Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
|
Cevap: Hasan Hüseyin Korkmazgil Şiirleri
Dil ve Yazın Emekçisi
Azime Korkmazgil’le Söyleşi
Ahmet Özer
1- Sevgili Azime Korkmazgil, sizi, yazınımızın seçkin şairlerinden biri olan Hasan Hüseyin’in eşi olarak tanıdık. Seçkin şairimizle birlikteliğiniz, zaman içinde özgün yapıtlarınıza yansıdı. O yapıtlarınızla ilgili sorulara geçmeden, eğitimini edebiyat alanında yapmış biri olarak çocukluğunuz, yetişme koşullarınız, eğitim gördüğünüz okullar, öğretmenliğiniz ve yaptığınız uzun yolculuklardansöz edelim biraz.
— Dost Ahmet Özer; bana seslenişinizin üzerinden uzun zaman geçti. Birikimli ve duyarlı bir ozan yüreğinin dikkat ve incelikle süzdüğü bu çok nitelikli sorulara yanıt vermekte açıkçası zorlandığım için bekledim. Neden? Bana öyle geldi ki, siz bu maddelerle, benim geride kalmış bütün bir ömrümü özetlememi istediniz!
‘Yolculuklar’dan başlayalım: Bunların en uzunu, Ozan Hasan Hüseyin’le başlayıp günümüze kadar gelen yürüyüşümdür. Ben Hasan Hüseyin’i Dost Dergisinde 1959 Şubatında Ağustos Şiiri başlığıyla yayımlanan ilk şiirinde buldum. Yıllar sonra tanıştığımızda; o benim için, …yolumun üstünde bir top temmuz… diye yazdı ama; asıl kendisi, benim yolumun üstüne çıkmış en güzel rastlantıdır. Bu rastlantıya dek ben, kendini asla yalnız saymamış bir Kemalist Aydınlanma Devrimi Yolcusuydum. Bunun altyapısını, Cumhuriyetimizin köy öğretmenliği gibi, çok temel bir işleyişine bir ömür adamış olan babama borçluyum. Babam; gencecik üyelerini Yemen’de Galiçya’da Çanakkale’de yitirmiş bir ailenin, barışa susamış çocuğuydu. Kendi babası da, Sarıkamış’ta, 90 bin Anadolu genciyle birlikte çığ altında kalmıştı. Ölünceye dek at üstünden inmemiş, güçlü bir Yörük gelini olan babaannem Azime’nin kanatları altında da olsa, öksüz büyümüştü babam. Ama kendini, Anadolu Kurtuluş Savaşının ve bağımsız Cumhuriyetin kucağında saymıştı. Bu yüzden, baştan sona iyimser yaşadı…
Hasan Hüseyin, bir şiirinde, …destanlar ortasında çalkandım durdum… diyor. O destanlar, aslında hepimizin beşiği!
Babam; hangi köye gitse, öncelikle bir ‘halkodası’ kurardı…
Ben, sonradan tümü öğretmen olmuş altı kardeşin en büyüğüydüm. Ayaklarım hep toprağa bastı ama; daha çok, halkodası kitaplıklarında biçimlendim. Türk ve Dünya edebiyatıyla, çok küçükken yüzyüze geldim. Onlar yetmedi; Zekeriya Sertel’lerin 1930’lu yılların başında yarattıkları on ciltlik dev Hayat Ansiklopedisi’ni baştan sona sondan başa, hem okudum hem de akranlarıma yıllarca sundum. Yanısıra Divan ve Halk Şiirini, Türk Yenilik Şiirini, Fuzuli’yi Serdari’yi Fikret’i Nâzım’ı ve daha nicelerini bellekten bilecek kadar, evdeki kaynaklarla başbaşa bir çocukluk geçirdim. Örgün eğitim ve öğrenimimi Ağlasun İlkokulu, Manisa Kız Sanat Enstitüsü, Çapa Öğretmen Okulu ve Gazi Eğitim Enstitüsünün Edebiyat Bölümünde tamamladım. Iğdır’dan Nevşehir’den Uşak’a, Ankara’ya; yurdun hemen her bölgesinde, ilkokul ortaokul lise ve eğitim enstitüsü öğretmenliği ve yöneticiliği yaptım. Türkçe ağırlıklı olmak üzere, başta tarih, yurttaşlık eğitimi, coğrafya ve sosyal bilgiler okuttum.
Emekli olduktan sonraya ilişkin tuhaf bir anım vardır: Ülkemizin Güneydoğu ikliminden bir toprakta doğup büyümüş, Türkiye Cumhuriyetinin olanaklarıyla diplomalar edinmiş, Türkçe’yi de oldukça iyi kullanan, öfkeli bir genç şair; 90’lı yıllara gelirken, Hasan Hüseyin’in anıldığı bir etkinlik sonrası, zahmet edip bir mektup yolladı. Sövgülü anlatımla bana vurduğunu sanıyordu ama ona kıyasla görmüş geçirmiş bir çağa çoktan girmiştim ben, pek etkilenmedim, yazık ki yadırgamadım da. Mektubunu atmadım, ibret için sakladım. O şair orda diyordu ki: “…Hasan Hüseyin belki sosyalistti; ama sen kesinlikle Kemalistsindir!”
Yanıt verdim: “Ya…” dedim, “nerden anladın ki?”
Beni hevesle yanıtladı: “.. kemalist olmasan, T.C. ye onca hizmet edip, emekli olabilir miydin?”
Evet, öfkeli genç şair; halkın çocuklarını okutup, gelişmelerine katkıda bulunmayı, ekmeğini bu yolla kazanmayı, günü gelince de, sosyal olmasına çalıştığımız devlette emekli olmayı, ‘devrimciliğe’ yakıştıramıyordu, giderek bir tür ihanet sayıyordu. Uzaktan izledim kendisini; yıllar sonra o da yaş aldı elbet, sosyal demokrat belediyelerden birinde, öyle aman aman çalışmadan emekli olabildi. Bir kez karşılaştık; şiirlerinin her bir dizesine milyon lira fiyat biçip sattığıyla övünüyordu. Biz meslekte çalışırken, bugün ayağa düşmüş kimi kavramları bilmezdik; onun nasıl bir dönüşüm geçirdiğini ya da benzerleri gibi başkalaşıma uğradığını sormadım…
2- İki cilt olarak Türk yazınına armağan ettiğiniz Türküleri Yakanlar ile Gök Mavisi Bir Türkü adlı yapıtlarınız, bir büyük aşkın göstergesi olarak Hasan Hüseyin’in “Azimeli Temmuz Bildirisi”ne bir yanıt oldular. Bildiğimiz, büyük aşkların yazılmaktan çok yaşanılırlığıdır, bilinçlere kazılan. Benzersiz bir aşkın bir tarafını oluşturan kişinin bu yazma eylemi zor olmadı mı?
— Zor oldu! Daha doğrusu, vaktiyle yazdıklarım değil de; şimdilerde yazmakta olduklarım, işin zor yanıdır: Türküleri Yakanlar; başlangıçta Ozanın bana el yazısıyla yazdığı, Ankara’dan Uşak’a bir yılda gece gündüz gönderilmiş 400’ü aşkın mektup içinden, hiç değiştirilmeden, önemli bir bölümünün kullanıldığı alıntılarla; Hasan Hüseyin’e, kendi kalemiyle kendini anlattırılışıdır. O bir yıllık süreçte benim ona yazdıklarımın içlerini boşaltarak, olay örgüsünü sağlamış oldum. Böylece ilk kitap; anı olmanın ötesinde; mektuplara dayalı ve belgesel nitelikte bir ‘anlatı” biçimine büründü…
Gök Mavisi Bir Türkü ise; Ağlasun’da Hasan Hüseyin ve çocuklarımla ailem arasında yaşadığımız, yüzeysel de olsa toprağımın betimlendiği, 40 günlük bir yaz dinlencesinin öyküsüdür. Onda; Ozanın ölümünün onsekizinci yıldönümünde; benim güncelerimle onun kimi şiirlerini harman ederek, hüznün ağır bastığı bir şey denedim diyebilirim.
Henüz günışığına çıkmamış da olsa kitap dediğim, elimdeki 3. Cilt, beni biraz uğraştırdı. Daha adını bile koymadım. Kızılırmak’ın bir bölümcesinden esinlenişle, …Bir Gün Çıkıp Geldiler.. diyebilirim. Yaşadığımı yazmayı, Hasan Hüseyin’den öğrenmeye çalıştım. Aşkın yaşanılır olması, elbet güzel; ondan da güzel olanı, tarihe bir tür yazgı ile tanıklık etmiş olanların, bunu geleceğe sanat yoluyla bırakma çabasıdır belki. Biz, 1964’te yaşamlarımızı birleştirdik. Ozan, 1984’te bu dünyadan ayrılıncaya dek, bir anlamda soluk soluğa, kesintisiz bir 20 yıl yaşadık. Diyebilirim ki o 20 yıl, Türkiye’nin de en devingen dönemiydi, eksiğiyle fazlasıyla bugünlerin temeli, belki o dönemde atıldı. İşte, 3. kitabın zorluğu; benim, bize düşen o kesiti tek başıma yazarken duyduğum sorumluluk kaygısından ve nesnel olma gereksiniminden kaynaklanıyor. İlk kitabın başında Hasan Hüseyin’e şöyle seslenmiştim: “… yansız mıyım? Değilim. Sana yansız eğilemem, ne sana ne kendime!”
Çok içten yaşıyorduk, bu bir gerçek; ama zaman da hızlı geçiyordu! Ne yaşadığımızı pek irdelememiş olabiliriz. Hasan Hüseyin’den sonraki evredeyse, kendimize de dünyamıza da eleştirel bakmayı öğrenmiş olmalıyım.
Bilmiyorum; belki!
3- Kitaplarınızda eksik bıraktığınız bir yer oldu mu? Daha doğrusu bu iki cilde bir üçüncüsünü eklemeyi düşünüyor musunuz?
— Sanıyorum ki; ilk iki kitabı yüzeyde dolaşarak yazmışım, bir tür romantizm hali! Bu anlamda eksiklerim çok. Üstelik, zamandizinli anlattığım için; öncekilerde, örneğin Gürün’e ve Ozanın ailesine değinilmedi, ‘Yitik Şiirler I’ hangi koşullarda elde edildi, kapalı kaldı… Yayımlanmış ilk ikiye iki cilt daha eklemek istiyorum. Biri, ki son biçimini aldı sayılır; Kızılırmak’ın yazıldığı, Ozanın gazetecilik dönemini de içeren, 12 Mart’a kadar yaşananların öyküsü. İkincisi; Bilgi Yayınevi’nde kitaplarını toplamaya başladığı, bu demek en verimli son on yılının yaşandığı evreyi içerecek.
Bir başka kitap hazırda; o da, başkalarının Hasan Hüseyin hakkında yazdıklarının toplamı oluyor.
4- Sağlığında Kavel adlı yapıtına, ölümünün ardından, Kandan Kına Yakılmaz ve Tohumlar Tuz İçinde’ye önsöz yazmış bir yazın öğretmeni olarak sevgili Hasan Hüseyin’in bir şair bir gazeteci olarak portresinde neler gözlediniz? Şiirlerini yazma süreci, yaşama bakışı, savaşımı ve sanatına dair neler söylemek istersiniz?
— Muzaffer Uyguner; ölümünden bir süre önce bana, Hasan Hüseyin hakkında kitap yazma hazırlığında olduğunu, fakat benim ‘yaşamöyküsü’nü bitirmemi beklediğini yazmıştı. Asıl, Bedrettin Cömert ve Asım Bezirci sağ olsalardı; belki bana söz bile düşmeyecekti, Hasan Hüseyin için en haklı ve en güzel sözleri onlar yazacaklardı. Ben de 1967’de, Kavel’in 2. basımı nedencesiyle ne yazdıysam; bugün aynı sözleri, daha da derinleştirmiş olarak yinelemekten onur duyarım.
Baştan beri Hasan Hüseyin’in yaşam serüvenine ilgi duydum; yazma sanatını hem çok içten beğendim, hem de yazdıklarını anladığım ölçülerde sevdim ve destekledim. Edebiyatımızda yarım yüzyıldır, Hasan Hüseyin şiiri diye bir şiir vardır. Bu şiir; işlediği konularla, biçimi ve biçemiyle, üstlendiği işlevle, Ozanın kullandığı teknikler ve sözcük hazinesiyle, salt ona özgü ses, tavır ve duruşla, sunduğu iletilerle, edebiyat tarihindeki yerini almıştır. O, bir bütündür; Ozanın hangi yapıtını açarsak açalım, hepsi net, kalın ve keskin çizgilerde kararlı bir devrimcinin, bir savaşımcının, bir dil ve anlatım ustasının; insancı, barışçı, dost duyarlıkta, derin duygulu bir yürekten çın çın yükselmekte olan namuslu sesleniş ve uyarılarını yansıtır.
Bu seslenişte, asla bezginlik yoktur, bunalmışlık yoktur; herhangi bir inancın yitirilişi ve davaya boşvermişlik yoktur. Umut, bir noktada öfkeye yenilirse, öte yandan çıkar günışığına. Ozan kendini, yaşamın orta yerinde bir görev yüklenmiş olarak bulmuştur; bundan caymak, buna sırt çevirmek, ölümle yenilgiyle yokoluşla eşanlamlıdır. O buna, ürettiği hiçbir yapıtta geçit vermez. Gözünün değdiği her alanda eleştirmen, düzeltmen ve eğiticidir. Şu yandan bakınca karanlık gördüğünü evirir çevirir, ışıklara yöneltir ve okuruna öyle sunar. Hem halkçocuğudur, hem de halkçıdır. Günün 24 saati ona yetmez; bir çığır, bir ipucu bir yolak bulmuştur, atlar zıplar gerilir atılır engeli aşar, gözünü diktiği ışığa kavuşturur bilinci. Yenik düşse, kanter içinde kalsa, kolu kanadı kırılsa da vazgeçmez: Onun için vargı bellidir, silkelenir, işini sürdürür. Felsefesi bu; mutluluk yorulmamakta, üretmekte, güzel bir şey yapmakta, yaptığını savunmaktadır. İnsancıdır; hem birey önemlidir onun şiirinde, hem toplum; ikisinde de gerçekçi, fakat kıyasıya eleştiricidir. Israr, en büyük özelliği; ozan ve yazar, halkın gözü ve kulağı olmalı, umut ve dayanıklılık aşılamalıdır. Züppelikten, çıtkırıldımlıktan ve gevezelikten tiksinir; onun gözünde aydın, aydın olmanın ciddiyetini ve sorumluluğunu taşımalıdır; değerleri, estetik beğençten süzmelidir, seçtiğine sahip çıkmalıdır. Kötümserlik, karamsarlık aşılamaya hakkı yoktur aydının!
Dile egemendi Hasan Hüseyin; şiir de yazsa, düzyazıyla da oynasa, gazeteci gibi de devinse, Türkçe’yi sevmekten ve dil çıtasını yüksek tutmaktan yana davrandı hep. Mizahı sevdi! Mizah, onun doğasında vardı; düzyazıda olsun koşukta olsun, bol bol ve yerine göre silah gibi kullandı mizahı. Ona göre sanatçı, boş üne boşverecekti; kendini kurtarmak yetmez, diyordu, insanlığın kurtuluşuna omuz vereceksin; duruşunla, seçiminle açık ve tutarlı olacaksın; hangi safta, kimin, kimlerin yanında olman gerektiğini iyi bileceksin…
Çok okurdu; hızlı tepki veren, ustalıkla konuşan, uyanık bir insandı. Birikimsizden, toplumsal savaşımcı çıkmaz, derdi.
Akis’te çalıştığı yıllarda daha mutluydu: İş ahlâkı oturmuş, iyi bir işçiydi; düzeltmenliğini yapar, yapacaklarını toparlar, kalan zamanı sanatına, siyasal-sendikal çalışmalarına harcardı. Sonraki, Forum ve Toplum dergilerini yönettiği yıllarda, zamanından ve sağlığından çok şey yitirdi. Bu konu, apayrı bir fasılda anlatılmalıdır.
5- Sagalassos, doğduğunuz Ağlasun’un tepesinde bir taç gibi duruyor. Bu antik kentle Ağlasun arasında, sizinle Hasan Hüseyin’in bir sarkaç gibi salınmasından oluşan duyarlığı ve bu duyarlığın yapıtlarınıza yansımasını nasıl değerlendirirsiniz?
— Biz Hasan Hüseyin’le birlikte Ağlasun’a ilk kez geldiğimiz zaman, görünümde, ilginç olduğu kadar acıklı bir özellik vardı. Hasan Hüseyin, benim için çoktandır doğal olan çelişkileri ayrımsamakta gecikmedi: Köy; antik kentin eteğinde, o kentten binlerce yıl beride, fakat inanılmaz bir umursamazlık ve gerilik içinde sessiz, ışıksız, bir anlamda insansız, serilmiş yatıyordu. Yeşilin, lacivertin, yağmurların, yıldızların altında, uygarlığın kerpiç aşamasında, lâkin ilkçağ yaratıcılığının hem yanıbaşında, hem çok uzağında!
Ben, Ağlasun’un dile gelmez doğasına ezelden âşık olduğumdan; sevdiğim ve alıp geldiğim adamı, daha ilk günden dağ bayır gezdirmeye başladım. Heykeller, sütun parçaları, tapınak kalıntıları, kemerler, lahitler, gizemli geçitler, toz toprak içinde mozayık zeminler.. yerlerde sürünüyordu. Vaktiyle o güzel iklimde insan eliyle ne yaratılmışsa, hepsi, her şey sakatlanmış mermer ve seramik kırıntısıydı. Keçi sürüleri ve yoksul insancıklarla, çağın dışında ve kırık döküktü yaşam. Hep aynı ilgisizlik ve müslüman bir boyuneğmişlik karşısında, çarpıldı Hasan Hüseyin. Daha doğrusu, Anadolu’nun ayrımına vardı yeniden! Çağlarca sürüklenmiş Küçükasya’nın prototipini gördü Ağlasun’da; bildiklerini bir daha anladı. Ne var ki, gördükleriyle irkilmedi, ürkmedi, canından bir parça gibi sevdi üstelik…
Kuşkusuz olan şu; Ağlasun’da, ikimizin buluştuğu bir nokta vardı; o nokta, bizi başlangıçta birbirimize bulduran şeydi: Yurt ve halk aşkı ve kökendeki tarih anlayışı! Bu memlekette, çok eski bir geçmişin kucağında, bu insanlara olan ortak sevgimiz yani! Bir anda Hasan Hüseyin için Ağlasun, Sagalassos oldu, Sagalassos da bütün Anadolu; yeraltıyla yerüstüyle, insanıyla, çeri çöpü güneşi yıldızı, ekmeği suyuyla…
Bu buluşma, ikimiz için, özelimizde bir tansıktı.
Ben Hasan Hüseyin’i, elinden tutup oraya götürdüm. O zaman, bugünkü kazılar başlamamıştı, bir anlamda eldeğmemiş bir köşeydi Ağlasun. Yaşamın tüm alanlarının şiirine açık olan Hasan Hüseyin için, Ağlasun da; tarihi ve coğrafyasıyla, insanı, ve insana bağlı olsun olmasın tüm güzellikleriyle bir şiirsel alan oldu. Daha çok yazları olmak üzere, birlikte o beldeye en az yirmi kez gittik. Taş toprak, yaprak kuş, gördüğü her şey, şiirine süt oldu Hasan Hüseyin’in. Bildiğimiz Ağlasun Ayşafağı’ndan başka, daha pek çok şiirini orada yazdı.
Ben Ağlasun’un, Ozanın benimseme anlayışı ve yaratıcılığıyla örtüştüğünü söyleyebilirim.
6- Öğretmenliğinizin yanısıra sivil toplum örgütlerinde, siyasi alanda görevleriniz oldu. Bu birimlerdeki görevlerinizle neyi gerçekleştirmek istediniz? Bu çalışmalardan kazandığınız ve yitirdikleriniz neler oldu?
- Ben öğretmenliği; tıpkı politika, anababalık, sanat, bilim.. gibi, hem ömür boyu yoluna başkonulan bir uğraşı alanı, hem de seçilmiş ve sürgit bir yaşam biçimi olarak algılamışımdır. Bu demek, vazgeçmek diye bir şey yok; bildiğiniz doğruları öğretmeyecekseniz, niçin öğrendiniz? Bir de, hangi konuda ve alanda olursa olsun, örgütlülüğün gerekliliğine ve gücüne inanırım. Ancak demokrasi içinde soluk alabileceğimize göre; ona giden, laik ve demokratik biricik savaşım yolunda kim nence katkıda bulunabilirse, onun yanında olmak, üstüne titrenilesi bir borç oluyor. Tek sözcükle, aydınlanma devrimcileriyiz; tehlikeleri gördüğümüz yerde; göremeyenleri uyarmak, yükümlülüğümüzdür. Bu da örgütsüz olmaz.
Devrim sürdüğüne göre ve bunu bir bayrak yarışı gibi görürsek; kazanç ya da yitik sözkonusu olmaz, bizim eksiklerimizi, tarihsel yolumuzu izleyecek olanlar tamamlayacaklardır.
7- Doğup büyüdüğünüz Ağlasun, şair Hasan Hüseyin’e bir büyük destan- şiir yazdırdı: Ağlasun Ayşafağı. Ağlasun’un bu destan-şiire konu olmasının temeli nereye dayanıyor? Bu özgün destanın yazılma sürecini sizden öğrensek…
— Ağlasun’a, daha çok yaz dinlencelerinde gidiyor ve epeyce kalıyorduk: …bıraktım oburkenti kaçtım telefon gurbetinden temmuz topraklarına…diyor Hasan Hüseyin.
Ozanla, gece gündüz demeden, köy içinde de kırlarda da dolaşırdık. İkimiz de yürümeyi, yürürken söyleşmeyi, köşe bucak demeyip, bulduğumuz yerde sabahlamayı çok seviyorduk. Birkaç kez de, yamaçtaki amfiteatrın basamaklarında uyuduğumuzu, yaşamöyküsünün ikinci cildinde anlatmıştım. Ozan diyor ki: …oturduk bir tapınak kayasının yaşlı göğsüne/ pırnallar sıcak ve şenlikli/ dağlar gömülmüş yıldızlara…
Söyleşilerimiz bizi; bu topraklarda birikmiş kültürün öyle bin yıllık beşbin yıllık değil, bilinmeyecek kadar eskilere dayandığı, ve kaynak olarak Anadolu insanlarının, çok katmanlı bir tarihin bilge çocukları olduğu düşüncesine götürürdü. Bu çok katmanlı ve uçsuz bucaksız oluşum sürecinin öyküsü, enginliğince yazılabilmiş olsa; Ağlasun Ayşafağı, bu yazılıma, yalnızca şiirsel bir dokunuş olurdu. Destanın bir yerinde, …bir eski zaman heykelinin direnen yalnızlığıyla dikilip o insan topraklarda/ dokundum zamanın soğuk etine/ seslenen kim?... diye soruyor Ozan.
Gençtik; inadına açık havada uyurduk: ….lâcivert bir yorgan gece/ kurda kuşa böceğe/ insanoğluna….
Yamaçtaki, deprem yığılımı kalın toprak altında tüm gizleriyle yatan antik kentten, bugünkü Ağlasun çukurunda tek başına direnen bir simge gibi algıladığımız Ulu Çınara; her şey düşündürüyordu Hasan Hüseyin’i, coşkularını çoğaltan çağrışımlarla geceler boyu altüst oluyordu, uykuları bozuluyordu: …ağlasun dedikleri bir yaşlı çınar/ iki kerpiç dağ başında/ bir tenha pınar… Bir yanı göçmüş kerpiç duvarlarda, …birer altın diş gibi… ışıldayan kırık mermer parçalarından, topraktaki gömüye takılan çağdaş yoksulluğun göstergesi saban demirinden ve bunca unutulmuşluğa yalnızca şükreden 20. yüzyıl köylüsüne kadar her şey onu çileden çıkarıyordu. Ulu Çınar, Ağlasun’un simgesiydi ama; Ağlasun da, gerikalmışlığımızın, sosyal adaletsizliğin ve açgözlü sömürünün, bir ufacık kesiti…
O yalnızlık, ıssızlık, kimsesizlik, ağrıtıyordu Ozanın yüreğini. Şiirlere dökmese, ölürdü belki: …bir avuç kül oralarda, bırakılmış bir rüzgâr/ karışsam ayak seslerine o büyük göçün/ selamlasam alnıma vuran yıldızı/ ve haykırsam dünyamızın kurtuluşunu…
Geçmişe, ….ey koca tarih/ bir karanlık kalabalık/ başsız sonsuz bir uğultu…. diye baktığı gibi; bir yanıyla hayran olduğu Ağlasun’a, acımasız eleştirilerle başkaldırı okları fırlattığı da oluyordu:….düşünüyorlar derin/ düşünüyorlar kuyu/ düşünüyorlar da çözemiyorlar/ gözlerine sürme gibi çekilmiş uykuyu!...
Zaman zaman, bugünün insanlarıyla binlerce yıl öncekileri özdeştirmekten haz duyuyordu; takılıyordum kendisine:
- Dikkat et; kölelik, o zaman da vardı!
O, kaptırmış kendini, gidiyordu: ….işlediler toprağı sevişir gibi/ devşirdiler meyveleri oynaşır gibi/ güneşi şarap yapıp içip gittiler/ belki de gitmediler şarkılaştılar/ belki de hâlâ buralardalar….
Ağlasun Ayşafağı, hemen oturulup yazılmış bir şiir değil; son biçimini alışı, on yıl sürdü, ve destanın ikinci basımına Ozan, epeyce ekleme yaptı. Yine de, Halikarnas Balıkçısı’na bir seslenişinde, şöyle demekten kendini alamamıştı: “Usta, Ağlasun Ayşafağı’nı yazmadan; seni baştan sona okumuş olsaydım, o şiir daha başka olurdu…”
Bir yandan, kurmakta olduğu şiir, yıllar içinde kendiliğinden, daha çok da içeriği gereği, bir destana doğru evriliyordu; öte yandan: “…vurun çekici kayaya; ama, neyi ortaya çıkartmak istediğinizin bilincinde olun! Çünkü şiir, bilincin çocuğudur, usun çocuğudur; rastlantının değil! Aragon’lar Eluard’lar.. şiirin dibini karıştırmak istemişler de, karşılarına ‘işçilik’ çıkmış. Ne demektir işçilik? Bilgisiz, birikimsiz, deneyimsiz bilinçsiz işçilik olmaz! Do demekle do olmuyor; keremce ah çekebilmek için Kerem gibi yanmak gerekiyor! Kumsaldan su çıkartmak, denizi görmeyenler için bir büyü’dür ancak!..” sözleriyle somutladığı, çok ünlemli vurgularla anlatmaya çalıştığı gibi, sanatta ‘emek’i, bu demek şiir işçiliğini, önündeki malzemeden üstün tutuyordu. Kimi zaman, tek bir sözcüğü yerli yerine oturtmak için, koca bir kümeyi gözden çıkardığı, ya da bölümlere bir dağ, bir köy göçürürcesine yer değiştirttiği oluyordu…
Şiirin yapılanışı, öyle önemliydi ki Hasan Hüseyin için; bu yolda hatır gönül tanımazdı!
Ağlasun Ayşafağı’na adını veren tablo, bugünkü gibi gözlerimin önündedir: Bir akşam üzeri, ormanlık bir tepeye çıkmış, günbatımını izlemiş, nedense dönüş yolunu yitirmiş, bir pınarın başında gecelemeye karar vermiştik. Kaynağın ayağı, açıklık bir yerde, kimbilir ne zamandır kullanılmayan bir sarnıca doğru, bayır aşağı uzanıyordu. Başucunda uzun bir taş vardı. Bu yerleri karış karış bildiğim halde; önümüzde az yüksekte duran şeyin bir lâhit kapağı olabileceği, dikkatimden kaçmıştı. Dehlizleri, kuyuları, tümsekleri, eve benzer bozuntularıyla yamaçlar da, en az çukurlar kadar karmaşıktılar. Ben, fazlaca merak etmeden, bir masalı yaşar gibi büyümüştüm buralarda!
Kayanın üzerinde, yokladıkça, ellerimizin birtakım kabartmaları izlediğini ayrımsadık. Bir yandan gece ilerliyor, ürperten sesleriyle vahşi doğa koyulaşıyordu. Ne kadar zaman geçti, belki bileklerimizde saat bile yoktu! Sıradan biçim verilmiş bir granit sandığımız şeyin üzerine tünemiş, yönümüzü doğuya vermiştik. Aşk içinde, mırıltıyla söyleşiyor, karanlıkta uçuşan yaratıkları izliyor, neyi dinlediğimizi bilmeden, arasıra susuyorduk. Yoksa uyumuş muyduk? Aynı anda kendimize geldik: Bizi dürtülmüş gibi uyandıran, elle tutulacak kadar koyulmuş bir sessizlikti! Sanki ansızın, her şey susmuştu! Elimizde olmadan, Akdağ’ın sol eteğindeki ardıç koruluğunun çevren çizgisinde, ışığa benzemeyen, gene de ışık olabilecek, belli belirsiz bir sarartıya dikmiştik gözlerimizi. Bir şey bizi oraya bakmaya sanki zorluyordu. Saniyeler mi geçti; dakika olamaz: Tanımı güç bir gerilimle gördüğümüz şey, bir bıçağın ucu gibi, parıldayan bir şeydi. En eski Ay’ın en sivri ucu belirmişti! Ay şafağı! diye çığlık attı Hasan Hüseyin. Yoksa benim miydi o çığlık, bilmiyorum!
Aynı anda, gecenin tüm sesleri, yeniden başladı.
Arkamıza son kez baktık; hiç unutamadığımız bir şey yatıyordu, bizim üzerinde gecelediğimiz o ağır mermerde: Birbirine sarılmış, bir kadınla bir erkek kabartması; meme uçları ve başka sivri noktaları insan eliyle bir bir kırılmıştı; güzel olan ne varsa, sanki hepsinden öç alınırcasına…
Biz, birlikteliğimizde, ilk kez o zaman korktuk! Bilisizlikten, bilinmezlikten, bağnazlıktan…
Gün doğmadan indik o tepeden. Unutulmaz keskin sınırlanmışlığıyla, incecik Eskiay, biz yürüdükçe yol aldı, gözlerimize dola dola: …öldük/ mermer de ölür/ ey şarkılar/ alın bizi!
8- Hasan Hüseyin’in ardında kalan şiirlerinin önemli bir bölümünü iki ayrı kitapta topladınız: Kandan Kına Yakılmaz ve Tohumlar Tuz İçinde. Bu kitapların ardından neler yapmayı düşünüyorsunuz? Bildiğimiz, Ağlasun’daki eviniz bir yerde Hasan Hüseyin’in belgeliğini de içeriyor. Bu belgelerin bir müze ya da bir vakıf çatısı altında bulunması konusunda neler düşünüyorsunuz? Hasan Hüseyin’in adına kalıcı bir ödülün olmaması da bir eksiklik. Yaşamını bu toplumun güzelleşmesine adamış bir şairin ardından, kimlerden ne bekliyorsunuz?
— Özdekçi ve gerçekçi bir insan olarak; hiç kimseden, kişisel ya da örgütsel çapının dışında bir şey bekleyecek bir noktada olmadığımı baştan söyleyeyim!
Hasan Hüseyin, beklenmedik günde yatağa düşünce ve bir yıllık hastalığı süresince dostları, onu seven onca kişi; onun yaşama döndürülmesi için, görülmemiş bir okur dayanışması ile, para yardımında bulundular. O para, sahte sol bir havuzda, bildiğiniz gibi yutuldu. Ozan, ömrü boyunca, duygusal boyutta olsun, emek dünyasında olsun, her tür ‘sömürü’ye karşı kalemiyle savaşım verdi; nedir ki, ona olan sevgi, yine görülmemiş bir ‘aydın’ ihanetiyle sömürüldü. O parayla, sözünü ettiğiniz vakıf, ya da ödül, belki kurulurdu. Biz, ihanetin hesabını yargıda sorduk ve aldık; aldığımız sonucu tarihe havale ettik.
Gürün’deki, Şükrü Babanın Bahçesi’ni ve evini satın alamazdık; Ağlasun’daki evimiz küçüktür, tek kişiliktir, fakat Ozan Hasan Hüseyin’in Müzesi’dir. Onunla ilintili ne varsa, şimdilik ailemizin korumasındadır. Oldukça varsıl kitaplığımız, Ozanı sevenlere açıktır, isteyen yararlanıyor. Belgelik ise, korunmakla birlikte, boyutlu bir çalışmayı gerektiriyor. Yayımlanmış ama kitaplaşmamış öyküleri, fıkraları, denemeleri, tanıtım yazıları, özdeyişleri, güldüşün türü ‘ööhhöö!’leri .. süzgeçten geçirilmeyi bekliyor. Kitaplarına alamadığım şiirleri, şiir notları ve destan taslakları var. Henüz okumadım, iki dosyası sanırım yayıma hazır: ‘Sözün Özü Atalar Sözü’ ile, bir ‘Köroğlu’ çalışması.
Bir de Ozan, 1974’te Irak’ta geleneksel Mirbet Şenliğine katıldı. Bu gezi dönüşü izlenimlerini, kitap adı Bağdat Basra Yollarında olarak Konuk Yayınları’nda yayımlatmıştı. Yine, yaklaşık aynı dönemde yazıp, başka başka kitaplarına serpiştirdiği çok sayıda ‘Mezopotamya’ şiirleri var. Bu kez, Bağdat Basra Yollarında’yı ele alarak; o şiirleri, bölüm aralarında kullanma yöntemiyle; yeni bir ‘ kurgu’ oluşturmak istiyorum. Bunun tam zamanı olduğunu düşünüyorum: Çünkü Hasan Hüseyin’in; tıpkı Kızılırmak’ta, emperyalizmin bugünkü arsız tırmanışını 40 yıl önceden anlatması gibi; o gezi notlarında ve Mezopotamya şiirlerinde de, günümüzün Ortadoğusu öngörülüp betimlenmişti!
Başka? Şimdilik bu kadar…
9- Yıllarca, değişik okullarda Türkdili dersleri vermiş bir öğretmen olarak Türkçemiz konusunda nereden nereye yürüdüğümüzü bir de sizden öğrenebilir miyiz?
— Şurası yadsınamaz ki, bugün okullarımızda Türkçe öğretimi, hem yetersiz ve sorumsuz ellerdedir; hem de, siyasal erk iyelerinin bilisizliği, yönsüzlüğü ve aymazlığıyla, çocukların gençlerin halkın dil bilinci oluşturulamamaktadır. Gençliğimin çevirmeni Emin Türk Eliçin’in Tarih Boyunca İleri-Geri Kavgası başlıklı, bir zamanlar adı bile bana çok çarpıcı gelen kitabını, kırk yıl kadar önce, döne döne okumuştum! Eliçin diyordu ki: “…beynimiz için en yüce mutluluk; duygularımıza kapılmadan, korkmadan, dış ve iç baskılar altında ezilmeden; yasaksız, tabusuz ve sansürsüz, alabildiğine özgür düşünebilmektir…” Evet, tarih boyunca; karşıdevrimciler olsun, emperyalizmin işbirlikçileri de, boş durmuyorlar. Bunlar olacak. Devrim karşıtlarına geçit vermemek için direneceğiz: Hiçbir şeyi savsaklamayacak, çelmeleri görmezden gelmeyecek; üretmeyi, ve dilimizin olanaklarını ileriye doğru geliştirmeyi sürdüreceğiz. Türkçe, Türk Ulusunun varoluş dayanaklarından en önemlisidir. Olanca bilinçle, aydınların ısrarlı yaratım seferberliğiyle, tüm değerlerimize olduğu gibi, dilimize de sahip çıkacağız. Başka yolu yok!
Her şeye karşın da, Türkçemiz, zaman içinde bilim ve sanat dili olarak çok gelişti, genişledi: Dil Devriminin, geriye döndürülemez bir yetkinlikle yürüdüğüne, yürümek zorunda olduğuna inanıyorum.
10- Yazın dünyasında tanışmakla, yapıtlarını okumakla, yazışmakla kimlerden ne kazandınız? Ülkemizin son elli yılını bütün ayrıntılarıyla yaşamış bir kişi olarak mutlu olduklarınız kadar, canınızı sıkan olaylar da olmuştur. Bir yarım yüzyılda aklınızdan çıkmayan neler oldu?
— Olumlu olumsuz, acı veren, haz veren, o değin çok şey oldu ki!
“Yaşadım diyebilmek için”, hepsini gerçekten yaşamak zorunlu muydu, bilmiyorum. Çocuklarımın varlığı, bir yana; yaşamımın en büyük olayı, kuşkusuz Hasan Hüseyin’dir.
Ömürlük çok uzun bir dilimde Hasan Hüseyin’siz hiçbir şey konuşmadım ama; son elli yıl, gerçekten renkli, başta kitaplar ve eğitim dünyasıyla dolu, her şeye karşın mutlu, çünkü insanlarla içiçe, bir hayattır yaşadığım.
Yanısıra dünyaya da bakarsak; doğrudan ya da dolaylı etkilendiğimiz neler olmadı: Önce, Sovyetler Birliği Sputnik’i yarattı, uzay yolculuğunu başlattı; teknoloji sömürüyü ve küreselleşmeyi hızlandırdı. Hasan Hüseyin, benim kendisini bulgulamamdan çok önce, ardı ardına gelen şaşırtıcı olayları şiirlerinde selamlamış: ….bir gagarin çıkageldi- kırıldı tüm oyuncaklarım/ ben artık büyük olmalıyım-yeryüzü fındık fıstık….
Ardından, gençliğimizin en övünçlü sevinci olan 27 Mayıs 1960 ve o coşkulu yılı izleyen 1961 Anayasası’nın kabulü gelir. Anmadan olmaz; biz öğretmenler, TÖS’ün de önünü açan bu kabul ile, büyük umutlarda birleşmiştik!
Benim de imzamın bulunduğu YÖN bildirisi ile aydınların çıkışı; Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu ve yurt yüzeyinde hızlıca örgütlenişi, ilk yerel seçimlerde varlık gösterişi ve hakça bir seçim yasasıyla 1965 Genel Seçimlerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girişi.. bu son elli yılın ilk on yılı için, yakın geçmişten ışık alınası olaylardır…
Bunlardan beriye, öyle çoklu denilecek boyutta bir sevinç yaşadığımı anımsamıyorum!
Etkilendiğim, yazıştığım, anılarına çok büyük saygıyla baktığım dostlarımın arasından seçme yapmak, doğrusu zorlar beni. Bunlardan üçünü öne alırsam; zaman zaman, keşke yaşamöykülerine katkıda bulunabilseydim.. dediklerimin temsilcileridir sanıyorum. Üçüyle de yazıştım, yapıtlarını sektirmeden okudum, yoluna başkoyduğum hangi düşün varsa, onlarla da yeni ışık demetleri ekledim. İnançlarıma en ufak gölge düşmeden, onlardan etkilendim. Hümanizmi kitaplardan öğrenmişimdir belki; fakat bu üç dost ile, hümanizmi üç boyutlu yaşadım. Bu benim talihimdir.
Onların en eskisi; en uzun süre haberleştiğim ve hele şiirlerini daha kitaplaşmadan büyük mutlulukla okuduğum; yalnızca Türkçe öğreticisi olmak değil; Türkçe sevgisinin siyasal anlamda bir ideoloji düzeyinde ele alınması gerektiğini bana ilk söyleyen; ayrıca, toprak insanı olmanın ne köklü bir gurur kaynağı olduğu bilincini aşılayan Fakir Baykurt’tur.
Onunla Gazi Eğitim’in bir yılını birlikte okuduk. Dönemin Zapata, Kazablanka, Spartaküs gibi kalburüstü sinema filmlerine, Millî Kütüphane’ye, özellikle Arkeoloji Müzesi’ne, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’na, Büyük ve Küçük Tiyatro, Opera gibi kültür odaklarına, onun arkadaşlığı, uyarıları ve eleştirileriyle ulaşmışımdır. Benim gibi parasız-yatılı okuyan bir kız öğrenciye; Enstitü Müdürümüz, büyük dostu Vedide Baha Pars’ın hoşgörü ve izinleriyle, dersyılı boyunca özgürlük sağlayan da; bana köy enstitülerini, kaynakları ve işleyişiyle tanıtan da Fakir Baykurt’tur.
Onunla dostluğumuz, az karşılaşıp, daha çok mektuplaşarak, onun ölümüne dek sürdü. Türk romancılığında, bana göre ilk sıralardadır. Özellikle; üç yıl önce elde kalem, üç ayda okuduğum, son sekiz ciltlik özyaşamöyküsü, benim için yepyeni bir üniversite öğrenimi değerindedir.
Şimdi, şu ya da bu açıdan, kişiliğimde yapıcı rol oynayan, anısına zerrece toz kondurulamayacak anıt insanlarımdan ikincisini, Hasan Hüseyin ile ortak dostumuz Bedrettin Cömert’i anmalıyım. O, evimize yıllarca, bir oğul sıcaklığıyla gelip gitmiş, kimi geceler söyleşi bitmemişse bizimle sabahlamış, dostluktan ötesi varsa işte öyle bir yakınımız olmuştur.
İtalya’dan sayısız, Rönesans öncesi sonrası, dünya sanat esintilerinin, müzik resim heykel mimarlık ve edebiyat örnekleri olarak, albümlerini, fotograflarını, renkli kopyalarını bize, uygarlıktan birer selam gibi yıllarca taşıdı. Tanıdığı her güzellikten tatmamızı isterdi. Gombrich’ten Sanatın Öyküsü’nü, o parlak Türkçesi ile çevirirken olsun, kitabın basılma aşamasında İstanbul’a gidip gelirken olsun; yaşadığı coşkuları, izlenimlerini bizimle paylaştı. Evimizde; Hasan Hüseyin, mizah öykülerini güle canlandıra seslendirirken; Bedrettin, ben ve çocuklar, birlikte güler ağlar, dinlerdik. Hasan Hüseyin gürül gürüldü; ama, gülmekten savrulsa bile, fazla sesi çıkmazdı Bedrettin’in…
Onunla; Ozanın Kızılırmak destanını, Fiumerosso başlığıyla İtalyanca’da yeniden yazarken ve Türkiye’ye temelli yerleştikten sonraki dönemde eşi Agostina’nın Türk Dilini öğrenme çabaları sırasında ve daha başka birlikteliklerimizde de; karşılıklı Türkçe sözcük ve anlatım yorumlarımız başta, hemen her konuda -aynı kentte bile!- bitmez tükenmez yazışmalarımız, telefon tartışmalarımız ve –en ufak nedenceyle bile!- üşenmeyip atlayıp bize geldiği zamanlardaki yoğun söyleşilerimiz..unutulmaz.
Sanki, dünya yerinde, hep duracaktı!
Hasan Hüseyin gözüyle de, benim için de; rint bir şair, geniş bilgi alanlarında birikim edinmiş bir düşün ve sanat adamı, ve, çok sesli bir dünyanın eşsiz vatandaşıydı O.
Diyebilirim ki; Hasan Hüseyin’in aşamadığı tek acı, ve özel yaşantımızda da, onarılamamış en önemli kırılma noktası, Bedrettin Cömert’in yitimidir.
Ben Onu, doğası ve insancı portresi ile; son dönemde pek çok başarıya da imza atmış yaşayanlarımızdan, Hasan Hüseyin’in olağanüstü Doktoru Yücel Kanpolat’a benzetirim: İmgelemimde ikisi yan yanadır!
Önümüzdeki 11 Temmuz 2008, Bedrettin Cömert’in katledilişinin 30. yılı. Bu yıldönümünde, onunla ilgili çok aziz anılarımdan birkaçını yazmak isterim. Yüreğim elverirse…
Ve Server Tanilli!
Sevdiğim, kitaplarını daha basımevi kokularıyla okuduğum yazarımız, bilim adamımız; çalışkan ve üretken, bir o kadar sanatçıruhlu; bir başka yaratıcı; rejimimizin göz kamaştıran savaşım ve direniş simgesi, Dost Server Tanilli’nin adını ve imgesini de yaşamımda apayrı bir yerde tutarım.
İşte… son, şunu ekleyeyim; pek çok ad içinden seçtiğim bu üç insanın, belirgin ortak yanları, hayata ve insanlığa ilişkin, anıtsal duruşlarıdır…
Kıyı,Mart-Nisan 2008,Sayı:201
Kaynak: http://kiyiedebiyat.blogcu.com/dil-v...t-ozer/3538257
__________________
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne
|