Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Kültür | Sanat | Edebiyat > Türk Edebiyatı


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 06.06.2017, 12:51   #1
Çevrimdışı
Senfonim
Uzman Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Çözüldü Kısa Hikayeler, Öyküler


"Müzik Durduğunda" | Petek Sinem Dulun





"ESARETİN SANCISINI
İLK AYAKLAR İŞİTİR"
Garson Kız:

İçimde oluşan dalga, su izi, su sesi ve yonttuklarıyla akıp giden zaman. Oyuklarıyla konuşan bir kaya mıyım ben, taşan bir deniz miyim kendinden? Yoksa bir toz zerresi ya da su birikintisi mi? Hepsi ve hiçbiri benim. Bu yüzden hepinizi ve hiçbirinizi çok seviyorum. Benim olan ve olmayan her şeyinizle iyi ki varsınız. Siz, bayım. Siz, yeni düşen! Bilir misiniz her gün kahkahalarınızın altında yürürüm aynı yolu. Çarpışan kadehlerin, şıkır şıkır giysilerin, renkli spotların altında durmadan, volta atan bir mahkûm gibi. Ağzımda bir “Ne alırsınız, başka bir arzunuz?” balonuyla.
Dum dıtdıt dum dıtdıt dum dıtdıtdıt…

Güzel kızlar ışıklar altında dans ederken, daha güzel görünme telaşındadır. Siz güzel kızları izlersiniz. Güzel kızlar gözleriyle takiptedir sizi. Müzik akıp gider, alıp götürür. Müzikle ilginiz yoktur. Müzik, sizin için diğer her şey gibi bir dekordur. Sahneye uygundur gülüşleriniz! Yadırganmazsınız ve fakat benim düşünceli halim yadırganır. Şef kenara çekip, “Gülümse” der. Size bakarım. Her halinizi, tavrınızı incelerim. Sigaranızı tutuşunuzu, içkinizi yudumlayışınızı, arkadaşlarınıza gelmeyen arkadaşınızı soruşunuzu (ama sırf laf olsun diye). Yeni bir içki için bakınırsınız. Gözlerinizdeki arayışa odaklanırım. Gizliden bir panik yaşarsınız. Dekorla uyumsuzlaşmışsınızdır. Elinizdeki boş kadehi sallarsınız. Ayaklarınızı sallarsınız. Gözleriniz ayakkabınıza ilişir. Silmeniz gerektiğini düşünürsünüz; boyanmamıştır, “Hiç değilse silmeli,” dersiniz. Eğilmeye çekinirsiniz, “Ah yol üstündeki ayakkabıcı çocuk duruyor mudur?” geçer aklınızdan. Size yönelirim tepsiyi uzatırken; size, sizinle ilgili gerçekleri anlatmak isterim. Bunu size nasıl söyleyeceğimi bilemem ama bir cesaret yaklaşıp, “Çok boşsunuz” derim. Siz şaşırmazsınız. Ben şaşırmamanıza şaşırmam. Yanınızdan uzaklaşırken hep aynı şekildeki topuzumu, çıplak ensemi ve bacaklarımı süzersiniz. Arkadaşlarınıza dönüp size asıldığımı söylersiniz. Sizi duymadığımı düşünürsünüz, sizi duymadığımı düşündürürüm. Mutfağa gider, musluğu açar, suyun akışını izlerim.

Garson çocuk yanıma yaklaşıp sırnaşır. Sizde ne bulduğumu sorar. Ona suya bakmasını söylerim. Gözlerinde, o sadece yenik insanlara has düşünüşü izlerim. Bana suda ne gördüğümü sorar. “Hiç!” derim. “Servise çıkmamız lazım,” der. Yanımdan uzaklaştığına ikna olunca, büyük bir sırrı paylaşırcasına rahatlatıyor, derim. Su'ya son kez bakıp musluğu kapatırım. Sizi görünce başlar, kaldığı yerden zihnim kurcalanmaya. Geriye doğru evrildiğimizi düşünürek yürürüm. Toprağın sıcağını, ana rahmine olan benzerliğini düşünürüm. Sizi izlerim, siz gülersiniz. Toprağın Tanrı'nın ağzı olduğunu düşünürüm bu kez; yarattıklarıyla beslendiğini! Yadırgamam, ayıplamam; bu doğal bir süreç, derim. Sonra bir korku belasıdır kemirir içimi, besmele çekip tövbe ederim. Rahim fikri daha cazip gelir. Ana rahmini yırtarcasına terk ettiğimiz, toprağın rahmine yırtınarak girmek istemediğimiz geçer aklımdan. Sonra ölmenin son olmadığı. Belki döngünün bir parçası, bir uzantısıdır bu, belki de rivayet edildiği gibi ağaç olarak hayat buluyoruz. Öyleyse, bir kavak ağacı olabilirim ya da çam. Belki de heybetli bir ceviz ağacı. Hepsi olmaya meyilliyimdir. Sessiz, kederli ve kasvetli cinsten. Huy!

İşte yine garson çocuk, gözleriyle klakson çalarak yaklaşıyor yanıma. Dişlerinin arasında, “Patron seni izliyor!” Gözlerimi dikiz aynası yapıp, şefe bakarım. Beni izlediğinden emin olunca, mutfağa girer, yeni kadehler için tepsiyi boşaltırım. Herkesin tuttuğu kadehlere dokunma hissinden kurtulmak için, yeni bir kadeh içkiyi deviririm. İçeri, tepsi elimdeyken bir balerin gibi dans ederek girmeyi hayal ederim. Şefin yüzünü gözümün önüne getirir, sonra beni kovacağına ilişkin blöflerinin nihayete ermesi durumu karşısında kendi durumumu düşünürüm. Bu hiç iyi olmaz, derim. Bir içki daha diplerim. İçeri yürürüm. Müziği uğultu ve kahkahalar bastırır. Sahnedeki güzel kızlar, kendilerini pahalı içki sipariş eden erkeklerin kucağına bırakır. Bir çiftin yanından geçerken, kız bana seslenir. Aşağılayıcı bir ifadeyle bakarak, dans etmekten yorgun düşmüş ve şişmiş ayaklarını saklayarak, ağzını eğe eğe, “Bir tane daha,” der. Gözlerimle onaylarken ona şefkat beslerim. Bunu hisseder ve hırsla daha pahalı bir içki söyler.

Dım dıt dıt dum dıt dıt dum dıt dıt dıt…

Kalabalığın içinde hapsolmuş sizi görürüm yeniden. Siz, toprak ve ölüm. Niçin hepinizi aynı anda hissettiğimi sorarım kendime. (Cevapsızdır bazı sorular yahut cevap akşam haberlerinden sonra gelir.) Diğerleri gibi olma çabanızı anlayışla karşılayıp, uzaklaşırım bir süre daha. Zaman hızla ilerler, parlak sahne ışıkları zayıflar, insanların çoğu sarhoş olur ve mesai bitişini müjdeler müşterilerin buradan çıkışı. Bu son saatlerde, yorgunluktan müziğin sesi uğultu halini alır, yavaşlarım. Para kazanma esaretinin sancısını ilk ayaklar işitir. Sonra duygusuz, ruhsuz ama yüzüne bir gülümseme asmayı ihmal etmeden yürüyen, cansız bir varlık olarak bu işletmenin istediği şekilde, misafirlerin arasından geçerim. Böylece sıradan, normal ve düz bir insan modeli olarak dikkat çekmem. Onların istediği gibi biriyim artık, onlardanım. Tehlike geçti, tehdit yok!

Esas oğlan:

Renkli ışıklar, mini etekli, dekolteli güzel kızlar, son model spor arabalar, pahalı saatler, viski, şampanya, votkayla ıslanmış uzayan geceler… Bir zamanlar benim olmayan, ama olması için uğraştığım, didindiğim, varımı yoğumu ortaya koyduğum her şey, bugün anlamını yitirmiş gibi. Sahip olana kadar her şey ne kadar da kusursuz duruyor. Sıradanlaşıyor sonra. Aşk diyorlar, kalbime olmayan yarayı oturtuyorum. Herkes birbirinin aşk yarasını deşmeye bayılır. Doktor edasıyla dinler, şefkat gösterir. Ta ki o aşk yarası olmak istediğini, size artık açık açık çırpına çırpına anlatana kadar. Kızlar. Kapris yaparlar. Her nedense anormal bir kıskançlık ve alınganlık duygusuna kapılıyorlar. Ağlama ve sitem nöbetlerini de buna eklemeli. Hayatıma sızmaya çalışıyorlar. Hem, en sevmediğim şey parfüm kokuları. Biri bunlara, daha çok sıkınca daha güzel koktuklarını mı tembihlemiş acaba? Sarhoşken ya da ayıkken fark etmiyor, yattığım her yatak başında ucuz sarı lambalar. Sıkılıyorum. Ruhum bedenime dar geliyor. Her gün bir öncekinin tekrarı sanki ve ben bu tekrarın içinde bir hamsterdan farksızım. Sabah işyerindeki hırslı genç girişimci, akşam flörtöz tavırlı serseri. İşin kötüsü bunlarsız yapamam artık. Eskiden bunun süpermanvari bir tadı vardı. Sabah Clark Kent, akşam süper kahramandım. Ne var ki herkes Clark Kent'le Süperman'in aynı kişi olduğunu çoktandır biliyor… Hem her şey gerçekliğini yitirmiş durumda. Sahici bir şey ne zamandır yaşanmıyor.

Şef:
Sabahtan akşama aynı terane. Her gün temizlik, her gün bas bas bağıran müzik. Bazı akşamlar, bu akşamki gibi gelen özel saksafoncular, virtüözler var. (Entel garson takip ediyor bunları hep. Mutfaktayken ayakkabılarıyla ritim tutuyor bazı zamanlar.) Patron, “Daha aktif daha enerjik beyler,” diyor. El çırpıp, "Orası sizin sahneniz, hadi bakalım, gözüm üstünüzde," deyip müsamere bebesi gibi bizi başından savıyor.

Sürekli müşterilerle karşılaşınca, hoşgeldiniz efendimler, iyi geceler hanfendiler diliyorum… Sahi mi şimdi bunlar? Bu adamlar, kadınlar, tıkır tıkır ayakkabı sesleri yeni silinmiş parkelerde koşuşturan. Çıldırmış gibi akın akın gelmekteler. Biz de hergün gelmekteyiz çıldırmış gibi. Ne için, hepsi para belasına. Evdekinin umrunda mı? Sabahtan akşama tın tın gezsin o, günlere, pasta börek yemeye. Kızı da götürüyor yanında. Hesap sorsam, cıdır cıdır, benden haklı sanırsın. Yok çamaşırmış, bulaşıkmış, pazar alışverişiymiş, bu ev nasıl dönermiş… mişmiş de mişmiş. Ne var sanki bunda? Yaptığı da iş olsa! Ben neler çekiyorum. Fazla içip kusan mı dersin, yüzüne yüzüne söven mi dersin, ne ararsan. Bir de personeli takip et. Aksayan bir iş var mı, müşteri memnun mu, uğraş dur. Üstelik yeni yeni icatlar başımızda. Şu entel kız. Garson olan. Kumral topuzlu, güzel olan. Hani somurtan hep. Adı neydi, neyse ne. İki üniversite kazanmış, ikisini de yarım bırakmak zorunda kalmış da. Şimdi bu şartlarda çalışmaya mecburmuş da, annesi hastaymış da, iş bulamamış başka da bilmem ne! Bir sürü ajitasyon. Gel, dedim, bir özel görüşelim senle, ona da yok. (Namus satıyo haspam.) Bana ne kızım, ben mi kurdum bu düzeni? Şimdi ben anlatsam mecburiyetlerimi, çetrefilli hikâyemi düşüp bayılır. Bana patron demek istemiyormuş. Ortaokul terk olduğumu duymuşmuş. Ben de biliyorum “Ama yaka kartınızda şef yazıyor,” demeyi. Hayat okulunda okuduk biz be! Nihayetinde biz de kendi çapımızda buranın patronuyuz.

Esas oğlan:
Boş boş bakıyordu karanlığa. Çıkışta, kapıda. Eline bir ağaç dalı almış, toprağa gün ağarmaya yakınken söyleniyor. Önümden geçtiklerini hatırlıyorum içerde, garson çocuk buna, patron seni işten çıkartıyor, demişti. Arabam geldi. Garson kız ağaç dalını ikiye büküp ayırdı. Kolundaki çantayı açıp içine koydu. Yaklaştım yanına, bırakıyım evine. Bir şey söylemeden kapıyı açıp oturdu. Nereye gidiyoruz? Liman yoluna. İçime oturdu bu, ben de kovulmuştum dedim, bir zamanlar. Yalnız mağrurlara has bir gururla, konuşmadan yola bakmaya devam etti. Çantasını sıkı sıkı tutmuş, bacaklarını birbirine yapıştırmış yolu izliyordu. Yan gözle ona bakıyordum. Bir ara belli belirsiz dudağını ısırdı. Bana dönüp, Doğu Garajı'ndan gidebilir miyiz, dedi. Olur, dedim. Mezarlığa yakın durmamı istedi. Teşekkürle indi arabadan. Gaza bastım, ama hızlanamadım. Doğrudan mezarlığa giriyordu. Bir an tereddüt ettim, ama gittim arkasından. Mezar taşı yazılarını sesli sesli okuyarak ilerliyordu. Arkasından bir dedektif edasıyla onu takip ediyordum. Bir aile mezarlığının önünde durdu. Boş olan mezar önünde topuzunu açtı. Kumral saçlar hızla ensesini kapladı. Sonra mezarı eliyle eşelemeye çalıştı. Durup etrafına baktı. Gördü beni. Baktık bir süre birbirimize. Yanına yaklaştım.
“Sorun nedir?”
“Üşüyorum.”
“Evine bırakayım.”
“Gerek yok. Göm beni.”
“…”
“Üşüyorum göm beni.”

Mezarlık bekçisi:
“Böyle sabah erken gelen bulunmaz pek buraya beyim,” dedim adama. Hayalet görmüş gibi baktı yüzüme. “Yardım ettim ben,” dedi. Mezar taşı yazısız toprağı gösterdi. Toprak kabarmış. Adamın elinde siyah kadın çantası. Yüzüme baktı, soluk yüzündeki iki iri üzüm tanesiyle başkasına cevap verir gibi yahut kendine cevap verir gibi, “Teorik olarak yardım ettim ben… Şimdi ben katil miyim?”
Anlamadım hiç.
“Üzülme beyim, hepimiz her gün ölüyoruz.”

Gözleri daha da irileşirken elindeki çantayı fırlatıp, koşarak uzaklaştı. Durduramadım. Şimdi ne yapmak lazım gelir?
~~~

__________________
  Alıntı ile Cevapla
Senfonim'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 06.06.2017, 12:54   #2
Çevrimdışı
Senfonim
Uzman Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Kısa Hikayeler , Öyküler

Tırnak - Melike Şenyüksel

"AZALAN HİÇBİR ŞEY YOKTU"

Sessizlik, perdeleri hafifçe araladığında uçup dağılıverdi. Günlerdir kullanılmayan odadaki yerleşik hava, aralanan pencereden dışarıya doğru tuhaf bir uğultuyla, sanki dillenerek akıp gitmişti. Tüm bu olup biteni izlermiş gibi görünen eski çalışma masası takıldı sonra gözüne. Aralık duran çekmeceleriyle, sokak dedikodularına kulak kabartan kadınlara benzetti onu.

Cebine doldurduğu saklı anlamları çıkardı sonra masanın üzerine. İçlerinden bazılarına dokundu parmakları, hafifçe okşadı onları. Ellerine baktı uzun uzun. Renginin belli zamanlarda koyulaştığına şahit olduğu ellerine... Bu durumun tuhaf bir biçimde ona bir şeyler anlatmakta olabileceğini düşünmüştü hep. Çocukluğundan bu yana hem de.

İşlediği kabahatlerin şahidi olan ellerinden, onlara bakıldığında gizlediği suçların bir bir anlaşılacağından korkardı. Saklardı hep onları ceplerine, arkasına, masa altına, nereyi boş bulursa. Kırdığı vazolardan, söylediği yasak laflardan, sokakta bulup baktığı ayıp resimlerden haberdardı elleri. Hatta ona yardım ve yataklık da etmişlerdi. Ama iş sorumluluk almaya gelince, karşısına geçmiş buluyordu onları her defasında. Koyulaşan renklerini gidermek için defalarca yıkamıştı da üstelik. Ama elleri hep aynıydı ve yine her defasında yüksek sesle bağırırlardı ona: “Sen yaptın! Sen yaptın! Sen yaptın!”

Kulağında uğuldayan seslerden kurtulabilmek için tırnaklarını kemirmeye başlardı sonra büyük bir inatla, ellerinin canını yakıp, onları biraz olsun susturabileceğini düşünürdü böylece. Bu kendi kendini yiyip bitiriş seansları sürüp giderdi dakikalarca…

Durdu. Tırnağının o anlamsız hali çarptı gözüne. Pembe, ablak, ifadesiz bir surata benzetti onu. Belli bir ifadeye sahip olmayan her şeyin bezdirici bir yavanlık taşıdığını düşündü. Hatta onların varlıkları, sırf bu yavanlık kokusunu oldukça ağır bir biçimde salgıladıklarından ötürü hissedilebiliyordu belki de.

İfadesizliğin yokluğa bakar yüzünü, yokluğunsa insanca bir dürtüyle kaçınılması gereken donukluğunu koydu önüne. Güçlü silahlar seçilmeliydi şimdi. Çünkü düşman güçlüydü. Hem yokluğa karşı açılan bir savaşta varlık gösterebilmek pek de kolay olmasa gerekti.

Tekrar tırnaklarına çevirdi bakışlarını. Bu küçük yüzeylerde kaç minik adım atılabileceğini hesapladı gözleriyle. Tuhaf yürüyüş hesaplarından bıkar gibi olunca da hiç duraksamadan dişlerinin arasına aldı tırnak uçlarını. Dişleri yalnız iki tırnağı kavrayabiliyordu aynı anda, fazlasını değil. O halde işe onlarla başlanacaktı. Hafif ısırıklarla açılış yaptı. Dudak arasında kalan çelimsiz tırnak parçasını diliyle kurcaladı biraz ve usta bir hareketle ondan kurtuldu. Tekrar ellerine baktı. Bu kendi kendini yiyip bitiriş seanslarının sonuçlarını görebilmek için. Tırnakları olanca ifadesizliğiyle karşısında duruyordu.

Azalan hiçbir şey yoktu sanki.
Az alan hiçbir şey yok!
~~~
__________________
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz Senfonim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 18.10.2018, 16:43   #3
Çevrimdışı
Gerçekforumcu
Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Kısa Hikayeler, Öyküler

Fırçanın çiziktirdiği bir kaderdi onunki. Sevdiği doğruları, sevmediği yanlışlarda düzeltmekten yorulmuş bir halde çiziktiriyordu detaylarını ruhunun çok da kaba tuvaller üzerine. Birkaç kedinin mırıltısı, birkaç dalganın şırıltısı, birkaç anının kırıntısıyla besleniyordu ruhu. Senelerdir aynı gizemi çiziyor, en güzel betimlemede aşkın kadın ve erkek halini arıyordu. Yakında bulacağını bilmeden.. [Kısacık bir aşk öykümüz, keyifli okumalar.]
__________________
  Alıntı ile Cevapla
Gerçekforumcu'in Mesajına Teşekkür Etti
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
hikayeler, kısa, öyküler


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 17:17.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.