştır.

Son 10 yıldır, Türkiye ve çevresinde oynanan bir çok siyasi ve askeri oyun ve manevra, aslında temelinde Hazar petrollerinin denetiminin paylaşımına ilişkin olarak ABD ve Avrupa arasında siyasi emperyalist mücadelenin sonucunda oluşmuştur.

Hazar petrollerindeki en önemli sorun, kaynakların derinde olmasının getirdiği yüksek sondaj maliyeti, ve coğrafi açıdan petrolün nakliyesinden doğabilecek diğer maliyetlerdir. Bu maliyetin Orta Doğu petrol fiyatlarından yüksek olması nedeniyle, bu bölge, birçok petrol şirketi tarafından cazip görünmemektedir. Ancak bu petrolün yakın gelecek için taşıdığı stratejik önem doğrultusunda, özellikle ABD son 15 yıldır, OPEC'e uyguladığı baskılarla petrol varil fiyatının 20-25 USD seviyelerinin altına inmemesi için büyük çaba harcamış, ve bu doğrultuda bölgeyi (Hazar Petrollerini) Amerika'lı petrol yatırımcıları için cazip tutmaya çalışmıştır.

Körfez krizi, ve körfez savaşından bu yana ABD'nin çeşitli vesileler öne sürerek Irak'ı bombaladığı tarihleri, dünyadaki petrol fiyatı hareketi tabloları ile karşılaştırdığınızda, gerek körfez krizinin gerekse daha sonradan Irak'a yapılan operasyonların temelinde, Irak'ın petrol varil fiyatını ABD'nin istediği seviyenin altına düşürdüğü zamanlara karşı ABD'nin ortaya koyduğu tepki ve yaptırım olduğunu göreceksiniz.

(Amerikan emperyalizminin, bu anlamda en başarılı olduğu nokta da, eylemini sadece iktisadi alanda değil, aynı zamanda global olarak kültürel emperyalizm alanında da yapmış olmasından kaynaklanmaktadır. Son 20 yıldır, Hollywood her yıl en az bir tane -Amerika'da devlet sübvansüyonlu olduğunu tahmin ettiğim- filmler yaparak -film süresince en az 60 saniye ABD bayrağının gösterimde kaldığıTopGun ve türevleri gibi- ABD'nin ulusal ve askeri şahsiyetine karşı tüm dünya toplumlarında hayranlık besleyen kitleler yaratmış, ve beraberinde yarı ulusçu, yarı ABD'li nesiller oluşturmuştur. Bu nesiller ABD'nin tüm global operasyonları arkasında alkış tutarak ABD'ye global kamuoyu yaratmıştır. Zira körfez savaşını tüm dünyanın CNN canlı yayınlarında futbolu maçı izler gibi izlediğini, ve ABD'nin attığı her bombaya rakip kaleye atılmış bir gol gibi alkış tuttuğunu herhalde herkes hatırlıyordur.)

Tüm bu koşullarda ve yeni dünya düzeninde Türkiye'nin yerine baktığınızda, Türkiye yeni yüzyılda tüm bu global odak noktalarının (Orta Doğu ve Hazar) ortasındaki bir konumda olup; Orta Doğu ile olan dini, Türki Cumhuriyetlerle olan etnik bağı, Türkiye'yi bir çok senaryonun ortasında kalmaya mahkum etmiştir.

1980'li yıllarda; dünyanın enerji alanındaki odak noktasının Orta Doğu olduğu dönemlerde; Türkiye'nin Suriye/Irak sınırında gelişen PKK terörü, ve bu terörün arkasındaki o zamanlarda destek olan tüm emperyalist güçlerin (ABD ve AVRUPA) asıl amacı, böylesine yakın ve dini bağları olan Türkiye'yi buradaki kapışmadan ve paylaşmadan uzak tutmak; ve gerekirse (ileride Suriye ya da Irak'ta oluşabilecek bir dağılma ihtimaline karşı) bölge hakimiyetini Türkiye'ye kaptırmamak için bölgede bir tampon Kürdistan oluşumunun mayalarını hazır tutmak olarak değerlendirilebilir. Böylelikle, her durumda, emperyalist devletler bu bölgenin hakimiyetini garantilemiş konumda idi.

Ancak 1990 yılında, Irak'ın Kuveyt'i işgali vesilesi ile bölgede fiili hakimiyet kuran ABD (ve Avrupa'lı ittifakları) açısından; zaten Türkiye-Irak sınırında oluşturdukları tampon bölgenin kontrol altına alınması, ve Türkiye'nin bölgedeki kontrol gücünün indirgenmesi ile birlikte; PKK'ya verilen destek ve önem eski gücünü yitirmiştir. Bu da beraberinde 1992 sonrası PKK'nın küçülme ve geçici gerileme dönemini getirmiştir. Ancak bu desteksiz süreç Hazar petrolleri kavgasıyla, ABD ve Avrupa arasındaki emperyalist mücadelenin doruğa çıkmasıyla tekrar son bulmuştur.

Hazar petrollerindeki denetimin Azerbeycan'da olması, Azerbeycan ile Türkiye arasındaki yakınlaşma ve ikili ilişkiler; 1995-1998 arasında Türkiye'nin Hazar petrollerindeki rolünü belirlemiştir.

Bu dönemde ABD ve Avrupa arasındaki Hazar petrollerinin hakimiyetine yönelik mücadele doruk seviyeye ulaşmıştır.

ABD, Türkiye'nin Azerbeycan ile olan yakınlığından da yararlanarak petrolün boru hattıyla, Türkiye üzerinden Akdeniz'e inişini belirlemiş, ve be konuda müttefiki Türkiye'yi tamamen destekleyen ve ön planda tutan bir politika izlemiştir.

Petrolün, ABD denetiminde olmasını istemeyen Avrupa'nın tezi ise; Karadeniz'in kuzeyinden (Kafkaslar'dan) dolaşarak Balkanlar'a ve oradan da Avrupa'ya inen bir boru hattı idi.
Ancak bu arada önemli olan, yatırımı yapacak petrol şirketlerini ikna edecek politikaları belirlemek ve şartları sağlamaktı.

Avrupa'nın en önemli tezleri, Türkiye'nin hukuki altyapısının böylesine bir projenin yatırımcılarına güvence vermediği yönünde idi. Diğer önemli bir tez ise Türkiye'nin Güneydoğusunda görülen PKK terörünün, petrol boru hattı inşası ve geçişi için gerekli güvenlik ortamını sağlamadığı şeklindeydi. İşte bu dönemler, PKK'nın, ABD'den bağımsız olarak Avrupa istihbarat birimlerince, maddi ve siyasi anlamda desteklenerek tekrar güçlendiği, ve bu birimlerin arzusu doğrultusunda, güvensiz bir Türkiye imajı yaratmak için, eylemlerini Doğu Anadolu, ve hatta Karadeniz bölgesine sıçrattığı; İstanbul'da kundaklama, bombalama eylemlerine giriştiği dönemlerdi.

Karşı teze muhalif olan ABD'nin hedefi ise, Türkiye'yi güvenli göstermek, ve Avrupa tezinin öngördüğü geçiş güzergahının eksilerini belirtmekti. İşte bu dönemlerde, Kafkasların göbeğinde, Çeçenistan'da Rus'lar ile Çeçen'ler arasında sıcak çatışmaların başlaması ve Balkanlar'da Sırplar ile Boşnak'lar arasındaki (tüm Avrupa'nın müdahil olduğu) III. Balkan Savaşı işaretlerinin arkasında bir provokasyon arayacak olursanız, herhalde nedenleri şimdi daha çıplak bir şekilde görebilirsiniz. Böylelikle Avrupa tezinin öngördüğü güzergah üzerinde de güvenlik ortamı tamamen yok edilmişti.

İşte bu dönemde, Türkiye çok kısa sürede önemli değişimler yaşamaya başladı;

* ekonomik göstergelerindeki olumsuzluklara rağmen Türkiye'ye yabancı sermaye girişi hızlandı.
* enflasyon ve borçlanma olumsuzluklarına rağmen, iç piyasa en canlı dönemlerini yaşadı.
* İMKB rekor adledilen seviyeleri gördü.
* adeta bir sihirli el Türk ekonomisinin, güçlü ve canlı görüneceği altyapı ve şartları da hazırlamıştı.
Senaryo ortaya çıkınca, aktörler de senaryoyu ezberlemişçesine rollerini oynamaya başladılar.
* önce 28 Şubat süreci yaşandı, ve ordunun müdahalesiyle Refah-Yol iktidarı sona erdirildi.
* sonra tüm teammül ve kanuni hükümlerin tamamen dışına çıkılarak (adeta dikte edilmiş bir senaryo uygulanırcasına) hükümet kurma görevi meclisin en az milletvekiline sahip parti liderine verildi.
* ve tüm politik alışkanlıklarımıza rağmen, yine mucizeler hasıl oldu, ve bu lider çok kısa bir süre içerisinde güvenoyu alan hükümeti kurdu.
* yeni hükümetin meclisteki ilk yasama icraatlerinden biri, tahkim yasasının kabulu oldu. (Böylelikle, özellikle enerji sektöründe yatırım yapacak yabancı petrol şirketlerine güvence vermek amacıyla, tüm hukuki durumlarda yerel yasalar yerine uluslararası yasaları ve mahkemeleri esas alan, ve hatta geriye dönük yargılara da kapıyı açan Tahkim Yasası kabul edildi).
* ardından Türkiye'nin 20 yıldır peşinde olduğu PKK lideri, adeta bir mucize olmuşcasına bir anda Kenya'da yakalanarak Türkiye'ye getirildi.

(Bu olay medyada Bond filmlerini aratmayacak bir edada lanse edildi. Adeta, Apo, Kenya'daki Yunan Elçiliğinden ayrılınca yolda Türk ajanlarınca kaçırılmış ve soluk kesen kovalama sahneleri sonunda Türk ajanları havaalanına daha önce vararak Apo'yu uçağa koymuş ve kaçırmışlardı. Oysa Apo Suriye'den ayrılınca uzun bir süre muhtelif Avrupa ülkelerinin himayesinde kaldı. Çünkü bu Avrupa ülkelerinin tezleri uyarınca PKK kimliği ve eylemlerin sürekliliği büyük önem taşıyordu. Ancak Apo'nun Avrupa'daki yeri her deşifre edilişinde, uluslararası terörist damgasını yemekten çekinen Avrupa'lılar sonunda Apo'yu Yunanistan'ın kucağına attılar ve Apo Kenya'ya getirildi. Ancak Türk düşmanı ve AB üyesi olmasına rağmen ABD'nin küçük oğullarından biri olan Yunanistan, muhtemelen muhtelif güvencelerle kandırılarak Apo'yu Kenya'da ABD'ye teslim etmek zorunda kaldı, ve sonunda Apo uslu bir şekilde paketlenerek Türkiye'nin Kenya'daki ekibine teslim edildi.)

- ve böylece, senaryonun gerektirdiği doğrultuda, hem Türkiye'deki hukuki ortam sağlanmış oldu, hem PKK'ya vurulan darbe ile güvenlik sorunu büyük oranda çözümlendi, hem de senaryonun koşullanmış baş aktörlerinin, adeta birer Oscar kazanmış edasıyla, ulus gözünde kazandıkları kahramanlık payesiyle bir sonraki ilk genel seçimlerde 5 yıl daha siyasi iradeyi ellerinde bulundurmaları sağlanmış oldu.
Bu olaylar zinciri ile senaristin ve aktörlerin kimlikleri bir ölçüde deşifre edilmişti.

Ancak ABD'nin Hazar petrolleri senaryosu sadece imzaların atılması ve boru hattının döşenmesini kapsayan kısa vadeli bir süreç değildi. Boru hattının ve musluğu elinde tutanların güvenini kazanmak, ve musluğun akışının sürekliliğini temin etmek en azından önümüzdeki 30-50 yılı kapsayan bir süreçti (her ne kadar, bu proje ülkemizdeki bazı siyasetçiler tarafından sadece petrol boru hattının inşaatı ve bunu kısa vadede getireceği inşaat gelirleri ve diğer rantlar olarak algılanmış olsa da !). Dolayısıyla, son 10-15 yıldır, Azerbeycan ve diğer Türki Cumhuriyetler'de Türk ve ABD tezinin uzun vadeli zeminini hazırlayan Fethullah Gülen cemaati eğitim kurumları da senaryonun bir diğer parçasıydı (dolayısıyla, senaryomuza bir aktör daha eklenmiş oldu). Orta-uzun vadede, Azerbeycan'da yaşanabilecek her türlü olası siyasi değişim ve hatta yeniden Sovyetleşme rüzgarlarına karşı geleceğin ABD/Türk tezinin her türlü fikir zemininde (ve hatta belki de devrimsel zeminlerde) sürekliliğini sağlamak üzere bölgedeki cemaat okullarında yetiştirilen yeni nesiller de senaryonun en büyük parçalarından biriydi.

Zira son iki dönem DSP tabanlı koalisyon hükümetlerinde, Bülent Ecevit ve Fethullah Gülen arasında hissedilen yakınlaşma, ve her türlü irticai uyarılara rağmen Bülent Ecevit'in cemaate yönelik temkinli açıklamaları ve hatta iltifata varan yaklaşımı, senaryonun oyuncularına aşılanmış ittifak planının önemli bir parçasıydı. Bunun bir açık işareti olarak görülmektedir ki, son bir yıl zarfında iç siyasi gelişmeler sonucunda, Gülen cemaati hakkında (iktidar partilerinin engelleme görüntülerine varan tavırlarına rağmen) yargıya intikal etmiş olaylar neticesinde, cemaat lideri, beklenen durumun aksine, yurtdışına kaçış istikametini bir İslam ülkesine giderek sığınmak yerine, baş senarist ABD'nin gözetimine ve himayesine girerek istirahate çekilmekte (ya da en azında senaryonun gerektirdiği rolünü uzaktan izleyerek ve yöneterek oynamakta) bulmuştur.

.. / ..
  Alıntı ile Cevapla
Eski 29.01.2009, 03:37   #2
oneyouu
Ziyaretçi
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Emperyalizm

.. / ..

Aynı dönemlerde Rus ve Avrupa istihbarat birimlerinin Türkiye ve Azerbeycan'daki faaliyetleri de hızlanmıştı. İşte tam o günlerde medyada Azerbeycan Devlet Başkanı Alibey'in rahatsızlandığı, ve Demirel'in tahsis ettiği ATA uçağı ile tedavi için Türkiye'de GATA'ya getirildiği haberleri çıktı.

(Oysa Azerbeycan Havayolları'nın kendisine ait bir çok uçağı vardı. Üstelik Azerbeycan Devleti'nin de özel uçakları vardı. Ne var ki, ABD istihbaratı Aliyev'e karşı Azerbeycan'da bir suikast ihbarı almıştı -Rus ya da Avrupa kaynaklı-. İhbar öylesine geniş çaplıydı ki, Azerbeycan içinde dahi kimseye güvenilmiyordu. İşte bu nedenle Aliyev Türkiye'ye ait ATA uçağıyla kaçırılarak tedavi için değil, güvenliği gerekçesiyle Türkiye'ye getirilerek GATA'da koruma altına alındı. Bir ay içerisinde Türk ve ABD istihbarat birimleri Azerbeycan'daki tüm tehdit unsurlarını ortadan kaldırdılar ve bir ay sonunda Aliyev güven içinde ülkesine geri döndü. Böylelikle senaryonun baş aktörü itinayla korunmuş oldu.)

Tüm bu geniş çaplı eylemlerin sonucunda, Petrol Boru hattı sözleşmeleri nihai safhaya ulaştı ve imza aşamasına geldi. Artık ABD kendi tezinin galibiyetini ilan etmek üzereydi. AB son ve tek koz olarak Türkiye'ye karşı AB kapılarını neredeyse tamamen kapayan, limitsiz tavizler isteyen bir pozisyonla Türkiye'yi sıkıştırmaya başladı. Bununla da yetinmedi. Kasım 2000'de Demirbank'a karşı Garanti ve Akbank tarafından başlatılan bir sıkıştırma operasyonu esnasında, bir anda fırsatı yakalayan Deutsche Bank süratle elindeki T.C. bonolarını satmaya ve Türkiye'deki portföyünü geri çekmeye başladı (Avrupa Merkez Bankası, ve dolayısıyla AB güdümlü olduğu sanılan bir politika neticesinde).

Bunun sonucunda İMKB rekor tabanları gördü, gecelik faizler rekor seviyeye çıktı ve bir anda Merkez Bankası döviz rezervleri rekor seviyede erimeye başladı. Türkiye, adeta yapay bir krizle ekonomik bir çöküşe sürükleniyordu. Kasım-Aralık 2000 dönemi basın bültenlerini karıştırırsanız, emekli politikacımız Süleyman Demirel ve Mesut Yılmaz'ın bir anda Almanya'ya karşı yaptığı bir çok sert çıkışla karşılaşırsınız. Ve tam o günlerde Uncle Sam yeniden devreye girdi. IMF rekor bir hızla Türkiye için yeni bir programı benimsedi ve Merkez Bankası'na çok hızlı kredi ve efektif girişleri sağladı. Aynı günlerde programı denetlemek ve desteklemek amacıyla Clinton'un tahsis ettiği ABD Hazine'den sorumlu Bakan Yardımcısı'da Ankara'ya geldi; ve kriz çok kısa bir sürede atlatıldı (izleri halen yaşansa da !!!).

Fakat tam o günlerde dünyada iki yeni gelişme daha yaşanıyordu;

1) ABD'de yapılan seçimlerde yönetim el ve parti değiştiriyordu. Yeni yönetimin bürokrat ve danışman kadrolarının (Stratejik Araştırmalar Enstitüsünün) hazırladığı bazı raporlar Hazar havzası petrollerinin sanıldığı kadar zengin ve fizibl olmadığı yönündeydi.

2) Diğer taraftan da Yeltsin arkasından gelen Putin dönemiyle Rusya yeniden bir toparlanma sürecine girmis, ve eski Sovyet Cumhuriyeti'nin parçası olan ülkelere yeniden birliktelik çağrısı yapmış, ve Azerbeycan da bu doğrultuda Rusya ile yeniden beklenmedik bir şekilde flörtlere başlamıştı. (Çünkü T.C. ne kadar dostane yaklaşsa da ekonomik yapısı itibarıyla, Azerbeycan ve diğer Türki Cumhuriyetleri yeterince kucaklayacak ve onların en büyük kaygısı olan ekonomik sorunlarını çözecek zenginliğe sahip değildi).

Hazar petrolleri üzerindeki egemen gücün Azerbeycan olması, ve Azeri politikasının Türkiye işbirliği ile ABD yönünde olması nedeniyle; Avrupa'nın (Kafkas-Balkan hattı geçişi tezinde mağlup olduktan sonra) yeni politikası, Hazar petrollerindeki ikinci alternatif güç olan Ermenistan'ı desteklemek yönünde olmuştur. Zira daha önce (dağlık Karabağ bölgesi nedeniyle) Azerbeycan ile sıcak çatışmalara girmekten çekinmeyen Ermenistan, olası dış desteklerle girişebileceği yeni yayılımcı politikalarla Hazar havzası petrolleri üzerinde yeniden güç sağlama potansiyeline sahiptir. Bu bağlamda 2000 yılının ikinci yarısından itibaren Avrupa ülkeleri (öncelikle, iki temel emperyalist zihniyetçi devlet olan başta Fransa ve ardından İngiltere'nin desteğiyle) Ermenistan'a arka çıkmış; ve Ermenistan'ın uluslararası haklılık ve saygınlık kazanmaya çalıştığı tezlerine arka çıkmaya başlamıştır. Bu siyasette Avrupa'nın en önemli aracı (temelinde aslında Türk düşmanlığı değil, ancak Ermenilerin sempatisini kazanma amacı yatan) sözde soykırım yasalarını desteklemek olmuştur. (Böyle bir tez ve buraya kadar anlatılan gerçekler olmasaydı, niye Avrupa 20. yüzyılın başlarında yaşanmış olduğu iddia edilen bir sözde soykırımı desteklemek için bugüne kadar beklemiş olacaktı?). Böylelikle, 1960-70'li yıllarda Orta Doğu'da Araplara karşı alternatif bir güç ve araç yaratmaya çalışarak dünyanın şımarık çocuğu İsrail'i yaratan zihniyet, yine benzer amaç ve gayelerle Kafkas'larda ve Hazar'daki petrol kontrolu için dünyanın ikinci şımarık çocuğu Ermenistan'ı yaratma yoluna girmiştir). Ermeniler'in ulusal gururunu okşayacak ve gıdıklayacak en önemli politika, Ermenilerin, ulusal itibar ve saygınlık kazanmak amacıyla, onlarca yıldır üzerinde durduğu sözde soykırım iddialarıdan geçmektedir; ve Ermenistan'ın son 20 yıllık bastırmasına rağmen (ABD ve Avrupa dahil) hiçbir dünya devleti bu iddiaları yakın geleceğe kadar açıkça desteklememiş (şu ana kadar Türkiye dolaylı çıkarlarını içeren politikaları neticesinde); ancak gelecekte Ermenistan'a duyulacak siyasi ihtiyaç doğrultusunda da açıkça inkar ve red yoluna da gidilmemiştir.

Bu şartlar altında şu anda ülkemizi bekleyen en büyük tehlike, yukarıda anlatılan ve son dönemde dünyada yaşanan iki önemli gelişmede yatmaktadır.

ABD'deki yeni yönetimin danışman kadrolarının öne sürdüğü ve Hazar havzası petrollerinin sanıldığı ölçüde stratejik önem taşımadığı yolundaki iddialar haklılık ve destek gördüğü takdirde, ABD'nin bölge hakkındaki siyaseti tamamen değişebilecek, ve Uncle Sam'in ekonomimiz ve siyasetimiz üzerinde sihirli el etkisi yapan desteği bir anda ortadan kalkabilecektir.

Diğer iddia edilen gelişme doğrultusunda Rusya'nın toparlanma sürecine girmesi ve eski birlik ülkelerini yeniden bünyesine katma sürecine başlaması (ve Azerbeycan'ın da buna yeşil ışık yakması) sonucunda da benzer bir sonuca gidilebilecek; ve hatta ABD bu durumda Azerbeycan ve Ermenistan'a eşit mesafede durma kararı verebilecektir. Bu durumun olası sonucunda önümüzdeki bir yıllık dönemde sözde Ermeni soykırım yasasının ABD senatosunda da kabul edilebileceğini görmek bizler için şaşırtıcı olmamalıdır.

Bu nedenlerde ötürü, ülkemizi önümüzdeki çok kritik bir süreç ve olaylar zinciri beklemektedir. Bu tezlerin doğruluğu durumunda, Türkiye dış siyasetinde çok büyük bir yalnızlığın ve desteksizliğin içine sürüklenebilir. Zira son 10 yıldır Avrupa ve ABD emperyalizm savaşında Avrupa'ya sırtını dönerek ABD destekli projelerin takipçisi olan Türkiye, yukarıdaki olasılıklar neticesinde hem Avrupa, hem de ABD desteğinden uzak kalabilecek; ve bu durumda muhafazakar islam şeriatçısı iç politikanın yeniden güçlenmesi ve Türkiye'nin yüzünü İslami devlet doğrultusunda bu güdümdeki bazı Orta Doğu ülkelerine dönmesi bile kaçınılmaz olabilecektir.

Ama en önemli kısa vadeli tehlike, karşılıklı çıkarların tükenmesi doğrultusunda, reelinde temelsiz olan ekonomimiz üzerindeki Uncle Sam'in sihirli el desteğinin kalkmasıyla ülkemizin büyük bir ekonomik bunalıma sürüklenmesidir. Böyle bir olasılık, hükümetin şu anki ekonomik programını temelinden sarsabileceği gibi, ekonomimizi içinden çıkılmaz çok daha büyük sıkıntılara ve durgunluklara da sürükleyebilecektir.

Bu nedenlerden dolayı bu tezlerde iddia edilen durumların önümüzdeki aylardaki gelişiminin izlenmesi, ülkemizin yakın geleceğindeki ekonomik ve siyasi güçlülüğünün saptanmasında büyük önem taşımaktadır.

Tüm bunlardan anlaşılacak en önemli gerçek şudur ki, politikada ve iç siyasette, ve hatta uluslarası ilişkilerde yakınlık ve iyi ilişkiler diye kavramlar yoktur. Bunların yerine "ÇIKARLAR" ve "ÇIKAR İLİŞKİLERİ" hakimdir. Gerek siyasi zümreler, ve gerekse devletler, politikalarını belirlerken çevrelerinde ve dünyada gelişen olaylar çerçevesinde çıkarlarını temel alarak kısa ve uzun vadeli politikalarını belirler ve bunları sürekli günceller.

Böylesine karmaşık siyasi ve emperyalist yönelimli komplo teorileri içerisinde, ülkemizde bir çok insan ve gurup, bu teorilere karşı siyasilerimizin basiretsizliği ve beceriksizliğinden söz etmektedir. Belki sizlere garip gelecektir ama, bu teoriler dahilinde bir çok Avrupa ülkesinde bile (Almanya, Fransa, İngiltere gibi) halk aynı doğrultuda kendi siyasilerin basiretsizliklerinden yakınmaktadır. Oysa ülkelerin böylesine uzun vadeli ve stratejik politik oyunlardaki rollerini, seçimlerle yönetime gelmiş ve günübirlik siyasetten sorumlu politikacılar belirlememektedir. Kalkınmış tüm toplumlarda (ABD ve Avrupa ülkeleri gibi) aslında, perdenin arkasında kalıp medya önüne çıkmayan, ancak ülkelerinin bu siyasi oyunlardaki rolünü belirleyen, Ulusal Güvenlik Teşkilatları, Stratejik Planlamalar Kurum ve Enstitüleri gibi apolitik ve amedyatik bürokrat ve teknotrak tabanlı kurumlar yer almaktadır. Ülkemizde de bu rolü, ordu ve siyasetin karşılıklı yer aldığı Milli Güvenlik Kurulu üstlenmiştir.

Fransa ile yaşanan sözde Ermeni soykırımı yasasının kabulü esnasında, farklı iyi niyetli gurup ve zihniyetli guruplarca ortaya atılan değişik boykot ve protesto fikirleri (anti-Renault, anti-Carrefour, anti-Cartier gibi) aslında temelinde yukarıda anlatılan olayların stratejik mahiyetleri ve çıkarsal zenginlikleri doğrultusunda maalesef hiçbir yaptırımı olamayan ve ancak kısıtlı ölçekte bir öz-tatmin yaratacak eylemlerden öteye gidemeyerek çözümler getiremeyecektir.

Bu bağlamda ülkemizin yapması gereken en önemli atılım, MGK'nın da ötesinde daha profesyonel, üretici ve yoğun çalışmalar sağlayacak Stratejik Planlama ve Politikalar kurumlarının oluşturulması ile bu uzman kurumların dış ilişkilerimizdeki tüm ülkelerle olan ve olabilecek çıkar ilişkilerini saptaması ve bu doğrultuda ülkemiz menfaatlerine uygun kısa, orta ve uzun vadeli tüm ilişkilerin ve kozların saptanması olacaktır.
Zira ülkemiz çevresinde, son dönemlerde Avrupa Birliğine üyelik, Ermeni Soykırım tasarıları ve benzeri konularda beliren gündemlere karşılık; hiçbir yurtdışı gezi ve ikili görüşme gerçekleştiremeyen dönemsel Başbakanlarımızın, belki de yabancı dil eksikliği nedeniyle bu sorunlara aynı mesafede uzak kalan Cumhurbaşkanızın, böylesine kritik günlerde Avrupa'da lobi ve kulis faaliyetleri yapmak yerine Ankara'da kendisine ait fotoğraf sergilerini açmayı tercih eden Dışişleri bakanlarımızın, ve ülkemizin böylesinde kritik gündemde önceliklerini Süleymaniye haziresine defnedilmek istenen cemaat liderlerinin isteği üzerine Bakanlar Kurulu kararları ve benzer kararnameler imzalamayı tercih eden diğer bakanlarımızın yerine; kalıcı ve sürekli politikalar üretecek; iç siyaset, oy baskısı ve diğer dahili çıkar gurupları ve ilişkilerinden uzak durabilecek kurumların teşekkül etmesi ülkemizin menfaatlerine hizmet edebilecek en önemli icraat olacaktır.

Unutulmamalıdır ki, emperyalizme karşı verilebilecek mücadelenin yolu meydanlarda ya da kampüslerde "Kahrolsun Emperyalizm" sloganları atmaktan, ABD donanmasını yuhalamaktan, ya da yabancı ateşelik ve konsoloslukları boykottan değil; çalışmak ve güçlü olmaktan geçmektedir. Zira emperyalizm özünde bir sömürü düzenidir. Sömürülmemenin en büyük yolu güçlü olmaktır. Güçlü olmak ise hiçbir şeye muhtaç olmadan üretmek ve gerektiğinde kendi kendine yetebilecek kapasiteye sahip olmaktan geçer. En önemli savunma gereçlerinin tedarikinde ABD ve diğer güçlerin teknolojilerine muhtaç olmak, sahip olmak istediğimiz silah, tank ya da helikopterleri ulusal çıkarlarımızı gözetmeksizin başkalarının belirlediği kullanım kısıtları dahilinde alabilmek, en küçük mali krizlerimizde bile ABD ya da diğer global fonların dopingine ihtiyaç duymak emperyalizme karşı direnmenin gerektirdiği güçlülüğü sağlamamaktadır.

Güçlülüğün yolu, kendisi, ailesi ve çevresini kurtaracak günübirlik çözümler üreten, gayrimenkullerine yenilerini ekleyip aile efradını Miami'lerde yaşatan, ürettiklerinden aldığı dönüşü ürettiği değerlere yöneltmek yerine kendilerine yönelten çalışanların ve girişimcilerin yerini; ülkesi ve milletinin geleceği ve güçlülüğü için çalışan, yarattığı değerlerin daha üstününü yaratabilmek gayesiyle kendi istek ve egolarından fedakarlık edebilerek daha çok üreten ve çalışan bir toplum olmaktan geçmektedir.

Güçlülüğün yolu, bilgi çağına girdiğimiz bu süreçte sanayi hamlesini inşaat çimentosu, demir, tütün, dondurulmuş gıda alanlarından gerçek bilgi çağı ve teknolojilerinin üretimlerine kaydırmaktan geçer. Bu bağlamda, dünyada devletler üstü güçlerin ve lobilerin teşekkülünde en önemli iki sektör olan petrol ve savunma sanayi alanında (ki petrol alanında öz kaynaklarımızın yetersizliği nedeniyle kısa vadede bir şansımız yoktur) güçlü bir üretici olmaktan geçer. Savunma sanayi alanındaki tam güçlülük, bir uçağın elektronik donanımından radarına, roketlerinde motoruna, ve bunların ihtiyaç duyduğu en küçük komponentlere ve tüm yazılımlarına varıncaya kadar hiçbir yurtdışı kaynak ve lisans bağımlılığı duymadan üretim yapabilme gücüdür. Ancak bu şekilde, 1974 Kıbrıs harekatından sonra yaşadığımız askeri ve ticari ambargolara boyun eğmek zorunda kalmayarak emperyalist güçlerin karşısında dimdik durabilecek GÜÇLÜ bir TOPLUM olabiliriz. Ve ancak bu şekilde senaryoların önündeki küçük aktörler olmak yerine, kendi senaryolarını yazan ve bu yönde hareket eden bir devlet ve millet olabiliriz.

Alıntıdır
  Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
emperyalizm


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 05:52.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.