Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Kültür | Sanat | Edebiyat > Türk Edebiyatı > Türk Edebiyatı Ustaları


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 01.06.2012, 10:14   #1
Çevrimdışı
Haziran__
Tam Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Hasan Hüseyin Korkmazgil Şiirleri

Hasan Hüseyin O Şiirleri Nasıl Yazdı?



“Bugün size, şair Hasan Hüseyin ile öğretmen Azime’nin tertemiz aşk hikáyesini anlatayım…”


Gazeteci Soner Yalçın, 7 Ekim 2007’de Hürriyet’te yayınlanan yazısına bu sözlerle başlıyor ve kapsamlı yazısının devamında Nazım Hikmet’in ölümünün ardından yolları kesişen iki insanın destansı aşkının ayrıntılarına yer veriyordu.

Hasan Hüseyin Korkmazgil, Öğretmen Azime ve Ağlasun Ayşafağı… Tarihle coğrafyanın, geçmişle bugünün bir nehir şiirde buluşmasının tanıkları…

Öğretmen Azime İle Gecikmiş Buluşma

Azime Korkmazgil adını ilk duyduğumda ve hikayesini dinlediğimde çok etkilenmiştim. Yıllar sonra ortak dostlarımız oldu. Yazları Ağlasun’da yaşadığını öğrenince telefonla arayıp ziyaret etmek istedim ancak bu ziyaret türlü sıkıntılar nedeniyle bir türlü gerçekleşemedi. Kaş’ta buluşma niyetimiz de benzer biçimde hep ertelendi. Aradan üç ya da dört yıl geçti, sonunda Ağlasun’da eşi Hasan Hüseyin Korkmazgil’in bütün arşivini ‘gözü gibi koruduğu evinde buluşabildik. ‘Kalp kalbe karşıymış derler, yoldayken Azime ablaya telefon açtığımızda “ben de sizi arayacaktım” diyor, ne zamandır ertelenen buluşmanın bir türlü gerçekleşememesinden duyduğu üzüntüyü dile getirerek…



Ağlasun Ayşafağı'nın Doğduğu Coğrafyada

Antalya-Isparta arasında yer alan Ağlasun, daha aşağıdan geçen Dereboğazı yolunun açılmasıyla birlikte eski hareketliliğini yitirmiş. Ancak son yıllarda Sagalassos kazıları bu kadim kentin adını yeniden tüm dünyaya duyurmaya başladı. Önce Sagalassos’u ve yeşiller içindeki Ağlasun’u gezdikten sonra, bir zamanlar dallarına Roma sütunlarından dayanak yapılan meydandaki bin yıllık ulu çınarın altında buluşuyoruz Azime Kormazgil’le. Cumhuriyet’in aydınlık yüzlü öğretmenlerine has bir sevecenlikle karşılıyor bizi. Önce karnımızı doyuruyor Azime abla. Sonra da her köşesinde Hasan Hüseyin’in yaşadığı evinde sıcak çaylar ve anıların gölgesinde ruhumuzu doyuracağı bir söyleşiye başlıyoruz. Her konuda özenli insanlara has bir tavrı var Azime ablanın. Yaşadıklarına ve yaşamına saygının ifadesi yüzüne yansıyor. Şair Ahmet Özer kendisiyle Kıyı Dergisi’nde bir söyleşi yapmış. Burada sana anlatacaklarımın büyük bölümünü bulabilirsin” diyerek derginin sayfalarından çekilmiş fotokopileri bulup getiriyor Azime abla. Uzun soluklu söyleşide Hasan Hüseyin ile Azime Korkmazgil’in yaşamlarının önemli satırbaşları var. Ağlasun Ayşafağı’nın doğduğu coğrafyadan ayrılırken aldığımız notlar, kayıtlar ve büyük oranda bu söyleşiden yararlanarak bir cumhuriyet ozanı ve öğretmeninin destansı sevgisinin içimizi ısıtan ayrıntılarında dolanıp duruyor, bir nehir şiirin sularına düşüp sürükleniyoruz:

“Yaz gecelerinde bir eski zaman heykelinin direnen yalnızlığıyla dikilip o insan topraklarda dokundum zamanın soğuk etine.
Seslenen kim?
Gelen ne?
Kan mı gelincik mi ateş mi gül mü?
Nedir ayrılık.
Nedir bu som kayalardan geçen bu gölge?
Gölgeler…
Gölgeler…
Ve tuz dağı gözyaşı.
Ağlasun ayşafağı…
Ağlasun ayşafağı…”



Halk Odasından, Hasan Hüseyin'e Giden Yol

Azime Korkmazgil, Burdur’a bağlı bir ilçe olan Ağlasun’da doğmuş. Hepsi de öğretmen olan altı kardeşin en büyüğüymüş. Tam bir Yörük gelini olan ninesinin adını almış. Halkodası kitaplıklarında bağlayan okuma tutkusu onu Türk ve dünya edebiyatı klasiklerini ve 10 ciltlik Hayat Ansiklopedisini su içer gibi okumaya yönlendirmiş. Divan ve halk şiirinin yanında yenilikçi şiire ilgi duymuş. Fuzuli’den Nazım’a ezberinden okuyacak kadar şiire hakim olmuş. Ağlasun’da başladığı eğitim süreci, Gazi Eğitim Enstitüsü’nün edebiyat bölümünde tamamlanmış. Iğdır’dan Uşak’a kadar Anadolu’nun dört bir yanında yıllarca öğretmenlik ve yöneticilik yapan Azime Korkmazgil’in yolu bir yerde Ozan Hasan Hüseyin’le kesişmiş.

‘Yolumun Üstünde Çıkmış En Güzel Rastlantı’


Hasan Hüseyin’i, “yolumun üstüne çıkmış en güzel rastlantı” olarak tanımlayan Azime Korkmazgil, usta şairi ilk kez Dost Dergisi’nde 1959 Şubat’ında yayınlanan ‘Ağustos şiiriyle keşfettiğini söylüyor. Ancak ilk iletişim kurmaları 1963 yılında Uşak’ta öğretmenlik yaptığı günlere rastlar. Hasan Hüseyin’in yıllar sonra yayınlanan kitabına adını veren “Haziranda Ölmek Zor şiirinin yazılmasına neden olan Nazım Hikmet’in yaşama gözlerini yumduğu gün önemli bir karar verir ve bu karar yaşamının dönüm noktası olur. Bu dönemle ilgili ayrıntıları Soner Yalçın’ın çarpıcı yazısından okuyabilirsiniz.

Soluk Soluğa Yaşanan Yirmi Yıl

Türkiye’nin, gelgitlerle dolu savrulma yıllarındaki bu inanılmaz yaşanmışlıkların ardından birbirini tutkuyla seven iki insanın, zaman zaman Ağlasun’da sürecek uzun birlikteliği başlar. Bundan sonrasını Azime Korkmazgil’den dinleyelim: “Biz, 1964’te yaşamlarımızı birleştirdik. Ozan, 1984’te bu dünyadan ayrılıncaya dek, bir anlamda soluk soluğa, kesintisiz bir 20 yıl yaşadık. Diyebilirim ki o 20 yıl, Türkiye’nin de en devingen dönemiydi, eksiğiyle fazlasıyla bugünlerin temeli, belki o dönemde atıldı.





Sevdiğim Adamın Elinden Tutup Dağ Bayır Gezdirdim


Azime Korkmazgil doğup büyüdüğü Ağlasun’a da tutkuyla bağlıydı. Yaşamını birleştirdiği Hasan Hüseyin’in sıkıntılı günlerinde elinden tutup Ağlasun’a götürür ve tarihle doğanın içiçe geçtiği bu coğrafyadan unutulmaz bir nehir şiirin doğumuna birlikte tanıklık ederler. O günleri, “Ben, Ağlasun’un dile gelmez doğasına ezelden âşık olduğumdan; sevdiğim ve alıp geldiğim adamı, daha ilk günden dağ bayır gezdirmeye başladım” sözleriyle anlatıyor: “Biz Hasan Hüseyin’le birlikte Ağlasun’a ilk kez geldiğimiz zaman, görünümde, ilginç olduğu kadar acıklı bir özellik vardı. Hasan Hüseyin, benim için çoktandır doğal olan çelişkileri ayrımsamakta gecikmedi: Köy; antik kentin eteğinde, o kentten binlerce yıl beride, fakat inanılmaz bir umursamazlık ve gerilik içinde sessiz, ışıksız, bir anlamda insansız, serilmiş yatıyordu. Yeşilin, lacivertin, yağmurların, yıldızların altında, uygarlığın kerpiç aşamasında, lâkin ilkçağ yaratıcılığının hem yanıbaşında, hem çok uzağında!” diye anlatıyor.





(Azime Korkmazgil'in Ağlasun'daki evi bir Hasan Hüseyin Müzesi niteliğinde)




(Hasan Hüseyin'in daktilosu)


Hasan Hüseyin'in Çarpıldığı Coğrafya


Ağlasun’un sırtını yasladığı Akdağ’ın göğsünde kurulan ve bir dönemin ihtişamıyla göz kamaştıran kenti Sagalassos’ta henüz kazılar başlamamış ve kentin şaaşalı günlerine tanıklık eden heykeller, sütun parçaları, tapınak kalıntıları, kemerler, lahitler, gizemli geçitler ve toz toprak içindeki mozayık zeminler, Azime Korkmazgil’in deyimiyle “yerlerde sürünüyor”dur. Vaktiyle o güzel iklimde insan eliyle ne yaratılmışsa, hepsi, her şey sakatlanmış mermer ve seramik kırıntısına dönüşmüştür. Keçi sürüleri ve yoksul insancıklarla, çağın dışında ve kırık dökük yaşamın, hep aynı ilgisizlik ve Müslüman bir boyuneğmişliği karşısında Hasan Hüseyin’in çarpıldığını, daha doğrusu büyük ozanın Anadolu’nun ayrımına yeniden vardığını söylüyor: “Çağlarca sürüklenmiş Küçükasya’nın prototipini gördü Ağlasun’da; bildiklerini bir daha anladı. Ne var ki, gördükleriyle irkilmedi, ürkmedi, canından bir parça gibi sevdi üstelik. Kuşkusuz olan şu; Ağlasun’da, ikimizin buluştuğu bir nokta vardı; o nokta, bizi başlangıçta birbirimize bulduran şeydi: Yurt ve halk aşkı ve kökendeki tarih anlayışı! Bu memlekette, çok eski bir geçmişin kucağında, bu insanlara olan ortak sevgimiz yani! Bir anda Hasan Hüseyin için Ağlasun, Sagalassos oldu, Sagalassos da bütün Anadolu; yeraltıyla yerüstüyle, insanıyla, çeri çöpü güneşi yıldızı, ekmeği suyuyla…




(Sagalassos'tan Ağlasun'un görünümü)


‘Taş, Toprak, Kuş Hasan Hüseyin'in Şiirine Süt Oldu’


Yaşamın tüm alanlarının şiirine açık olan Hasan Hüseyin için, Ağlasun da; tarihi ve coğrafyasıyla, insanı, ve insana bağlı olsun olmasın tüm güzellikleriyle bir şiirsel alan oldu. Daha çok yazları olmak üzere, birlikte o beldeye en az yirmi kez gittik. Taş toprak, yaprak kuş, gördüğü her şey, şiirine süt oldu Hasan Hüseyin’in. Bildiğimiz Ağlasun Ayşafağı’ndan başka, daha pek çok şiirini orada yazdı. Ağlasun’un, Ozanın benimseme anlayışı ve yaratıcılığıyla örtüştüğünü söyleyebilirim. Ozanla, gece gündüz demeden, köy içinde de kırlarda da dolaşırdık. İkimiz de yürümeyi, yürürken söyleşmeyi, köşe bucak demeyip, bulduğumuz yerde sabahlamayı çok seviyorduk. Birkaç kez de, yamaçtaki amfiteatrın basamaklarında uyuduğumuzu, yaşamöyküsünün ikinci cildinde anlatmıştım… Söyleşilerimiz bizi; bu topraklarda birikmiş kültürün öyle bin yıllık beşbin yıllık değil, bilinmeyecek kadar eskilere dayandığı, ve kaynak olarak Anadolu insanlarının, çok katmanlı bir tarihin bilge çocukları olduğu düşüncesine götürürdü…”

Akdağ'ın Yamacındaki Mücizevi Gece

Azime Korkmazgil’in Hasan Hüseyin’in elinden tutup Sagalassos’a götürdüğü günlerden birini, bu buluşma, ikimiz için, özelimizde bir tansıktı”diye anlatmaya başlıyor, Akdağ’ın yamacındaki o mucizevi geceyi: O zaman, bugünkü kazılar başlamamıştı, bir anlamda eldeğmemiş bir köşeydi Ağlasun.

Ormanda Yolu Yitirip Bir Pınarın Başında Geceledik

Sagalassos’da yaşadıkları ve Ağlasun Ayşafağı’na adını veren tablonun, bugünkü gibi gözlerinin önünde olduğunu belirterek anlatmayı sürdürüyor:

“Bir akşam üzeri, ormanlık bir tepeye çıkmış, günbatımını izlemiş, nedense dönüş yolunu yitirmiş, bir pınarın başında gecelemeye karar vermiştik. Kaynağın ayağı, açıklık bir yerde, kimbilir ne zamandır kullanılmayan bir sarnıca doğru bayır aşağı uzanıyordu. Başucunda uzun bir taş vardı. Bu yerleri karış karış bildiğim halde; önümüzde az yüksekte duran şeyin bir lâhit kapağı olabileceği, dikkatimden kaçmıştı. Dehlizleri, kuyuları, tümsekleri, eve benzer bozuntularıyla yamaçlar da, en az çukurlar kadar karmaşıktılar. Ben, fazlaca merak etmeden, bir masalı yaşar gibi büyümüştüm buralarda!





(Sagalassos)



‘Ay Şafağı' Diye Çığlık Attı HAsan Hüseyin

Kayanın üzerinde, yokladıkça, ellerimizin birtakım kabartmaları izlediğini ayrımsadık. Bir yandan gece ilerliyor, ürperten sesleriyle vahşi doğa koyulaşıyordu. Ne kadar zaman geçti, belki bileklerimizde saat bile yoktu! Sıradan biçim verilmiş bir granit sandığımız şeyin üzerine tünemiş, yönümüzü doğuya vermiştik. Aşk içinde, mırıltıyla söyleşiyor, karanlıkta uçuşan yaratıkları izliyor, neyi dinlediğimizi bilmeden, arasıra susuyorduk. Yoksa uyumuş muyduk? Aynı anda kendimize geldik: Bizi dürtülmüş gibi uyandıran, elle tutulacak kadar koyulmuş bir sessizlikti! Sanki ansızın, her şey susmuştu! Elimizde olmadan, Akdağ’ın sol eteğindeki ardıç koruluğunun çevren çizgisinde, ışığa benzemeyen, gene de ışık olabilecek, belli belirsiz bir sarartıya dikmiştik gözlerimizi. Bir şey bizi oraya bakmaya sanki zorluyordu. Saniyeler mi geçti; dakika olamaz: Tanımı güç bir gerilimle gördüğümüz şey, bir bıçağın ucu gibi, parıldayan bir şeydi. En eski Ay’ın en sivri ucu belirmişti! Ay şafağı! diye çığlık attı Hasan Hüseyin. Yoksa benim miydi o çığlık, bilmiyorum!”




(Sagalassos Heron Anıtı)


Öldük, Mermer de ölür ey şarkılar alın bizi..



Hasan Hüseyin, 1970 yılında yayınlanan aynı adlı kitabında, Ağlasun Ayşafağının doğumuna tanıklık ettikleri o anı ve lahit kapağındaki kabartmaların hoyratça kırılmasını şöyle anlatır:

“Ben aşkı oralarda bir gömüt kapağında gördüm de bir gece, çıldırayazdım.
Mermer bir gömüt kapağında oralarda bir sokağın.
Temmuz tozlarında bir gece el ayak çekilmişti.
Selvi uzun meşe bodur çay serin.
Beni unutmayın beni unutmayın diyordu birileri.
Çeşmenin yıkık taşında diyordu birileri.
Yapraklara bulaşmış akşam yalnızlığında.
Seste biri, suda biri, havada birileri.
Beni bırakmayın beni bırakmayın, diyordu yüzlerimiz.
Tek ayak bir balıkçıl boynubüküklüğümüz.
Öfkemiz, umudumuz, ayrılığımız.
Içtim sudan.
Oturdum taşa.
Kaldırdım başımı en yukarlara.
Mermer gömüt kapağında bir çift sevgili.
Akıp giderlerdi alakaranlıkta bir çift su gibi.
Bir çift dere gibi ak mermerin uğultusunda.
Ak mermerin acısında taptaze bedenleri.
Sanki sevişirken vurmuşlar da.
Donmuşlar da taşkesilmişler de.
Ah ben bakamadım bakamadım, gecelerim oynadı, ben bakamadım.
Savaşları salgınları doldurdum yüreğime, kırımları sürgünleri yalnızlıkları.
Gecelerim oynadı ben bakamadım.
Akardı saçları hala sıcacık.
Yanakları bulut bulut, güneşli.
Gözleri suçlar gibi, suçlamaz gibi.
Kıskanıp kırmıştılar kanatlarını.
Dudakları burnu memebaşları.
Damar damar kandı mermer, damar damar gözyaşı.
Ah ben bakamadım bakamadım, gecelerim oynadı, ben bakamadım…
Dönüp de bakamadım ak mermerde tükenişime.
Sulara yapraklara bölünüşüme.
Ah ben bakamadım bakamadım!
Meşenin altı çeşme, arkası yıldız.
Yıldızın altı kerpiç, kerpiçin içi insan.
Düşlerimiz, aşklarımız, umutlarımız.
Kalmışız yalınayak bu insan topraklarda.
Ezgilere, çığlıklara, suçlara bölünmüşüz.
Koparılıp alınmışız, koklanıp atılmışız.
Gül takmışız göğsümüze kankızıl yaralardan.
Ufukta gemi gibi şafaklandı ay.
Göründü karanlık sularımın dip çakılları.
Göründü dizlerimde yatan ölüler.
Göründü tortusu kaç bin yılımın.
Öldük.
Mermer de ölür.
Ey şarkılar alın bizi.”


‘Birlikteliğimizden İlk Kez O Zaman Korktuk’



Azime Korkmazgil, Hasan Hüseyin’in mi yoksa kendisinin mi attığının ayrımına varamadığı çığlığın ardından aynı anda, gecenin tüm seslerinin yeniden başladığını anlatıyor:

Arkamıza son kez baktık; hiç unutamadığımız bir şey yatıyordu, bizim üzerinde gecelediğimiz o ağır mermerde: Birbirine sarılmış, bir kadınla bir erkek kabartması; meme uçları ve başka sivri noktaları insan eliyle bir bir kırılmıştı; güzel olan ne varsa, sanki hepsinden öç alınırcasına… Biz, birlikteliğimizde, ilk kez o zaman korktuk! Bilisizlikten, bilinmezlikten, bağnazlıktan… Gün doğmadan indik o tepeden. Unutulmaz keskin sınırlanmışlığıyla, incecik eskiay, biz yürüdükçe yol aldı, gözlerimize dola dola…”


‘Ağlasun Dedikleri Bir Yaşlı Çınar’


Azime Korkmazgil’e göre, yamaçtaki deprem yığılımı kalın toprak altında tüm gizleriyle yatan antik kentten, bugünkü Ağlasun çukurunda tek başına direnen bir simge gibi algıladığımız Ulu Çınara; her şey düşündürüyordu Hasan Hüseyin’i, coşkularını çoğaltan çağrışımlarla geceler boyu altüst oluyordu, uykuları bozuluyordu:

…ağlasun dedikleri bir yaşlı çınar
iki kerpiç dağ başında
bir tenha pınar…
Bir yanı göçmüş kerpiç duvarlarda,
…birer altın diş gibi
… ışıldayan kırık mermer parçalarından, topraktaki gömüye takılan çağdaş yoksulluğun göstergesi saban demirinden ve bunca unutulmuşluğa yalnızca şükreden 20. yüzyıl köylüsüne kadar her şey onu çileden çıkarıyordu. Ulu Çınar, Ağlasun’un simgesiydi ama; Ağlasun da, geri kalmışlığımızın, sosyal adaletsizliğin ve açgözlü sömürünün, bir ufacık kesiti…
O yalnızlık, ıssızlık, kimsesizlik, ağrıtıyordu Ozanın yüreğini. Şiirlere dökmese, ölürdü belki: …bir avuç kül oralarda, bırakılmış bir rüzgâr
karışsam ayak seslerine o büyük göçün
selamlasam alnıma vuran yıldızı
ve haykırsam dünyamızın kurtuluşunu…

‘İşlediler Toprağa Sevişir Gibiİ’


Geçmişe,
….ey koca tarih
bir karanlık kalabalık
başsız sonsuz bir uğultu….
diye baktığı gibi; bir yanıyla hayran olduğu Ağlasun’a, acımasız eleştirilerle başkaldırı okları fırlattığı da oluyordu.
:….düşünüyorlar derin
düşünüyorlar kuyu
düşünüyorlar da çözemiyorlar
gözlerine sürme gibi çekilmiş uykuyu!...
Zaman zaman, bugünün insanlarıyla binlerce yıl öncekileri özdeştirmekten haz duyuyordu; takılıyordum kendisine: - Dikkat et; kölelik, o zaman da vardı!
O, kaptırmış kendini, gidiyordu:
….işlediler toprağı sevişir gibi
devşirdiler meyveleri oynaşır gibi
güneşi şarap yapıp içip gittiler
belki de gitmediler şarkılaştılar
belki de hâlâ buralardalar….

Ağlasun Ayşafağa On Yılda Yazıldı


Ağlasun’u ve Sagalassos’u birebir yaşadığınızda o büyülü şiirin yazıldığı toprakların ruhunu daha iyi kavrıyorsunuz. Azime Korkmazgil, Ağlasun Ayşafağı’nın hemen oturulup yazılmış bir şiir olmadığını söylüyor: “son biçimini alışı, on yıl sürdü, ve destanın ikinci basımına Ozan, epeyce ekleme yaptı. Yine de, Halikarnas Balıkçısı’na bir seslenişinde, şöyle demekten kendini alamamıştı:

Usta, Ağlasun Ayşafağı’nı yazmadan; seni baştan sona okumuş olsaydım, o şiir daha başka olurdu…’


‘Şiir Bilincin Çocuğudur, Rastlantının Değil!’

Bir yandan, kurmakta olduğu şiir, yıllar içinde kendiliğinden, daha çok da içeriği gereği, bir destana doğru evriliyordu; öte yandan: ‘…vurun çekici kayaya; ama, neyi ortaya çıkartmak istediğinizin bilincinde olun! Çünkü şiir, bilincin çocuğudur, usun çocuğudur; rastlantının değil! Aragon’lar Eluard’lar… şiirin dibini karıştırmak istemişler de, karşılarına işçilik çıkmış. Ne demektir işçilik? Bilgisiz, birikimsiz, deneyimsiz bilinçsiz işçilik olmaz! Do demekle do olmuyor; keremce ah çekebilmek için Kerem gibi yanmak gerekiyor! Kumsaldan su çıkartmak, denizi görmeyenler için bir büyü’dür ancak!..’ sözleriyle somutladığı, çok ünlemli vurgularla anlatmaya çalıştığı gibi, sanatta ‘emek’i, bu demek şiir işçiliğini, önündeki malzemeden üstün tutuyordu. Kimi zaman, tek bir sözcüğü yerli yerine oturtmak için, koca bir kümeyi gözden çıkardığı, ya da bölümlere bir dağ, bir köy göçürürcesine yer değiştirttiği oluyordu… Şiirin yapılanışı, öyle önemliydi ki Hasan Hüseyin için; bu yolda hatır gönül tanımazdı!”

Direncin Umuda Dönüştüğü Bir Yaşam
Öğretmen Azime ile Ozan Hasan Hüseyin’in öyküsünden, toplumsal direncimizle birlikte zihinsel masumiyetimizi de giderek yitirmeye başladığımız bugüne dair çıkaracağımız bir çok ders var. Direncin umuda, umudun geleceğe taşındığı gerçek bir aşkın; parça ve bütün arasında somutlanışı gibi. Toplumsal olandan soyutlanmadan, içinde yaşanılan coğrafyayı insanıyla, tarihiyle bütünleyerek kendi varlıklarını ve yaşadıkları zamanı sorgulayarak özümseyen iki insanın anıtsal duruşu… Ozan’ın ‘fiziki olarak yaşama veda etmesinin ardından tek başına ama aslında hep ‘birlikte’ bu sevdayı sürükleyen Azime Korkmazgil’in ‘azimle ve hala aynı içtenlikle sürdürdüğü yaşamı hepimize örnek olacak türden.

Bu Öykü Vefasızlığı Asla Haketmiyor Ancak hala süren bu öyküde içimizi ısıtan, yaşama dair umut veren bu yaşama sevgisinin yanında canımızı yakan şeyler de var. Ağlasun Ayşafağı gibi onlarca değerli yapıtın yaratıcısı olan Hasan Hüseyin’in arşivinin hala Ağlasun’da bir müzeye dönüştürülmemiş olması, ozanın şiirlerine de yansıyan hoyratlığın hayaletinin hala aramızda dolaştığı gerçeği suratımıza çarpıyor. Azime Korkmazgil, kurumsal olarak üstlenilmesi ve korunarak geleceğe aktarılması gereken Hasan Hüseyin’in arşivini tek başına ve büyük bir sevgiyle sırtlanarak inatla korumayı, kendi yapıtlarının yanında Ozan’ın yaşamına dair yapıtlar üretmeyi sürdürüyor.

Dileriz geç olmadan Ağlasun’da bir Hasan Hüseyin Korkmazgil Müzesi açıldığı haberini duyarız. Çünkü yalnızca Ağlasun çerçevesinde kısaca aktarmaya çalıştığımız bu büyük öykü vefasızlığı asla hak etmiyor. Ağlasun Ayşafağı sizi bekliyor…

Yusuf Yavuz

Alıntıdır.
__________________
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne

  Alıntı ile Cevapla
12 Üyemiz Haziran__'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 01.06.2012, 12:50   #2
Çevrimdışı
Haziran__
Tam Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Hasan Hüseyin Korkmazgil Şiirleri

Ağlasun Ayşafağı


«geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi
hele bana şöyle geldi, bir göz açıp etmiş gibi»

yorgundu yel. yoktu hava. pisti karanlık.
kucakta kaldı ölü.

sen, korkak sabır!
sen, renksiz umut!
sen, yönsüz öfke!
defolun!

acımak, sen de!
alışmak, sen de!
sen de, yatalak acı!
defolun!

daha mı?
yine mi?
ne vaktedek?
kucakta kaldı ölü
kucakta kaldı ölü
heeeey
kucakta kaldı ölü!

tören kuklaları, yıkılın siz!
iğreti bayramlıklar, siz de!
siz de, göstermelikler! defolun!

dışındayım alkışların. dışındayım bulvar şenliklerinin.
benimle konuşmuyor artık, gümüş leğenlerde fırtınalar kâğıt gemiler.
varoşlar işte orda! bu çözük kokusu bulvardan varoşlara.
kucakta kaldı ölü. büyüyor yalnızlığım. ey ateşler nerdesiniz!
nerdesin barışmazlığım!
nerdesin çelik gözlüm!
nerdesin kınına sığmayanım! kahpelik
işte burda!
karanlık işte burda!
gözyaşı işte burda
ey ateşler nerdesiniz
nerdesiniz eeeey

kucakta kaldı ölü!

Bıraktım oburkenti. kaçtım telefon gurbetinden
temmuz topraklarına.
soluyan dağ, yaratan yeşil, bezirgânsız sabah, ve
çıplak gülüştü özlediğim.
karıştım harman sarılarına, oğul arıların kızgın şenliklerine.
yalansız acı, yalansız umut, yalansız ağıt, ve yalansız yoksulluk
daldırdım ellerimi dağ sularına otlara dikenlere
aşka ve yoksulluğa
yaşadım kaç bin yılın ağrısını o ilk yıldızların altında
yaşadım bir eski zaman heykelinin direnen yalnızlığını:
renkli tırtılların kızgın kelebekler halinde
savrulduğu o çoksesli yaz gecelerinde uzak
pınar ezgilerinin yaprak ve yıkıntıdan kalkıp yaprak ve yıkıntıya konup pırnal kümelerinde cırcırböceklerinin sular gibi coşkunluğuna dönüştüğü o çoksesli çağıran

yaz gecelerinde bir eskizaman heykelinin
direnen yalnızlığıyla dikilip o insan toprak-
larda dokundum zamanın soğuk etine
seslenen kim?
gelen ne?
kan mı gelincik mi ateş mi gül mü
nedir ayrılık?
nedir bu som kayalardan geçen bu gölge?
gölgeler
gölgeler
ve tuz dağı gözyaşı
ağlasun ayşafağı
ağlasun ayşafağı
ayşafağı



«çün denize garkoldun, boğazına geldi su
çırpınma ey biçâre, ha sen onu battın tut»

mektuplara el sürmeyin iğreniyorum
kırkayaklar gezinmesin kitap sayfalarında
vurmayın kanlı ellerinizi ak sabahlara
çekin gölgenizi güzelliğimden
güzelliğim kaç bin yıl
güzelliğim kaç tufan
kaç yıkım kaç kurtuluş kaç umut güzelliğim
körpe fidan kahkahası
tepelenmiş körpe fidan
bu benim güzelliğim
çekin gölgenizi güzelliğimden
çekin ve çekilin umutlarımdan
silâhlarla oynamayın
ürkütmeyin dalımızın bir avuç mavisini
yeşiline kıymayın bu bahçelerin
silâhlarla oynamayın
silâhların ardı korku
korkunun koldaşı zorba
susarım göl göl amma
akarım alttan alta
bulanırsam durulmam güç

silâhlarla oynamayın
ürkütmeyin dalımızın bir avuç mavisini
ateşlere ateşlere itmeyin ellerimi
çağ açıp çağ kapatan
şu korkunç ellerimi
ateşlere ateşlere itmeyin ellerimi
yükseltmeyin duvarları
çoğaltmayın kilitleri
demirlerle kilitlerle duvarlarla gelen akşam
karnında getirir karanlık sabahları
gül açan bülbül öten o yağma görkem şimdi
silâhlı atlı itli köşkler konaklar şimdi
köleli câriyeli saltanat şimdi
birer bostan korkuluğu
birer iskelet şimdi
silâhlarla oynamayın
ürkütmeyin dalımızın bir avuç mavisini

yok mu şuralarda bir su bir pınar
yok mu, içim yanıyor!
yok mu bir ses bir soluk
gören göz duyan kulak
yok mu, içim yanıyor!
ağıtlara ağıtlara akıyor sevdiklerim
yaklaşıyor adım adım
yaklaşıyor, gören yok mu
tek düşmüş acıların
teke tek kavgaların
kaçınılmaz kargaşası
yaklaşıyor, gören yok mu!
taş kızgın
damla tek tek
yaklaşıyor, gören yok mu!
taş kızgın
damla bulut
ey benim göre göre gökleşen gözüm
hani, nerdesin?
gelsin mi gölgecesine
vursun mu kahpecesine
kucakta mı kalsın ölü
hep mi böyle damlarda
hep mi böyle karayerin altında
ey benim göre göre gökleşen gözüm
hani, nerdesin?
evet, korku.
evet, zulüm.
evet, ihanet.

şimdi bir kan şeridi bulvarda gece
şimdi bir kopuk kol gecede bulvar
yok mu şuralarda bir su bir pınar
yok mu, içim yanıyor!


Hasan Hüseyin, Ağlasun Ayşafağı Kitabından
__________________
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne

  Alıntı ile Cevapla
10 Üyemiz Haziran__'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 01.06.2012, 23:07   #3
Çevrimdışı
Basakca
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Hasan Hüseyin Korkmazgil Şiirleri

Üstadın bir çok şiirini beğenerek okurdum ama şiirlerinin nasıl ve hangi duyguyla yazdığı hakkında bir bilgim yoktu.

Sevgili Haziran sayende çok güzel bir hayat ve şiirlere konu olan Ağlasun'u okudum. Şiir tadında yaşanmışlık...


Hadi gel de öl
Haziranda ölmek zor be...



Teşekkürler Haziran.








__________________
"Ey egosu boyundan büyük insan..
Bir gün ölüp toprak olacaksın. Bir tohum filizlenecek ot olacaksın, bir öküz seni yiyecek ve atık olacaksın.. Yani hep aynı kalacaksın."

  Alıntı ile Cevapla
5 Üyemiz Basakca'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 04.06.2012, 09:36   #4
Çevrimdışı
Haziran__
Tam Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Hasan Hüseyin Korkmazgil Şiirleri

Alıntı:
Orjinal Mesaj Sahibi Basakca Mesajı göster
Üstadın bir çok şiirini beğenerek okurdum ama şiirlerinin nasıl ve hangi duyguyla yazdığı hakkında bir bilgim yoktu.

Sevgili Haziran sayende çok güzel bir hayat ve şiirlere konu olan Ağlasun'u okudum. Şiir tadında yaşanmışlık...


Hadi gel de öl
Haziranda ölmek zor be...
Teşekkürler Haziran.


Hasan Hüseyin, Haziranda Ölmek Zor adlı kitabını imzalarken, yanına yanaşan bir bayan okurunun;
-Haziranda ölmek zor da, mayısta, eylülde, kasımda kolay mı diye sorar.
Bunun üzerine, Ozan Hüseyin, siz 13. cü ayda ölün der.

Siz de 13. ayda ölün emi

Şair yaşadıklarından ne kadar bağımsız yazabilir ki. Hele ki toplumcu-gerçekçilik anlayışı ile ürün veren bir şair.





__________________
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne

  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Haziran__'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 04.06.2012, 10:14   #5
Çevrimdışı
Haziran__
Tam Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Hasan Hüseyin Korkmazgil Şiirleri

Dil ve Yazın Emekçisi
Azime Korkmazgil’le Söyleşi


Ahmet Özer



1- Sevgili Azime Korkmazgil, sizi, yazınımızın seçkin şairlerinden biri olan Hasan Hüseyin’in eşi olarak tanıdık. Seçkin şairimizle birlikteliğiniz, zaman içinde özgün yapıtlarınıza yansıdı. O yapıtlarınızla ilgili sorulara geçmeden, eğitimini edebiyat alanında yapmış biri olarak çocukluğunuz, yetişme koşullarınız, eğitim gördüğünüz okullar, öğretmenliğiniz ve yaptığınız uzun yolculuklardansöz edelim biraz
.

— Dost Ahmet Özer; bana seslenişinizin üzerinden uzun zaman geçti. Birikimli ve duyarlı bir ozan yüreğinin dikkat ve incelikle süzdüğü bu çok nitelikli sorulara yanıt vermekte açıkçası zorlandığım için bekledim. Neden? Bana öyle geldi ki, siz bu maddelerle, benim geride kalmış bütün bir ömrümü özetlememi istediniz!


‘Yolculuklar’dan başlayalım: Bunların en uzunu, Ozan Hasan Hüseyin’le başlayıp günümüze kadar gelen yürüyüşümdür. Ben Hasan Hüseyin’i Dost Dergisinde 1959 Şubatında Ağustos Şiiri başlığıyla yayımlanan ilk şiirinde buldum. Yıllar sonra tanıştığımızda; o benim için, …yolumun üstünde bir top temmuz… diye yazdı ama; asıl kendisi, benim yolumun üstüne çıkmış en güzel rastlantıdır. Bu rastlantıya dek ben, kendini asla yalnız saymamış bir Kemalist Aydınlanma Devrimi Yolcusuydum. Bunun altyapısını, Cumhuriyetimizin köy öğretmenliği gibi, çok temel bir işleyişine bir ömür adamış olan babama borçluyum. Babam; gencecik üyelerini Yemen’de Galiçya’da Çanakkale’de yitirmiş bir ailenin, barışa susamış çocuğuydu. Kendi babası da, Sarıkamış’ta, 90 bin Anadolu genciyle birlikte çığ altında kalmıştı. Ölünceye dek at üstünden inmemiş, güçlü bir Yörük gelini olan babaannem Azime’nin kanatları altında da olsa, öksüz büyümüştü babam. Ama kendini, Anadolu Kurtuluş Savaşının ve bağımsız Cumhuriyetin kucağında saymıştı. Bu yüzden, baştan sona iyimser yaşadı…

Hasan Hüseyin, bir şiirinde, …destanlar ortasında çalkandım durdum… diyor. O destanlar, aslında hepimizin beşiği!

Babam; hangi köye gitse, öncelikle bir ‘halkodası’ kurardı…

Ben, sonradan tümü öğretmen olmuş altı kardeşin en büyüğüydüm. Ayaklarım hep toprağa bastı ama; daha çok, halkodası kitaplıklarında biçimlendim. Türk ve Dünya edebiyatıyla, çok küçükken yüzyüze geldim. Onlar yetmedi; Zekeriya Sertel’lerin 1930’lu yılların başında yarattıkları on ciltlik dev Hayat Ansiklopedisi’ni baştan sona sondan başa, hem okudum hem de akranlarıma yıllarca sundum. Yanısıra Divan ve Halk Şiirini, Türk Yenilik Şiirini, Fuzuli’yi Serdari’yi Fikret’i Nâzım’ı ve daha nicelerini bellekten bilecek kadar, evdeki kaynaklarla başbaşa bir çocukluk geçirdim. Örgün eğitim ve öğrenimimi Ağlasun İlkokulu, Manisa Kız Sanat Enstitüsü, Çapa Öğretmen Okulu ve Gazi Eğitim Enstitüsünün Edebiyat Bölümünde tamamladım. Iğdır’dan Nevşehir’den Uşak’a, Ankara’ya; yurdun hemen her bölgesinde, ilkokul ortaokul lise ve eğitim enstitüsü öğretmenliği ve yöneticiliği yaptım. Türkçe ağırlıklı olmak üzere, başta tarih, yurttaşlık eğitimi, coğrafya ve sosyal bilgiler okuttum.

Emekli olduktan sonraya ilişkin tuhaf bir anım vardır: Ülkemizin Güneydoğu ikliminden bir toprakta doğup büyümüş, Türkiye Cumhuriyetinin olanaklarıyla diplomalar edinmiş, Türkçe’yi de oldukça iyi kullanan, öfkeli bir genç şair; 90’lı yıllara gelirken, Hasan Hüseyin’in anıldığı bir etkinlik sonrası, zahmet edip bir mektup yolladı. Sövgülü anlatımla bana vurduğunu sanıyordu ama ona kıyasla görmüş geçirmiş bir çağa çoktan girmiştim ben, pek etkilenmedim, yazık ki yadırgamadım da. Mektubunu atmadım, ibret için sakladım. O şair orda diyordu ki: “…Hasan Hüseyin belki sosyalistti; ama sen kesinlikle Kemalistsindir!”
Yanıt verdim: “Ya…” dedim, “nerden anladın ki?”
Beni hevesle yanıtladı: “.. kemalist olmasan, T.C. ye onca hizmet edip, emekli olabilir miydin?”
Evet, öfkeli genç şair; halkın çocuklarını okutup, gelişmelerine katkıda bulunmayı, ekmeğini bu yolla kazanmayı, günü gelince de, sosyal olmasına çalıştığımız devlette emekli olmayı, ‘devrimciliğe’ yakıştıramıyordu, giderek bir tür ihanet sayıyordu. Uzaktan izledim kendisini; yıllar sonra o da yaş aldı elbet, sosyal demokrat belediyelerden birinde, öyle aman aman çalışmadan emekli olabildi. Bir kez karşılaştık; şiirlerinin her bir dizesine milyon lira fiyat biçip sattığıyla övünüyordu. Biz meslekte çalışırken, bugün ayağa düşmüş kimi kavramları bilmezdik; onun nasıl bir dönüşüm geçirdiğini ya da benzerleri gibi başkalaşıma uğradığını sormadım…

2- İki cilt olarak Türk yazınına armağan ettiğiniz Türküleri Yakanlar ile Gök Mavisi Bir Türkü adlı yapıtlarınız, bir büyük aşkın göstergesi olarak Hasan Hüseyin’in “Azimeli Temmuz Bildirisi”ne bir yanıt oldular. Bildiğimiz, büyük aşkların yazılmaktan çok yaşanılırlığıdır, bilinçlere kazılan. Benzersiz bir aşkın bir tarafını oluşturan kişinin bu yazma eylemi zor olmadı mı?


— Zor oldu! Daha doğrusu, vaktiyle yazdıklarım değil de; şimdilerde yazmakta olduklarım, işin zor yanıdır: Türküleri Yakanlar; başlangıçta Ozanın bana el yazısıyla yazdığı, Ankara’dan Uşak’a bir yılda gece gündüz gönderilmiş 400’ü aşkın mektup içinden, hiç değiştirilmeden, önemli bir bölümünün kullanıldığı alıntılarla; Hasan Hüseyin’e, kendi kalemiyle kendini anlattırılışıdır. O bir yıllık süreçte benim ona yazdıklarımın içlerini boşaltarak, olay örgüsünü sağlamış oldum. Böylece ilk kitap; anı olmanın ötesinde; mektuplara dayalı ve belgesel nitelikte bir ‘anlatı” biçimine büründü…

Gök Mavisi Bir Türkü ise; Ağlasun’da Hasan Hüseyin ve çocuklarımla ailem arasında yaşadığımız, yüzeysel de olsa toprağımın betimlendiği, 40 günlük bir yaz dinlencesinin öyküsüdür. Onda; Ozanın ölümünün onsekizinci yıldönümünde; benim güncelerimle onun kimi şiirlerini harman ederek, hüznün ağır bastığı bir şey denedim diyebilirim.
Henüz günışığına çıkmamış da olsa kitap dediğim, elimdeki 3. Cilt, beni biraz uğraştırdı. Daha adını bile koymadım. Kızılırmak’ın bir bölümcesinden esinlenişle, …Bir Gün Çıkıp Geldiler.. diyebilirim. Yaşadığımı yazmayı, Hasan Hüseyin’den öğrenmeye çalıştım. Aşkın yaşanılır olması, elbet güzel; ondan da güzel olanı, tarihe bir tür yazgı ile tanıklık etmiş olanların, bunu geleceğe sanat yoluyla bırakma çabasıdır belki. Biz, 1964’te yaşamlarımızı birleştirdik. Ozan, 1984’te bu dünyadan ayrılıncaya dek, bir anlamda soluk soluğa, kesintisiz bir 20 yıl yaşadık. Diyebilirim ki o 20 yıl, Türkiye’nin de en devingen dönemiydi, eksiğiyle fazlasıyla bugünlerin temeli, belki o dönemde atıldı. İşte, 3. kitabın zorluğu; benim, bize düşen o kesiti tek başıma yazarken duyduğum sorumluluk kaygısından ve nesnel olma gereksiniminden kaynaklanıyor. İlk kitabın başında Hasan Hüseyin’e şöyle seslenmiştim: “… yansız mıyım? Değilim. Sana yansız eğilemem, ne sana ne kendime!”
Çok içten yaşıyorduk, bu bir gerçek; ama zaman da hızlı geçiyordu! Ne yaşadığımızı pek irdelememiş olabiliriz. Hasan Hüseyin’den sonraki evredeyse, kendimize de dünyamıza da eleştirel bakmayı öğrenmiş olmalıyım.
Bilmiyorum; belki!

3- Kitaplarınızda eksik bıraktığınız bir yer oldu mu? Daha doğrusu bu iki cilde bir üçüncüsünü eklemeyi düşünüyor musunuz?


— Sanıyorum ki; ilk iki kitabı yüzeyde dolaşarak yazmışım, bir tür romantizm hali! Bu
anlamda eksiklerim çok. Üstelik, zamandizinli anlattığım için; öncekilerde, örneğin Gürün’e ve Ozanın ailesine değinilmedi, ‘Yitik Şiirler I’ hangi koşullarda elde edildi, kapalı kaldı… Yayımlanmış ilk ikiye iki cilt daha eklemek istiyorum. Biri, ki son biçimini aldı sayılır; Kızılırmak’ın yazıldığı, Ozanın gazetecilik dönemini de içeren, 12 Mart’a kadar yaşananların öyküsü. İkincisi; Bilgi Yayınevi’nde kitaplarını toplamaya başladığı, bu demek en verimli son on yılının yaşandığı evreyi içerecek.
Bir başka kitap hazırda; o da, başkalarının Hasan Hüseyin hakkında yazdıklarının toplamı oluyor.

4- Sağlığında Kavel adlı yapıtına, ölümünün ardından, Kandan Kına Yakılmaz ve Tohumlar Tuz İçinde’ye önsöz yazmış bir yazın öğretmeni olarak sevgili Hasan Hüseyin’in bir şair bir gazeteci olarak portresinde neler gözlediniz? Şiirlerini yazma süreci, yaşama bakışı, savaşımı ve sanatına dair neler söylemek istersiniz?


— Muzaffer Uyguner; ölümünden bir süre önce bana, Hasan Hüseyin hakkında kitap yazma hazırlığında olduğunu, fakat benim ‘yaşamöyküsü’nü bitirmemi beklediğini yazmıştı. Asıl, Bedrettin Cömert ve Asım Bezirci sağ olsalardı; belki bana söz bile düşmeyecekti, Hasan Hüseyin için en haklı ve en güzel sözleri onlar yazacaklardı. Ben de 1967’de, Kavel’in 2. basımı nedencesiyle ne yazdıysam; bugün aynı sözleri, daha da derinleştirmiş olarak yinelemekten onur duyarım.


Baştan beri Hasan Hüseyin’in yaşam serüvenine ilgi duydum; yazma sanatını hem çok içten beğendim, hem de yazdıklarını anladığım ölçülerde sevdim ve destekledim. Edebiyatımızda yarım yüzyıldır, Hasan Hüseyin şiiri diye bir şiir vardır. Bu şiir; işlediği konularla, biçimi ve biçemiyle, üstlendiği işlevle, Ozanın kullandığı teknikler ve sözcük hazinesiyle, salt ona özgü ses, tavır ve duruşla, sunduğu iletilerle, edebiyat tarihindeki yerini almıştır. O, bir bütündür; Ozanın hangi yapıtını açarsak açalım, hepsi net, kalın ve keskin çizgilerde kararlı bir devrimcinin, bir savaşımcının, bir dil ve anlatım ustasının; insancı, barışçı, dost duyarlıkta, derin duygulu bir yürekten çın çın yükselmekte olan namuslu sesleniş ve uyarılarını yansıtır.
Bu seslenişte, asla bezginlik yoktur, bunalmışlık yoktur; herhangi bir inancın yitirilişi ve davaya boşvermişlik yoktur. Umut, bir noktada öfkeye yenilirse, öte yandan çıkar günışığına. Ozan kendini, yaşamın orta yerinde bir görev yüklenmiş olarak bulmuştur; bundan caymak, buna sırt çevirmek, ölümle yenilgiyle yokoluşla eşanlamlıdır. O buna, ürettiği hiçbir yapıtta geçit vermez. Gözünün değdiği her alanda eleştirmen, düzeltmen ve eğiticidir. Şu yandan bakınca karanlık gördüğünü evirir çevirir, ışıklara yöneltir ve okuruna öyle sunar. Hem halkçocuğudur, hem de halkçıdır. Günün 24 saati ona yetmez; bir çığır, bir ipucu bir yolak bulmuştur, atlar zıplar gerilir atılır engeli aşar, gözünü diktiği ışığa kavuşturur bilinci. Yenik düşse, kanter içinde kalsa, kolu kanadı kırılsa da vazgeçmez: Onun için vargı bellidir, silkelenir, işini sürdürür. Felsefesi bu; mutluluk yorulmamakta, üretmekte, güzel bir şey yapmakta, yaptığını savunmaktadır. İnsancıdır; hem birey önemlidir onun şiirinde, hem toplum; ikisinde de gerçekçi, fakat kıyasıya eleştiricidir. Israr, en büyük özelliği; ozan ve yazar, halkın gözü ve kulağı olmalı, umut ve dayanıklılık aşılamalıdır. Züppelikten, çıtkırıldımlıktan ve gevezelikten tiksinir; onun gözünde aydın, aydın olmanın ciddiyetini ve sorumluluğunu taşımalıdır; değerleri, estetik beğençten süzmelidir, seçtiğine sahip çıkmalıdır. Kötümserlik, karamsarlık aşılamaya hakkı yoktur aydının!
Dile egemendi Hasan Hüseyin; şiir de yazsa, düzyazıyla da oynasa, gazeteci gibi de devinse, Türkçe’yi sevmekten ve dil çıtasını yüksek tutmaktan yana davrandı hep. Mizahı sevdi! Mizah, onun doğasında vardı; düzyazıda olsun koşukta olsun, bol bol ve yerine göre silah gibi kullandı mizahı. Ona göre sanatçı, boş üne boşverecekti; kendini kurtarmak yetmez, diyordu, insanlığın kurtuluşuna omuz vereceksin; duruşunla, seçiminle açık ve tutarlı olacaksın; hangi safta, kimin, kimlerin yanında olman gerektiğini iyi bileceksin…
Çok okurdu; hızlı tepki veren, ustalıkla konuşan, uyanık bir insandı. Birikimsizden, toplumsal savaşımcı çıkmaz, derdi.
Akis’te çalıştığı yıllarda daha mutluydu: İş ahlâkı oturmuş, iyi bir işçiydi; düzeltmenliğini yapar, yapacaklarını toparlar, kalan zamanı sanatına, siyasal-sendikal çalışmalarına harcardı. Sonraki, Forum ve Toplum dergilerini yönettiği yıllarda, zamanından ve sağlığından çok şey yitirdi. Bu konu, apayrı bir fasılda anlatılmalıdır.

5- Sagalassos, doğduğunuz Ağlasun’un tepesinde bir taç gibi duruyor. Bu antik kentle Ağlasun arasında, sizinle Hasan Hüseyin’in bir sarkaç gibi salınmasından oluşan duyarlığı ve bu duyarlığın yapıtlarınıza yansımasını nasıl değerlendirirsiniz?


— Biz Hasan Hüseyin’le birlikte Ağlasun’a ilk kez geldiğimiz zaman, görünümde, ilginç olduğu kadar acıklı bir özellik vardı. Hasan Hüseyin, benim için çoktandır doğal olan çelişkileri ayrımsamakta gecikmedi: Köy; antik kentin eteğinde, o kentten binlerce yıl beride, fakat inanılmaz bir umursamazlık ve gerilik içinde sessiz, ışıksız, bir anlamda insansız, serilmiş yatıyordu. Yeşilin, lacivertin, yağmurların, yıldızların altında, uygarlığın kerpiç aşamasında, lâkin ilkçağ yaratıcılığının hem yanıbaşında, hem çok uzağında!

Ben, Ağlasun’un dile gelmez doğasına ezelden âşık olduğumdan; sevdiğim ve alıp geldiğim adamı, daha ilk günden dağ bayır gezdirmeye başladım. Heykeller, sütun parçaları, tapınak kalıntıları, kemerler, lahitler, gizemli geçitler, toz toprak içinde mozayık zeminler.. yerlerde sürünüyordu. Vaktiyle o güzel iklimde insan eliyle ne yaratılmışsa, hepsi, her şey sakatlanmış mermer ve seramik kırıntısıydı. Keçi sürüleri ve yoksul insancıklarla, çağın dışında ve kırık döküktü yaşam. Hep aynı ilgisizlik ve müslüman bir boyuneğmişlik karşısında, çarpıldı Hasan Hüseyin. Daha doğrusu, Anadolu’nun ayrımına vardı yeniden! Çağlarca sürüklenmiş Küçükasya’nın prototipini gördü Ağlasun’da; bildiklerini bir daha anladı. Ne var ki, gördükleriyle irkilmedi, ürkmedi, canından bir parça gibi sevdi üstelik…
Kuşkusuz olan şu; Ağlasun’da, ikimizin buluştuğu bir nokta vardı; o nokta, bizi başlangıçta birbirimize bulduran şeydi: Yurt ve halk aşkı ve kökendeki tarih anlayışı! Bu memlekette, çok eski bir geçmişin kucağında, bu insanlara olan ortak sevgimiz yani! Bir anda Hasan Hüseyin için Ağlasun, Sagalassos oldu, Sagalassos da bütün Anadolu; yeraltıyla yerüstüyle, insanıyla, çeri çöpü güneşi yıldızı, ekmeği suyuyla…
Bu buluşma, ikimiz için, özelimizde bir tansıktı.
Ben Hasan Hüseyin’i, elinden tutup oraya götürdüm. O zaman, bugünkü kazılar başlamamıştı, bir anlamda eldeğmemiş bir köşeydi Ağlasun. Yaşamın tüm alanlarının şiirine açık olan Hasan Hüseyin için, Ağlasun da; tarihi ve coğrafyasıyla, insanı, ve insana bağlı olsun olmasın tüm güzellikleriyle bir şiirsel alan oldu. Daha çok yazları olmak üzere, birlikte o beldeye en az yirmi kez gittik. Taş toprak, yaprak kuş, gördüğü her şey, şiirine süt oldu Hasan Hüseyin’in. Bildiğimiz Ağlasun Ayşafağı’ndan başka, daha pek çok şiirini orada yazdı.
Ben Ağlasun’un, Ozanın benimseme anlayışı ve yaratıcılığıyla örtüştüğünü söyleyebilirim.

6- Öğretmenliğinizin yanısıra sivil toplum örgütlerinde, siyasi alanda görevleriniz oldu. Bu birimlerdeki görevlerinizle neyi gerçekleştirmek istediniz? Bu çalışmalardan kazandığınız ve yitirdikleriniz neler oldu?


- Ben öğretmenliği; tıpkı politika, anababalık, sanat, bilim.. gibi, hem ömür boyu yoluna başkonulan bir uğraşı alanı, hem de seçilmiş ve sürgit bir yaşam biçimi olarak algılamışımdır. Bu demek, vazgeçmek diye bir şey yok; bildiğiniz doğruları öğretmeyecekseniz, niçin öğrendiniz? Bir de, hangi konuda ve alanda olursa olsun, örgütlülüğün gerekliliğine ve gücüne inanırım. Ancak demokrasi içinde soluk alabileceğimize göre; ona giden, laik ve demokratik biricik savaşım yolunda kim nence katkıda bulunabilirse, onun yanında olmak, üstüne titrenilesi bir borç oluyor. Tek sözcükle, aydınlanma devrimcileriyiz; tehlikeleri gördüğümüz yerde; göremeyenleri uyarmak, yükümlülüğümüzdür. Bu da örgütsüz olmaz.

Devrim sürdüğüne göre ve bunu bir bayrak yarışı gibi görürsek; kazanç ya da yitik sözkonusu olmaz, bizim eksiklerimizi, tarihsel yolumuzu izleyecek olanlar tamamlayacaklardır.

7- Doğup büyüdüğünüz Ağlasun, şair Hasan Hüseyin’e bir büyük destan- şiir yazdırdı: Ağlasun Ayşafağı. Ağlasun’un bu destan-şiire konu olmasının temeli nereye dayanıyor? Bu özgün destanın yazılma sürecini sizden öğrensek…


— Ağlasun’a, daha çok yaz dinlencelerinde gidiyor ve epeyce kalıyorduk: …bıraktım oburkenti kaçtım telefon gurbetinden temmuz topraklarına…diyor Hasan Hüseyin.

Ozanla, gece gündüz demeden, köy içinde de kırlarda da dolaşırdık. İkimiz de yürümeyi, yürürken söyleşmeyi, köşe bucak demeyip, bulduğumuz yerde sabahlamayı çok seviyorduk. Birkaç kez de, yamaçtaki amfiteatrın basamaklarında uyuduğumuzu, yaşamöyküsünün ikinci cildinde anlatmıştım. Ozan diyor ki: …oturduk bir tapınak kayasının yaşlı göğsüne/ pırnallar sıcak ve şenlikli/ dağlar gömülmüş yıldızlara…
Söyleşilerimiz bizi; bu topraklarda birikmiş kültürün öyle bin yıllık beşbin yıllık değil, bilinmeyecek kadar eskilere dayandığı, ve kaynak olarak Anadolu insanlarının, çok katmanlı bir tarihin bilge çocukları olduğu düşüncesine götürürdü. Bu çok katmanlı ve uçsuz bucaksız oluşum sürecinin öyküsü, enginliğince yazılabilmiş olsa; Ağlasun Ayşafağı, bu yazılıma, yalnızca şiirsel bir dokunuş olurdu. Destanın bir yerinde, …bir eski zaman heykelinin direnen yalnızlığıyla dikilip o insan topraklarda/ dokundum zamanın soğuk etine/ seslenen kim?... diye soruyor Ozan.
Gençtik; inadına açık havada uyurduk: ….lâcivert bir yorgan gece/ kurda kuşa böceğe/ insanoğluna….
Yamaçtaki, deprem yığılımı kalın toprak altında tüm gizleriyle yatan antik kentten, bugünkü Ağlasun çukurunda tek başına direnen bir simge gibi algıladığımız Ulu Çınara; her şey düşündürüyordu Hasan Hüseyin’i, coşkularını çoğaltan çağrışımlarla geceler boyu altüst oluyordu, uykuları bozuluyordu: …ağlasun dedikleri bir yaşlı çınar/ iki kerpiç dağ başında/ bir tenha pınar… Bir yanı göçmüş kerpiç duvarlarda, …birer altın diş gibi… ışıldayan kırık mermer parçalarından, topraktaki gömüye takılan çağdaş yoksulluğun göstergesi saban demirinden ve bunca unutulmuşluğa yalnızca şükreden 20. yüzyıl köylüsüne kadar her şey onu çileden çıkarıyordu. Ulu Çınar, Ağlasun’un simgesiydi ama; Ağlasun da, gerikalmışlığımızın, sosyal adaletsizliğin ve açgözlü sömürünün, bir ufacık kesiti…
O yalnızlık, ıssızlık, kimsesizlik, ağrıtıyordu Ozanın yüreğini. Şiirlere dökmese, ölürdü belki: …bir avuç kül oralarda, bırakılmış bir rüzgâr/ karışsam ayak seslerine o büyük göçün/ selamlasam alnıma vuran yıldızı/ ve haykırsam dünyamızın kurtuluşunu…
Geçmişe, ….ey koca tarih/ bir karanlık kalabalık/ başsız sonsuz bir uğultu…. diye baktığı gibi; bir yanıyla hayran olduğu Ağlasun’a, acımasız eleştirilerle başkaldırı okları fırlattığı da oluyordu:….düşünüyorlar derin/ düşünüyorlar kuyu/ düşünüyorlar da çözemiyorlar/ gözlerine sürme gibi çekilmiş uykuyu!...
Zaman zaman, bugünün insanlarıyla binlerce yıl öncekileri özdeştirmekten haz duyuyordu; takılıyordum kendisine:
- Dikkat et; kölelik, o zaman da vardı!
O, kaptırmış kendini, gidiyordu: ….işlediler toprağı sevişir gibi/ devşirdiler meyveleri oynaşır gibi/ güneşi şarap yapıp içip gittiler/ belki de gitmediler şarkılaştılar/ belki de hâlâ buralardalar….
Ağlasun Ayşafağı, hemen oturulup yazılmış bir şiir değil; son biçimini alışı, on yıl sürdü, ve destanın ikinci basımına Ozan, epeyce ekleme yaptı. Yine de, Halikarnas Balıkçısı’na bir seslenişinde, şöyle demekten kendini alamamıştı: “Usta, Ağlasun Ayşafağı’nı yazmadan; seni baştan sona okumuş olsaydım, o şiir daha başka olurdu…”
Bir yandan, kurmakta olduğu şiir, yıllar içinde kendiliğinden, daha çok da içeriği gereği, bir destana doğru evriliyordu; öte yandan: “…vurun çekici kayaya; ama, neyi ortaya çıkartmak istediğinizin bilincinde olun! Çünkü şiir, bilincin çocuğudur, usun çocuğudur; rastlantının değil! Aragon’lar Eluard’lar.. şiirin dibini karıştırmak istemişler de, karşılarına ‘işçilik’ çıkmış. Ne demektir işçilik? Bilgisiz, birikimsiz, deneyimsiz bilinçsiz işçilik olmaz! Do demekle do olmuyor; keremce ah çekebilmek için Kerem gibi yanmak gerekiyor! Kumsaldan su çıkartmak, denizi görmeyenler için bir büyü’dür ancak!..” sözleriyle somutladığı, çok ünlemli vurgularla anlatmaya çalıştığı gibi, sanatta ‘emek’i, bu demek şiir işçiliğini, önündeki malzemeden üstün tutuyordu. Kimi zaman, tek bir sözcüğü yerli yerine oturtmak için, koca bir kümeyi gözden çıkardığı, ya da bölümlere bir dağ, bir köy göçürürcesine yer değiştirttiği oluyordu…
Şiirin yapılanışı, öyle önemliydi ki Hasan Hüseyin için; bu yolda hatır gönül tanımazdı!
Ağlasun Ayşafağı’na adını veren tablo, bugünkü gibi gözlerimin önündedir: Bir akşam üzeri, ormanlık bir tepeye çıkmış, günbatımını izlemiş, nedense dönüş yolunu yitirmiş, bir pınarın başında gecelemeye karar vermiştik. Kaynağın ayağı, açıklık bir yerde, kimbilir ne zamandır kullanılmayan bir sarnıca doğru, bayır aşağı uzanıyordu. Başucunda uzun bir taş vardı. Bu yerleri karış karış bildiğim halde; önümüzde az yüksekte duran şeyin bir lâhit kapağı olabileceği, dikkatimden kaçmıştı. Dehlizleri, kuyuları, tümsekleri, eve benzer bozuntularıyla yamaçlar da, en az çukurlar kadar karmaşıktılar. Ben, fazlaca merak etmeden, bir masalı yaşar gibi büyümüştüm buralarda!
Kayanın üzerinde, yokladıkça, ellerimizin birtakım kabartmaları izlediğini ayrımsadık. Bir yandan gece ilerliyor, ürperten sesleriyle vahşi doğa koyulaşıyordu. Ne kadar zaman geçti, belki bileklerimizde saat bile yoktu! Sıradan biçim verilmiş bir granit sandığımız şeyin üzerine tünemiş, yönümüzü doğuya vermiştik. Aşk içinde, mırıltıyla söyleşiyor, karanlıkta uçuşan yaratıkları izliyor, neyi dinlediğimizi bilmeden, arasıra susuyorduk. Yoksa uyumuş muyduk? Aynı anda kendimize geldik: Bizi dürtülmüş gibi uyandıran, elle tutulacak kadar koyulmuş bir sessizlikti! Sanki ansızın, her şey susmuştu! Elimizde olmadan, Akdağ’ın sol eteğindeki ardıç koruluğunun çevren çizgisinde, ışığa benzemeyen, gene de ışık olabilecek, belli belirsiz bir sarartıya dikmiştik gözlerimizi. Bir şey bizi oraya bakmaya sanki zorluyordu. Saniyeler mi geçti; dakika olamaz: Tanımı güç bir gerilimle gördüğümüz şey, bir bıçağın ucu gibi, parıldayan bir şeydi. En eski Ay’ın en sivri ucu belirmişti! Ay şafağı! diye çığlık attı Hasan Hüseyin. Yoksa benim miydi o çığlık, bilmiyorum!
Aynı anda, gecenin tüm sesleri, yeniden başladı.
Arkamıza son kez baktık; hiç unutamadığımız bir şey yatıyordu, bizim üzerinde gecelediğimiz o ağır mermerde: Birbirine sarılmış, bir kadınla bir erkek kabartması; meme uçları ve başka sivri noktaları insan eliyle bir bir kırılmıştı; güzel olan ne varsa, sanki hepsinden öç alınırcasına…
Biz, birlikteliğimizde, ilk kez o zaman korktuk! Bilisizlikten, bilinmezlikten, bağnazlıktan…
Gün doğmadan indik o tepeden. Unutulmaz keskin sınırlanmışlığıyla, incecik Eskiay, biz yürüdükçe yol aldı, gözlerimize dola dola: …öldük/ mermer de ölür/ ey şarkılar/ alın bizi!

8- Hasan Hüseyin’in ardında kalan şiirlerinin önemli bir bölümünü iki ayrı kitapta topladınız: Kandan Kına Yakılmaz ve Tohumlar Tuz İçinde. Bu kitapların ardından neler yapmayı düşünüyorsunuz? Bildiğimiz, Ağlasun’daki eviniz bir yerde Hasan Hüseyin’in belgeliğini de içeriyor. Bu belgelerin bir müze ya da bir vakıf çatısı altında bulunması konusunda neler düşünüyorsunuz? Hasan Hüseyin’in adına kalıcı bir ödülün olmaması da bir eksiklik. Yaşamını bu toplumun güzelleşmesine adamış bir şairin ardından, kimlerden ne bekliyorsunuz?


— Özdekçi ve gerçekçi bir insan olarak; hiç kimseden, kişisel ya da örgütsel çapının dışında bir şey bekleyecek bir noktada olmadığımı baştan söyleyeyim!

Hasan Hüseyin, beklenmedik günde yatağa düşünce ve bir yıllık hastalığı süresince dostları, onu seven onca kişi; onun yaşama döndürülmesi için, görülmemiş bir okur dayanışması ile, para yardımında bulundular. O para, sahte sol bir havuzda, bildiğiniz gibi yutuldu. Ozan, ömrü boyunca, duygusal boyutta olsun, emek dünyasında olsun, her tür ‘sömürü’ye karşı kalemiyle savaşım verdi; nedir ki, ona olan sevgi, yine görülmemiş bir ‘aydın’ ihanetiyle sömürüldü. O parayla, sözünü ettiğiniz vakıf, ya da ödül, belki kurulurdu. Biz, ihanetin hesabını yargıda sorduk ve aldık; aldığımız sonucu tarihe havale ettik.
Gürün’deki, Şükrü Babanın Bahçesi’ni ve evini satın alamazdık; Ağlasun’daki evimiz küçüktür, tek kişiliktir, fakat Ozan Hasan Hüseyin’in Müzesi’dir. Onunla ilintili ne varsa, şimdilik ailemizin korumasındadır. Oldukça varsıl kitaplığımız, Ozanı sevenlere açıktır, isteyen yararlanıyor. Belgelik ise, korunmakla birlikte, boyutlu bir çalışmayı gerektiriyor. Yayımlanmış ama kitaplaşmamış öyküleri, fıkraları, denemeleri, tanıtım yazıları, özdeyişleri, güldüşün türü ‘ööhhöö!’leri .. süzgeçten geçirilmeyi bekliyor. Kitaplarına alamadığım şiirleri, şiir notları ve destan taslakları var. Henüz okumadım, iki dosyası sanırım yayıma hazır: ‘Sözün Özü Atalar Sözü’ ile, bir ‘Köroğlu’ çalışması.
Bir de Ozan, 1974’te Irak’ta geleneksel Mirbet Şenliğine katıldı. Bu gezi dönüşü izlenimlerini, kitap adı Bağdat Basra Yollarında olarak Konuk Yayınları’nda yayımlatmıştı. Yine, yaklaşık aynı dönemde yazıp, başka başka kitaplarına serpiştirdiği çok sayıda ‘Mezopotamya’ şiirleri var. Bu kez, Bağdat Basra Yollarında’yı ele alarak; o şiirleri, bölüm aralarında kullanma yöntemiyle; yeni bir ‘ kurgu’ oluşturmak istiyorum. Bunun tam zamanı olduğunu düşünüyorum: Çünkü Hasan Hüseyin’in; tıpkı Kızılırmak’ta, emperyalizmin bugünkü arsız tırmanışını 40 yıl önceden anlatması gibi; o gezi notlarında ve Mezopotamya şiirlerinde de, günümüzün Ortadoğusu öngörülüp betimlenmişti!
Başka? Şimdilik bu kadar…

9- Yıllarca, değişik okullarda Türkdili dersleri vermiş bir öğretmen olarak Türkçemiz konusunda nereden nereye yürüdüğümüzü bir de sizden öğrenebilir miyiz?


— Şurası yadsınamaz ki, bugün okullarımızda Türkçe öğretimi, hem yetersiz ve sorumsuz ellerdedir; hem de, siyasal erk iyelerinin bilisizliği, yönsüzlüğü ve aymazlığıyla, çocukların gençlerin halkın dil bilinci oluşturulamamaktadır. Gençliğimin çevirmeni Emin Türk Eliçin’in Tarih Boyunca İleri-Geri Kavgası başlıklı, bir zamanlar adı bile bana çok çarpıcı gelen kitabını, kırk yıl kadar önce, döne döne okumuştum! Eliçin diyordu ki: “…beynimiz için en yüce mutluluk; duygularımıza kapılmadan, korkmadan, dış ve iç baskılar altında ezilmeden; yasaksız, tabusuz ve sansürsüz, alabildiğine özgür düşünebilmektir…” Evet, tarih boyunca; karşıdevrimciler olsun, emperyalizmin işbirlikçileri de, boş durmuyorlar. Bunlar olacak. Devrim karşıtlarına geçit vermemek için direneceğiz: Hiçbir şeyi savsaklamayacak, çelmeleri görmezden gelmeyecek; üretmeyi, ve dilimizin olanaklarını ileriye doğru geliştirmeyi sürdüreceğiz. Türkçe, Türk Ulusunun varoluş dayanaklarından en önemlisidir. Olanca bilinçle, aydınların ısrarlı yaratım seferberliğiyle, tüm değerlerimize olduğu gibi, dilimize de sahip çıkacağız. Başka yolu yok!

Her şeye karşın da, Türkçemiz, zaman içinde bilim ve sanat dili olarak çok gelişti, genişledi: Dil Devriminin, geriye döndürülemez bir yetkinlikle yürüdüğüne, yürümek zorunda olduğuna inanıyorum.

10- Yazın dünyasında tanışmakla, yapıtlarını okumakla, yazışmakla kimlerden ne kazandınız? Ülkemizin son elli yılını bütün ayrıntılarıyla yaşamış bir kişi olarak mutlu olduklarınız kadar, canınızı sıkan olaylar da olmuştur. Bir yarım yüzyılda aklınızdan çıkmayan neler oldu?


— Olumlu olumsuz, acı veren, haz veren, o değin çok şey oldu ki!

“Yaşadım diyebilmek için”, hepsini gerçekten yaşamak zorunlu muydu, bilmiyorum. Çocuklarımın varlığı, bir yana; yaşamımın en büyük olayı, kuşkusuz Hasan Hüseyin’dir.
Ömürlük çok uzun bir dilimde Hasan Hüseyin’siz hiçbir şey konuşmadım ama; son elli yıl, gerçekten renkli, başta kitaplar ve eğitim dünyasıyla dolu, her şeye karşın mutlu, çünkü insanlarla içiçe, bir hayattır yaşadığım.
Yanısıra dünyaya da bakarsak; doğrudan ya da dolaylı etkilendiğimiz neler olmadı: Önce, Sovyetler Birliği Sputnik’i yarattı, uzay yolculuğunu başlattı; teknoloji sömürüyü ve küreselleşmeyi hızlandırdı. Hasan Hüseyin, benim kendisini bulgulamamdan çok önce, ardı ardına gelen şaşırtıcı olayları şiirlerinde selamlamış: ….bir gagarin çıkageldi- kırıldı tüm oyuncaklarım/ ben artık büyük olmalıyım-yeryüzü fındık fıstık….
Ardından, gençliğimizin en övünçlü sevinci olan 27 Mayıs 1960 ve o coşkulu yılı izleyen 1961 Anayasası’nın kabulü gelir. Anmadan olmaz; biz öğretmenler, TÖS’ün de önünü açan bu kabul ile, büyük umutlarda birleşmiştik!
Benim de imzamın bulunduğu YÖN bildirisi ile aydınların çıkışı; Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu ve yurt yüzeyinde hızlıca örgütlenişi, ilk yerel seçimlerde varlık gösterişi ve hakça bir seçim yasasıyla 1965 Genel Seçimlerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girişi.. bu son elli yılın ilk on yılı için, yakın geçmişten ışık alınası olaylardır…
Bunlardan beriye, öyle çoklu denilecek boyutta bir sevinç yaşadığımı anımsamıyorum!
Etkilendiğim, yazıştığım, anılarına çok büyük saygıyla baktığım dostlarımın arasından seçme yapmak, doğrusu zorlar beni. Bunlardan üçünü öne alırsam; zaman zaman, keşke yaşamöykülerine katkıda bulunabilseydim.. dediklerimin temsilcileridir sanıyorum. Üçüyle de yazıştım, yapıtlarını sektirmeden okudum, yoluna başkoyduğum hangi düşün varsa, onlarla da yeni ışık demetleri ekledim. İnançlarıma en ufak gölge düşmeden, onlardan etkilendim. Hümanizmi kitaplardan öğrenmişimdir belki; fakat bu üç dost ile, hümanizmi üç boyutlu yaşadım. Bu benim talihimdir.
Onların en eskisi; en uzun süre haberleştiğim ve hele şiirlerini daha kitaplaşmadan büyük mutlulukla okuduğum; yalnızca Türkçe öğreticisi olmak değil; Türkçe sevgisinin siyasal anlamda bir ideoloji düzeyinde ele alınması gerektiğini bana ilk söyleyen; ayrıca, toprak insanı olmanın ne köklü bir gurur kaynağı olduğu bilincini aşılayan Fakir Baykurt’tur.
Onunla Gazi Eğitim’in bir yılını birlikte okuduk. Dönemin Zapata, Kazablanka, Spartaküs gibi kalburüstü sinema filmlerine, Millî Kütüphane’ye, özellikle Arkeoloji Müzesi’ne, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’na, Büyük ve Küçük Tiyatro, Opera gibi kültür odaklarına, onun arkadaşlığı, uyarıları ve eleştirileriyle ulaşmışımdır. Benim gibi parasız-yatılı okuyan bir kız öğrenciye; Enstitü Müdürümüz, büyük dostu Vedide Baha Pars’ın hoşgörü ve izinleriyle, dersyılı boyunca özgürlük sağlayan da; bana köy enstitülerini, kaynakları ve işleyişiyle tanıtan da Fakir Baykurt’tur.
Onunla dostluğumuz, az karşılaşıp, daha çok mektuplaşarak, onun ölümüne dek sürdü. Türk romancılığında, bana göre ilk sıralardadır. Özellikle; üç yıl önce elde kalem, üç ayda okuduğum, son sekiz ciltlik özyaşamöyküsü, benim için yepyeni bir üniversite öğrenimi değerindedir.
Şimdi, şu ya da bu açıdan, kişiliğimde yapıcı rol oynayan, anısına zerrece toz kondurulamayacak anıt insanlarımdan ikincisini, Hasan Hüseyin ile ortak dostumuz Bedrettin Cömert’i anmalıyım. O, evimize yıllarca, bir oğul sıcaklığıyla gelip gitmiş, kimi geceler söyleşi bitmemişse bizimle sabahlamış, dostluktan ötesi varsa işte öyle bir yakınımız olmuştur.
İtalya’dan sayısız, Rönesans öncesi sonrası, dünya sanat esintilerinin, müzik resim heykel mimarlık ve edebiyat örnekleri olarak, albümlerini, fotograflarını, renkli kopyalarını bize, uygarlıktan birer selam gibi yıllarca taşıdı. Tanıdığı her güzellikten tatmamızı isterdi. Gombrich’ten Sanatın Öyküsü’nü, o parlak Türkçesi ile çevirirken olsun, kitabın basılma aşamasında İstanbul’a gidip gelirken olsun; yaşadığı coşkuları, izlenimlerini bizimle paylaştı. Evimizde; Hasan Hüseyin, mizah öykülerini güle canlandıra seslendirirken; Bedrettin, ben ve çocuklar, birlikte güler ağlar, dinlerdik. Hasan Hüseyin gürül gürüldü; ama, gülmekten savrulsa bile, fazla sesi çıkmazdı Bedrettin’in…
Onunla; Ozanın Kızılırmak destanını, Fiumerosso başlığıyla İtalyanca’da yeniden yazarken ve Türkiye’ye temelli yerleştikten sonraki dönemde eşi Agostina’nın Türk Dilini öğrenme çabaları sırasında ve daha başka birlikteliklerimizde de; karşılıklı Türkçe sözcük ve anlatım yorumlarımız başta, hemen her konuda -aynı kentte bile!- bitmez tükenmez yazışmalarımız, telefon tartışmalarımız ve –en ufak nedenceyle bile!- üşenmeyip atlayıp bize geldiği zamanlardaki yoğun söyleşilerimiz..unutulmaz.
Sanki, dünya yerinde, hep duracaktı!
Hasan Hüseyin gözüyle de, benim için de; rint bir şair, geniş bilgi alanlarında birikim edinmiş bir düşün ve sanat adamı, ve, çok sesli bir dünyanın eşsiz vatandaşıydı O.
Diyebilirim ki; Hasan Hüseyin’in aşamadığı tek acı, ve özel yaşantımızda da, onarılamamış en önemli kırılma noktası, Bedrettin Cömert’in yitimidir.
Ben Onu, doğası ve insancı portresi ile; son dönemde pek çok başarıya da imza atmış yaşayanlarımızdan, Hasan Hüseyin’in olağanüstü Doktoru Yücel Kanpolat’a benzetirim: İmgelemimde ikisi yan yanadır!
Önümüzdeki 11 Temmuz 2008, Bedrettin Cömert’in katledilişinin 30. yılı. Bu yıldönümünde, onunla ilgili çok aziz anılarımdan birkaçını yazmak isterim. Yüreğim elverirse…
Ve Server Tanilli!
Sevdiğim, kitaplarını daha basımevi kokularıyla okuduğum yazarımız, bilim adamımız; çalışkan ve üretken, bir o kadar sanatçıruhlu; bir başka yaratıcı; rejimimizin göz kamaştıran savaşım ve direniş simgesi, Dost Server Tanilli’nin adını ve imgesini de yaşamımda apayrı bir yerde tutarım.
İşte… son, şunu ekleyeyim; pek çok ad içinden seçtiğim bu üç insanın, belirgin ortak yanları, hayata ve insanlığa ilişkin, anıtsal duruşlarıdır…

Kıyı,Mart-Nisan 2008,Sayı:201


Kaynak: http://kiyiedebiyat.blogcu.com/dil-v...t-ozer/3538257
__________________
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne

  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Haziran__'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 04.06.2012, 10:38   #6
Çevrimdışı
Gece
Uzman Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Hasan Hüseyin Korkmazgil Şiirleri

Ben cesaretine çok şaşırmıştım Azim Hanım' ın...
Evli, iki çocuklu, edebiyat öğretmeni bir bayan...
Şiirlerinden aşık olduğu adamı görebilmek için iki çocuğunun
elini tuttuğu gibi Ankara' ya gidiyor...İk gittiğinde göremiyor şaiiri...
İsim adres telefon bırakıyor...Sonra mektuplaşmalar, telefonlaşmalar...
Ve eşinden ayrılıp herkese kafa tutarak evleniyor şairle...

Bu güzel paylaşım için teşekkürler Haziran...
__________________
"Aşk nasıl da kırılgan, sus dedim ama olmadı
Kalbimden ismin geçti , kimseler duymadı"
  Alıntı ile Cevapla
7 Üyemiz Gece'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 04.06.2012, 10:59   #7
Çevrimdışı
Haziran__
Tam Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Hasan Hüseyin Korkmazgil Şiirleri

Alıntı:
Orjinal Mesaj Sahibi Gece Mesajı göster
Ben cesaretine çok şaşırmıştım Azim Hanım' ın...
Evli, iki çocuklu, edebiyat öğretmeni bir bayan...
Şiirlerinden aşık olduğu adamı görebilmek için iki çocuğunun
elini tuttuğu gibi Ankara' ya gidiyor...İk gittiğinde göremiyor şaiiri...
İsim adres telefon bırakıyor...Sonra mektuplaşmalar, telefonlaşmalar...
Ve eşinden ayrılıp herkese kafa tutarak evleniyor şairle...

Bu güzel paylaşım için teşekkürler Haziran...

3 Haziran 1963 günü akşamı, kulağı radyoda, bahçesindeki çiçekleri sulayıp, biraz dinlenmek için masaya oturan Azime’nin önünde de birkaç şiir kitabı ile birlikte bir şiir dergisi de duruyordu: Dost. Ankara’da yayınlanan Dost, Nezihe Meriç ve eşi Salim Şengil tarafından yayınlanıyor.

Hayatın bizi, yeni bir sayfasını çevireceğimiz zamanın kucağına atacağı anı, ancak kaderimizle belirleyebiliriz. O gün sıra Azime de idi. Uşak Lisesi, edebiyat öğretmeni olan Azime, evli ve iki çocuk annesi. O yıllar, şiirin, edebiyatın varlığını hissettirdiği, sözün, bir hükmünün olduğu dönemler. Yeni bir dünyanın kurulacağına inancı tamdır, insanlarınca. Hâlbuki ideolojiler, dünyanın hiçbir yerinde, tüm insanların mutluluğunu ve geleceğini alsa garanti edememiştir. Denenen ütopyalar, geçerlilik sürelerinde, kâinat üzerinde o güzel ve arzulanan yaşamı, insana ait olan değerlerin eşliğinde mümkün kılamamıştır. Gerek ideolojilerin eksikliği, gerek uygulamadaki insani zaaflar, böyle bir saadeti, yeryüzü kavminden adeta esirgemiştir.

Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, Ağustos şiiri, Azime’yi derinden etkilemiştir. Zaten o akşam dinlediği radyo haberinde, Nazım Hikmet’in, Moskova’da vefat ettiği haberini alır, kaygılanır. Nazım bu dünyadan göçmüştür. Ama aynı idealleri savunan birçok yazar, şair ve sanatçı, mücadelelerini sürdürmeye kararlıdırlar. Bunlardan biri de Hasan Hüseyin’dir.

Şairler bir dizesiyle, romancıları ve diğer edebiyatçıları nakavt edebilirler. Koskoca romanı bir mısra ile nakşedebilirler. Şairler, dünyevi nimetlerin uzağında dururlar. Edebiyatın etinden, sütünden mümkün olduğunca faydalanmazlar. Mısraları, yol, su ve elektrik olarak onlara geri dönmez. Bu alanın tüm nimetlerini romancılar yer, tüketirler. Şan, şöhret, para ve saygınlık onlarındır.

Nazım bir dizesiyle bir ülkeyi yeniden inşa eder: “Akdeniz’den Anadolu’ya, bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim…”, Ataol Behramoğlu, bir mısrada bir ömrü özetleyerek: “yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” der. Behçet Necatigil, sevgiyi içine gömenlere gerçeği fark ettirir: “sevgileri yarınlara bıraktınız/bitmeyen işler yüzünden” der. Dünya şiirinden Kavafis: “nereye gidersen git, bu şehir peşinden gelecek” der.

Ağustos şiiri, dönemin siyasi atmosferine uygun bir şiir dili ile kotarılmıştır. Uzun ve destansı bir söyleyişle, hayalde canlanan belirsiz bir sevgiliye, iç dökme şeklinde ilerler. Yeni ve farklı bir dünyanın kurulacağını da müjdeler. “Allı’nın kızı” meçhul bir sevgiliyi ya da gelecekte karşılaşılması muhtemel bir aşkın varlığını betimler.

Okuduğunuz bir şiirin, öznesinin siz olabileceğini gerçeğini hiç düşündünüz mü? Ya da okuyucusu ile evlenen kaç şair vardı dünyada. Bir şiirin mısralarında betimlenen karakterin, kendisi olabileceğine inanmış kaç şiir seven vardır acaba?

Radyo haberi Azime’nin ruhunda derin oyuklar açar. Dünya şairi Nazım, bir yıldız misali kayıp gitmişti.(r) Ama şiirlerini en az Nazım kadar sevdiği Hasan Hüseyin nispeten yakındadır. Uşak, Ankara arası kuş uçumu bir mesafedir. Hem âşıklar için yol nedir ki? Bir aşkı, saf bir aşkı sorgulamak kimin haddine… Aşk kendi gerçeğiyle gelmiştir. Nedensiz, sebepsiz ve sorgusuzca… Zaten aşk, hesabını muhataplarının vereceği bir süreç değil midir?

Aşk beklemez. Azime öğretmen Uşak’ta daha fazla duramaz, sabahı zor eder. Eşi, milli eğitim müfettişi olarak başka ilde görevdedir. Onun uzakta olması ve araya giren mesafeler, artık karı-koca için bir yol ayrımına gelindiğini de gösterir. Dört yaşındaki oğlu Ufuk ve iki yaşındaki kızı Barış yanına alan Azime, Uşak tren garına yetişir. Ankara trenine bindiğinde, akşam olmuş, çocukları kompartımanda uyuyakalmışlardır. 5 Haziran 1963 sabahı Ankara’ya indiğinde elinde ne bir adres ne de bir adres soracağı tanıdık telefonu vardır. Çaresizdir. Solcu bir şairin adresini bilse bilse Türkiye İşçi Partisi bilir, deyip, İşçi Partisi’ni aramaya koyulur. En iyisi polislere sormak… Azime’de öyle yapar. Polisler adresi tarif eder. Ne yazık ki partide, Hasan Hüseyin’i tanıyan kimse çıkmaz. Çaresiz kapıya yönelir, o esnada içeri girmekte olan Kemal Çitler, Azime’nin kurtarıcısı olur. Hasan Hüseyin’in arkadaşı olan Çitler, şairin il dışında olduğunu, ne zaman döneceğini de bilmediğini söyler.

Hüznünüz varsa yalnız değilsinizdir. Uşak’a dönen Azime, son umut, bir mektup yazar şaire. Postacılar adı konulmamış bu ilişkinin kahrını çekerler bir süre. Duygular, Türkçenin en güzel ifade biçimi ile karşılıklı aktarılır. Öyle ya! Biri edebiyat öğretmeni diğeri önemli bir şair! Kelimeler bile aciz kalır çoğu kez.

1963-64 yılları karşılıklı mektuplaşmalarla geçer. Fotoğraflar gönderilmiş, sıra seslerin duyulmasına, sözcüklerin kulaklara fısıldanmasına gelmiştir. Görev yine polise düşer. Çünkü Azime’nin görev yaptığı yerde, telefon bir tek polis karakolunda vardır. Akis dergisinin bürosundaki telefonun avizesini kaldıran şair, müşfik bir ses tonu ile: “Evet benim, ben, Hasan Hüseyin Korkmazgil.” Artık yüz yüze konuşmanın vakti gelmiştir. Şair kararlıdır, “Çocuklarını yanına al gel, yeni bir hayat kuralım” der. Azime cevabını birkaç gün sonra telgraf ile bildirir: “Geliyoruz!

17 Ağustos 1963 cumartesi günü, sıcak, sabırsız âşıkların avuçlarına ter damlalarını boca ediyor. Mekân: Ankara Garı. Saçları yer yer gümüşlenmiş, incecik dal gibi bir adam, vagonları gözleri ile kolaçan ediyor. Nihayet karşılaştılar…

Yaşam, sorduğunuz bütün soruların cevabını belki de içinde saklıyordur. O cevabı bulup çıkarmak, biraz da ısrarınıza bağlıdır. Kaderine yürüyenleri hayat hiç utandırmamıştır. Azime de öyle yaptı, o günlerde çoğu kadının kolayca veremeyeceği bir kararı verip, eşinden boşandı, çocuklarını da yanına alıp, kaderinin peşine düştü.

11 Haziran 1964 günü, Ankara Altındağ Evlendirme Memurluğu’nda hayatlarını birleştirecek o karara imza attılar. Ankara’ya tayin yaptıran Azime, çocukları ile birlikte, sevdiği adamla yeni bir yuva kurdu. Bir yıl sonra da oğulları oldu. Hasan Hüseyin’in bir şiirinde dediği gibi, (bir oğlum olacak adı Temmuz) adını Temmuz koydular.

Güzel bir uzun hava vardır. Her dinlediğimde gözlerim buğulanır. Yıllar sonra büyük kızım Aybegüm de o şehre, üniversite için gidince, o türkünün avazı benim için daha da derinlere işliyor: “Ankara da yedim taze meyveyi




__________________
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne

  Alıntı ile Cevapla
7 Üyemiz Haziran__'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 04.06.2012, 11:07   #8
Çevrimdışı
Haziran__
Tam Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Hasan Hüseyin Korkmazgil Şiirleri

AZİME'Lİ TEMMUZ BİLDİRİSİ 1

benim yalnızlığım başka-dinamit bilmiyor kimse

hiçkimse bilmiyor havaların neden oynadığını
bu durgunluk arefeyse, ey selyelim, barış bakışımı hiçkimse
susuz köprü bilmiyorlar- bilmiyorlar grevci çoğalmışlığı
çocukların tohumların anaların çoğalmışlığı
acıyor gözlerim ey tükenmiyen
benim yalnızlıım başka-dinamit bilmiyor kimse
hiçkimse giyotin karanlığını
susmaları susmaları
hiçkimse
bir damla kan kaldığını o masmavi güneşlerde-delireceğim
bütün kırmızıları birden kullanıyorum

ben bu mektupu sana yazabilir miyim şimdi

acıyor gözlerim
acıyor gözlerim acıyor gözlerim-anlamıyorlar yakın uzaklıkları
hiçkimse- hiçkimse - dinamit bilmiyor hiçkimse
ey çocuklar ey çocuklar elibayraklı çocuklar ey
korkunun döllenmediği günlerin çocukları ey
sürtüne sürtüne kızarır şafak
ve yıldızlar uzak değil
zincirler korkak
diş diş ağrıyor etlerimde bir alacavaktin son çırpınışı
yetkin elma- tükenen su - ve çocuklarla büyüyen ölüm

ben bu mektubu sana yazabilir miyim şimdi - temmuzum!

sızlıyor sensizliğim ey tükenmiyen - sen temmuzu kavuşmaların
yarim benim altım benim suyum havam eşkıyalığım
gün döner sular eskir ne varsa güneş altında
eskir ne varsa en tapınılan ey tükenmiyen
sevmek hep yeni
sevmek hep yeni
sevmek hep yeni
ben bu mektubu sana yazabilir miyim şimdi
acıyor gözlerim
acıyor gözlerim ey tükenmiyen- köprüleri susuz göremiyorlar
benim yalnızlığım başka -dinamit bilmiyor kimse
hiçkimse
hiçkimse

yolumun üstünde bir top temmuz - sen ne çok sevilgensin

ey tutsak kırmızım benim, emzikli dalım, kavgabayrağım ey
anamın toprak ağırlığı, yaramın dişikurdu, sabahım
sen ne çok temmuzsun ey tükenmiyen - ey benim köprülü suyum
diri yanım, susuzluğum, mapusanem, zincirim, kızgın arafem benim
yanıyor yumruklarım susmaktan
içimi susturmaktan karanlığı boyamaktan
ve gözgöze serpilip gelişenle
hiçkimse

hiçkimse bilmiyecek yörüngede neden temmuzlar tutuştuğunu

suya süren kısrakların al susuzluğunu
geceleri mektupların acılığını
ölçülerin hiçliğini hiçkimse
içkilerin yenikliğini
hiçkimse bilemiyecek
hiçkimse

benim yalnızlığım başka - dinamit bilmiyor kimse

kızılırmak gibi dağlar başında
dağlar başında gibi bir kızılırmak
hiçkimse
hiçkimse
hiç

gözlerine baka baka eşkıya olmak



Hasan Hüseyin KORKMAZGİL

__________________
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne

  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Haziran__'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 04.06.2012, 11:09   #9
Çevrimdışı
Haziran__
Tam Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Hasan Hüseyin Korkmazgil Şiirleri

AZİME'Lİ TEMMUZ BİLDİRİSİ 2


beklerdi tohum
beklerdi tohum
beklerdi tohum upuzun karanlıklarda -- sen yoktun
öfkemi mermer mermer -- öcümü çocuk çocuk-- çıldırttım kırmızıları
bir başka parlardı yoğun karanlıkta ışıklar -- sen yoktun
bütün kapıları birden zorlamanın o korkunç güzelliği
o korkunç büyümesi ellerin fitillerde -- sen yoktun
benim aşkımda o vardı
evrendi nasıl
evrendi çelik mavisi
grev grev ateş ateş büyüdüm ülkelerce
yepyeni bir öfke doğurdum kalabalık özlemlere -- sen yoktun
uff ne kötü kullanmışlardı ah ne güzel gözlerini -- ölümdü
sana değip değip durdum o sarhoş yörüngede -- sen yoktun
bilenirdi türkülerde en soylu ayrılıklarım -- sen yoktun
benim aşkımda o vardı
soğuktu yeşillerim
soğuktu temmuzlarım en bayram gülmelerimde bile
kar yağardı sabah çaylarıma -- sen yoktun
sofralarda ekmek diye öpülürdü altın dişleri ölülerin
adını söyletmiyorlardı ölüm gibi özlenen şeyin -- sen yoktun
bütün dillerde sana varmak -- bilemem bilemem benim aşkımda o vardı
ben hep koşan atları sevdim soluyan lokomotifleri
benim aşkımda çelik mavisi gagarinli uzayların
toprak nasıl sancılanır ağaçlar nasıl gerinirler çiçeklenirken
kurşun nasıl ıslık çalar diş nasıl gıcırdar karanlıklarda
alabalık nasıl ölür o kendi sularının kıyıcığında
bilemem bilemem -- sen yoktun
ateşler yanardı biryerlerde yepyeni biçimlerde yanardı
benim aşkımda o vardı
söyle anamın en güzel kızı söyle
sular nasıl kaçırılır, kuşlar nasıl susturulur
nasıl sığar şu koskoca evren daracık zindanlara -- söyle
balçık balçıktı o nar çiçeği çağı çocuklarımın
karanfil olurdu yakalarda bacımın kanlı gözleri
demir nasıl paslanırdı sıcacık bileklerde -- bilemem
bilemem ey anamın en güzel kızı bilemem -- sen yoktun
benim aşkımda o vardı
sen geldin
badem çiçek açar gibi geldin, düşte sever gibi geldin
ey kavgabiçim
yepyeni bir düzendi gelişin, yoluna başkoyduğum ülkemdin
eskidi birden kentler, eskidi gökyüzünün çok uzaklığı, eskidi hep
oldu bakkal, oldu bakkalbiçim, oldu bakkalbiçim aşk
bu senin gözlerindi ey benim ülkem -- arılar oynaşan içinde
bu senin duruşundu ey kavgabiçim -- en haklı silah güzelliğince
güneş gibi acımasız, toprak gibi unutkan, tohum gibi umutlu
sen geldin ey benim özlemim ülkem, kadınım, devrimbiçimim
yıkıldı ölülerin öğlesonu sarılıkları
sen geldin
eskidi biryerleri zamanın, eskidi gözleri kadınların -- sen geldin
evler eskidi birden -- eskidi evimsilede kölemsi yalnızlıklar
bayramlar eskidi gülüm, derinlikler eskidi -- ve pişmanlıklar
eskidi yatakbiçimlerde iğreti ikililer -- ve çok çok
saksılarda çöl bitkileri, salonlarda kartpostal mutluluklar
eskidi maskelerin sırıtan düşmanlıkları -- ve nice yazlar
oh ne güzel yeniden -- bu senin güzelliğin ne demek
sel ne demek azime'm, savaşlara durmak ne demek, güzel ne demek
sen geldin ey benim kadın ülkem -- yepyeni ufuklar geldin
durulu bayraklarım güldü gülüm -- sen geldin kutuplarım değişti
bir horoz öter biryerlerde bir horoz bir horoz bir horoz daha
bir ateş yanar biryerlerde bir ateş bir ateş bir ateş daha
bir yumruk sıkılır biryerlede bir yumruk bir yumruk bir yumruk daha
düşer barış cemreleri sabah çaylarımıza
biter kahpelik
biter bu gökyüzünün çok uzaklığı
sen geldin ey anamın en güzel kızı -- yaşamak geldin
badem çiçek açar gibi geldin, yürek sızlar gibi geldin -- sen geldin
al beni kankırmızılardan vur beni kankırmızılara
dürülü bayraklarım gülsün gülüm, kutuplarım değişsin ey benim ülkem
bitsin bu zulüm
bitsin bu zulüm
bitsin bu zulüm
sanki dünyada ilk şafaktı kollarımda uyanmaların
o büyük barışa bir adım kala


Hasan Hüseyin KORKMAZGİL
__________________
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne

  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Haziran__'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 04.06.2012, 11:14   #10
Çevrimdışı
Haziran__
Tam Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Hasan Hüseyin Korkmazgil Şiirleri

AĞUSTOS ŞİİRİ

yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
hep böylesi havalar besler fırtınaları
korkarım bu mavi ışık çabuk sönecek
duymazdım durgun suların bezgin türkülerini
alışmak ölümün bir başka adıymış bilmezdim
bir yangın sonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
bu rüzgar kulaklarımdan hiç eksilmiyor
esirgenmiş bir dünyada müthiş yalnızım
geri dönsem bile ben artık o ben olmıyacağım
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmiyecek

ben mısralarımı kerpiç gecelerinden çekmişim

beş numara lamba kederi var mısralarımda benim
yitirmişim yıldız ışığında dost çizgileri
deli çizgi gözlerimi kör etmiş kör etmiş kör etmiş
göçmüş kıtalar üstünde kuşlar dönüyor garipsi
çığlıkçığlığa kuşlar dönüyor evcil ve tedirgin
gökmavisi bir türkü dolanmış yüreceğime
selsele yolculuklar tütüyor gözlerimde-neyleyim
insan demişim kitap yüzlü insanlar demişim gidemiyorum
kaderim kaderleri demişim alının kızı
sen olmasan ben böyle uysal değildim
böyle uysal ve kırılmış değildi şiirlerim
bir yangınsonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmiyecek

yılandere ölüler yatağı helalim ölüler

katran mazot bidonları paslı putreller
kargalar üşüşmüş ahmedomun ellerine kargalar
ahmedomun düşlerine yılan çiyan doluşmuş
garipler mezarlığı doymamışlar dünyası
yıkılası karakuşak kurudere sırtları
ahmedom bir yaz bulutu bir varmış bir yokmuş
fenerler titreşiyor bıçaklanmış türkülerin gözbebeklerinde
vinçler beni balçık gibi akşamlara bindiriyorlar
sen olmasan şu sabahlar olmasa
şu benim büyük büyük susamışlığım
bu mızmız takvimi bir solukta susturacağım
yılandere ölüler yatağı helalim ölüler

rüzgar gibi bir ağustos geçti ellerimizden

meyvalar bizi balrengi günahlara çağırıyorlar
biryanda yaşanmamış günlerin hırsı
biryanda boşa geçen gecelerin acısı
malum o dramın en güzel perdesindeydik
ağustos şarap olmuş, kanımıza akmıştı
göçmüş kıtalar üstünde kuşlar gibiydik
duracak vaktimiz yoktu bitmiştik
her gören didik didik bizi denetliyordu
biz kendi derdimize düşmüştük

orda da akşamlar olacak allının kızı

kanlı mendil gibi ağustos akşamları
şu benim çektiklerimi görmiyeceksin
belki yanında başkaları olacak
belki düşlerine bile girmiyeceğim
gün oldu acıların şiirini yaşadım
gün oldu zehir gibi yokluğunu yaşadım
bana sen ne diye duyurdun yalnızlığımı
ne diye gurbet gibi mısralarıma sindin
dokunsan parmaklarıma tutuşacağım

yine ağustos gelse elele versek

sen anandan kaçsan ben yalnızlığımdan
yeni yoldan sazanlı çaydan geçsek
güneşin bahçeleri emzirdiği saatta
susamışlar aşkına, kandım diyesi
uzun uzun öpüşsek
yine ağustos gelse kovulsak cennetimize
şantiye hiç durmadan ötse bağırsa
lazoğlu büyükharflerle sövse işçilerine
damlarda kaysı yarsalar rumeli göçmenleri
dillerini sevdiğim kıvırcık dillerini,
ıssız bahçelerden geçsek unutulmuş sokaklardan
çocuklar mavi mavi gülüşüp kaçışsalar
bir masal dinler gibi sessizliği dinlesek
kendimizi dinlesek köklerin çığlığını
seni kollarıma alsam, yine yumsan gözlerini
yine kapışılsa yavrum, batan şehrin hazineleri
biz yine kendi derdimize düşsek

yere batan şehrin tek yalnızıyım

yüzyılın ağrısını anlıyarak çekiyorum
ekmeğime barut sinmiş bulanık özgürlükler
tepmişim rahatımı boynubükük mutluluğumu
yaşıyorsam erkekçe yaşıyorum
istemem sarmasın yumuşak duygular susuzluğumu
geceler bıçak bıçak böğrümde yatsın uyusun
kaderim kaderleri demişim allının kızı
ellerimi kemirmekten memnunum
düşün ki coğrafyanın en güzel yerindeyiz
en güzel günlerinde gençliğimizin
ölümden ötesini aklım almıyor
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
istesek cenneti kurtarabiliriz.
ben bir ışık için tepmişim rahatımı
ellerimi kemirmekten memnunum
bu güleç yüzlülerin bu acı türkülerini
bu yoksul yerleri anlıyarak seviyorum
delice anlıyarak allının kızı

(temmuz bildirisi)


Hasan Hüseyin Korkmazgil
__________________
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne

  Alıntı ile Cevapla
9 Üyemiz Haziran__'in Mesajına Teşekkür Etti.
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
korkmazgil, sızladığı, yüreğim, zaman


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 03:37.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.