Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Türk ve Dünya Tarihi > Türk Tarihi


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 16.09.2015, 20:00   #1
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Osmanlı'dan Günümüze Ayaklanmalar ve İsyanlar



''Halk Ayaklanması''



Ayaklanmaları incelemek netameli bir konudur. Ama hoşa gitmese de bu ülkenin tarihinde yaşanmış ve devletin ve toplumun geleceğinde hiç şüphesiz çok olumsuz etkiler yaratmış bir konudur.

İsyanın haklı bir nedeni olamaz.

Aslında isyanın pek çok sebebi olmakla beraber özünde bir insan veya insan topluluğunun kurulu devlet nizamına baş kaldırmasının bedeli ağırdır. İnsanlar bunun riskini göze alarak devlete karşı geliyorlarsa bununda bir sosyolojik nedeni vardır.

Bunların en başında, ekonomik ve sosyal temellere dayanan isyanların sonucu terördür.

İsyan olaylarının arkasında mutlaka dış güçlerin etki ve desteği vardır. Bu desteği sağlayan dış ve iç etkenlerin çıkarları ile isyancı grubun çıkarları örtüştüğü için isyan hadisesi meydana gelir, taban bulur ve toplumda ses getirir. Aksi takdirde olay bir basit kanunsuz ve adi zabıta olayı haline dönüşür.

Ayaklanma insanın aslında doğuştan yatkın olduğu bir olaydır. Bireylerin içinde yaşadığı toplumsal olaylar ekonomik, ideolojik, dinsel ve sosyal farklılıklar bu gibi isyanların nedenleri olabilir.

Devlet sistemi bunları ortadan kaldırabildiği oranda isyan olayı ile karşılaşmaz.

Osmanlı İmparatorluğunun karşılaştığı 43 ayaklanmanın en önemlisi Celali İsyanlarıdır. Bu bir seri devam eden devletin adaletsizliğine, keyfiliğine ve merkezi otoritenin zayıflamasından doğan boşluğun doldurulmasına yönelik hem hanedana ve hem de çevresindeki kitlelere veya bir tarikatın kendisini kabul ettirmeye yönelik çabası olarak düşünülebilir.





Osmanlı Dönemi Halk Ayaklanması



1. İzmir Oğlu Cüneyt Bey Ayaklanması / 1414

1402 Ankara Savaşı'nda Yıldırım Bayezid’in Timur’a mağlup ve esir düşmesinden sonra Aydınoğlu Beyliği tekrar canlanmıştır. Aydınoğlu hanedanının başında bulunan İsa Bey ölmüş bulunduğundan, beyliğin başına Timur Han'ın emriyle, İsa Bey'in oğlu Aydınoğlu Musa Bey geçti. Musa Bey'in de ertesi yıl vefatı üzerine, 1403'de yerine Aydınoğlu II. Umur Bey geçti. Fakat, Aydınoğlu İbrahim Bahadır Bey'in oğlu ve o sırada Timur tarafından Cenevizlilerden tamamen alınmış bulunan İzmir'in valisi olan Cüneyd Bey buna karşı çıkarak, saltanat iddiasında bulundu. II. Umur Bey'in üzerine yürüyerek payitahtı Ayasuluk’u (Selçuk) zapteden Cüneyd Bey, Umur’un 1405’te ölümüyle de, Aydınoğlu topraklarına tek başına hakim oldu ve bu hakimiyetini aralıklarla 1425’e kadar sürdürdü.

Cüneyd Bey, konumunu sağlamlaştırmak için, Osmanoğlu hanedanı içinde Fetret Devri boyunca cereyan eden taht kavgalarına karıştı, ve her defasında şehzadelerden birini tutarak, zaman zaman kendisine müttefik bulmak veya mevcut ittifaklara katılmak yolunu tuttu. Birçok kereler başarısızlığa uğramasına rağmen, kendini bağışlatmayı bildi ve her seferinde yeni vazifeler almaya muvaffak oldu.

İzmiroğlu Cüneyd Bey'in Fetret Devri içinde karıştığı başlıca gaileler şunlardır:

1404 yılında I. Mehmed Çelebi'nin Bursa'ya girerek hükümdarlığını ilan etmesinden sonra Ulubat'ta yendiği kardeşi İsa Çelebi, önce Bizans'a, sonra Edirne'deki diğer kardeş Süleyman Çelebi'ye, I. Mehmed'e ikinci defa yenilmesinden sonra da İsfendiyar Bey'e, üçüncü yenilgisinden sonra ise İzmiroğlu Cüneyd Bey'e sığınmıştı. Onun aracılığıyla Saruhan ve Menteşe Beyleriyle anlaşarak talihini bir kere daha denemek istedi, ancak yine mağlup oldu ve bu defa Karamanoğlu Beyliği'ne iltihak etti. Ancak bir süre sonra yakalanarak ortadan kaldırıldı.

Anadolu'da yalnız kalarak kuvvetlenen I. Mehmed'in bu kez karşısına çıkan Edirne'deki kardeşi Süleyman Çelebi'nin hakimiyetini İzmiroğlu Cüneyd Bey ve Menteşeoğlu İlyas Bey kabul ettiler. Ancak I. Mehmed'in diğer kardeşi Musa Çelebi'yi Rumeli'ye göndermesiyle geri çekilmek zorunda kalan Süleyman Çelebi, Musa Çelebi'nin bir baskını ile ortadan kaldırıldı.

Süleyman Çelebi'yi bertaraf eden Musa Çelebi Edirne’de bu kez kendi hükümdarlığını ilan edince İzmiroğlu Cüneyd Bey bu defa da onun tarafına geçti. Musa Çelebi I. Mehmed'in Anadolu’da kuvvetli olduğunu bildiği için daha ziyade Bizans'la meşgul oldu ve İstanbul'u bir kez kuşattı. Bu arada sonradan büyük bir isyan çıkaracak Şeyh Bedreddin’i kazasker yaparak, nüfuzunu artıracağı bir mevki edinmesini sağladı. Bizans İmparatoru'nun Musa Çelebi'ye karşı yardım istemesiyle I. Mehmed 1411’de İnceğiz mevkiinde kardeşi ile savaşa girişti ve kaybetti. Gemilerle Anadolu tarafına geçerek yaralı bir halde Bursa’ya geldi. Bir yıl sonra Musa Çelebi’yle yaptığı ikinci savaşta da yenildi. Musa Çelebi’nin sert yönetiminin ahaliyi I. Mehmed tarafına meylettirmesiyle I. Mehmed kardeşine karşı üçüncü defa Rumeli’ye geçti. Kendisine katılan Sırp despotu ve bazı ümera ile birlikte, Tuna’ya çekilmekte olan Musa Çelebi üzerine yürüyen I. Mehmed, Çamurlu Derbend mevkiinde meydana gelen savaşta Musa Çelebi’yi nihayet yendi. Musa Çelebi, yaralı olarak kaçarken yakalanıp boğduruldu ve Bursa’ya nakledilip, babasının türbesine defnedildi. İzmiroğlu Cüneyd Bey ise Ohri'ye sürüldü.

Ancak İzmiroğlu Cüneyd Bey kısa süre sonra Ohri’den kaçarak Aydın’a geldi ve Ayasuluk’u (Selçuk) kuşatarak şehri aldı ve sancakbeyini öldürttü. I. Mehmed, Anadolu’ya dönünce önce Cüneyd Bey üzerine yürüyüp, Çandarlı (1.) İbrahim Paşa eliyle Menemen, Kayacık ve Nif kalelerini aldı.

Bu arada İzmir de temelli olarak Osmanlı Devleti idaresine alındı. İzmiroğlu Cüneyd Bey'in sürekli istikrarsızlık unsuru oluşturması, ailesinin ve kuvvetlerinin içinde bulunduğu Kadifekale kuşatmasını uluslararası bir olay haline getirmişti. Rodos, Midilli ve Sakız Hıristiyan donanmaları ile Menteşe Beyliği donanması da Osmanlılarla işbirliği yaparak İzmir'in zaptında rol oynadılar. Rodos Şövalyeleri yardımları karşılığında Timur tarafından yıktırılan İzmir Okkale'yi yeniden inşa etme talebinde bulundular. I. Mehmed Rodos Şövalyelerinin ısrarlarına karşı direndi; ancak ilişkileri büsbütün bozmak istemediği için onlara Bodrum Kalesi'ni inşa etmelerine izin verdi.

Bu arada Çelebi I. Mehmed, Cüneyd’in annesinin ricası üzerine İzmiroğlu Cüneyd Bey'i affederek 1414’te ona Niğbolu Sancakbeyliğini verdi ve Aydın sancakbeyliğine de Bulgar kralı Şişman'ın müslüman olan oğlu Süleyman'ı atadı.

İzmiroğlu Cüneyd Bey, affedilip Niğbolu sancakbeyi tayin edilmişken, Düzmece Mustafa'nın ortaya çıkmasıyla bu sefer onunla birlik oldu ve padişaha tekrar baş kaldırdı. Harekete Eflak voyvodası Mirçe'yi de dahil edip Tesalya ve Selanik tarafında büyük karışıklıklar çıkardılar. Bu bölgeyi seçmelerinin sebebi, yenilgi halinde, o dönemde hem Bizans İmparatorlu'na hem de Osmanlı Devleti ile bağımlılık anlaşmaları olmakla birlikte özerk bir konumda olan Selanik'e sığınabilme düşüncesiydi.

Nitekim I. Mehmed, Çelebi Mustafa ordusunu Selanik mıntıkasında yendi ve isyancılar Selanik valisi Dimitrios Laskaris'in himayesine sığındılar. Uzun müzakerelerden sonra I. Mehmed, Bizans İmparatoru II. Manuel Palaiologos isyancıların Selanik'te tutuklanmalarına ve Bizanslıların yıllık üçyüz bin akçe karşılığında kayd-ı hayat şartıyla Çelebi Mustafa, Cüneyd Bey ve otuz üç maiyetinin Limni adasında sürgün edilmelerine ikna etti.

1421 Mayısında tahta geçen II. Murad padişah değişikliklerinin karışıklıklara gebe olduğunu bildiğinden ve daha bir yıl öncesinde, şehzadeliğinde, Rumeli'de Şeyh Bedreddin İsyanı'nın, Ege Bölgesi'nde Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal (Samuel) isyanlarının bastırılmasına bizzat nezaret ettiğinden, gönül alıcı mektuplar ve çok değerli hediyeler göndermek suretiyle herhangi bir kargaşa çıkmasını baştan önlemek istiyordu.

II. Murad zamanında da mevkiini koruyan Amasyalı Beyazıd Paşa, I. Mehmed'in ölümünün duyulmasından sonra Bizanslilar tarafından serbest bırakılan ve bu sefer yeni meşru hükümdarla mücadeleye başlayan Çelebi Mustafa'nın üzerine gönderildi. Edirne'nin Sazlıdere mevkinde Çelebi Mustafa'nın kuvvetleriyle karşılaştı. Emri altındaki askerlerin büyük çoğunluğu Çelebi Mustafa tarafına geçince teslim olmak zorunda kaldı ve ertesi gün İzmiroğlu Cüneyd Bey'in tahrikleriyle katledildi.

Sazlıdere zaferinden sonra Çelebi Mustafa bir süre boyunca güçlendi ve Edirne'de saltanat sürmeye başladı. Fakat Çelebi Mustafa kendine bağlı birlikler ile karşı tarafın avantajını değerlendirmekte geç kalmıştı. Bundan istifade eden II. Murad'ın birlikleri Ocak-Şubat 1422'de Ulubat Çayı kenarında Çelebi Mustafa güçleri ile karşı karşıya geldiler. II. Murad'ın maiyetindeki Hacı İvaz Paşa ve Mihaloğlu Mehmed Bey gibi şahısların, Çelebi Mustafa'ın emri altında bulunan Rumeli beylerini sözlü ve yazılı olarak etkilemesi üzerine, herhangi bir çarpışma olmaksızın Çelebi Mustafa'nın kuvvetlerinde bir moral çöküntüsü yaşandı. Bunu farkeden ve Çelebi Mustafa'nın sonunu iyi görmeyen İzmiroğlu Cüneyd Bey de değerli eşyaları ve kendisine bağlı yetmiş kişi ile birlikte gece vakti karargahtan kaçarak Aydın yöresine sığındı.

Ancak Düzmece Mustafa olayı Osmanlı Devleti açısından bardağı taşıran son damla olmuştu. Döndüğü Aydın yöresinde Aydınoğulları Beyliğinin eski topraklarını tekrar ele geçirmek niyetiyle Bizanslılar ve Venediklilerle ilişkiler kurmak çabası içine girdi. Aydın Sancak beyi Yahşi Bey ve Anadolu Beylerbeyi Oruç Bey Cüneyd Bey'in üstesine gelemeyi başaramadılar. Yeni Anadolu Beylerbeyi atanan Hamza Bey ise Cüneyd Bey'i Akhisar civarında yenilgiye uğrattı. Sıkıştırılan Cüneyd Bey Sisam adası karşısındaki İpsili kalesine sığındı. Ancak Osmanlıların Anadolu'daki en önemli hasmı konumunda olan Karamanoğlu Beyliği'nden destek sağlamak icin gizlice Karamanoğlu İbrahim Bey'in yanına kadar gidip bir miktar Karaman askeri ile döndüğünde, bu yardımcı kuvvetler İpsili'ye varışta Cüneyd'i terkettiler. Bu suretle istediği yardımı bulamayan Cüneyd Bey Osmanlı Anadolu Beylerbeyi'ne teslim olmak zorunda kaldı. Osmanlı Devleti başına devamlı gaile yaratan Cüneyd Bey ve yanındaki oğlu Beyazıd ile birlikte öldürüldu. Sonra da Çanakkale hapishanesinde bulunan diğer oğlu Kurt Bey ve kardeşi Hamza Bey de öldürülerek soyuna son verildi.

Bu bir türlü rahat durmayan tarihi şahsiyetin ortadan kaldırılmasıyla Aydınoğlu Beyliği toprakları tamamıyla Osmanlı Devleti'nin hakimiyeti altına girmiştir (1425).




2.Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal Ayaklanması / 1420

Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, Şeyh Bedreddin'in baş müridleridir. 1420 yılında İzmir Karaburun Yarımadasında gerçekleşmiştir.



3. Rumeli’de Şeyh Bedrettin Ayaklanması / 1420



Kesin olmayan tarihlere göre Şeyh Bedreddin 1365 yılında Edirne’nin kuzeyinde Eskizagna-Kızanlık yolu üzerinde Simavna kasabasında doğmuştur. Eğitimine de Edirne’de başlamıştır. Buradan Bursa ve Konya’ya geçerek fıkıh, hadis, kelam, belagat, tefsir gibi eğitiminlerini tamamlar. Daha sonra hayatını değiştirecek yer olan Mısır’a doğru hareket eder. Mısır’da Muhammed Bin Ekmeleddin, sonradan ünlü bir tıp bilgini olan Hacı Paşa, ozan Ahmedi, Şemsettin Fenari gibi islam düşüncesinin o çağda önemli aydınları arasında yer alıp ilk tasavvuf eğitimini alır. Şeyh Hüseyin Ahlati de bu bilginlerden birisidir. Şeyh Ahlati Alevidir. Şeyh Bedreddin ise, aldığı eğitim çerçevesinde sünnidir. Ancak aradan geçen zaman Şeyh Bedreddin’i Alevi anlayışa doğru sürüklemiştir. Şeyh Hüseyin Ahlati öldükten sonra onun yerine geçer. Bu görevi fazla uzun sürmez. Şam, Halep, Karaman, Konya, Aydın, Tire ve İzmir’e uğrar ve 1406 yılında Edirne’ye gelir.

Bu zamanlarda Osmanlı’nın taht kavgaları yaşanmaktadır. Musa Çelebi bu kavgadan “galip” çıkarak Edirne’yi ele geçirir. Şeyh Bedreddin kazaskerdir artık. 1413 yılında bu görevi son bulur. Musa Çelebi’nin kardeşi Çelebi Mehmet tahtı ele geçirir ve Şeyh Bedreddin’i İznik’e sürgüne gönderir. Şeyh Bedreddin burada örgütlenme faaliyetlerini artırır. İnsanlar taht kavgalarından dolayı huzursuzdur. Bu huzursuzluğunun yanında Osmanlının baskıları da eklenince bıkkınlık artar.

Bedreddin’in de insanlara vaat ettiği düşünceler bu çerçevededir. Bedreddin sevgiyi, insanın bütün kötülüklerden kurtulması, yücelmesi ve Tanrı katına yükselmesi olarak anlar. Eşitlik ve kardeşlik düşüncesini hep ön planda tutar.

Bedreddin cenneti dünyada arayanlardandır. Varidat adlı eserinde Tanrıyı “bütün işlerin kendi özünden doğması, olgunluk nitelikleriyle nitelenmiş olması yüzünden salt varlık” olarak açıklarken, “salt varlığa” yüklenen “yalnız kendisiyle, kendi özü ile varolan, başka bir nesnenin varlığını gerektirmeyen varlık” anlamıyla, hem yaratılmanın hem de yoktan varolmanın reddiyle, her insanın Tanrı’nın dünya üzerindeki görünümü olduğu biçimde açıklar. Bu anlayış İslama, şeriat ilkelerine tamamen aykırıdır.

Şeyh Bedreddin, yeniden dirilişi “bir gövde ile ayrıntıları, dağılıp yokolduktan sonra yeniden eski biçimine dönmez, yeniden birleşip bütünleşemez, var olamaz” diyerek ret eder.

Bu görüşler Anadolu’ya yayılır. Bunda en önemli rol de Şeyh Bedreddin’in müritlerinden özellikle Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’dir. Anadolu’nun değişik kentlerinde örgütlenme çalışmaları yapan bu insanlar Şeyh Bedreddin’e oldukça insan kazandırmıştır. Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise, Manisa’da Osmanlı ordusuna karşı direnişler gerçekleştirmektedir.

Bu direnişler Osmanlı tahtı için tehlikeli görülür. Çelebi Mehmet direnişi bastırmak için askeri gücünü seferber eder. Karaburun’da Börklüce Mustafa işkence edilerek öldürülür. Bu direnişlerde Osmanlı ordusu kayıplar vermektedir. Fakat, direniş bastırılır. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal işkencelerden geçirilir. Bu işkencelere karşı kahramanca direnilir, teslim olunmaz. Bu yenilgiden sonra Şeyh Bedreddin, Rumeli’de önce Eflak, oradan da kendisini sevenlerin çok olduğu Deliorman’a gider. Burada Osmanlı Ordusuna esir düşer ve Serez Çarşısı’nda, 1420’de idam edilir.

1924 nüfus mübadelesinden sonra İstanbul’a gelen muhacirler nâşını da taşıyıp, yıllarca çinko bir tabutta sakladılar. 1960 darbecilerinin emriyle Sultan II. Mahmud türbesine gömüldü.





4. Küçük Mustafa Ayaklanması / 1423

Küçük Mustafa, Çelebi Sultan Mehmet'in oğlu olup babasının sağlığında henüz on üç yasında iken Hamideli sancak beyliğine tayin edilmişti. Küçük Mustafa, babasının ölümünü müteakip, II. Murat’ın Osmanlı tahtına geçmesi üzerine, öldürülmek korkusu yüzünden Karamanoğlu'nun yanına kaçmıştı.

Sultan II. Murad, İstanbul muhasarası ile meşgulken Bizans İmparatoru'nun el altından teşvik ve uğraşılan sonucunda Anadolu'da saltanat iddiasına kalkışmıştı. İmparator, kuşatmadan kurtulmak için şehzadenin lalası Şarabdar İlyas'a mektuplar yazarak külliyetli miktarda altın göndermişti ki, bunlarla asker toplayabilsin. İş bu kadarla da bitmeyecek ve İmparator, Küçük Mustafa'yı İstanbul'a getirtecekti.

İstanbul'a gelen Küçük Mustafa, Manuel ve onun çocukları ile görüşür. Bu görüşmede, muvaffak olduğu takdirde imparatora karsı yapacağı fedakârlık hakkında teminat verdikten sonra Rumların verdikleri kuvvetlerle Anadolu tarafına geçerek faaliyetlere baslar. Bu faaliyetleri esnasında, daha basından beri Osmanlılarla çekişen Karamanoğlu'nun Turgutlu Türkmenleri ile Germiyanoğlu'nun kuvvetleri de kendisine iltihak eder. Şehzade Mustafa bu şekildeki bir iddia ile ortaya çıkmakla, babasının vasiyeti hilafına hareket etmiş oluyordu.


Mustafa, topladığı kuvvetlerle Bursa üzerine yürür. Fakat Bursa halkı, şehri ve kaleyi Mustafa'ya teslim etmek istemez. Bu sebeple kendisine, memleketin ileri gelenlerinden Ahi Yakub ile Ahi Hoşkadem'i elçi olarak gönderir. Bunlar, Mustafa'ya para ve hediyeler takdim etmek suretiyle onu Bursa'yı almaktan vazgeçirmeye çalışırlar. Elçiler, Şehzade Mustafa'nın kendisine vezir yaptığı ve bütün bu olaylara sebep olan Şarabdar İlyas ile de görüşürler. Heyet, Bursalıların Sultan Murat’a söz verdikleri için ona sadakatle bağlı kalacaklarını ve gerekirse şehri müdafaa edeceklerini söyler. Ayrıca, bir Osmanlı şehrinin Karamanoğlu'nun kuvvetleri ile vurulmasının da doğru olmayacağını anlatır. Şarabdar İlyas, heyetin bu teklifini kabul edince, Mustafa'nın ordusu oradan ayrılıp İznik tarafına doğru harekete geçer.

Şehzade Mustafa, İznik kalesini kırk gün kadar kuşatma altında tutar. Padişah, kaleyi sulh yolu ile teslim etmesini bildirerek Mustafa orada meşgulken kendisinin yetişeceğini yazar. Ayrıca, küçük şehzadeyi alet edip kullanan Şarabdar İlyas'ı da ondan ayırmaya çalışır. Bunun gerçekleşmesi için Şarabdar İlyas'a adamlar göndererek kendisini Anadolu beylerbeyliğine tayin edeceğini bildirir. Şarabdar'a gelen adam, Beylerbeyilik beratını da yanında getirmişti. Bu makama karşılık Sultan II. Murad, Şarabdar İlyas'tan çok önemli bir hizmet bekliyordu. O da kendisi gelinceye kadar Şehzade Mustafa'nın kaçmasına engel olup onu oyalaması idi.

Sarabdar İlyas, tıynetini bir defa daha ortaya koymuştu. Vaktiyle Çelebi Mehmet'in taraftarı iken Süleyman'ın vaade ettiği menfaat karşılığında derhal Çelebi Mehmet'i bırakarak karsı tarafa geçmişti. Bu defa da saf değiştirmekte bir sakınca görmemişti. Anadolu beylerbeyliğine konduğunu öğrenince kendisinden istenen şeyleri büyük bir ustalıkla basardı.

Ali Bey, Sultan II. Murad'dan aldığı talimat üzerine muhasaranın kırk gün uzamasından dolayı halka ve şehre hiç bir zarar gelmeyeceğine dair yeminli söz aldıktan sonra teslim olur. Sarabdar İlyas da aldığı Beylerbeyilik müjdesi üzerine şehirden ayrılmaz. Çandarlızâde İbrahim Paşa'nın sarayına yerleşen Küçük Mustafa, tımar ve memuriyetler vermek suretiyle hükümdarlığını ilan etmiş oluyordu. Böylece Osmanlı mülkünde, yeniden ikinci bir hükümdar tehlikesi belirmişti.

Sultan II. Murat, bütün gücü ile İstanbul'u kuşatıp feth etmek üzere iken, kardeşi Küçük Mustafa'nın faaliyetleri üzerine, bazı tedbirler alarak kuşatmayı kaldırmak zorunda kalır. Çünkü kardeşinin hareketleri, memleketi ikiye bölmeye yönelikti. Bu ise daha tehlikeli bir durum arz ediyordu. Onun için derhal Gelibolu yolu ile Anadolu'ya geçip İznik üzerine yürür. Sultan II. Murat’ın bu yolculuğu devam ederken Şehzade Mustafa'nın, İznik'te kalmasını tehlikeli bulan Germiyan ve Turgutlu kuvvetlerinin komutanları, onu buradan uzaklaştırmaya çalışırlar. Onu tehlikeden korumak için Karaman, Germiyan veya İstanbul'a götürmek istedilerse de daha önce Sultan Murad'dan Beylerbeyilik beratını almış olan Sarabdar İlyas, çeşitli bahaneler ileri sürerek buna mani olur.

Sultan II. Murat’ın ordusu, yola çıkısının dokuzuncu günü gece geç saatlerde İznik'e gelir. Mustafa'ya bağlı olan askerlerin şaşkın bakışları arasında, sabahın erken saatlerinde açılan kapılardan İznik'e girilir.

Küçük Mustafa, Mihaloğlu tarafından yakalanmak üzere iken Mustafa'nın beylerbeyi olan Taceddinoğlu Mahmud Bey, bir at bulup onu kaçırmak ister. Fakat bunda muvaffak olamaz. Ama Mihaloğlu'nu durdurup onunla vuruşmaya başlar. Taceddinoğlu ile Mihaloğlu arasında başlayan bu vuruşma sonunda, Mihaloğlu şehit olur.


Sultan II. Murat’ın, İznik'i kuşattığı ve Taceddinoğlu ile Mihaloğlu'nun vuruştuğu sırada fırsat kollayan Şarabdar İlyas, Mustafa Çelebi'yi yakalayıp Murat’ın, şehrin önünde bulunan Mirahor başına teslim eder.

Mustafa Çelebi, İznik dışında bir incir ağacının dibinde boğdurulur ve cesedi Bursa’da babasının türbesine defnedilir.



Sultan II. Murat, Şehzade Küçük Mustafa'nın gailesini bertaraf etmekle benzer bir tehlikenin daha mevcut olduğunun farkında idi. Bir daha kardeş kanının akıtılmaması ve ülkenin, Bizans gibi entrikacı bir devlet ile varlığını Osmanlıların zayıflamasına bağlayan Karaman gibi bir beyliğin oyuncağı haline gelmemesi için henüz ortaya çıkmadan bu tehlike ve fitnenin ortadan kaldırılması gerekiyordu.

Bunun için Sultan II. Murad, tarihi henüz kesin olmayan bir zamanda, Tokat kalesinde tuttuğu Mahmud ve Yusuf adlarındaki iki kardeşinin gözlerine mil çektirip onları kör ettikten sonra anneleriyle birlikte Bursa'ya getirir. İdareleri için de kendilerine yüksek seviyeden maaş bağlatır.




5. Candaroğlu İsfendiyar Bey Ayaklanması / 1424

İzzeddin İsfendiyar Bey, Kastamonu topraklarını ele geçiren Osmanlı ordusunun Sinop'u tehdit etmesi üzerine Bayezid'e bir elçi gönderdi. Osmanlı tabiliğini tanıyacağını ve Sinop'un kendisine bırakılmasını isteyen İsfendiyar Bey, babası ile kardeşinin isyanlarından kendisinin mesul tutulmamasını istedi. Onun bu isteği Yıldırım Bayezid tarafindan kabul edildi ve iki taraf arasında 1392 de Kıvrım Yolu sınır tayin edildi.

Yıldırım Bayezid'in Ankara Savaşı'nda (1402) Timur'a mağlup ve esir olması üzerine Isfendiyar Bey, Osmanlı tabiyetinden kurtulmuştur. Timur'un Batı'ya doğru ilerlediği haberini alan Isfendiyar Bey deniz yoluyla gelerek Menteşe'de Timur'la görüştü ve pek çok hediye vererek bağlılığını bildirdi. Timur, buna karşılık Isfendiyar Bey'e kendisinin sahip olduğu topraklara ilave olarak Kastamonu, Çankırı, Kalecik ve Tosya gibi Candarogulları Beyliği'nin eski topraklarını da verdi.

Isfendiyar Bey, Timur'un himayesinde Candaroğulları Bey'i olarak idareyi ele aldı ve bastırdığı paralarla Timur'un adını zikretti. XV. yüzyılın başlarında Anadolu'ya gelen İspanyol seyyahı Clanjo, Candaroğulları Beyliği hakkında bilgi verirken, İsfendiyar Bey'in Timur'a vergi verdiğini, onun adına para bastırdığını, İnebolu'nun beyliğin sınırları içinde olduğunu yazmıştır.

İsfendiyar Bey, kendi idaresi altında bulunan topraklardan Çankırı, Kalecik ve Tosya'yı en çok sevdiği oğlu Hızır Bey'e vermeyi düşünüyordu. Bunu öğrenen ve Mehmed Çelebi'ye yardım için Rumeli'ye giden Kasım Bey babasına darılmıştı. Hatta, Eflâk Seferinden dönüşte Kastamonu'ya gitmeyerek, babasının kardeşine vermeyi düşündüğü yerlerin kendisine alınmasını istemiş ve Osmanlı himayesine sığınmıştı.

Oğlunun bu davranışından memnun kalmayan İsfendiyar Bey, Osmanlılar'ın isteğine karşı çıkamadığından Mehmed Çelebi'ye bir elçi göndererek Çankırı, Kalecik ve Tosya'yı Kasım Bey'e değil, Osmanlı hükümdarına bıraktığını arzetti. Bunun üzerine Çelebi Mehmed, Ilgaz dağını sınır kabul ederek, Isfendiyar Bey'in bıraktığı yerleri, Osmanlı hizmetine giren Kasım Bey'e verdi. Böylece Candaroğulları Beyliği biri yarı bağımsız, diğeri Osmanlı hâkimiyetinde olmak üzere şeklen ikiye bölündü. Daha sonra Samsun ve civarını Osmanlı topraklarına katmak isteyen Çelebi Mehmed, Cenevizliler'den hristiyan Samsun'u, İsfendiyaroğlu Hızır Bey'den de Müslüman Samsun'u aldı (1419). Bu sefer sonunda Candaroğulları Beyliği'nin sınırları doğuda Sinop, güneyde Ilgaz ve batıda Araç kasabası tarafından çevrilmiştir.

Osmanlı Devleti'ndeki saltanat değişikliğinden kendi lehine yararlanmak isteyen İsfendiyar Bey, II.Murad'ın padişahlığının ilk döneminde oğlu Kasım Bey üzerine yürüdü. Osmanlı ordusunun karşı koymasıyla İsfendiyar Bey yenilerek Sinop'a çekilmek ve baris istemek zorunda kaldi (1423).

Bunun üzerine yapilan antlasma sartlarina göre, İsfendiyar Bey, II. Murad'a tabi olacak, her sene padişahın seferlerine asker gönderecek ve Küre-i Nühas gelirlerinden önemli bir kısmını Osmanlı Devletine verecekti.

Isfendiyar Bey, II.Murad ile dost geçinmek mecburiyetinde olduğunu görünce iki hanedan arasında aile bağı kurmaya çalıştı ve oğlu II. İbrahim Bey'in kızını II. Murad'a nikahladı. Böylece, Candaroğulları Beyliği bir müddet daha yaşama imkânı bulmuş oldu.



6. Karamanoğulları Ayaklanması / 1444



Sultan Murad'ın damadı Karamanoğlu Ali Bey, Varsak ve Turgutlu aşiretlerini, Sultan Murad'ın Hamidoğlu Hüseyin Bey'den sa*tın almış olduğu kasabalara saldırtıyordu.

Sultan Murad, durumdan haberdar olduğunda, sadrazam Ali Paşa ve Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa'ya, acele hazır*lanıp Anadolu'ya geçmelerini bildirdi, kendisi de Kütahya'ya geldi. Kütahya toplanma bölgesi oldu. 50.000 kadar asker biraraya geldi.

Osmanlı kuvvetleri, Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa, Sadrazam Ali Paşa'nın kuvvetlerinin yanında, 2000 kadar da Sırp askeri, Kastamonu'dan da bir miktar yardım askeri gel*mişti.

Karamanoğlu Alî Bey ise Türkmen ve Tatarlardan çok miktarda asker toplamıştı.

1386 yılında iki ordu, Konya'ya 6 mil mesafede karşılaşıp harp nizamına girdiler. Sultan Murad'ın merkezde yeraldığı, Yıldırım Bayezıd'ın sol, Yakup Bey'in sağ cenahta bulunduğu Osmanlı Ordusu, Tatar ve Varsak aşiretlerinin ok yağmuruna yıldırım suretiyle dalış yapan Bayezıd Bey'in, Karaman Ordusunun sağ cena*hını çökertmesi, Timurtaş Paşa'nın Bayezıd Bey'i zamanında takviye etmesi, Karamanoğlu Ali Bey'in planlarını bozar.. Tek çare sulta*nın affına sığınmak. Bununda çaresi hanımı Nefise sultanı, babasına gönderip af talebinde bulunmaktı.

O da öyle yaptı. Nefise Sultan, Konya ulemasının refakatinde babasının huzu*runa giderek, ayaklarına kapanıp, kocasının affını istedi. Sul*tan Murad'dan af vaadini aldıktan sonra Karamanoğlu kendi*si gelerek sultanın ayağına yüz sürdü. Bir daha karşı gelmi-yeceğini ve sözünden asla dönmiyeceğine yemin etti. Sultan da kendisni affedip, beyliğine bıraktı.




7.Şahkulu Ayaklanması / 1511



Baba Tekeli İsyanı adıyla da bilinen Şahkulu İsyanı 1511 yılında II. Bayezid döneminde gerçekleşmiştir. Alevi Türkmenlerinin ezildiğini iddia ederek Osmanlı yönetiminden çıkıp Safevilerin yönetimi altına girilmesi gerektiğini savunan Şahkulu liderliğinde başlayan bu isyan İzmir, Manisa, Antalya, Mersin, Konya, Karaman, Kırşehir, Çorum, Yozgat, Tokat ve Amasya gibi geniş bir alana yayılmıştır.
Şeyh Bedrettin isyanından sonra Osmanlı Devleti’nde dini nitelikli diğer önemli bir isyan olan Şahkulu isyanının sebepleri şunlardır;

- Vergi sistemindeki adaletsizlikler

-Devlet yönetiminde Türkmenlerin dışlanması

-Şii olan Safeviler’in etki alanını genişletmek istemesi ve bu amaç için Anadolu’da Şii propagandası yapması

Oldukça geniş bir alana yayılan bu ayaklanma Şahkulu’nun yakalanıp idam edilmesiyle bastırılmış oldu.
Şahkulu İsyanı’nın sonuçları;

-Mezhep çatışmaları bu isyandan sonra arttı.

-Ege Bölgesindeki 15 bin Alevi, Mora’ya sürgün edildi.

-Anadolu dağılma tehlikesi geçirdi.

Bu isyan doğu bölgelerine kadar yayılmış, doğudaki isyan o sırada şehzade olan Selim tarafından son derece kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Öyle ki, resmi kaynaklara göre bu isyanın bastırılması sırasında 40 binden fazla Alevi öldürülmüştür. Gayriresmi rakamlara göre ise bu rakam 100 binin üzerindedir.
Kaynak: tr.wikipedia.org / barikat-lar.de / blogcu.com /enfal.de/ tarihsayfasi.com / bilgibirikimi.net /

Görseller: ekrembugraekinci.com / siirsanati.com / antalyakentmuzesi.org.tr / atesnet19.com /
  Alıntı ile Cevapla
10 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 17.09.2015, 22:27   #2
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Osmanlı'dan Günümüze Ayaklanmalar ve İsyanlar

8. Mısır'da Hain Ahmet Ayaklanması / 1524

Osmanlı tarihinde 1524 yılında Mısır'da meydana gelen isyana verilen isim. Padişah Kanuni Sultan Süleyman geleneğe göre Hain Ahmed Paşayı sadrazamlığa getirmesi gerekirken, Mısır valiliğine atadı ve sadrazamlığa 4. vezir Pargalı İbrahim Paşa'yı getirdi.

Ahmet Paşa Memlüklü devlet adamlarını çevresinde toplayarak isyan etti. Beylerbeyi olarak Mısır'a vardıktan sonra bağımsızlığını etti ve yeni bir devlet kurmak için para bastırarak hutbe okuttu. Sadrazam İbrahim Paşa isyanı bastırmak ile görevlendirilip Mısır'a gitmişse de, Hain Ahmed Paşa sarayında kendi adamları tarafından öldürülmüştür.

Bir başka görüşe göre de; Ahmet Paşa Karamanoğullarından bir vezirdir.

Yavuz Mısır seferi sonrasında çıktığı Avrupa seferinde Ahmet Paşa'ya sadrazamlık için ferman çıkarmış ancak Çorlu yakınlarında vefatı dolayısı ile yerine geçen oğlu Sultan Süleyman bu emri uygulamayıp yerine hasodabaşısı İbrahim Paşa'yı getirmiş ve Ahmet Paşayı da Mısır'a vali yapmıştır.

Ahmet Paşa kendine yapılan haksızlık nedeniyle Mısır'da baş kaldırmıştır.


9. İstanbul’da Yeniçeri Ayaklanması / 1525



1525′te İstanbul’da Yeniçeriler isyan edip, şehrin büyük bir kısmını yağmaladılar. Sadrazam (Pargalı) İbrahim Paşa'nın, hain Ahmed Paşa isyanını bertaraf etmek için Mısır’a gitmesini fırsat bilen muhalifleri, yeniçerileri isyana teşvik ettiler.

Kanuni Sultan Süleyman, Edirne’den yeni dönmüş ve Kâğıthane’ye gelmişti. Padişahın yokluğundan da yararlanan yeniçeriler, 16 Mayıs 1525′te İstanbul’da başta Sadrazam İbrahim Paşa’nın sarayı olmak üzere Vezir Ayas Paşa ve Defterdar Abdüsselam gibi devlet ricalinin konaklarını, gümrükleri, dükkanları ve halkın evlerini yağmaladılar. Ertesi gün yeniçeriler ağa kapsına gelip, “Bizim bu fesada rızamız ve şenaatten haberimiz yoktur. teftiş edini bulunsun!” dediler.Yeniçeriler ilk defa bu kadar büyük çapta ayaklandılar.

Kâğıthane’de bulunan Sultan Süleyman’da askerin isyan ettiğini öğrenir öğrenmez hemen deniz yolu ile İstanbul’a gelmişti. Sultan, ilk iş olarak geniş bir soruşturma yaptırdı ve askeri tahrik ettikleri anlaşılan Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa’yı derhal idam ettirdi. Mustafa Paşa kethüdası Bali ile Reisülküttab Haydar da olaya karıştıkları için hapsedilip, bir süre sonra öldürüldüler. Padişahın hızlı ve sert bir şekilde olaya müdahale etmesiyle isyan daha fazla yayılmadan yatıştırıldı.



10. Celali Ayaklanması / 1500-1658



XVI ve XVII. yüzyıllarda Osmanlı idaresine karşı Anadolu’da meydana gelen isyanların genel adı.

“Celâl’e mensup” anlamına gelen Celâlî tabiri, XVI. yüzyıl başlarında isyan eden Bozoklu Şeyh Celâl’le ilgilidir. Celâlî isyanları başlangıçta, Osmanlı idaresinden memnun olmayan zümrelerin ve Şiî eğilimli Türkmen gruplarının Safevîler’in de tahrikiyle devlete baş kaldırmaları şeklinde ortaya çıkmış, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren büyük bir mesele halini alarak değişik bir mahiyet kazanmıştır. Osmanlı devlet anlayışı, bu isyanları “hurûc ale’s-sultân” - ''Sultana karşı ayaklanma'', olarak değerlendirmiş ve kaynaklarda bu ifade sık sık kullanılmıştır.

Bozoklu Celal


II. Bayezid zamanında (1481-1512) Şah İsmâil’in propagandası en çok Hamîd ve Teke illerinde kendini gösterdi. Şahkulu (Şeytankulu) Baba Tekeli liderliğinde devlete baş kaldıranlar “devlet ve saltanat bizimdir” iddiasındaydılar. Yine I. Selim tahta çıktığı sıralarda Nur Ali adlı bir âsi Tokat ve Amasya taraflarına hâkim olmuştu. Çaldıran Zaferi (1514) Şah İsmâil’in tesirini azaltmakla birlikte tamamen ortadan kaldıramadı. 1519’da Bozoklu Şeyh Celâl adında bir kişi mehdîlik iddiasıyla Tokat civarında isyan edince bundan sonraki isyanlar, hangi gaye ile ve ne türden olursa olsun, halk arasında onun adına nisbetle Celâlî sıfatıyla anılmaya başlandı. Artık halk kendisine zarar veren her âsiyi Celâlî olarak görüyor, kaynaklarda da âsi liderinin ismi Celâlî tabiriyle birlikte geçiyordu. Bozoklu Şeyh Celâl’in çıkardığı isyanın şiddetle bastırılmasından sonra
Kanûnî Sultan Süleyman’ın saltanatının ilk yıllarında da dinî eğilimli bir dizi isyan çıktı. Safevî tahrikleri yanında hükümetin ve mahallî idarecilerin malî uygulamalarından şikâyetçi olanlarla bir kısım Türkmen grupları devlet için oldukça büyük bir tehlike haline geldiler.

Alevîlik davasıyla isyan eden Sülün, Baba Zünnûn, Domuzoğlan, Yekce (Yenice), Karaisalı cemaatinden Velî Halîfe çevrede büyük tahribat yaptılar. Âsi Kalender ise Hacı Bektâş-ı Velî sülâlesinden olduğunu iddia ederek etrafına abdallar, dervişler ve müridler toplamıştı. Onun isyanı ile Celâlîlik hareketi yeni bir şekil alıyordu. Artık hedef sadece mezhep davası olmayıp saltanat davası şekline dönüşmüş, hatta Kalender de şah unvanıyla anılmaya başlanmıştı. Şehzade Mustafa’nın idamından (1553) sonra ortaya çıkan Düzmece Mustafa isyanı da kaynaklarda Celâlîlik olarak geçmektedir (Peçuylu İbrâhim, I, 341). Şehzade Mustafa’nın idamından sonra Rumeli’de Şehzade Mustafa olduğunu iddia eden bir âsi, etrafına halinden şikâyetçi timarlıları, çiftbozan reâyâ ve suhteleri topladı. Bu isyanı Kanûnî’yi istemeyen bir zümrenin desteklediği anlaşılmaktadır. Düzmece Mustafa teşkilâtlanıp kendisine bir vezîriâzam tayin etmiş ve doğrudan doğruya devlet idaresini ele geçirmeyi hedef almıştı.

Düzmece Mustafa hadisesinin ardından Kanûnî’nin diğer oğulları Selim ve Bayezid’in mücadeleleri yeni bir karışıklığa yol açtı. Bu devirde yüksek görevlerin Enderun’dan yetişenlere verilmeye başlanması Anadolu’daki istikrarın daha da bozulmasına sebep oldu. Seferlere katılmaktan başka bulundukları bölgenin asayişini temin etmekle de görevli olan bir kısım timar erbabı âsi Şehzade Bayezid’in etrafında yer almıştı. İsyanın bastırılmasından sonra başı boş kalan bu timar erleri işi eşkıyalığa dökerek Celâlîliğin kaynağını teşkil ettiler. Ayrıca Bayezid’in isyanı sonrasında, maaş karşılığı topladığı “yevmlü” adı verilen silâhlı askerlerin takibata uğrayanları da Celâlîler’e katıldı.

Asayişi sağlamak için Anadolu’da birçok merkeze yeniçeri bölükleri yerleştirilmesi de problemlere yol açtı. Zira herhangi bir sebeple takibata uğrayan ve timarları ellerinden alınan sipahilerin dirlikleri bunlara ve diğer kapıkullarına veriliyordu. Kapıkullarının dirlikler almaları yanında ziraat ve ticaretle uğraşmaları da halkın hoşnutsuzluğunu ve şikâyetlerini arttırdı (Turan, s. 37-41).

Diğer taraftan XVI. yüzyılda Anadolu’da önemli bir nüfus artışı olmuş (Cook, s. 33, 37), fakat ziraî alanlardaki artış buna cevap verememişti. Bu nüfus artışı Anadolu’da yersiz yurtsuz bir kalabalığın meydana gelmesine yol açtı. Toprakların yetmemesi sonucu çiftbozan olan bu gruplar için devlet ve ümerâ kapısında “kapı halkı” olmak tek çıkar yoldu. Bunların bazıları sınır kalelerine azeb, yeniçeri, donanmada levent ve gönüllü de olabiliyorlardı. İş bulamayıp boşta kalanlarsa “garip-yiğit” adları altında çoğunluğu teşkil ediyordu. Bunların bir kısmı medreselere giriyor, ancak çoğu istihdam edilemedikleri için imaretlerin etrafında başı boş gruplar oluşturuyorlardı. Bütün bunlar bazı sosyal karışıklıklara zemin teşkil ediyordu.

II. Selim devrinde bu başı boş kalabalık grupların zararları yavaş yavaş görülmeye başlandı. Bunun üzerine henüz büyümemiş bu tehlikeye karşı mahallinde müdafaa tedbirleri düşünüldü. Hükümet, köylüler arasından seçilen bir yiğitbaşı ile onun idaresinde köy delikanlılarından meydana gelen otuz kırk kişilik mahallî koruma birliklerinin kurulmasını teşvik etti. Köy halkı bir yiğitbaşı ve onun emrinde il erleri seçmek suretiyle bu grupların saldırılarından korunmaya çalıştı. İl erleri teşkilâtı Celâlî mücadelesinde önem kazandı. Ancak bu teşkilât aynı zamanda karşı tarafın güçlenmesine de sebep oldu. Nitekim taşradaki beyler levent bölüklerini himaye ederken kadılar da il erleri teşkilâtını geliştirmeye çalışıyorlardı. Bu rekabet iki taraf arasında zamanla nefreti arttırdı ve bu nefret Celâlîliği güçlendirdi. Bunların bir kısmı Celâlî gruplarına katıldı. Nitekim Celâlî reislerinden Neslioğlu bir yiğitbaşı idi.

Osmanlı iktisadî hayatındaki bozulmalar da Celâlî isyanlarının ortaya çıkıp genişlemesinde önemli rol oynadı. XVI. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü iktisadî bunalım, artan enflasyon halk üzerinde oldukça menfi bir tesir yaptı. Çarşı ve pazarlar ayarı düşük parayla (züyûf akçe) doldu ve piyasadaki denge altüst oldu. Reâyânın bir kısmının ziraatı terketmesi kıtlık tehlikesini de beraberinde getirmişti. Yasak olmasına rağmen sahillerden Avrupa tüccarına hububat satılması kıtlık tehlikesini bir kat daha arttırıyordu. Ayrıca Avrupa’da yeni yeni gelişen ticarî anlayış çerçevesinde Avrupalı tüccarların Osmanlı Devleti’ni tek taraflı bir pazar haline getirme çabaları da ticaret dengesinin bozulmasına ve önemli ölçüde iktisadî sarsıntılara yol açtı.

Öte yandan devlet görevlilerinin baskıları, devlet düzeninde bozulmaya sebep olan bir başka önemli husustu. Taşradaki idarecilerin çoğu görevleri para karşılığında satın alıyorlar, bunların büyük bir kısmı da kısa bir süre için tayin edildiklerinden bu süre içinde çeşitli “salgun”lar salarak fazla mal ve vergi toplamaya çalışıyorlardı. Nitekim bu durum Kitâb-ı Müstetâb’da, “Âşikâre bey‘ iderler kahbe-zenler mansıbı/Niçe kopmasun Celâlî nice olmasun kıtâl” beytiyle belirtilir (s. 5). Bu da halkın devlet merkezine haklı şikâyetlerine yol açıyordu. “Ehl-i örf” denilen taşradaki idareci zümrenin bu çeşit zulmü daha Kanûnî’nin son zamanlarında başlamış ve bu durumla ilgili bir adâletnâme 1565 yılında imparatorluğun her köşesine gönderilmişti. Bir taraftan idarecilerin zulmüne, diğer taraftan eşkıya saldırılarına göğüs germek zorunda kalan ahalinin çoğu ya yurt ve köylerini terkederek (celâyi vatan) daha emin yerlere gidiyor veya eşkıya (Celâlî) gruplarına katılıyordu. Özellikle 1596’dan sonra binlerce insan Celâlî saldırılarından kurtulmak için civarda emniyetli şehir ve kasabalara, İstanbul’a, hatta Rumeli’ye kaçtı. Bunlardan bir kısmı “murâbahacılık” kurbanı olmuştu. III. Mehmed döneminde (1595-1603) yayımlanan adâletnâme, reâyâyı ehl-i örfe karşı himayeyi ve Celâlîler’e karşı korumayı esas almıştı. I. Ahmed’in 1609’da çıkardığı adâletnâme ise reâyâyı doğrudan doğruya tefecilerden, ehl-i örfün baskı ve haksız salgunlarından korumayı amaçlıyordu.

Bütün bu iktisadî ve sosyal sebepler eşkıyalığın giderek yayılmasına yol açtı. II. Selim devrinde genişlemeye başlayan medreseli (suhte) isyanları III. Murad devrinde yoğunluk kazandı ve bunlar giderek mahiyet değiştirip XVI. yüzyıl sonları ile XVII. yüzyıl başlarındaki büyük Celâlî karışıklıklarına zemin hazırladı. Suhteler “baş ve buğ” olarak tayin ettikleri reisleri etrafında teşkilâtlanmışlardı. Osmanlı-İran savaşlarında suhte hareketi Anadolu’nun her tarafına yayıldı.

Ardından başlayan Osmanlı-Avusturya savaşları isyanların daha da artmasına sebep oldu. Her türlü eşkıyalık hareketinden yılmış bulunan halk bu gruplara da Celâlî demeye başladı. Bu şekilde suhte ayaklanmaları Celâlîlik hareketlerine dönüştü. Bundan sonra Celâlîler eskiye göre daha güçlü reisler etrafında toplanmaya başladılar. Artık daha iyi teşkilâtlanabiliyorlar ve devleti daha rahat tehdit edebiliyorlardı. Bu liderler genel olarak azledilmiş veya gadre uğramış hükümet mensupları ile reâyâ arasında itibar kazanmış şahıslardı. Uzun süren Osmanlı-Avusturya savaşları döneminde ilk büyük Celâlî isyanını başlatan Karayazıcı Abdülhalim de sekbanbaşılık ve subaşılık gibi görevlerde bulunduktan sonra Malatya taraflarında eşkıyalarla mücadele eden il erlerine yiğitbaşı olmuş, ardından çevresine topladığı levent ve sekbanlarla Urfa civarını yağmalamıştı. Cigalazâde Sinan Paşa’nın yoklaması sırasında (1596) Anadolu’ya kaçan zeâmet ve timar sahipleri ile kapıkulundan 30.000 kişi Karayazıcı’nın yanındaki âsilerin sayılarının artmasına yol açtı. Hükümete küskün mâzul beylerle alt bölük halkına mensup birçok elebaşı Karayazıcı’nın maiyetine girdiler. Âsiler kapıkulu teşkilâtına benzer bir askerî teşkilât da kurdular. Urfa’yı zapteden Karayazıcı rivayete göre hükümdarlığını ilân edip etrafa “Halim Şah muzaffer bâdâ” ibareli fermanlar göndermeye başladı. Üzerine gönderilen bir orduyu Kayseri civarında mağlûp ettiyse de Malatya yakınlarında Sokulluzâde Hasan Paşa’ya yenildi. Karayazıcı’nın maiyetinden artakalan Celâlî toplulukları ise yeni liderlerin emrinde eskisine göre daha teşkilâtlı olarak faaliyetlerini sürdürdüler.

Karayazıcı’nın yerine geçen kardeşi Deli Hasan’ın emrinde Şahverdi, Yularkaptı ve Tavil gibi Celâlî liderleri de bulunuyordu. Avusturya savaşlarının bütün şiddetiyle sürmesi, Celâlîler’in daha serbest hareket etmelerine ve Anadolu’nun bunlara karşı müdafaasız kalmasına yol açtı. Fırsatı kaçırmayan Deli Hasan Kütahya’yı istilâ ederek Afyonkarahisar üzerine yürüdü. Bu zor durum karşısında mesele tatlılıkla halledilerek Deli Hasan Bosna beylerbeyiliğine tayin edildi (1603). Avusturya ve İran seferleri yüzünden Celâlîler’e karşı bir varlık gösterilemiyordu. Bu sırada Kapıkulu sipahileri III. Mehmed’den ayak divanı talep ederek padişaha Anadolu’da reâyânın Celâlî elinde çektiği eziyeti arzettiler. Bundan kapı ağası Gazanfer ile kızlar ağası Osman mesul tutuldular (Kâtib Çelebi, Fezleke, I, 185-186). Bu tarihten 1608 yılına kadar Anadolu’da “büyük kaçgunluk” devri yaşandı. Halk perişan bir vaziyette yerini yurdunu terkederek daha emniyetli gördüğü mahallere, bilhassa müstahkem şehir ve kasabalara kaçtı. Anadolu âdeta bir harabe haline geldi (Akdağ, TAD, II/2-3, s. 1-50).

Diğer büyük bir âsi lideri olan Tavil Ahmed de sekbanlıktan yetişmeydi. Üzerine gönderilen kuvvetleri mağlûp ederek büyük güç kazanması üzerine (1605) Deli Hasan örneğinde olduğu gibi ona da Şehrizor beylerbeyiliği teklif edildi. Ancak Tavil isyana devam ederek Harput Kalesi’ni kuşattığı gibi oğullarından biri de sahte fermanla Bağdat valiliğini ele geçirdi. Daha sonra bunların kuvvetleri zorlukla da olsa dağıtılabildi.

Celâlî isyanlarındaki benzer özellikler Canbulatoğlu isyanında daha açık şekilde görülmektedir. Canbulatoğlu Hüseyin Paşa İran seferine katılmakta gecikince Cigalazâde Sinan Paşa tarafından idam edildi (1604). Bunun üzerine yeğeni Ali, Kilis ve civarında isyan edip etrafa hâkim oldu. Kendisine Halep eyaleti valiliği verilerek isyanın büyümesi önlenmek istendi. Bir müddet sonra Şam ve Halep’e de hâkim olan Canbulatoğlu Ali, Osmanlı ordusundaki gibi piyade ve atlı teşkilâtı kurarak adına hutbe okutup sikke kestirdi ve bağımsızlığını ilân ederek Avrupa devletleriyle de temasa geçti. Çok tehlikeli bir hale gelen bu isyan ancak 1607 yılında Kuyucu Murad Paşa tarafından bastırılabildi.

Kuyucu Murat Paşa


Celâlî Kalenderoğlu da diğerleri gibi devlet hizmetinde bulunmuş, beylerbeyi kethüdâsı ve mütesellim olmuş, hatta Kuyucu Murad Paşa Canbulatoğlu isyanını bastırmaya giderken ona Ankara sancak beyiliğini vermişti. Fakat Kalenderoğlu Ankara’ya bilfiil sahip olamayınca yeniden isyan etmiş, Manisa ve çevresini nüfuzu altına almıştı (1607). Kara Said, Meymun ve Ağaçtan Pîrî gibi meşhur Celâlî reisleri de kendisine katıldı. Üzerine gönderilen kuvvetleri mağlûp eden, şehirleri yakıp yıkan Kalenderoğlu daha sonra Kuyucu Murad Paşa karşısında tutunamayıp İran’a kaçtı.

Anadolu halkı üzerindeki Celâlî baskısı bilhassa Kuyucu Murad Paşa’nın sert ve kanlı tedbirleri sonucu tesirini kaybetti. Binlerce Celâlî’nin ortadan kaldırılmasıyla sükûnet sağlanmış, isyana meyilli olanlar da can korkusuyla sinmişti. Bu temizlik harekâtı ile sağlanan sükûnet bir müddet daha devam etti. Ancak II. Osman’ın kanını dava ederek Erzurum’da isyan eden Abaza Mehmed Paşa bu sükûneti bozdu. Abaza’nın Anadolu’da kolayca taraftar bulmasının bir sebebi de Kuyucu Murad Paşa tarafından sindirilmiş olan Celâlî kalıntılarının kendisine katılmasıdır. Bu isyanın bastırılmasından sonra Anadolu’da devleti meşgul edecek büyük çapta Celâlîlik hareketi bir müddet için meydana gelmedi. IV. Murad’ın 1632’de devlet işlerini bizzat ele almasıyla Anadolu’da daha huzurlu bir dönem yaşandı. Sultan İbrâhim devri de (1640-1648) IV. Murad zamanında (1623-1640) sağlanan disiplin sayesinde kısmen sakin geçti. Sivas Valisi Vardar Ali Paşa’nın isyanına ise Sultan İbrâhim’in yersiz talepleri sebep olmuştu. Ali Paşa’nın etrafına topladığı levent ve sekbanlar tıpkı Celâlîler gibi hareket ettiler. Kara Haydar da Isparta ve Uluborlu civarında yol kesip kervan soyan tipik bir Celâlî reisiydi.

IV. Mehmed’in saltanatının Köprülü Mehmed Paşa’nın sadrazamlığına kadar olan ilk sekiz yıllık devresinde Anadolu yine karışıklıklar içine düşerek birçok yerde mahallî âsiler türedi, bunların arasında en azılısı Haydaroğlu idi. Bu Celâlî lideri Kara Haydar’ın oğluydu ve babasının intikamını almak maksadıyla isyan etmişti. Âsi Katırcıoğlu ile birlikte hareket eden Haydaroğlu üzerine gönderilen kuvvetleri mağlûp etti. Afyonkarahisar’ı basıp Isparta’yı haraca bağladıysa da Abaza Hasan Ağa tarafından yakalanıp cezalandırıldı. “Celâlî oğlu Celâlî” olan Haydaroğlu’nu diğer liderlerden ayıran taraf daha önce devlet hizmetinde bulunmamış olmasıdır. Ardından Katırcıoğlu bir müddet etrafı yağma ve talan ettiyse de sonra vazgeçip affını istedi. Bundan sonra Karaman beylerbeyi olarak Celâlîler üzerine sefere gidecek kadar devlete sadakat gösterdi, hatta Fâzıl Ahmed Paşa’nın Girit seferine dahi katıldı.


Bir mezhep mücadelesi şeklinde ve dış tahriklerle başlayan Celâlîlik daha sonra hükümete karşı olan zümreleri de içine alarak genişlemiş, mezhep mücadeleleri geri planda kalarak XVII. yüzyılın ilk yarısından itibaren tamamen idareye karşı bir hareket mahiyetini kazanmıştır. Bu dönemin Celâlî liderleri idarî teşkilâtın içinden geliyorlardı. Hemen hemen hepsi devlet teşkilâtında görevli iken haklı veya haksız azledilmişlerdi. Bazı hallerde idareye hâkim olan ocak ağalarının müdahaleleri de buna sebep oluyordu. İsyanlarını bir hak arama davası şeklinde gösteren Celâlî liderlerinin etrafında bulunan ikinci sınıf reisler, genellikle beylerin maiyetindeki gayri memnun görevlilerden oluşuyordu. Mansıb mağduru olup can korkusuyla bir liderin etrafında toplananlar, çok defa verilen görevi yerine getirmemek veya görev mahalline gitmemekle itham edilenler, sefere katılmakta gecikmiş veya hiç katılmamış timar sahipleri Celâlî gruplarını teşkil ediyorlardı. Bundan başka alınan yenilgilerin sorumlusu olarak gösterilen veya cepheden kaçmış ve takibata uğramış timar sahiplerinin de çareyi Celâlîler’e katılmakta buldukları bilinmektedir.

Fâtih’in imparatorlukta yerleştirmeye çalıştığı merkeziyetçi idare, gittikçe genişleyen topraklarda hâkimiyetin devamını zorlaştırmış, bilhassa Kanûnî devrinde peşpeşe gelen seferler dolayısıyla bütün imkânlar bu yöne tahsis edilmişti. Devlet idaresi askerî ve siyasî gayelerle Rumeli’de daha tedbirli ve dikkatli davranırken Anadolu’ya karşı ilgisiz kaldı. Bu da Anadolu’da halkın bazı keyfî uygulamalarla karşı karşıya bırakılmasına ve dolayısıyla infialine zemin hazırlamıştı. Buna göre XVI. yüzyılda Celâlîliği, merkeziyetçi idareye adem-i merkeziyetçi Türkmen topluluklarının karşı koyması şeklinde düşünmek mümkündür. Bu devirde Türkmenler daha serbest ve büyük topluluklar halindeydiler. Onları merkeziyetçi idarenin gereği olarak kontrol altında tutma çabaları ve idarecilerin hatalı davranışları eşkıyalığa yol açan sebeplerden birini teşkil etmişti. Diğer taraftan Kanûnî’den sonra tedricî bir otorite boşluğunun meydana gelmesi, timar rejiminin iyi işlememesi ve kapıkulu ocaklarının eski gücünü kaybetmesi Celâlîliğin yayılmasına sebep oldu. Devlet otoritesinin zedelendiği bir devir de IV. Murad’ın ölümünden Köprülü Mehmed Paşa’nın sadâretine kadar geçen on yedi yıla yakın zamandır. Ocak ağalarının bir müddet devlet idaresine hâkim olmaları ve Kösem Sultan ile Turhan Sultan’ın nüfuz mücadeleleri otorite boşluğu meydana getirdi. Sadârete gelenlerin makamlarında fazla kalamamaları da devlet teşkilâtındaki düzeni bozdu. Köprülü Mehmed Paşa’nın pazarlıkla sadârete getirildiği 1656 yılı, devlet otoritesinin tekrar yerleştirilmeye başlandığı tarih kabul edilir.

Celâlîlik faaliyetleri bozuk ortam dolayısıyla her zaman pek çok taraftar buluyor, bölgenin eşkıyası ile âsi ruhlu işsiz güçsüz taifesi ve çift bozan reâyâ bu kalabalığa katılıyordu. Devleti tehdit eden, katliam yapan, geçtiği yerleri yağma ve tahrip eden bu korkutucu kalabalık şehirleri ve kaleleri de işgal edebiliyordu. Nitekim kaynaklarda “katl-i nefs, garet-i emvâl” ifadelerine sık sık rastlanmaktadır. Bu sırada perişan olan köylüler şehirlere kaçtıkları gibi zenginler de İstanbul’a, hatta Rumeli’ye göç ediyordu. Celâlî tehdidi altında bunalan şehir ve kasaba halkı ise kendilerini korumak için ya bunlara para, yiyecek ve giyecek veriyor ya da şehir etrafını surla çevirip mukavemet ediyordu. Ancak Celâlî takibi için devlet tarafından gönderilen kuvvetlerin de halka çeşitli zulümler yaptığı oluyordu. Bu maksatla gönderilen bir liderin âsilere katıldığı veya bizzat Celâlî reisi olduğu da vâki idi.

Celâlîlik hareketlerini kolaylaştıran ve âsilere cesaret veren bir diğer önemli husus, bir ateşli silâh olarak tüfeğin her yerde bol miktarda bulunmasıydı. Kanûnî’nin oğlu Bayezid Anadolu’da “yevmlü” adıyla asker kaydederken bunların içinde tüfekli gruplar da yer almıştı. Bayezid bunlardan Tüfengciyân adı altında bir sınıf teşkil etmişti. Anadolu’da âsiler arasında tüfeğin yayılması bu tarihten itibaren başlamış ve süratle artmıştır. Kaynaklarda “tüfeng bâis-i fesâd”, “tüfeng Celâlî zuhûruna bâis ve bâdî olmağın”, “tüfeng eşkıyâ eline düşüp Celâlî zuhûruna ve memleket ihtilâline bâis olduğu” ifadelerine de sık sık rastlanmaktadır. Celâlî baskınlarından zarar gören halk da kendilerini müdafaa etmek durumunda kalınca silâhlanmayı tercih ediyordu. Müellifi meçhul Ahvâl-i Celâliyân adlı eserde halkın çiftini çubuğunu dağıtıp, öküzünü satıp at aldığı, saban demiri yerine tüfek kullanmaya başladığı ifade edilir. Diğer taraftan şehir ve kasabaları işgal eden Celâlî toplulukları kalelerde bulunan toplara el koyarak bunları da kullanmışlardır.

Ancak devlet eşkıyalığa sebep olarak gördüğü tüfeğin halk arasında yayılmasını hoş karşılamıyordu. Bu yüzden XVI. yüzyılın başından itibaren halkın elinde tüfek bulunması yasaklanmıştı. Zaman zaman da Anadolu’ya müfettişler gönderilip teftiş yaptırılıyordu. Yüzyılın ikinci yarısında bu teftişler arttırılmış ve eşkıya takibini de içine alacak şekilde daha planlı hale getirilmişti. Teftişler genellikle isyanlar bastırıldıktan sonra Celâlî bakiyelerini temizlemek için yapılıyordu. Sancak beyleri ve subaşılar bu işle vazifelendirildiği gibi bazan da İstanbul’dan özel olarak görevliler gönderiliyordu. Bazı geniş çaplı Celâlî teftişlerinde binlerce kişinin Celâlî töhmetiyle katledildiği de oluyordu. Vezîriâzam Kuyucu Murad Paşa’nın yaptığı teftişle Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’nın Müfettiş İsmâil Paşa’ya yaptırttığı teftişlerde binlerce insan Celâlî oldukları gerekçesiyle katledilmişti. Bu arada Celâlî bakiyeleriyle reâyânın elinden alınan tüfek sayısı ise büyük miktarlara ulaşmıştı.

Celâlî isyanlarının kesif bir hal aldığı devirlerde Anadolu âdeta bir savaş alanı halini almıştı. Devlet isyanı bastırmakta çaresizliğe düşünce çeşitli yollara başvurmak zorunda kalıyordu. Bu durumda ilk akla gelen şey Celâlî liderlerini affetmekti. Affedilen liderlere genellikle Rumeli’de serhad bölgelerinde görev veriliyordu. Ancak çok defa devlet bunları affedip tuğ ve sancak teslim etmekte gönülsüz davranmıştır. Çünkü bunların çok azı itaatkâr davranıyor, birçoğu eski âdetlerini tayin edildikleri bölgelerde de sürdürüyordu. Ayrıca devlet eski Celâlî liderlerinin emrindeki şahısları kanuna aykırı olarak kapıkuluna kaydediyor, bu da müessesenin bozulmasına sebep oluyordu. Ancak yine de bu af ve istihdam siyaseti sayesinde bazı Anadolu şehirleri Celâlî kuşatmasından kurtulduğu gibi sınır boylarında yapılacak askerî harekâtları ve faaliyetleri daha hızlı, rahat ve kesif bir şekilde sürdürme fırsatı veriyor, endişelerin dağılmasını sağlıyordu. Zira Celâlî karışıklıkları yüzünden yeterli kuvvet ve malzeme tahsis edilemediğinden istenilen harekât gerçekleştirilemiyor, zaman zaman düşman karşısında bu sebeple yenilgilere dahi uğranılıyordu. Öte yandan Celâlî karışıklıkları sırasında yerini yurdunu terketmiş insanları eski yurtlarına döndürmek için de çok gayret sarfedilmiştir. Bunlara birkaç yıl vergi muafiyeti tanımak, bulundukları yerleri şenlendirmek yine devlete düşüyordu.

Celâlîler üzerine gönderilen askerlere şevk vermek, bunları menfi propagandadan uzak tutmak ve halkın da desteğini sağlamak için bu isyanların şer‘î yönden izahı önem kazanıyordu. Fetva makamı Celâlîliği “hurûc ale’s-sultân” ve “sa‘y bi’l-fesâd” şeklinde değerlendiriyor ve âsilerin devlet başkanının emriyle katledilebileceğine cevaz veriyordu. Bu bakımdan nefîr-i âm ilân edilerek halkın desteği sağlanıyordu. Halkın desteği, mukavemet gücünün sağlamlığı veya zayıflığı Celâlîler için hayatî önem taşıyordu.

Birkaç istisna dışında Celâlî reislerinde Anadolu’yu Osmanlı hâkimiyetinden çıkarma hevesi olmadığı gibi esasen bu güçte bir lider de bulunmuyordu. Diğer taraftan Celâlîlik hareketleri yalnızca insafsızca yağma ve katliam esasına da dayanmıyordu. Büyük ve kalabalık grupların meskûn yerlere taarruzları çok defa iâşe temini içindi. Ancak Celâlî grupları disiplinden mahrum olduğundan yolları üzerindeki köy, kasaba ve şehirleri yağmalıyor, direnmeler olursa buraları ateşe veriyordu. Irza tecavüz ve kadınların dağa kaldırılması olağan hadiselerdendi. Küçük gruplar süratle büyüyerek halk üzerinde dehşet ve korku meydana getiriyordu. Celâlîler’in yağmadan ve soygundan başka tek düşünceleri bir lider etrafında teşkilâtlanmaktı. Ancak bunu gerçekleştirmek şuursuz kalabalıklar için kolay olmuyordu. Çok defa bir lider etrafında kolayca toplanabilmişler, fakat birliği uzun süre devam ettirememişlerdir. Binlerce insanın iâşesini temin etmek ve kışın barınak bulmak en önemli sıkıntı idi. Bu yüzden şehir ve kasabalarla köyler konak yeri olurdu. Celâlî bölükleri çeşitli yerlerde yerleştirilir ve halk zulüm ve yokluktan inlerdi. Celâlîler eğer mağlûp edilirse ağır şekilde cezalandırılmaları mukadderdi. Kaçabilenler genellikle İran’a sığınmayı tercih ediyorlardı. Fakat burada teşkilâtlanıp Anadolu’ya dönebilen olmamıştır. Ancak İran bu sayede Anadolu’nun durumunu daima takip etmiş ve uygun bir fırsat kollamıştır. Nitekim Şah Abbas’ın 1603’teki âni taaruzu Anadolu’daki karışıklıktan istifade etmek içindi.

Celâlîler arasında “yalancı kapıkulları” adı verilen bölükler de bulunuyordu. Bunlar kanuna aykırı olarak alınıp daha sonra ocaktan uzaklaştırılan leventler veya ümerâ kapılarındaki devriye bölükleri mensuplarıydı. Bu yüzden eski leventler kapıkulu tarzında altı bölüğe ait sarı, kırmızı ve yeşil bayrak açıyorlardı. Celâlîler kendilerine göre kabaca bir bölük düzeni de kurmuşlardı. Her bölüğün bir zorbabaşısı bulunuyor, bunlar da birer bayrak taşıyorlardı. Her bayrakta celî hattıyla zorbabaşının adı yazılı idi. Celâlî gruplarının bayraklarının kesin sayılarını tayin etmek şimdilik mümkün değildir. Bazı kaynaklarda 70.000’e varan Celâlî gruplarından söz edilmekteyse de bunlar mübalağalı rakamlar olmalıdır. Celâlî zorbabaşıları reâyâ arasında garip isimlerle şöhret bulmuşlardı. Bunlardan bazıları Ağaçtan Pîrî, Tanrıbilmez, İnciryemez, Kabresığmaz, Kâfir Murad, Şeklaz Ahmed, Deli İlâhî, Domuzoğlan, Îsâoğlan, Günuğrusu, Dağlardelisi, Rum Mehmed, Yularkıstı, Kilindiruğrusu gibi adlar taşıyorlardı.

Sosyal bir buhran sonucu ortaya çıkan Celâlî isyanları, devlet teşkilâtında bozulma ve otoritenin zayıflaması ile giderek büyümüştür. Bazı kaynakların Celâlî isyanlarını Cigalazâde Sinan Paşa’nın Haçova firarîlerini cezalandırmasına bağlaması doğru değildir. Binlerce insanın âsi olmasının sebeplerini başı boş leventlerde, mağdur timarlı sipahilerde, işsiz suhtelerde ve sahipsiz reâyâda aramak gerekir. Bu derin yarayı tedavi etmek için yapılan teşebbüsler ise başarılı olamamış, I. Ahmed’in yenilik getiren fermanlarından bir sonuç alınamamıştır. Reform mahiyetindeki yeniliklerde kapıkulunun gücünün azaltılması ve bu şekilde reâyânın himayesi esas alınmıştır. Fakat yapılacak yenilikler ancak eyalet askerleri sayesinde uygulanabilirdi. Nitekim II. Osman’ın bu yoldaki ilk teşebbüsü yanında Erzurum Valisi Abaza Mehmed Paşa’nın yeniçeri düşmanlığı ile sekbanlara dayanması bu gerçeği ortaya koymakla birlikte meselenin halli ancak iki üç asır sonra gerçekleşecektir.



11. Genç Osman’a karşı Yeniçeri, Sipahi Ayaklanması / 1622



Sultan I. Ahmet’in şehzadeleri küçük yaşta olduğundan akıl hastası olmasına rağmen amcası, akli dengesi bozuk Şehzade Mutafa (I. Mustafa)tahta çıkarıldı. Ancak işler yürümedi. Devlet adamları, Şeyhülislam’dan fetva alarak Onu 93 gün sonra tahttan indirdiler. Hayatına dokunulmadı; Topkapı Sarayında bir odaya hapsedildi. Sultan I. Ahmet’in 14 yaşındaki en büyük oğlu Genç Osman, II. Osman adıyla tahta oturtuldu.

Genç Osman, askerdeki disiplinsizliği görüyordu. Yoklamalar yaptırdı, mevcut askerden çok daha fazla kişinin maaş aldığını gördü. Lehistan seferinde korkaklığını tespit ettiği 100 kadar yeniçeriyi öldürttü. Geceleri kıyafet değiştirerek sadrazamla birlikte İstanbul solaklarını defaten dolaştı. Sarhoş olarak gördüğü yeniçerileri denize attırdı. Vezire kafa tutan 2000 kadar emekli sipahinin maaşını kestirtti. Disiplinsiz veya başarısız Yeniçeri ağalarını askerlerin önünde azarladığı da oluyordu…

Genç Osman, Yeniçeri ve Sipahi ocaklarını kaldırıp Anadolu, Suriye ve Irak’taki Türkmenlerden oluşan yeni bir ordu kurmayı düşünüyordu. Bunlarla yeniçerilerin üzerine gidip onları ortadan kaldıracaktı. Bu planını Hacca gitmek bahanesiyle İstanbul’dan ayrıldıktan sonra yürürlüğe koyacaktı. Gerekli ön hazırlıklar da gizlice yaptırılmıştı.
Yeniçeriler, saraydaki adamları vasıtasıyla Genç Osman’ın bu niyetini öğrendiler. Padişah ile ocaklar arasındaki ipler iyice gerildi…

II. Osman, sadrazam ve aynı zamanda kayınpederi Şeyhülislam’ın karşı çıkmasına rağmen haç sefer hazırlıklarını başlattı. Ocak ağaları, geleneklere aykırı olarak padişahı bu yola sevk eden devlet adamlarının katli için Şeyhülislam’dan fetva çıkardılar. Padişah fetvayı yırtarak yüzlerine fırlattı.
Bunun üzerine iş alevlenmiş ve isyanın ikinci gününde askerler padişaha yazdıkları bir arzuhalle Sadrazam Dilaver Paşa, Hoca Ömer Efendi, Darüssade Ağası Süleyman Ağa başta olmak üzere padişahın yakınlarından olan altı kişinin idamını istemişlerdi.

Bu talebe karşı Genç Osman: “Katli talep olunan ademleri vermem. Mukayyed olman, anlar başsız askerdir, tiz dağılır,” demiş ve bu talebi kabul etmesi yönünde ısrar eden ulema heyetine de: “Evvel sizi kırarım, badehu onları. Ol taifenin tedariki görülmüştür,” şeklinde bir cevap vererek onları alıkoymuştu.

Ancak, asiler susacağa benzemiyordu. Nihayet Genç Osman Hacca gitmekten vazgeçti.

Ertesi gün, yaklaşık 10 bin kişi Fatih Semtinde toplandı. Sabah namazından sonra Sultanahmet meydanına doğru harekete geçti. İsteklerini ulema vasıtasıyla Padişah’a bir kez daha ilettiler. Kabul edilmemesi üzerine saraya zorla girip padişahı ayak divanına çağırdılar. Genç Osman direndi, kabul etmedi.

Bu arada I. Mustafa(deli)’nın annesi Handan Sultan, damadı Davut Paşa vasıtasıyla içten içe asilerle irtibat halindeydi. Oğlunun tekrar tahta çıkması için elinden ne gelirse yapmaya hazırdı. Derken, asiler bir yolunu bulup sultan I. Mustafa’yı bulunduğu yerden çıkarıp tahta oturttular.
Genç Osman durumun vahametini anlayarak asilerin bazı isteklerini yerine getirmeye razı oldu. Sadrazam ve Kızlar ağasını asilere teslim etti. Her ikisi de asiler tarafından anında öldürüldü.

Asiler, yeni padişahlarının güvenliğinden endişe duyuyorlardı. Onu önce eski saraya sonra da askeri birliğin içindeki Orta Camiye götürdüler. Tersane, Galata ve Baba cafer zindanları basıldı. Bütün tutuklular serbest bırakıldı…
Nihayet, II. Osman, sadrazamlığa getirilen damat Davut Paşa ve adamları tarafından derdest edilerek O da Orta Camiye getirildi. Orada, yeni padişahın(Deli Mustafa) emriyle, Sadrazam, Yeniçeri ağası, Saltanat kethüdası tarafından bir ata bindirilip Yedikule Zindanlarına götürülüp boğularak öldürüldü.


Genç Osman'ın at üstünde götürülüşünü konu eden bir gravür


Osmanlı tarihinde ilk kez bir padişah, haydut yeniçeriler ve onlarla işbirliği yapan saray mensupları tarafından acımasızca öldürülüyordu…


Bir şah-ı alişan iken şah cihana kıydılar

Gayretli genç arslan iken şah cihana kıydılar

Gazi bahadır handı ali nesebi sultandı
Namıyla Osman Han idi şah cihana kıydılar

Niyet edip hacc etmeğe komadı kullar gitmeğe
Kulak gerek işitmeğe şah cihana kıydılar

Hükmetmeğe kadir iken Hakk emrine nazır iken
Haccetmeğe hazır iken şah cihana kıydılar

Eşrat-ı saatdir bu dem ruz-ı kıyamettir bu dem
Kula nedamettir bu dem şah cihana kıydılar

Tuği ciğerler doldu hun derdim bir iken oldu on
Kan ağladı ehl-i fünun şah cihana kıydılar

Derleme

  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 18.09.2015, 20:14   #3
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Osmanlı'dan Günümüze Ayaklanmalar ve İsyanlar

12. Anadolu’da Abaza Paşa Ayaklanması / 1624

Abaza asıllı ve köle kökenli bir devlet adamı olan Abaza Paşa, Halep valisi Canbulatoğlu Ali Paşa'nın hazinedarı olarak kariyerine başladı. Canbulatoğlu ailesi Halep'in nesilden nesile geçen valileriydi. Abaza Mehmed Paşa, Canbulatoğlu Ali Paşa'nın başlattığı Celali isyanlarında onun yanında yer aldı. 1607 yılında Canbulatoğlu'nun Amik ovasında Osmanlı sadrazamı Kuyucu Murat Paşa 'nın ordularına yenilmesi sonucu esir düştü. Yeniçeri ağası Halil Paşa'nın araya girmesi sonucu ölümden kurtuldu ve bundan sonra Halil Paşa'nın himayesinde Osmanlı hizmetine girdi.

Halil Paşa Osmanlı hanedanından bir kızla evlenerek Damat Halil Paşa oldu. Kaptan-ı Derya tayin edilince Abaza Paşa'yı Derya Beyi yaptı. Abaza Mehmed Paşa Silahtarlık, Halep ve Maraş valiliği yaparak Osmanlı Devleti kademelerinde yükseldi. Osmanlı-İran Savaşları sırasında Erzurum valisiydi. 1617 yılında Damat Halil Paşa sadrazamlığa getirldi ve Serdar-ı Ekrem sıfatıyla İran'a giderken Abaza Paşa'yı da beraberinde götürdü.

İran'la yapılan savaşlar Doğu Anadolu'da halk arasında büyük sancılara neden olmuştu. Örneğin Erzurum'da Osmanlı-İran Savaşları dolayısıyla çok sayıda yeniçeri bulunuyordu. Savaşlar sırasında çok sıkıntıya düşmüş olan Erzurum halkı ile halka kötü davranan yeniçeriler arasında büyük bir anlaşmazlık ortaya çıkmıştı. Bu arada Osmanlı padişahı Genç Osman yeniçeriler tarafından tahttan indirilmiş ve acımasızca öldürülmüştü. Bu olaylar sonucu Abaza Paşa yeniçeri ocaklarının kaldırılması gerektiği sonucuna vardı. O yüzden 1624 yılında kendi valilik bölgesindeki birçok yeniçeriyi yakalatıp öldürterek bir Celali isyanı başlattı.

Abaza Paşa kendi bölgesindeki yeniçerileri öldürtmekle kalmayıp yeniçerileri tamamen ortadan kaldırmak amacıyla ordusuyla İstanbul'a doğru yola çıktı. Halktan vergi topladı. Otuzbin kişilik bir kuvvetle Sivas'ı ele geçirdi. Ankara'yı kuşattı. Bursa'yı da kuşattı ama alamadı. Niğde'ye geri çekildi. Bu yenilgilere rağmen uzun bir süre boyunca Erzurum'u yeniçerilere ve Osmanlı Devleti'ne karşı bir ayaklanma merkezi haline getirmeyi başardı. 15 Ekim-25 Kasım 1627 tarihleri arasında eski patronu Damat Halil Paşa'nın komutasındaki bir ordu Erzurum kalesini kuşattı ama Abaza Paşa'nın komutasındaki direnişi kıramayarak geri çekildi. Ertesi yıl 6 Eylül 1628 tarihinde IV. Murat'ın yeni sadrazamı Gazi Ekrem Hüsrev Paşa'nın komutasındaki ordu tekrar Erzurum kalesini kuşattı. 14 gün süren bir kuşatma sonunda Abaza Mehmet Paşa'nın Erzurum'daki direnişini kırarak Erzurum'un kontrolünü ele geçirmeyi başarabildi.

Abaza Paşa yenildikten sonra İstanbul'a getirildi. İdam edilmesi beklenirken tam tersine zekası ve cesaretinden etkilenen IV. Murat tarafından affedildi ve 22 Eylül 1628 tarihinde Bosna beylerbeyliğine atandı. 1633 yılında IV. Murat Abaza Paşa'ya antlaşma koşullarına uymayan Lehistan'a girmesini emretti. Vidin'de Kırım, Eflak ve Boğdan'dan gelen birliklerle buluşan Abaza Paşa Lehistan'a girdi. Abaza Paşa'nın Lehistan'dan çok miktarda esir ve ganimet alarak geri dönmesi üzerine Lehistan elçisi Trebzinski barış istedi. Yıllık vergi ödemek ve Dinyester nehri üzerindeki kaleleri yıkma koşuluyla Osmanlılar bu barış isteğini kabul ettiler.

Lehistan tekrar antlaşma hükümlerine uymayınca 15 Nisan 1634 tarihinde IV. Murat bizzat ordularının başına geçerek Lehistan'a hareket etti. Abaza Paşa artık padişahın en yakın çevresine girmiş ve bu seferde padişahın hemen yanında yer almıştı. 27 Nisan 1634 tarihinde ordular Edirne'ye vardığında Lehistan tekrar barışa razı oldu. IV. Murat İstanbul'a geri döndü. IV. Murat Abaza Paşa'nın cesaretini ve kahramanlığını çok beğenmekle birlikte her zaman için bir ayaklanma çıkaracağından kuşkulanıyordu. Rum ve Ermeniler arasında çıkan bir anlaşmazlıkta, Abaza Paşa'nın Ermenilerden rüşvet alarak onlara çıkar sağladığı gerekçesiyle 1634 yılında idam edildi. Kuyucu Murat Paşa türbesine gömüldü.



13. Balıkesir Bölgesinde Cennetoğlu Ayaklanması 1624

Balıkesir bölgesinde bir tımarlı sipahi olan Cennetoğlu zamanla halk içine girerek sancakbeyi, kethüda ve ağaların yaptıkları zulümleri ortadan kaldıracağını bildirmek suretiyle taraftar toplayarak Osmanlı'ya başkaldırmıştır.



14. Tokat Bölgesinde Hüsrev Paşa Ayaklanması / 1632

Hüsrev Paşa 6 Nisan'da sadrazam olarak Sultan Murat tarafından seçildi.

Hüsrev Paşa'nın sadrazam olarak yaptığı ilk icraat Sultan İbrahim döneminde Erzurum Valisi iken 1622'de isyan etmiş ve bir Celali isyancı olarak devlet gücü ile o zamana kadar yıllardır bir türlü tenkil edilememiş olan Abaza Mehmet Paşa'ya karşı kendinin serdarı olduğu bir sefer tertip etme oldu. Hüsrev Paşa kurulan ordu ile Abaza Mehmet Paşa üzerine gitti ve onu Erzurum kalesinde buldu. Toplarla donatılmış Osmanlı ordusunun Erzurum kalesini kuşatmasından sonra Abaza Mehmet Paşa 18 Eylül'de teslim oldu. Sadrazam Hüsrev Paşa 9 Aralık 1628'de asi paşa ile İstanbul'a döndü ve büyük bir zafer alayı ile karşılandı.

Hüsrev Paşa bu galibiyetinden manevi destek alarak Safevi hükümdarı Şah Abbas eline geçmiş olan Bağdat'ı geri almak hedefiyle 1629'da yeni bir doğu seferine çıktı. Ordu Üsküdar'dayken bir sağanak fırtına ve kabaran seller yüzünden çadırlı ordugah büyük zarar gördü ve ordudaki batıl itikatlara inanlar bunu yeni seferin başarısız olacağına işaret olarak gördüler. Doğu'da Konya ve Halep arasında ordu ilerken bu yörelerde bulunan yerel ahalinin ordunun arkasından ihanet yapmaması için, özellikle Alevilere ve Alevi olduğu şüphesi veren her yerli şehir, kasaba ve köy halkına büyük bir kırım uygulandı. Bu nedenle Husrev Paşa'nın ünü "vurucu" ve "lüzumsuz yere kandökücü" olarak yayıldı. "Cüzi bir şüpheden adam öldürttüğü", "öldüreceği kimseleri önüne getirerek otağında iskemle üzerinde oturup katillerini seyrettiği" bildirilmektedir. Modern yabancı tarihçiler bu icraatı ile Hüsrev Paşa'nın binlerce Anadolu sakinini ve bu arada protesto eden yerel Osmanlı idarecilerini de öldürttüğü ve halkı Merkezi devletten daha da gocundurduğunu belirtmektedirler.

Fakat yörel Kürt şeyh ve aşiret liderlerinin desteğini sağladı ve Batı Irak'a yerel direniş görmeden girdi. 15 Ekim-15 Kasım 1629'da Bağdad'ı kuştama altına aldı. Fakat erzak ve levazım yetiştirilmesi zorlukları, Bağdad Safavi ordusunun ciddi direnişi ve zaman zaman çok etkili huruç hareketleri ve Osmanlı ordusunda olan disiplinsizlik dolayısıyla bu kuşatma başarılı olmadı.

Hüsrev Paşa ordu ile Mardin'e çekildi ve o kış, 1630 yılı ve 1631 yılının büyük bir kısmında Mardin'de vakit geçirip tekrar Bağdad üzerine gitmekten kaçındı. Bu dönemde Hüsrev Paşa hakkında şikayetler İstanbul'a duyruldu. Bu şikayetlere göre yörel halk ve hatta ta Anadolu içlerine kadar "yapmadığı kötülük bırakmayan ve en akla gelmeyen işkenceleri uygulamaktan" çekinmediği ve "Celalı başbuğları gibi davrandığı" hakkında idi. Bu kımıldamazlık ve gittikçe artan şikayetler İstanbul'daki Sultan IV. Murat ve merkezi devlet tarafından uygun görülmedi ve Eylül 1631'de Hüsrev Paşa sadrazamlıktan azledildi ve yerine ikinci defa Hafız Ahmed Paşa sadrazam oldu.

Hüsrev Paşa azlolunduktan sonra Tokat'a geldi. Yeni sadarazam Hafız Ahmed Paşa bu orduda bulunan kapıkulu ocak askerlerinin kış gelmeden ile biran evvel İstanbul'a dönmeleri için karar aldı. Hüsrev Paşa'nın İstanbul'a geri dönen kapıkulu "güçlerini İstanbul'a dönünce kendi lehinde ayaklanma çıkartmaya teşvik ettiği ve Deli İlahi, Rum Mehmed, Baba Ömer, Kınalıoğlu, Kör Ali, Köşe Şaban gibi sipahi zorbalarını Anadolu'da yaygın olarak soygunlara yapmaya gönderdiği haberleri İstanbul'a yetişti.

İstanbul'a geri dönen kapıkulu ocak askerleri ise doğuda sanki bir zafer kazanmışlarca hareket etmeye ve taşkınlıklar yapmaya başladılar. Bu ortamı Sadrazam aleyhinde kullanma fırsatını gören Topal Recep Paşa harekete geçti ve özellikle Boşnak ve Arnavut asılli yağmacı zorbaları başkentte karişıklık çıkartmak için teşvik etti.

7 Şubat 1632'de ilk asker ayaklanması başladı. Atmeydanı'nda toplanan sipahi ve diğer kapıkulu askerleri Hüsrev Paşa'nın azledilmesi aleyhinde de olarak isyan ettiler. Topkapı Sarayı üzerine binlerce asker, ulema ve şehirli insan yürüdü. IV. Murat iki defa ayak divanına çıkma zorunda kaldı; sadrazam Hafız Ahmed Paşa atilan taşla atından düşürüldü ve Sultan ikinci kez ayak divanına çıktığında Hafız Ali Paşa isyancılar tarafından öldürülüp paramparça edildi. Sultan IV. Murat pek istemiyerek Topal Recep Paşa'yı sadrazam yaptı.

Fakat İstanbul'da olan askeri isyan ve zorbalık olaylarının Hüsrev Paşa ile Topal Recep Paşa'nın Sadrazam Hafız Paşa'ya karşı komplolarında ortaya çıktığını Sultan IV. Murat bilmekteydi ve Hüsrev Paşa'yı elimine etmek için tertip aldı. Diyarbakır Valiliği'ne tayin edilmiş olan Murtaza Paşa'nın eline verilmiş bir gizli hatt-ı humayun gönderildi ve bunun icabı olarak Mart 1632'de Hüsrev Paşa'nın Tokat'ta boyunu vurularak idam edildi.


15. İstanbul’da Zorbaların Saray Baskını / 1632

IV. Murat



Dördüncü Murat'ın yaşının küçüklüğünden istifâde eden yeniçeriler, İstanbul'da zorbalıklarını ve ahâliye kötü muâmeleyi artırdılar. Nihayet 7 Şubat 1632'de büyük bir kapıkulu askeri ve halk ayaklanması başladı ve ayaklanmacılar Topkapı Sarayı'na yürüdüler; Sadrazam Hafız Ahmet Paşa ve şeyhülislamın da isimlerini ihtiva eden 17 kişilik bir listedeki devlet adamlarının başlarını istediler. Sadrazam Hüsrev Paşanın azlini bahane eden isyancılar yeni sadrazam Müezzinzâde Hafız Ahmed Paşa'yı öldürdüler (1632).

Bundan sonra zorbaların zoru ile sadrazam olan Recep Paşa döneminde İstanbul'da karışıklıklar günlerce sürdü. En küçük bir olayda, Recep Paşanın tahrikiyle harekete geçen zorbalar, yeni kelleler istiyorlardı.

Diğer taraftan, tahta geçtiği günden itibâren bütün hâdiseleri dikkatle takip ederek, eşkıyanın elebaşlarını tespit eden Sultan Murat, 8 Haziran 1632'de devlet idaresini bizzat eline aldı.

İsyancıların elebaşı olan Topal Recep Paşa'yı öldürttü. Yeniçeri ve sipahi ocaklarını sindirerek, zorbalıkların önüne geçti. Kahvehâneleri ve meyhâneleri kapatarak, tütünü ve alkollü içkileri yasakladı. Emri dinlemeyenlere şiddetli cezâlar verileceğini ilân edip, sıkı kontroller yaptı ve yaptırdı.


Bir anekdot:

7 Şubat 1632'de başlayan isyanın üçüncü gününde,
10 Şubat'ta isyancılar Topkapı Sarayı bahçesine gelen sadrazam Hafız Ahmed Paşa'ya hücum ettiler; korumacıları sadrazamı kurtadılar; ama sadrazam görevinden istifa etti.

İsyancılar IV. Murat'tan yeni bir ayak divanı (
Olağanüstü durumlarda o anda bulunulan yerde padişahın katılmasıyla bir konuyu görüşmek ve karara bağlamak için yapılan toplantı, ayakta toplanan meclis) istediler.

Bu ayak divanına IV. Murad çıkarken Topal Recep Paşa'nın ona "Padişahım, abdest aldın mı?" sorusunu sorup güya ona gözdağı vermek istediği bildirilir.

25 Nisan'da isyancılar mülazım yazılmak dolayısıyla birbirlerine girdiler. İsyancıların bu zayıflığından faydalanan IV. Murat 18 Mayıs günü Topal Recep Paşa'yı saraya çağırdı. Sadrazam padişahın huzuruna çıktığında, ayak divanına çıkarken Topal Recep Paşa'nın "Abdest aldın mı padişahım" diye uyarısından mülhem olarak, IV. Murat "Öç gecikir ama asla yaşlanmaz. Bre kafir abdest al" emrini yönelti.

Zülüflü baltacılar kemend atarak onu padişah önünde boğup idam ettiler. Ölüsü Bab-ı Hümayun önünde bekleyen düşmanlarına atıldı. Onun yerine Sadrazam olan Tabanıyassı Mehmed Paşa uzun bir müddet bu isyancı zorbalarla uğraşıp ancak Haziran sonunda asayişi sağlayabildi. (
Bu Mülkün Sultanları- Necdet Sakaoğlu - 1999- Oğlak Yayıncılık)



16. Balıkesir Bölgesinde İlyas Paşa Ayaklanması / 1632

Balıkesir bölgesinde 1632 yılında İlyas Paşa ve çevresindekilerin gerçekleştirdği ayaklanmadır.



17. Lübnan Bölgesinde Dürzi emiri Manoğlu Ayaklanması / 1635

1635'de, Lübnan'da isyan çıkaran Dürzi emiri Manoğlu Fahrettin ile oğlu idam edildi.


18. Sivas Bölgesinde Vardar Ali Paşa Ayaklanması / 1648

Ali Paşa, Ekim 1647’ de İstanbul’dan bayram harçlığı adı altında para yollanması istendiğinde bu tutarın ödemesinin mümkün olmadığını bildirdi. Ayrıca İbşir Mustafa Paşa’nın Sivas’ta bulunan nikâhlı karısı Perihan Hanım’ın Sultan İbrahim’e takdim edilmek üzere İstanbul’a gönderilmesi emrini geri çevirdi. Bunun üzerine Ali Paşa görevinden azledilip katli için Sivas’a gönderilen kapıcıbaşıları şehre sokmayan Ali Paşa, baharda Girit’teki savaşa katılması için İstanbul’a davet edilerek Sivas’tan çıkartılmak istendiyse de bu emre uymadı.

Vardar Ali Paşa, padişahın devlet işleriyle ilgilenmediği, devlet işlerinin kadınlar elinde olduğu, yönetici ve beylerbeyi görevine getirilenlerin kısa zamanda azledildiklerini, köylünün perişan bir halde olduğunu, memleketi bu durumu getiren devlet adamlarının padişaha bildirilmesi ve üç sene dolmadan idari ve askeri görevlerin değiştirilmemesi gerektiğini söyleyerek, İstanbul'a yürüyeceğini ilan etti. Bunun neticesinde tarihte Vardar Ali Paşa İsyanı olarak adlandırılan olay meydana geldi.

4 Mayıs 1648 yılında İstanbul’a gitmek için beraberindeki askerlerle Sivas’tan ayrılan Ali Paşa, Çankırı' da Kurşumludağı eteğinde yapılan savaşta o sırada Karaman beylerbeyi olan Köprülü Mehmed Paşa komutasındaki kuvvetleri yenilgiye uğratarak onu ve diğer paşaları esir aldı. Daha sonra Çerkeş kasabasına ulaşan Vardar Ali Paşa, 20 Mayıs’ ta kendisine katılmaya geldiğini düşündüğü İbşir Mustafa Paşa’nın ani saldırısına uğradı.

Hazırlıksız yakalanan Vardar Ali Paşa’nın ordusu kısa sürede dağıldı, kendisi kaçmaya çalışırken yakalandı. İbşir Mustafa Paşa tarafından sorgulandıktan sonra idam edildi ve kesilen başı İstanbul’a gönderildi.


19. Sultan Ahmet Olayı ve Sipahi Ayaklanması / 1648

28 Ekim 1648'de Sultan Ahmet Meydanında sipahi ayaklanması meydana gelmiştir.

IV. Mehmet'in tahta çıkışı ile cülus bahşişi almak için İstanbul'a gelen binlerce sipahi At Meydanın'nda toplandı. Değişik bahanelerle saraya yürüyen sipahiler
Sadrazamla şeyhülislamın katil sıfatıyla idamlarını istediler. Saraydan gönderilen nasihatçinin anlaşma önerilerini de geri çevirdiler.

Bazı ulemanın fetvasıyla Atmeydanı'nı kuşatan yeniçeriler, yolladıkları elçinin sipahiler tarafından öldürülmesi üzerine saldırıya geçtiler. Sultan Deli İbrahim zamanında büyük güç kazanan devşirme takımı ve yeniçeriler, Sipahi Ocaklarını toptan imha hareketine girişmişler ve binlerce sipahiyi yok ederek bunu başarmışlardır.



20. Anadolu’da Haydaroğlu Mehmet Bey Ayaklanması / 1649

Bu Celâlî lideri Kara Haydar’ın oğluydu ve babasının intikamını almak maksadıyla isyan etmişti. Âsi Katırcıoğlu ile birlikte hareket eden Haydaroğlu üzerine gönderilen kuvvetleri mağlûp etti. Afyonkarahisar’ı basıp Isparta’yı haraca bağladıysa da Abaza Hasan Ağa tarafından yakalanıp cezalandırıldı. “Celâlî oğlu Celâlî” olan Haydaroğlu’nu diğer liderlerden ayıran taraf daha önce devlet hizmetinde bulunmamış olmasıdır.



21. Gürcü Nebi Ayaklanması / 1649

Gürcü Abdünnebî kapıkulu süvarisiydi. Kapıcılar kethüdâlığına kadar yükselip Niğde ve Bor taraflarında çiftlikler elde ederek nüfuzunu arttıran ve Safed voyvodalığını elde eden Abdünnebî, saltanat değişikliğinden dolayı İstanbul’a gönderdiği paranın hükümet tarafından yeniden talep edilmesi üzerine mağdur duruma düşmüştü. Ayrıca İstanbul’da Sultan Ahmed Vakası’nda öldürülen sipahilerin kanlarını da dava ediyordu.

İstanbul üzerine yürüyen Abdünnebî Üsküdar’da Bulgurlu civarında yenilgiye uğratıldı; daha sonra, “Anadolu bizim, Kütahya’da otururuz, Rumeli sizin olsun” diyerek çekildiyse de Kırşehir mutasarrıfı İshak Paşa tarafından Karapınar’da yakalanıp idam edildi.


22. Yeniçeri- Sipahi Ayaklanması (Vak’a-i Vakvakıyye) / 1656

Osmanlı Devleti’nde 17. yüzyılda IV. Mehmet‘in saltanatı sırasında 4-8 Mart 1656 günleri arasında İstanbul’da çıkan bir askeri ayaklanmadır.

19 Ağustos 1655′de sadrazam olan Süleyman Paşa, sürüp giden para darlığını gideremediği ve askerin aylığını, tağşiş edilmiş (ayarı bozuk) akçeyle verdiği için askerler, alışverişlerini bu parayla yapmak istediklerinde esnafla aralarında anlaşmazlık ve kavgalar çıkmaktaydı. Bu sırada Girit’ten dönen birkaç yüz yeniçeri de dokuz ay aylıklarını alamadıklarını ileri sürdüler. Sonunda hükümetin tutumundan hoşnut olmayan yeniçeriler ayaklandı. Bu ayaklanmaya sipahiler de katıldı.

Büyük Valide Kösem Sultan ve ocak ağalarının öldürülmesi (1651) ile sonuçlanan daha önceki ayaklanmanın neticesinde iktidar, içoğlanları ve onlarla işbirliği yapan bazı kişilerin eline geçmişti. Bunlar daha önceki ayaklanmalardan ders almayarak, devlet işlerine karışmak, hazineden gereksiz harcamalar yapmak, yetkilerini kötüye kullanarak kendilerini resmi görevlerinden üstün saymakta idiler. Bu arada Girit Savaşı’nın sürmesi ve başarı elde edilememesi hükümet otoritesini sarsmıştı. Paranın değer kaybetmesi iktidarı ellerine geçiren içağaları ve yardımcılarına karşı düşmanlığı arttırmıştır. Görevliler her aksayan işin sorumluluğunu bunlara yüklemekte idiler. Bu sebeple İstanbul’da halk ayaklanmaya hazır bulunuyordu. Bu ayaklanmaya önderlik edecek olanlar arasında Kaptan-ı Derya Zurnazen Mustafa Paşa ile bostancı başı Hasan Ağa bulunuyordu. Bu sırada Girit’ten dönen yeniçerilerin aylıklarının ödenmemesi üzerine Ağa Kapısı’na başvurduklarında Kul Kethüdası tarafından tahkir edilmeleri ve ödeneklerinin düşük akçe olarak dağıtılması hoşnutsuzluğu arttırmıştır.

29 Şubat 1656 günü Hasan Ağa, Şamlı Mehmed Ağa ile Galata voyvodalarından Karakuş Mehmed Ağa, maaşlarını alamayan sipahiler ve maaşlarını aldıklarında hırpalanmış olan yeniçerileri ayaklandırdılar. 4 Mart 1656 cumartesi günü isteklerini saraya bildirdiler. Asilerin istekleri doğrultusunda yeniçeri ağası, kul kethüdası ve bazı ocak subayları değiştirildi. Nasihat için asilerin toplandıkları At Meydanı’na (bugünkü Sultanahmet Meydanı) o gün ve ertesi gün gönderilen görevlilerin çabaları sonuç vermedi. Ayaklanmanın kolaylıkla bastırılamayacağı anlaşılınca padişah, ayaklananların elebaşlarını Alay Köşkü’nde kabul etti.

Olay üzerine toplanan ayak divanında Mihter Hasan Ağa söz alarak, henüz genç yaştaki IV. Mehmed’e kendisine karşı olmadıklarını bildiren bir duadan sonra isteklerini anlatarak idamlarını talep ettikleri kişilerin adları yazılı bir defteri padişaha verdi. Padişah listede olanların canlarının bağışlanmasını istediyse de ayaklananlar direndiler. Bunun üzerine İstekleri kabul edildi ve asilerin öldürülmesini istediği 30 hükümet yetkilisinden büyük bir kısmı bostancıbaşı tarafından öldürülerek cesetleri ayaklananlara teslim edildi. Bu cesetler Atmeydanı’na götürülerek orada bulunan çınar ağacına asıldı.

O yüzden bu olaya “Çınar Vakası” denildi. Üzerine cesetler asılmış bu ağacın İslam inancında adı geçen, Cehennem’de bulunan ve meyveleri insan kafası olan Vakvak ağacına benzetilmesi sebebiyle olay Vaka-i Vakvakiye (Vakvak Olayı) olarak da adlandırılmıştır. Çınar ağacına asılan insanlardan ötürü benzetme yapılarak olaya bu ad verildi. Ayaklananlar, 8 Mart 1656 günü, adları listede yer aldığı halde hâlâ yakalanıp katledilmemiş olan öteki yetkililerin de bilahare bulunup idam edilmeleri sözünü alarak dağıldılar. Ayaklanma bitti, dükkânlar açıldı.

Ayaklanmacı elebaşılar bu olaydan sonra meydan ağaları olarak ün salıp büyük etki kazandılarsa da 8 Mayıs 1656′da, Sadrazam Boynuyaralı Mehmet Paşa tarafından sarayda toplantı bahanesiyle divana çağırılıp öldürüldüler. Ayaklanmanın öteki ileri gelenleri de kent kapıları iki gün kapatılıp ele geçirilerek öldürüldüler.



23. Halep Valisi Abaza Hasan Paşa Ayaklanması / 1658

Abaza Hasan Paşa Osmanlı Devleti tarihinde en büyük Celâlî isyanını çıkaran âsi reisidir.

Silâhtar Bölüğü’ne mensup kapıkulu süvarilerindendir. Kara Haydaroğlu İsyanı’nın bastırılmasındaki hizmetlerinden dolayı dikkati çekerek 1648’de Yeni İl Türkmen voyvodalığına tayin edildi. Bu durum diğer ocak ağalarının kıskançlıklarına yol açtı ve Abaza Hasan müddetini doldurmadan görevinden azledildi. İktidara hâkim olan ocak ağaları onu ortadan kaldırmaya teşebbüs edince, çevresine büyük bir kalabalık toplayarak isyan etti. İzmit’i geçip yol kesmeye ve baskınlar yapmaya başladı; bu arada Kastamonu’yu yağmaladı. Buna rağmen hükümet ciddi bir tedbir alamadı. Nihayet, Şeyhülislâm Kara Çelebizâde Abdülaziz Efendi’den bir fetva alınarak Sivas Valisi İpşir Mustafa Paşa’nın Abaza üzerine gönderilmesine karar verildi. Bu arada âsilere katılmış bulunan sipahilerin esâmeleri defterden çıkarıldı. Fakat İpşir Paşa bu görevi kabul etmekte tereddüt gösterince azledilerek yerine Karaman Beylerbeyi Katırcıoğlu Mehmed Paşa serdar tayin edildi. Ancak, İpşir Paşa ile birleşen Abaza, Aksaray civarında Katırcıoğlu’nu mağlûp etti.

Bu başarısından sonra halktan zorla vergi toplamaya kalkışan Abaza, İpşir Paşa’yı sadârete namzet görmeye başladı; bunun için İstanbul’a yürümeyi bile planladı. Bu sırada İstanbul’da ağalar saltanatına son verilmiş, âsilerle anlaşma zemini hazırlanmıştı. Nihayet hükümetin zayıf anından faydalanan âsiler, hazırladıkları hücceti kabul ettirdiler. Buna göre Abaza’ya Türkmen ağalığı, İpşir Paşa’ya da Halep beylerbeyiliği verildi. Bundan sonra kapılarında daha fazla asker beslemeye başlayan âsiler, halka da zulümden geri kalmadılar. İpşir Mustafa Paşa 1654’te sadârete tayin edilince, yanında Abaza Hasan ve binlerce sipahi olduğu halde İstanbul’a geldi. Ancak, sebep olduğu hadiselerden dolayı bu makamda altı ay kadar kalabildi, çok geçmeden de idam edildi. Bu durum karşısında Abaza da önce Türkmen voyvodalığına, bir müddet sonra da Diyarbekir valiliğine tayin edilerek İstanbul’dan uzaklaştırıldı.


IV. Mehmed’in tahta çıkışının ilk sekiz yılında devlet otoritesi çok zedelenmiş, on dört sadrazam denenmiş olmasına rağmen müsbet bir sonuç alınamamıştı. Son olarak birtakım şartlarla Köprülü Mehmed Paşa sadârete getirildi. Merkezî otoriteyi kuvvetlendirmek ve ülkede asayişi sağlamak amacıyla birçok kimseyi öldürmek zorunda kalan Köprülü, Abaza’yı önce Halep valiliğine tayin etti, daha sonra da Erdel seferine çağırdı. Bu arada Köprülü’nün sert icraatından kaçanlar Abaza’ya iltihak ediyorlardı. Abaza ise Köprülü’nün Erdel seferi davetine uymayarak padişahtan, onu sadâretten azletmesini istedi.

Devlet kuvvetleri Macaristan içlerinde düşmanla uğraşırken Anadolu’da büyük bir Celâlî isyanı başladı. Abaza, Ilgın’da Anadolu Serdarı Murtaza Paşa emrindeki bir kuvveti mağlûp ettiyse de kış mevsiminin gelmesi üzerine Halep’e çekildi. Bu arada halk Abaza’dan yüz çevirmiş, emri altındaki kalabalık kuvvetler erzaksız kalmış ve firarlar artmıştı. Nihayet, bir komplo neticesinde başta kendisi olmak üzere maiyetindeki vezirlerle birlikte Halep’te katledildi. İsyan bastırıldıktan sonra Anadolu’da eşkıya ve silâh araması yapılmış, birçok suçlu yakalandığı gibi 80.000 tüfek de müsadere edilmiştir.


24. Eflak Ayaklanması / 1659
Eflak ve Buğdan Prenslikleri, Osmanlı hakimiyetine girene kadar çeşitli milletlerin istilalarına maruz kaldı. Ancak XV'inci yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu bu bölgelerde varlığını hissettirmeye başladı.

1393 yılında Osmanlı Padişahı Sultan Beyazıt'ın orduları Tuna Nehri kıyılarına ulaşmıştı. Eflak Voyvodası Mircea, 1389'da tehlikeyi daha önce gördüğü için birliklerinden bir bölümünü Sırpların yardımına göndermiş ve Kosova Savaşında Sırpların yanında savaşmıştır.

Beyazıt, 1394 yılında Eflak Voyvodasının bu hareketine karşılık olarak, Tuna'yı geçti ve Orşova'ya ulaştı. Ardından Prensliği istila ederek Eflak ordularını Kroiva yakınındaki Rovin bölgesine çekilmeye zorladı. Mircea'dan sonra voyvoda olan I. Vlad, Osmanlı Devleti ne vergi ödemeyi kabul etti. 1396'da Osmanlılar Vidin Bulgar Prensliğini ele geçirdikten sonra Tuna boyunca Eflak, Osmanlı İmparatorluğu ile komşu oldu. Tahta yeniden çıkan Mircea, Osmanlıların 1402 Ankara yenilgisinden faydalanarak, Silistre ve Dobruca'nın bir bölümünü geri aldı. 1413'te I. Mehmet, İmparatorluğun birliğini yeniden sağlayınca Mircea, Osmanlı İmparatorluğu na yılda 3000 düka vergi ödemeyi kabul etti. Mircea'nın 1418'de ölümüyle Osmanlı, Dobruca'yı tekrar ele geçirdi. I. Mehmet Eflak tahtına II.Dan'ı geçirdi. Böylece 1419 yılından itibaren Eflak, Osmanlı İmparatorluğu etkisi altına girmiş oluyordu.

Eflak Prensliğinden sonra Osmanlılar, epey uzakta olan Orta Karpatların, Dinyestre Nehri ile dağlık bölge arasında kalan Buğdan'a ilgi duymaya başladılar. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un fethinden sonra Buğdan'a bir ültimatom göndererek Voyvoda Petru Aron'dan kendisine boyun eğmesini istedi. Buğdanlılar uzun tartışmalardan sonra Osmanlı Padişahının isteklerini kabul ettiler. II. Mehmet, 9 Haziran 1456'da yayınladığı bir fermanla 2000 düka-altınlık bir vergi ödemesi kaydıyla savaş durumunu sona erdirdi. Resmi olarak 1456 yılından itibaren Buğdan, Osmanlı İmparatorluğu na bağlı hale geldi.

Yüzyıllarca Osmanlı hakimiyeti altında kalan Eflak ve Buğdan'da XIX'uncu yüzyıldan itibaren Rusya'nın da etkisiyle birleşik, ulusal bir Romanya kurulmasına hız verildi. Bu fikir ilk olarak küçük toprak beylerinden çıktı ve daha sonra diğer gruplar arasında da yayıldı. 1838 yılından itibaren Eflak ve Buğdan'da gizli teşkilatlar kurulmaya başlandı. Avrupa'da cereyan eden 1848 ihtilalleri, bu iki Osmanlı eyaletinde son derece heyecan uyandırdı.

Buğdan'da, bağımsızlık ve Eflak ile Buğdan'ın birleşmesini isteyenler ayaklandılar. Daha sonra bu Eflak'a sıçradı. Bu ayaklanmalar bastırılmakla birlikte, bağımsızlık taraftarları bir anayasa yayınlamaya muvaffak oldular. Ayaklananlar aynı zamanda bir de geçici hükümet kurdular. Geçici hükümet Rusya'nın egemenliği altına girmek yerine, bazı hususlarda Osmanlı Devleti ne bağlı kalmak istiyordu. Fakat Osmanlı Devleti , Rusya'nın baskısı ile Eflak ve Buğdan olaylarını tanımadığını ilan etti. Rusya ile 1849 yılında yapılan Balta Limanı Andlaşması ile Rus Çarı ve Osmanlı Padişahı, Eflak ve Buğdan'ı devrimci ilkelerden ve anarşi hareketlerinden korumak için beraber çalışmayı kabul ettiler. Eflak ve Buğdan beyliğine, Osmanlı Hükümeti ile Rus Hükümeti arasında kararlaştırılacak adaylar, yedi yıl için Osmanlı Padişahı tarafından atanacaktı. Kısaca, Romen ülkelerinde 1848 ihtilallerinin başarısızlığı, Rusya ve Osmanlı Devleti nin bir araya gelerek oluşturdukları karşı birlikten kaynaklandı.


1853 yılında başlayan ve 1856 Paris Andlaşması ile sona eren Kırım Savaşı, bu iki eyalete yani Eflak ve Buğdan'a aradıkları fırsatı verdi. Paris Andlaşmasına göre, Eflak ve Buğdan muhtariyet kazanıyor ve bu muhtariyet devletlerin ortak garantisi altına konuyordu. Her iki eyaletin de kendilerine özgü birer milli meclisi olacak ve hiçbir devlet Eflak ve Buğdan'ın iç işlerine karışmayacaktı.

Paris Andlaşması ile muhtariyet kazanmalarına rağmen, halkın büyük çoğunluğu Latin ırkından ve Katolik olan Eflak ve Buğdan'da güçlü bir birleşme eğilimi vardı. Kırım Savaşından yenik çıkan ve buralar üzerinde hakimiyet kurmak isteyen Rusya ile Katoliklerin koruyucusu olarak ortaya çıkan III. Napolyon da bunları desteklemeye başladılar. İngiltere ise, geleneksel politikasının bir sonucu olarak Avrupa'da dengenin sağlanmasını istiyordu. Eflak ve Buğdan'ın birleşmeleri, diğer milletlerin de birlik ve bağımsızlıklarına örnek olacağından Avrupa'da denge kökünden bozulacaktı. Bu nedenle İngiltere, Romen birliğinin kurulmasına taraftar görünmüyordu. Avusturya, Osmanlı İmparatorluğu gibi türlü mezhep ve ırklardan oluştuğu için milliyet fikirlerine ve milli devletlerin kurulmasına daima karşı çıkmıştır. Bundan dolayı Eflak ve Buğdan'ın birleşmelerini istememiştir. Prusya ise, Avusturya ile bir takım sorunlar yaşadığı için bu birleşmeyi istiyordu.

Bu gelişmeler neticesinde Temmuz 1856'da Eflak ve Buğdan prensleri istifa ettiler ve Osmanlı Devleti tarafından Meclis seçimlerini hazırlamak için kaymakamlar atandı. Seçimler 1857 Ağustosunda Buğdan'da Eylül ayında da Eflak'ta gerçekleştirildi. Seçimleri her iki eyalette de birleşme yanlıları kazandılar ve her iki eyaletin meclisleri de 1857 Ekim ayında Eflak ve Buğdan'ın "Romanya" adı altında birleştiğini ilan ettiler. 5 Ocak 1859'da Buğdan Meclisi, 24 Ocak 1859'da da Eflak Meclisi oybirliği ile Albay Alexandre Ion Cuza'yı tahta Prens olarak seçti. Böylece birleşme fiili olarak gerçekleşmiş oldu.

Osmanlı Devleti ilk başlarda birleşmeye itiraz ettiyse de sonuçta, 2 Aralık 1861 tarihinde Eflak ve Buğdan'ın merkezi bir yönetime sahip olmasını kabul etti. Böylece, Eflak ve Buğdan Osmanlı Devleti ne bağlı olmakla birlikte, fiilen Romanya Prensliği ortaya çıkmış oluyordu.

  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 19.09.2015, 19:49   #4
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Osmanlı'dan Günümüze Ayaklanmalar ve İsyanlar

25. Edirne Olayı ve Ordunun İstanbul Üzerine Yürümesi / 1703

Osmanlı İmparatorluğu'nda, ulema ve ordunun birlikte hareket ederek hazırladıkları, Sultan II. Mustafa'nın tahttan indirilerek, yerine III. Ahmed'in geçmesiyle sonuçlanan ayaklanma (18 Temmuz-26 Ağustos 1703).

Sultan II. Mustafa'nın Erzurum'dan getirterek, haksız şekilde şeyhülislamlığa yükselttiği hocası Feyzullah Efendi, ayaklanmanın sebebi olduğu için; kimi yerde olay, Feyzullah Efendi'nin ismiyle de anılmıştır.

Devrinin sadrazamlarını hiçe sayacak kadar etki kazanan ve en önemli mevkileri oğulları, akrabaları, adamları arasında paylaştıran Feyzullah Efendi, ulemanın hoşnutsuzluğuna sebep olmuştur.

Feyzullah Efendi, Erzurum'dan gelir gelmez, padişah üzerinde nüfuzunu kurmuştur. O tarihte sadaret makamında bulunan Elmas Mehmed, Amcazade Hüseyin ve Daltaban Mustafa paşaların yeni şeyhülislamla olan ilişkisini, ancak onun emrine girerek kurabilmişlerdir. Elmas Mehmed Paşa'nın ölünceye kadar şeyhülislamdan çekmediği kalmamış, Hüseyin Paşa söz konusu nüfuz yüzünden hastalanıp ölmüş, Daltaban Mustafa Paşa ise, Devlet Giray olayı bahane edilerek öldürülmüştür. Edirne olayından önce sadarete getirilen Rami Mehmed Paşa Feyzullah Efendi'nin nüfuzunu bastırmak için her şeyi yapmaya hazırdı.

Sultan II. Mustafa ise, annesi Rabia Gülnuş Sultan ve eski hocasının etkisi altında hareminde sakin bir hayat sürmektedir. Feyzullah Efendi, işlere iyice sahip olabilmek için, padişahın İstanbul'dan Edirne'ye Eski Saray'a gitmesini sağladı.

Ancak devlet harcamalarının Edirne'ye geçmesi, İstanbul'da ticari faaliyetin daralmasına, dolayısıyla da İstanbul esnaf ve tüccarının hoşnutsuzluğuna sebep oldu. Ayrıca Kapıkulu Ocakları yılda birkaç kez değişik vesilelerle dağıtılan ulufelerden mahrum kaldı.

Böyle bir ortamda sadrazam Rami Mehmed Paşa, II. Vezir Damat Moralı Hasan Paşa'yla birlikte hazırladıkları planı uygulayarak, Edirne Olayı diye anılan ayaklanmayı gerçekleştirmişlerdir.

Başlangıçta, yalnızca Feyzullah Efendi ve adamlarına karşı geliştirilen hareket, kısa zamanda Edirne'deki iktidarı hedef aldı.

Boşnak İbrahim Ağa'nın teşvikiyle 18 Temmuz Salı gecesi, Cebeciler ulufelerini istemek için Cebehaneye kapandılar. Ertesi gün, Yeniçeriler ve Seyyitler de harekete katıldılar. Kısa zamanda bütün talebeler ve medrese mensupları, İstanbul tüccar ve esnafını da yanına alarak bütün İstanbul'a yayılan bir hareket başlattılar. Ayaklanmayı bastırmak isteyen Sekbanbaşı Murtaza Ağa öldürüldü. Bostancıbaşı Edirneli Mehmed Ağa, bir süre sonra isyancılara katılmak zorunda kaldı. Ayaklanmada yalnızca Kaymakam Abdullah Paşa'nın konağı yağma edildi. Feyzullah Efendi'nin oğullarının ve adamlarının konakları mühürlenerek, bunların bedesten ve cami kasalarında saklanan paralarına el konuldu.

Ayaklanma bu suretle gelişince, işleri yürütmek ve bu ayaklananları yönetmek üzere liderler arasında iş bölümü yapıldı. Buna göre, Parmakçızade Seyyit Ali Efendi, şeyhülislamlığa getirilmişse de, onun, hastalığını bahane ederek işe karışmak istememesi üzerine, İmam Mehmed Efendi, bu görevi kabul etmişti. Bunun dışında kalan bütün devlet görevlileri yeniden belirlendi.

Orta camii karargah haline getiren elebaşılar, isteklerini açıklayan bir dilekçeyi, eski Mısır kadısı Türk Hasan Efendi, eski Filibe kadısı Galat Şaban Efendi, Sultan Selim vaizi İsa, Şehzade vaizi Ömer ve Şeyh Taşçızade Abdullah efendilerden meydana gelen bir heyetle Edirne'ye yollandılar. Edirne'de ise, İstanbul'da bir ayaklanmanın baş gösterdiği perşembe günü haber alınmış, fakat bu haber Feyzullah Efendi'nin isteği üzerine padişahtan gizlenmişti, İstanbul'dan gelen heyet, Havsa'da tevkif edilerek Eğridere'ye gönderilmişti. Sultan II. Mustafa ayaklanma haberinin mahiyet ve derecesini ancak İstanbul bostancıbaşısının gizlice gönderdiği rapor üzerine öğrenmiş, bir yandan Feyzullah Efendi'yi ve çocuklarını Varna yoluyla Karadeniz üzerinden Erzurum'a sürgüne gönderirken, öte yandan da küçük mir-i ahur Selim Ağa'yı İstanbul'a yollayarak uzlaşma çareleri aramaya başlamıştı. Sadrazam Rami Mehmed Paşa ise, planını alt üst eden bu gelişme karşısında, durumu kontrol altına alabilmek için önce Çevik Ali Ağa'yı, onun arkasından da tezkireci Mustafa Efendi'yi İstanbul'a göndermişse de ayaklananlar üzerinde bir otoritesi kalmadığı az zaman içinde belli olmuştu. II. Mustafa İstanbul'dan gelen heyete umutlarının üstünde ilgi gösterince bu heyettekiler yumuşamışlar ve o anlayışla İstanbul'a dönmüşlerse de ayaklananların Sultan Mustafa'yı tahttan indirmek ve etrafındakileri uzaklaştırmak kararı karşısında bir şey yapamamışlardır. Bu durum sonunda ayaklananlar 20 bayrak yeniçeri, 10 bayrak cebeci, 5 bayrak topçu, 5 bayrak bostancı ve İstanbul esnafının her loncasından seçilen 10 kişilik gruplarla 60.000 kişilik bir kuvvet meydana getirmişler, bu birliğin nüzul eminliğini Arnavut Küçük Hüseyin almış, öncülüğüne ise yeniçerilerin başı Durcan Ahmed atanmıştı. Bu ordu Edirne'ye doğru yola çıkarken II. Mustafa da Edirne'de savunma tedbirleri alıyordu. İlk ağızda şeyhülislamlığa Yekçeşm Hüseyin Efendi, Anadolu kazaskerliğine de Kavukçuzade Abdullah Efendi getirilmiş, padişahın etrafında yer alanlardan Çorlulu Ali Ağa ile Kıpti Ali Ağa'ya vezirlik verilmek suretiyle onların saraydan uzaklaştırılmaları sağlanmış, Rumeli kuvvetleriyle Çakırcı Hasan Paşa, Hazinedar İbrahim Paşa ve Hüdaverdi Paşa Edirne'ye çağırılmışlardı.

İstanbul'dan yürüyen birlikler Silivri'ye geldikleri zaman yeni bir padişahın seçilmesi konusu ortaya çıktı. Asker arasında öteden beri IV. Mehmed'e ve çocuklarına düşman olan bir grup, II. Ahmed'in oğlu şehzade İbrahim'i padişah yapmak istedilerse de, ulemanın ve özellikle IV. Mehmed'in imamlığında yetişme şeyhülislam İmam Mehmed Efendi'nin direnmesi karşısında ve Edirne'deki birlikleri de darıltmamak kaygısıyla veliaht olan IV. Mehmed'in oğlu Ahmed'in III. Ahmed unvanıyla padişahlığa getirilmesi kabul olundu.

Bu durum karşısında II. Mustafa kendisine bağlı olan birlikleri Çakırcı Hasan Paşa komutasında Çorlu üzerine şevketti. Ancak, Hasan Paşa İstanbul' dan gelenlerle çarpışmayı göze alamadığından geriye çekildi. Bunun üzerine Sadrazam Rami Mehmed Paşa Havsa önünde İstanbul birliklerini durdurmak amacıyla siperler hazırlamaya koyuldu ve II. Mustafa da buraya çağrıldı, ikiye bölünen Osmanlı ordusu karşı karşıya gelmiş bulunuyordu. Fakat o gece Sultan Mustafa'nın yanında bulunan kuvvetler siperlerini terk ederek karşı tarafa geçtiler. Böylece ordu arasındaki parçalanma ortadan kalkmış oldu. Bu durum sonunda II. Mustafa Edirne'ye dönerek gelişmeyi annesi Rabia Gülnuş Sultan'a açıkladı ve saltanatı ana bir kardeşi Ahmed'e terketmek zorunda kaldı. Sultan Mustafa'nın çevresindekiler o anda kaçarak gizlendiler. Edirne'de yalnız devlet otoritesini temsil etmek üzere Kaymakam Damat Hasan Paşa kalmıştı. Hasan Paşa kendi kendine sadrazam olan Söhraplı Ahmed Paşa ile temasa geçerek son gelişmeyi bildirdi. Bunun üzerine şehzade Ahmed'e biat edilmek suretiyle ayaklanmanın ikinci evresi kapanmış oldu.

Bundan sonra Feyzullah Efendi ve çocukları Çırpan civarında Salihler konağında yakalanarak Edirne'ye getirildi ve ağır hareketlerle öldürüldü. Oğullarından ise yalnız Fethullah Efendi öldürülmüş, ötekiler çeşitli yerlere sürgün edilmişlerdir.



26. Patrona Halil Ayaklanması / 1730



Patrona Halil İsyanı, Osmanlı Devleti'ndeki Lale Devri'nin sonunu getiren ayaklanmadır. Patrona Halil idaresinde, bu ayaklanma 28 Eylül 1730'da başlayıp günlerce sürmüştür. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idam edilmiş; Sultan III. Ahmed tahttan indirilmiş ve yerine yeğeni I. Mahmud tahta geçirilmiş ve sonradan Lale Devri adı verilecek devir sona erdirilmiştir.


Ayaklanmanın Nedeni

Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın açtığı zevk ve sefahat devrinden memnun olmayan, bu yapılanları israf olarak gören ve büyük bir ekonomik sıkıntı çeken bir kitle bu ayaklanmaya sebep olmuştur. İran seferinden olumsuz haberler gelmesi üzerine halk harekete geçmiş, camilerde ve diğer yerlerde propaganda yaparak ayaklanmanın zeminini oluşturmaya başlanmıştı. Uzun zamandır maaşlarını alamayan Yeniçerilerin içerisinde de huzursuzluk belirmişti.

Nevşehirli Damat İbrahim Paşa

Zamanın tarihini yazan Mehmed Raşid Efendi ve İsmail Asım Efendi, tepkilerin ve öfkelerin korkunç bir ayaklanmaya dönüşmesinde, halkın ekonomik sıkıntısına ve yüksek enflasyona rağmen geceli gündüzlü ziyafetlerin, çırağan eğlencelerinin, sefere çıkmak istemeyen padişahla sadrazamının Davutpaşa Sarayı bahçelerine gidip bülbül dinlemelerinin baş rolü olduğunu yazarlar.

Tarihçi Şem'danî-zâde ise daha pratik bir anlatım örneğiyle ayaklanmaya neden olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'yı "mirasyedi meşreb, gece gündüz zevk u sürûr icad idüb halkı aldadacak şey lâzımdır deyû bayramlarda meydanlarda dolaplar, beşikler, atlıkarıncalar, salıncaklar kurdurub erkeklerle kadınları karışık salıncağa bindiren, salıncağa binub inerken hubbaz yiğidlere kadınları kucaklatdıran, hoş-seda ile şarkılar söylettiren" kişi olarak tarif eder. Topluluk tepkilerini halk ihtilaline döndürmeyi başaranlar, gerçekte Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın siyasi karşıtlarıydı.

Bu isyanın arkasında ilk kez imparatorlukta seküler yeniliklerin yapılmasının da katkısı vardı - ki bu nedenle zaten isyan süresince isyankarlar hep şeriatta söz etmişlerdir. Ayaklanmanın yöneticilerin aşırı tüketiminden kaynaklandığına dair iddialar da Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ve diğer yöneticilerin muhallefat (ölenin bıraktığı mallar) kayıtlarının karşılaştırılmasıyla tutarsızdır.

Bu dönem yöneticilerinin tüketim alışkanlıkları ve gündelik yaşam harcamaları önceki dönemdekilerden pek farklı değildir. Bu arada, III. Ahmed'den önceki padişahların büyük kısmının Edirne'de ikamet etmiş olmaları ve bu süre içinde İstanbul'un bakımsız kalması ve III. Ahmed'in İstanbul'a yerleşmesi sonrası yapılan - belki biraz gösterişli ama çoğunluğu gerekli- birçok yatırımın da dışarıdan aşırı harcamalar olarak değerlendirilebileceği unutulmamalıdır.

Son olarak, her ne kadar Patrona Halil'İn yönetici olarak belirgin özellikleri olsa da o dönem yönetim yapısı içinde, devlet içinde belli desteği olmadan bu tür bir isyan ve yönetim değişikliğinin yapılmasının neredeyse olanaksız olduğu da düşünülmelidir.

Nitekim bu isyan sırasında Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın 1718-1730 seneleri arasındaki uzun süreli sadaret döneminde (Nevşehirli Damat İbrahim paşa öncesi, III Ahmed 1703-1718 arası 15 senede 13 sadrazam değiştirmiştir) oluşturduğu kadrolara yönelik Kaymak Mustafa Paşa gibi umeranın ve seküler uygulamalara yönelik İspirzade Ahmet Efendi, Zülali Hasan Efendi gibi ulemanın ve yeniçerilerin isyancı yandaşlığı belirgindir.


Ayaklanmanın İdaresi ve Gelişmesi


Patrona Halil'in Jean-Baptiste van Mour tarafından yapılmış portresi


Halk isyanının elebaşısı Horpeşteli Arnavut Halil, leventlik ve Rumeli'de yeniçerilik yapmıştı ve yakın hemşehrileri arasında "Patrona" (koramiral) lakabıyla anılmaktaydı. İstanbul'da bir ara hamam tellaklığı veya esnaflık yaptığı da söylenmektedir. İstanbul meyhanelerine devam ettiği, devamlı alkol aldığı ve ihtilal yoldaşlarını da bu meyhanelerde tanıdığı bilinmektedir. Patrona Halil'i kendini ayaklanmaya elebaşılık etmeye kışkırtanların telkinleri ile 1730 yaz sonunda bir ihtilalci kadro toplamış ve ilk ihtilal planlama toplantısı 25 Eylül 1730'da Mevlid Alayı günü yapılmıştır. Bu grupta başkan Patrona Halil; yardımcıları Muslu Beşe ve Emir Ali ve kolbaşı kurmaylar olarak Ali Usta, Karayılan, Çınar Ahmed, Oduncu Ahmed, Derviş Mehmed, Erzurumlu Mehmed, Küçük Muslu, Kutucu Halil adlarında daha çok zorba olarak adları çıkmış halk adamları bulunmaktaydı. Zorba ayaklanmacılar 28 Eylül Perşembe günü bayrak açıp şeriat için herkesi bayrak altına gelmesini istediklerini bağırarak üç koldan şehirde yürüyüşe geçtiler. Kapalıçarşı'ya Bayezid Camii'nin Kaşıkçılar kapısı tarafından yürüyüşe geçerek ayaklanmayı resmen başlattılar; çarşıya girip tüccarlara zorla dükkânlarını kapattırdılar ve çarşı girişlerini tutup kimsenin alışveriş için girememesini sağladılar. Birden yürüyüş kolları kalabalıklaşıp büyümeye başladı. Ana kola hedef Etmeydanı oldu ve Patrona Halil ve erkanı bu meydanı merkez seçtiler. Bir grup da Üsküdar'a geçip orada muzır çıkarmaya başladı. Asayişi sağlaması gereken Yeniçeri Ağası Hasan Paşa bu kargaşalığa önce müdahale eder göründü ise de kalabalık dallanıp budaklanınca korkup, kurtulma çaresini kaçıp saklanmakta buldu.

Sultan ve sadrazam Damad İbrahim Paşa Üsküdar'da idiler. İstanbul Kaymakamı karşıya geçip gelişmeler hakkında bilgiler verdi. Karşılık olarak yapacakları kararlaştırmak için devlet adamları ve yüksek ulema Üsküdar'a çağrıldı ve Sancak-i Şerif Topkapı Sarayı'ndan çıkarılıp getirildi. O gece Sultan, Sadrazam ve devlet erkanı İstanbul'a geçip Topkapı Sarayı'na yerleştiler. Fakat o akşam Yeniçeriler ve Acemoğlanları da kazan kaldırıp, şeriat için yürüyüşe geçen ve geceyi sokaklarda geçiren halka katıldılar. 29 Eylül günü ayaklanmacılar İstanbul'un kontrolünü ellerine almışlardı. Patrona Halil yandaşlarına emirler verip yağmalar ve baskınlar düzenleyip isyana katılmayan veya isyancıların uygun görmedikleri kişilerin öldürülmelerine başlandı. Bu aranan ve kayıplara karışan kişiler arasında devrin ünlü şairi Nedim de bulunmaktaydı. Böylece Patrona bir terör havası yaratmayı ve kendine muhalif olacaklara gözdağı verip muhalefeti önlemeyi başardı. Etmeydanı'nda bulunan elebaşılar heyeti karargahına müderrisler getirip isteklerini fetvalar şekline dönüştürüp güya meşruiyet kazandılar. "Şeriat isteriz" yaygaralarıyla sokaklara dökülmüş acayip halk psikolojisi içinde bulunan halk güruhuna, tomruk ve zindan mahkûmlarının salınması ile katılanlar ve İstanbul'un bütün ayaktakımı öncülük ve liderlik etmeye başladı.

Bu gelişmeler üzerine Saray'dan gönderilen bir aracı ile Sultan III. Ahmet isyancıların ne istediklerinin sorulmasını istedi. Patrona Halil'in, Sadrazam Damat İbrahim Paşa ile birlikte 37 kişinin kellelerinin kesilmesini istediği belirtildi. Sultan duruma el koymak için Sancak-i Şerif'in açılmasını ve müslümanların bu sancak altına çağrılmasını emretti. Bu emire uyan çok az sayıda kişi Patrona Halil'in devriyeleri tarafından hemen dağıtıldılar. Yeni Kaptan-ı Derya olarak atanan Abdi Paşa, Patrona ile şahsi bir görüşme yapıp uzlaşma yolları araştırdı; ama başarı kazanamadı.


Sadrazamın İdamı

30 Eylül'de Topkapı Sarayı'nda yapılan toplantıda Zülali Hasan Efendi, Sadrazam İbrahim Paşa'nın idam edilmesini önerdi. Ulemanın fetvası da alınarak akşama doğru Sadrazam İbrahim Paşa ve damatları Mustafa Paşa ve Mehmed Paşa Kapılararası'nda boğduruldular. 1 Ekim sabahı, cesetleri öküz arabalarına konulup Saray'dan çıkartılıp isyancılara verildi. Ayaklanmacılar cesetleri İstanbul sokaklarında sürükleyip herkese gösterdiler.

Fakat, ayaklanmacılar arasında bu cesetlerden hiçbirinin İbrahim Paşa'ya ait olmadığına dair bir şüphe uyandı. Tekrar Saray'a bir yürüyüş başladı. Alay Köşkü önünde büyük bir kalabalık toplandı. Padişah pencereden görünmek zorunda kaldı.


III. Ahmet'in Tahttan Feragati ve I. Mahmut'un Tahta Geçişi


Sultan III. Ahmet


Ulemadan Zulalî Hasan Efendi ve İspirzade asilerle uzlaşmaya gönderildiler. Fakat Patrona Halil ve diğer isyancı başları, bu sefer de tüm isteklerini yerine getiren Sultan III. Ahmet'in tahtan indirilmesini istediler. Uzlaşma heyeti de Patrona Halil ile isyanın sona ermesinin ancak Sultan III. Ahmed'in tahttan inmesi ile mümkün olacağına anlaştılar. Kendisine ve ailesine zarar verilmemesi durumunda tahttan çekileceğini bildiren Sultan III. Ahmet, 30 Eylül gecesi yeğeni Şehzade Mahmud'u Kafes Köşkü'nden getirip önce alnından öptü; saltanata dair öğütlerde bulundu ve şehzadeleriyle birlikte yeni sultana biat etti.

I. Mahmud önce Hirka-i Saadet dairesinde namaz kılıp dua etti ve gece yarısından sonra iç biat törenine katılıp Saray halkının tebriklerini kabul etti. 2 Ekim,1730'da İstanbul Osmanlı tahtına I. Mahmut geçtiğini ilan eden cülus toplari ile uyandı. O gün Sadrazamlığa Silahdar Mehmed Paşa tayin edilmişti. Babüsaade onune kurulan bir tahta oturan I. Mahmut için dış biat törenine hemen başlandı. Bu torende protokol ayaklanma liderlerinin uygunsuz giysi, hareket ve tavırları ile bir skandal oldu. Ön sırada baldırı çıplak Yeniçeri eri kıyafeti giyinmiş ile silahları kuşanmış olarak Patrona Halil, Muslu Beşe vb efradı yer almışdı.

Ayaklanmacılar hemen organize olmaya başladılar. Patrona Halil, İstanbul Kadısı olarak Müderris İbrahim'i, Yeniçeri Ağası olarak eski yoldaşı Nişli Kel Mehmed'i ve Sekbanbaşı olarak Urlu Murteza'yi atamıştı. Yeni Padişah, ayaklanmacıların hazırladığı listelere göre, ta en küçük görev olan kürsü şeyhliğine kadar, yeni atamalar yapmak zorunda kaldı. Örnegin, Patrona'ya ayaklanmadan önce borç vermiş ve ayaklanma sırasında kredi sağlamış olan Yanaki adlı bir Rum kasap Boğdan Voyvodalığı'na kâğıt üzerinde atanmıştı.

6 Ekim 1730'da yeni Padişah için Eyüp'da yapılan kılıç alayında İstanbul halkı arasından geçip camide, İslam peygamberi Muhammed'in kılıcını kuşandı.


Ayaklanmanın Sonrası ve Sonuçlar

Asiler daha önceki devirden elde kalan en önemli binaların bulundugu Saadabat'daki köşkleri yakıp küle döndürmeyi arzu etmekteydiler. Fakat I. Mahmud bu yangına izin vermedi. Ama yine de buraların yıkılmalarına engel olamadı.

I. Mahmud ayaklanma elebaşılarını birer görevle İstanbul'dan uzaklaştırmayı denedi. Patrona Halil Yeniçeri Ağası tarafından yapılan 10 bin altın maaşla nerede isterse vali olması teklifini reddedip; amacının mal, mülk ve unvan edinmek olmadığını ve bozuk düzeni kaldırmak ana hedefi olduğunu belirtti. Güvenilir adamları aracılığıyla I. Mahmut, Kapıkulu asker ocaklarındaki isyancıları ve Patrona Halil etrafındaki kalabalığı kendi safına çekmekte biraz başarı kazandı. Patrona Halil, Şeyhülislam ve kazaskerin kefil olmaları ile bu yoldaşlarının ayrılmasını kabul etti.

Fakat yine bir ay boyunca Patrona sık sık Etmeydanı karargahından ayrılıp silahlı olarak Sultan'ın huzuruna çıkıp istek ve önerilerde bulunmakta ve ayrıca çarşı pazarda denetimde bulunmaktaydı. Kasım 1730 ortasında (çoğu Arnavut asıllı olan) Patrona Halil erkanı ile kapıkulu askerleri arasında, özellikle Patrona Halil erkanına sağlanan ayrıcalıklardan doğan hoşnutsuzluk dolayısıyla, uyuşmazliklar başladı. Bunu önlemek için Patrona Halil Sadaret Kaymakamı görevini yüklenmek istediğini Sultan'a bildirdi. Bunun zararını anlayan Sultan hemen Kaptan-ı Derya Canım Hoca Mehmed Paşa'ya bir plan hazırlatıp uygulamaya koydu. 23 Kasım'da genel gündemli bir Divan-ı Hümayun toplantısı hazırlanıp Patrona Halil ve bütün erkanı bu toplantıya çağrıldı. Burada 25 Kasım'da bir gizli toplantı yapılması kararlaştırıldı. Bu gizli toplantiya gelen Patrona, erkanı ve muhafızları birbirinden ayrıldı. Silahlarından arındırılan Patrona Halil ve erkanı Sünnet Odası'ndan alınarak bir baskınla öldürüldüler. Dışarıda bekleyen muhafızlar ise birer ikişer ayrı ayrı idam edildiler. Enderun avlusu ve Sofay-i Hümayun bir savaş meydanına döndü. Patrona, erkanı ve mufahızlarının kelleleri ve cesetleri Saray'dan arabalarla çıkarılınca zorba kalabalıkları da hemen dağıtıldı.

İstanbul sıkı bir denetime alındı. Özellikle hamamlarda çalışıp yaşayan Arnavutlar dağıtıldı. 2.000 kişi yakalanıp ya idam edildi ya da Anadolu'ya sürgüne gönderildi. Böylece 25 Kasım'dan hemen sonra Patrona Halil isyanı kalıntıları sona erdirilip I. Mahmud'un gerçek saltanatı başladı.
  Alıntı ile Cevapla
7 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.09.2015, 19:15   #5
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Osmanlı'dan Günümüze Ayaklanmalar ve İsyanlar

27. İstanbul’da bulunan Arnavutların Ayaklanması / 1731

Patrona Halil ayaklanmasına takiben İstanbul'da cereyan etmiş bir ayaklanmadır. Ayaklanmayı başlatanların çoğunluğunun Arnavut olmasından dolayı İstanbul'da Arnavut Ayaklanması adını almıştır.




28. Rumeli’de Pazvantoğlu Ayaklanması / 1797

Bulgaristan'ın batısı ile Doğu Sırbistan bölgelerini denetimi altına alan Vidin ayanı Pazvantoğlu Osman Ağa'nın Osmanlı Devleti'ne karşı çıkardığı ayaklanma (1795-1802).

Bosna asıllı olan Pazvantoğlu Ailesi'nden Pazvant Ağa'ya (Ömer Ağa'nın babası, Osman Ağa'nın dedesi), 1739'da Avusturya'yla yapılan savaştaki (1735-1739 Osmanlı-Rus-Avusturya Savaşı) katkılarından ötürü Vidin'de iki köy verilmişti. Oğlu Ömer ise aynı savaşta akıncılar arasında devlete hizmetlerde bulunduğundan kendisine de Vidin civarından Boursa ve Kırsa adında iki köyün tımarı verilerek taltif edilmişti. Bu vesileyle Vidin civarına yerleşen Ömer Ağa bu sancağın bayraktarlığı mertebesine daha sonra da servet sahibi olarak Vidin âyanlığına yükselmişti.

Rumeli Eyaleti'deki güçlü ayanlardan Pazvantoğlu Ömer Ağa, merkezi yönetimden bağımsız bir tutum izlemeye başlaması üzerine 1787'de idam edildi. Oğlu Osman (1758-1807) da bu olayın ardından bir süre Vidin'den uzaklaştırıldı. Osmanlı-Avusturya Savaşı'nda (1787-92) gösterdiği yararlılıklardan ötürü Vidin'e dönmesine izin verildi. Buradaki yeniçeri yamaklarını eski bir kapı yoldaşı olarak disiplin altına alan Pazvantoğlu Osman serhat ağaları ile işbirliği yaptı ve 1794'e değin babasının el konan bütün mallarını geri aldı. Nizam-ı Cedid'e karşı çıkan yeniçerilerle yamakları, İrad-ı Cedid vergilerini ödemek istemeyen yükümlüleri ve Kırcalı eşkıyasını çevresinde topladı. Böylece Belgrad'dan Ziştovi'ye kadar Tuna boyunu denetimi altına aldı.

Pazvantoğlu 1795'te yeniçeri yamaklarına destek vererek merkezi yönetime başkaldırdı ve Vidin Kalesi'ni kuşatan Osmanlı güçlerini püskürttü. Sorunun bu yoldan çözülemeyeceğini anlayan merkezi yönetim, Osman Ağa'yı bağışlamış gözükerek kendisini Vidin mukataatı ve cizyelerinin toplanmasıyla görevlendirdi. Pezvantoğlu ise vezirlik istedi ve isteği yerine getirilmeyince 1797-98'de yeniden ayaklandı. Eflak'ta ve Belgrad'da kanlı çete savaşları başladı. Ayaklanmacılar, Niğbolu (Nikopol), Rusçuk (Ruse), Ziştovi ve Varna'yı işgal ettiler; Niş ve Sofya'yı denetim altına aldılar. Belgrad önünde güçlükle durdurulabilen Pazvantoğlu Rumeli'nin geniş bir kesiminde, 100 bin kişilik milis ordusuyla ayrı bir yönetim kurdu. Kent ve kasabalara mütesellimler, muhassıslar atadı.

Bölgenin farklı uluslardan ve dinlerden topluluklarını hoşnut edici bir siyaset izlerken bir yandan da merkeze bağlı gözükerek üzerine kuvvet gönderilmesini önlemeye çalıştı. Bir süre sonra üzerine sevk edilen bir Osmanlı ordusunu yenilgiye uğrattı. 1797'de Kaptan-ı derya Küçük Hüseyin Paşa Pazvantoğlu üzerine gönderildi. Devlete bağlı Rumeli ayanının desteklediği orduya karşı savaşmayı göze alamayan Pazvantoğlu'nun bağışlanma isteği kabul edilmedi. Ama Osmanlı ordusunun Vidin Kuşatması (Mayıs-Ekim 1798) başarılı olmadı. Güç koşullarda sürdürülen kuşatma Napoléon Bonaparte'ın Mısır'a çıkması üzerine kaldırıldı. Bu sonuç Pazvantoğlu Osman'ın gücünü ve ününü daha da artırdı. III. Selim, Pazvantoğlu'nu bağışlayarak önce kapıcıbaşılığa, 1799'da da vezirliğe yükseltti; Vidin muhafızlığı ve Niğbolu mütesellimliği verdi.

Ama Şumnu'da ayaklanan Mehmet Giray'la ilişkisi olduğu gerekçesiyle vezirliği geri alınınca Pazvantoğlu 1800'de bir kez daha ayaklandı. Yamaklar ordusunu Belgrad, düzenli ordusunu da Eflak üzerine gönderdi; Bükreş'i kuşattı. Osmanlı yönetimi, Bükreş kuşatmasını kaldırması koşulu ile 1802'de vezirliğini, 1804'te de Vidin ve Niğbolu sancaklarını geri verdi. Pazvantoğlu Osman Paşa bundan sonraki yaşamını devlete bağlı olarak sürdürdü.


Bazı tarihçilerce kötü yönetime karşı bir direniş ve kıyımlara boyun eğen yoksul kitleler adına yapılmış bir hareket olarak değerlendirilen Pazvantoğlu Ayaklanması Osmanlı Devleti'nin iç ve dış bunalımlarla çıkmazda olduğu bir sırada ortaya çıkmış ve yönetimi uzun süre uğraştırmıştır.




29. Sırbistan Ayaklanması / 1806

Sırp İsyanları, 19. yüzyılın başlarında Sırpların Osmanlı Devleti'ne karşı başlattıkları ve 1878 yılında Sırbistan'ın bağımsızlığıyla sonuçlanmış isyanlardır.

Tarihsel Sırbistan topraklarının Osmanlı Devleti'ne katılması 14. yüzyılda başlamış 15. yüzyılın ortalarında tamamlanmıştır. Osmanlı Devleti'nin Sırbistan Prensliği'yle 1364 yılında yaptığı Sırpsındığı Muharebesi'nin ve 1389 yılındaki I. Kosova Muharebesi'nin Sırpların yenilgisiyle sonuçlanması, Sırpları zayıflatmış ve Sırp topraklarının çoğunun Osmanlılara geçmesine neden olmuştur.

Daha sonra 1402 yılında kurulan Sırp Despotluğu da 1456 yılındaki Belgrad Kuşatması'nda başkenti Belgrad'ı Osmanlılara kaptırdıktan sonra, bir süre Macaristan Krallığı'nın vasallığı altında ayakta kaldıysa da, 16. yüzyılın başlarında bu simgesel varlık ta tamamen ortadan kalkmıştır. Bu tarihten sonra 300 yıl boyunca Sırpların büyük bir bölümü Osmanlı Devleti vatandaşı olarak yaşamış, kendileri ait bir devletten yoksun kalmışlardır.

Osmanlı döneminde Sırplardan devşirme yöntemiyle devletin yüksek kademelerine ulaşmış birçok devlet adamı mevcuttur. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz yükselme döneminde önce Kaptan-ı Deryalık ve sonra da 14 yıllık bir süreyle sadrazamlık yapmış olan Sokollu Mehmet Paşadır.


İsyanın Nedenleri

Sırp isyanlarının nedenleri arasında aşağıdakiler gösterilebilir:

1- Rusya ve Avusturya'nın kışkırtmaları,

2- 17. yüzyıl'da Osmanlı yönetimindeki otorite zayıflığı,

3- Sırbistan'daki yeniçerilerin halka iyi davranmaması,

4- Fransız İhtilalinden sonra ortaya çıkan milliyetçilik akımları

5- Osmanlı-Avusturya Savaşları sırasında Sırbistan topraklarının savaş alanı haline gelmesidir.



19. yüzyıl başlarında Avusturya ve Rusya, Sırbistan'da halkı Osmanlı egemenliğine karşı kışkırtma siyaseti uygulamaya başlamışlardı. Ayrıca buradaki yeniçeriler Müslüman ve Hıristiyan halka karşı çok kötü davranarak halkı iyice bezdiriyorlardı. Bu ortamda Sırplar sıradan bir çoban olan Kara Yorgi'nin önderliğinde ayaklandılar. Ruslardan da aldığı destekle Kara Yorgi 13 Aralık 1806’da Belgrad’a girdi. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Belgrad Kara Yorgi'nin önderliğindeki isyancıların elinde kaldı.


Kara Yorgi- Karađorđe Petrović (Black George)


Osmanlı Devleti ve Rusya arasında imzalanan Bükreş Antlaşması ile Sırplara bazı imtiyazlar verildi. Osmanlılar Ruslarla yapılan barıştan sonra Sırbistan'daki isyancıları yenerek Belgrad'ı tekrar ellerine geçirdiler. Kara Yorgi 21 Eylül 1813'de diğer isyancılarla birlikte canını kurtarmak için Avusturya'ya kaçtı. Böylece ilk Sırp isyanı son bulmuş oldu.

Bağımsızlıklarını kazanmak isteyen Sırplar 1814 yılındaki Viyana Kongresi'ne bir heyet gönderdiler. Ancak bir sonuç alamayınca 1815 yılında Miloş Obrenoviç'in liderliği altında ikinci bir ayaklanma başlattılar ve hareketleri Ruslar tarafından desteklendi. Bu ayaklanma da başarısız oldu ama 1817 yılında Rusya ile yeni bir savaş istemeyen ve bölgeye yönelik muhtemel bir Rus müdahalesine engel olmak isteyen Osmanlı Devleti Sırplara bazı özerklik hakları vermeye razı oldu. Osmanlı valisi Maraşlı Ali Paşa Miloş Obrenoviç'le anlaşmaya vararak Sırbistan'ın içişlerinde bağımsız olmasını sağladı.

Sırbistan'ın yönetimini ele geçiren Miloş Obrenoviç o sırada Sırbistan'a geri dönen ilk isyanın lideri Kara Yorgi'yi kendisine rakip olmasını önlemek için öldürttü. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşını kaybeden Osmanlılar Ruslarla imzaladıkları Edirne Antlaşmasıyla Sırbistan'ın yarı bağımsız bir hale gelmesini kabullendiler. 1830 ve 1833 yıllarında Osmanlı padişahı II. Mahmut'un imzaladığı Hatt-ı Şeriflerle Miloş Obrenoviç'in elindeki topraklar arttırıldı ve kendisi Osmanlılar tarafından resmen Sırp prensi olarak resmen tanındı.



Sırbistan'ın Bağımsızlığı

Aslında geçici süreyle de olsa ilk bağımsızlığı kazanan Sırplar olmuştu. 1804'ten 1813'e kadar süren birinci Sırp Ayaklanması'nda Sırplar Osmanlı devletinden bağımsız olmuşlardı. Yeniçeri dayıların İstanbul'dan görece bağımsızlıkla keyfen yönettiği ve bir Sırp için insanca yaşanabilecek bir yer olmayan Sırbistan'ın bağımsızlığı 1813'e kadar sürdü. 1821'de Yunanistan Mora yarımadasında bağımsız oldu. Sırp ayaklanmaları kadar acı ve etkili olmasa da Yunanistan'ın bağımsız olabilmesinin nedeni Batı'dan gördüğü yardımdı.

Sırbistan ayaklanmaları 1830'da Sırbistan'ın yarı-bağımsız olmasına yol açtı. Yine Batı desteğiyle 1867'de son Osmanlı kuvvetleri ülkeden çekildi. Doksanüç harbi sonucunda da yasal bağımsızlık ilan edildi(1878).

Sırpların kurduğu Sırbistan Prensliği bir süre Osmanlı Devleti'nin denetimi altında yaşadı. 1839 yılına kadar Sırbistan'ı Miloş Obrenoviç yönetti. Sonra yerini oğulları Milan Obrenoviç ve Mihailo Obrenoviç'e bıraktı. 1842 yılında Mihailo Obrenoviç bir isyan sonucu tahtan indirildi ve Kara Yorgi'nin küçük oğlu Aleksandar Karayorgeviç tahta çıktı. 1858 yılında Aleksandar Karayorgeviç de tahttan indirilince 78 yaşındaki Miloş Obrenoviç ilk prensliğinden 19 yıl sonra ikinci bir defa tahta çıktı. 1860 yılında ölene kadar Sırbistan'ın prensi olarak kaldı. Miloş Obrenoviç'in ölümünden sonra torunları Sırp Prensi olarak Sırbistan'ı yönetmeye devam ettiler.

1867 yılına kadar Osmanlılar Belgrad'da bir birlik bulundurmaya devam ediyorlardı. Ancak Osmanlılar 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nı kaybedince Ruslarla imzaladıkları Berlin Antlaşması'yla Sırbistan'a tamamen bağımsızlığını vermeye mecbur kaldılar. 1882 yılında Sırbistan Krallığı ilan edildi. Miloş Obrenoviç'in torunları da kendilerini Sırbistan kralı ilan ettiler. Bu krallık 1918 yılında Yugoslavya kurulana kadar ayakta kaldı.



30. Kabakçı Mustafa Paşa Ayaklanması / 1807
Kabakçı Mustafa isyanının sebepleri çok çeşitlidir. On sekizinci asrın sonlarında Osmanlı Devleti dışta ve içeride çeşitli düşmanlarla mücâdele ediyordu. Nizam ve disiplini kalmamış olan yeniçeri ordusunun gayretsizliği neticesinde bu savaşların büyük bir bölümü mağlûbiyetle neticeleniyordu. Bu sebeple padişah III. Selim 1789’da saltanata geçince, ilk olarak Nizam-ı Cedîd adı verilen ıslâhat hareketlerine girişmişti.

Bu ıslâhatların en önemli bölümünü ise yeniçeri ordusunun yanında ikinci talimli ve düzenli modern bir ordunun (nizâm-ı cedîd ordusu) kurulması teşkil ediyordu. Nitekim evvelâ İstanbul’da sonra da Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde kurulan Nizam-ı Cedîd-askerleri, ilk defa olarak, Mısır seferi sırasında Akka önünde Napolyon’a karşı başarılar kazandı. Ancak NizAm-ı Cedîd'in kuruluşundan itibaren düşmanlık besleyen yeniçeri ocağının kini bu başarılardan sonra daha da arttı. Devlete zararları bir yana hiç bir faydalan dokunmayan; adetleri, savaşta düşman önünden kaçmak, sulh zamanında eşkıyalık, kabadayılık ve esnaflık yapmak olan yeniçeriler, son günlerinin yaklaştığını iyice hissediyorlardı.

Bu arada sultan III. Selim'in ıslahat fikirlerine karşı çıkan bazı devlet adamları da yeniçerilerin bu huzursuzluğundan faydalanarak onları teşvik ve tahrik etmeye başladılar. Bu devlet adamlarının başında, vezir Köse Musa Paşa ile şeyhülislâm Topal Atâullah Efendi geliyordu. Nitekim 1807’de Rusya ile Osmanlı Devleti arasında çıkan harp bunlara aradıkları fırsatı verdi ve derhal Nizam-ı Cedîd'i ortadan kaldırmak için harekete geçtiler.

Akka mağlubiyetini bir türlü unutamayan, bu sebeple Nizâm-ı Cedîde karşı özel bir kin duyan Fransızların İstanbul sefiri Sebastiani de isyanı el altından teşvik ediyordu. İlk olarak Köse Musa Paşa, Mayıs sonlarına doğru, Karadeniz boğazında muhafız yeniçeri yamaklarına Nizâm-ı Cedîd elbisesi giydirilmesi için Boğaz nazırı Mahmud Efendi’yi görevlendirdi. Fakat yamakların yanına gönderdiği özel memurlarda, bu tedbirin padişah tarafından alındığını ve “Nizâm-ı cedîd elbisesi giyerseniz dinden çıkarsınız, giymezseniz tardedileceksiniz. Belki Nizâm-ı Cedîd sizi öldürecek” fitnesini yaydı.

Bunun üzerine daha önce teşkilatlanmış olan yamaklar; “Biz atalarımızdan beri yeniçeriyiz, nizâm-ı cedîd elbisesi giymiyoruz” diye ayaklandılar.

Neticede yamakların ağaları olan Halil Haseki durumu haber alarak, yatıştırmak istedi ise de, orada öldürüldü. Artık isyan başlamıştı. Bunu öğrenen Boğaz nazırı Mahmut Efendi, iskeleden kayıkla Büyükdere ocağına sığınmak için yola çıktı. Arkadan yetişen yamaklar onu ve hizmet erini de öldürdüler. Mahmut Efendi’nin mühürdarı, İstanbul’a gelen kayıkçılardan hadiseyi öğrenince, kethüda İbrahim Efendi’ye haber verdi. Bâb-ı âlî vaziyeti öğrenince bir toplantı yaparak durumu görüştü. Kaymakam Musa Paşa’nın; “Bir kazadır olmuş, yamaklar da yola gelmek üzeredir” demesi üzerine sultan III. Selim, gerekli tedbirlerin alınarak eşkıyanın dağıtılmasını ve zararlarına son verilmesini emretti. Neticede yamakları yumuşatmak ve yatıştırmak üzere bir heyet gönderilmesi kararlaştırıldı. Gönderilen heyet onlara nasihat yerine gayret ve cesaret verdi.

Bu durumdan cesaret alan asiler, Büyükdere çayırında toplanarak Kabakçı Mustafa’yı lider seçtiler. Müslüman ve hıristiyan her kim olursa olsun hiç bir kimsenin ırz, can ve malına dokunulmamak, eğer dokunan olursa idam olunmak ve şeyhülislâm tarafından tasdik edilmedikçe birşey istememek, Atmeydanında toplanarak Bâb-ı âlî’den yapılacak isteklerine izin verilmedikçe dağılmamak üzere aralarında yemin edip, İstanbul’a doğru hareket ettiler. Rastladıkları serseriler de asilere katılıyordu. Tarabya’ya geldikleri vakit sayıları bine yaklaştı. İsyancılar Balta limanı ve Bebek’ten geçerlerken Levend çiftliğinden bir bölük Nizâm-ı cedîd askeri indirilip, dağıtılabilecekleri halde, Köse Musa Paşa Nizâm-ı cedîd askerlerine kışlalarından çıkmamaları emrini gönderdi.

Tophane’den geçen asilere karşı koymaya hazırlanan Topçu ocağına, Köse Musa Paşa; “Karşı gelinmesün, bu iş cümle ittifakıyledür” haberini gönderdi.

İsyancılara önce topçular sonra da cebeci ocağı katıldı. Kabakçı Mustafa, asileri Atmeydanı’nda topladı. İsyanın bu hadde gelmesi üzerine sultan Selim Han, müslüman kanı dökülmesini istemedi ve; “Bu işlere sebep, benim hilmimdir! (Yumuşak huyluluk)” dedi.

Köse Mûsâ Paşa, asileri teskin edeceğini Sultan’a bildirerek, Nizâm-ı Cedid'in kaldırıldığına dair bir hatt-ı hümayûn çıkarttı. Bu arada Musa Paşa, Kabakçı’ya on bir kişinin isimleri bulunan bir liste gönderdi. Kabakçı, asilere; “Bu on bir kişi memleketi harâb edenlerdir, ölü veya diri pâdişâhtan bunları istemeliyiz” dedi.

Asiler, Kabakçı’nın bu fikrini kabul ettiler. Sultan Selim Han, fazla kan dökülmemesi için isyancıların bu isteğini yerine getirdi ve sarayda bulunanları teslim etti. Zira Sultan onların bu isteklerinin yerine getirilmediği takdirde, zorla saraya girip isteklerini gerçekleştireceklerini biliyordu. İsyancılar, listede ismi geçenleri çeşitli işkencelerle katlettiler. Fakat yamakları isyana teşvik eden devlet ricali bu kadarını kâfi görmedi ve tekrar onları kışkırtarak Padişah’ın tahttan indirilmesini istemelerini telkin ettiler.

Kabakçı Mustafa, şeyhülislâmı Atmeydanı’na davet ederek; “Sultan Selîm’in saltanatta istiklâli yok. Hükümeti bir takım zâlimlerin eline verdi. Hükümete getirdikleri de fukaraya ve reâyâya zulüm yapıyorlar. Böyle bir pâdişâhın hilâfeti caiz midir?” diye sordu.

Şeyhülislâm; “Değildir” diye cevap vererek hal fetvasını yazdı. Bunun üzerine asiler; “Sultan Selim’i istemiyoruz, sultan Mustafa efendimizi istiyoruz” diye bağırmaya başladılar. Bir heyet hal fetvasını pâdişâha götürdü. Selim Han, derin bir acı ile padişahlıktan çekildiğini bildirdi.

Sultan Selim Han’a saltanattan feragattan önce ordu-yı hümâyûnu İstanbul’a çağırarak isyanı bastırması teklif edilmişti. Bu teklife verdiği cevap “Olmaz, sonra Rus orduları Çatalca’ya kadar gelir” oldu. Böylece en büyük felâket anında dahi devlet ve memleketi düşünerek hareket etti. Osmanlı tahtına yeğeni dördüncü Mustafa Han geçti, istekleri yerine gelen isyâncılar dağıldı.

Kabakçı Mustafa’ya, turnacı başılık rütbesi, yardımcılarından Arnavut Ali’ye Anadolu kaleleri nezareti ve ağalığı, Bayburtlu Süleyman’a tersane-i amire sancağı kaptanlığı verildi. Köse Musa Paşa, öldürülen devlet adamlarının hazineye devredilmesi gereken mal, mülk ve yalılarına sahip çıktı. Böylece ihtilalcilerle el birliği yapanlar istedikleri maddî menfaatleri de sağladılar. Bundan böyle devlet işlerine karışmamaları, şartıyla, yeni sultan tarafından yeniçerinin kabahatli tutulmayacağını bildiren bir hatt-ı hümâyûn yayınlandı. Kabakçı Mustafa’nın başarılı olması Tuna’da Ruslarla savaşan ve Yeniçerilerden kurulu orduda büyük bir sevinç meydana getirdi. O sırada orduda bulunan yenilik taraftarı devlet adamları Rusçuk ayânı Alemdar Mustafa Paşa’nın yanına sığındılar.
Kabakçı Mustafa isyânı, Osmanlı Devleti’ne maddî ve manevî bir çok zararlar verdi. Devletin ilerlemesi için gerekli olan kabiliyetli devlet adamlarının öldürülmesi kayıpların en büyüğü idi. Büyük emekler harcanarak kurulan Nizâm-ı cedîd’in kaldırılması ise maddî yönden olan kayıplardandır. İsyandan kısa bir süre sonra Rusçuk âyânı Alemdâr Mustafa Paşa, İstanbul’a gelerek ihtilalin ele başılarını öldürdü ve sultan İkinci Mahmûd Hân’ı tahtta geçirdi.
  Alıntı ile Cevapla
9 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 23.09.2015, 17:13   #6
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Osmanlı'dan Günümüze Ayaklanmalar ve İsyanlar


31.
Alemdar Olayı (Yeniçeri Ayaklanması) / 15- 16 Kasım 1808



Alemdar Mustafa Paşa, aslında Üçüncü Selim'in başlattığı Avrupai ordu düzenine yani “Nizam-ı Cedit” e, karşı idi.

Bu sırada patlayan Osmanlı-Rus savaşında yeniçerilerden meydana gelen merkez ordusunu ilk defa topluca ve yakından görme fırsatı buldu. Mensup olduğu şanlı yeniçeri ocağının bu kadar disiplinsiz, askerlik vasıflarından mahrum ve güçsüz olduğunu görünce ocak hakkındaki düşünceleri temelinden sarsıldı, Yeniçerilerle artık asla bir savaş kazamlamayacağı ortadaydı. “Padişahın yeniçeri ocağını tasfiye etmek ve yerine daha disiplinli ve güçlü bir ocak kurmasından daha tabii ne olabilir?” diyenlerin tamamen haklı olduğunu artık anlamıştı.

Alemdar Mustafa Paşa


Düşünceleri zaman içinde değişen Alemdar bir taraftan Rusçuk, Yergöğü ve Tuna sahillerinde Rus ilerleyişine engel olmaya çalışıyor, öte yandan açtırdığı kanallar ve diğer bazı önlemler ile bölgedeki ziraatin gelişmesine çalışıyordu. Bir zamanlar zorbalar tarafından halka yüklenen yasadışı vergileri kaldırmış, bu yüzden daha önce topraklarını terkedenler tekrar vatanlarına dönmüşler ve Alemdar bölgede halkın sevgilisi haline gelmişti.

Kabakçı Mustafa önderliğinde yapılan saray baskınında III. Selim tahttan indirilerek, hapsedildi, âsilerin istediği Şehzade Mustafa, “Dördüncü Mustafa” olarak padişah ilân edildi. Böylece Sultan Selim'in başlattığı ve bir kısım devlet adamının büyük ümitler bağladığı 'Nizam-ı Cedit', yani “yeni düzen” adı verilen bu reform girişimi de sona erdi.

Osmanlı İmparatorluğu'ndaki yenileşme hareketleri bitmek üzereyken, Rumeli'deki Rusçuk'tan yükselen bir ses reformlara yeniden hayat verdi. Bu ses, Alemdar Mustafa Paşa'ya aitti ve Sultan Selim'in tahttan indirilmesine şiddetle karşı çıkmıştı.

Bir süre sonra Sadrazam Hilmi Paşa'nın azledildiği, yerine, yeni padişah Dördüncü Mustafa'nın adamı olan Çelebi Mustafa Paşa'nın atandığı haberi geldi. Düşmana karşı koyması gereken ordu cephelerden çekilip ana karargâha dönmüş, aralarındaki yenilikçi idarecileri ve Nizam-ı Cedit ocağı neferlerini ayıklama ve katletme işine koyulmuşlardı. İstanbul'da da durum farklı değildi, Yenilikçileri tasfiye operasyonu sarayda ve saray çevresinde de hızla sürüyordu. Dördüncü Mustafa'nın tahta oturmasıyla idarenin dizginleri başta Sadaret Kaymakamı Köse Musa Paşa ile Şeyhülislâm Topal Ataullah Efendi olmak üzere yenilik karşıtlarının eline geçmiş ve yeni kadro hızla Nizam-ı Cedit taraftarlarını sürgünler ve idamlar yoluyla tasfiyeye girişmişti.

İlk şaşkınlık atlatıldıktan sonra ordudaki aklı başındaki idareciler, yeni sadrazamın birşeyler yapacağından umutlu olmadıkları için, Alemdar Pasa'ya dağılmış orduyu toparlayarak idareyi ele almasını, aksi halde Ruslar'ın İstanbul'a kolaylıkla gireceğini söylediler. Alemdar bu ciddi uyarı ve yanına sığınan eski sadrazam Hilmi Paşa'nın da teşviki sonucunda, Silistre valisi ve Tuna başkomutanı olarak son derece disiplinli ordusuyla ana karargâha geldi ve ortalığı velveleye veren yeniçeri kabadayılarını sindirdi. Ardından da yeni Sadrazam Celebi Mustafa Paşa ile görüşüp işleri yoluna koydu. Ama bir süre sonra Çelebi Paşa'nın kaprislerine ve hilelerine daha fazla dayanamayan Alemdar, yeniden karışıklık çıkmaması için ana karargâhtan ayrıldı ve Rusçuk'a çekildi. Alemdar Mustafa Paşa, Rusçuk'a dönerken ordu içindeki yenilikçi kanat mensuplarını da beraberinde götürdü ve İstanbul'dan sürülen yenilikçiler de bir süre sonra Alenıdar'ın yanına sığındılar. Alemdar Paşa'nın konağı artık yenilikçilerin karargâhıydı.

Kabakçı isyanında zaten önde gelen yenilikçi devlet adamları katledilmiş, daha alt kademedeki görevliler canlarını orduyla beraber Balkanlar'da oldukları için kurtarmışlardı. Mustafa Refik Efendi, Mehmed Said Galip, Abdullah Ramiz, Mehmed Tahsin ve Mehmed Emin Behiç Efendiler, Alemdar Mustafa Paşa'ya sığınıp Paşa'nm başkanlığında gizli bir örgüt kurdular. Daha sonra “Rusçuk Yaranı” diye adlandırılan örgütün amacı, yenilikçi padişah Üçüncü Selim'i tekrar tahta çıkarmak ve yarım kalan Nizam-ı Cedit hareketini devam ettirmekti.

Yenilikçiler, Üçüncü Selim'in ıslahatını ve ıslahatın neden kaçınılmaz olduğunu, aksi halde devleti nasıl bir son beklediğini Alemdar'a uzun uzadıya anlattılar.

Yapılan plana göre, Alemdar Mustafa Paşa ordusu ile İstanbul'a girip sarayı basacak ve bir karşı darbe ile Üçüncü Selim'i tahta oturtacaktı.

Alemdar Mustafa Paşa,
Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa'yı, Sultan Mustafa'nın saltanatına ortak çıkan türedileri temizlemek ve ordunun yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını temin etmek gerekçeleriyle İstanbul'a gitmeye ikna etti.

Merkez ordusu ile Alemdar Mustafa Paşa'nın ordusu Edirne'den hareket etti. Daha İstanbul'a girmeden operasyonu başlatmaya karar veren Alemdar, isyanın elebaşılarını temizleyerek bir ön tedbir almak düşüncesindeydi. Bu maksatla yakın adamlarından Pınar Hisar ayanı Uzun Hacı Ali Ağa'yı, Sultan Selim'i tahtından indiren isyanın elebaşısı Kabakçı Mustafa'yı öldürmek üzere gönderdi.

Kabakçı Mustafa sıradan bir nefer iken isyandan sonra “Boğaz Muhafızı” unvanıyla önde gelen devlet görevlilerinden biri oluvermişti. Uzun Ali Ağa, yeni evlenmiş olan Kabakçı Mustafa'nın gerdek gecesi evini basarak kafasını uçurdu ve Alemdar Paşa'ya gönderdi. Hadise, şehre ertesi sabah dalga dalga yayıldı. Herkes şaşkındı, zira son derece şöhretli bir ınevkiye ulaşan âsiyi öldürmeye cesaret eden ve bunu son derece kolaylıkla icra eden kimdi?

Padişah hadiseyle ilgili olarak Edirne'de olduğunu zannettiği ordudan izahat istenmesini ferman etti ancak ordunun İstanbul kapılarına geldiği haber verilince dehşete düştü. Haberciler, Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa ile Alemdar Paşa'nın ordularıyla İstanbul kapılarına ulaştıklarını ilân etmesiyle halk büsbütün şaşırıp kaldı. Her yerde onlarca dedikodu ve ihtimal konuşuluyordu.

Padişah şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra 1808 Temmuz'unda Musa Paşa ile Ataullah Efendi'yi orduyu karşılamak üzere Alemdar'a ve sadrazama yolladı. Ardından da orduyla beraber sefere gönderine sancak-ı şerifi karşılamak üzere hareket etti. Kırk Kavak denilen yerde sadrazam, Alemdar Paşa'yı Padişah'a takdim etti ve sadakati konusunda teminat verdi. Bu sırada Rusçuk Yârânı’ndan Ramiz Efendi, son derece isabetli olarak Alemdar'a sarayı basıp önde gelenleri katletmesini yahut sürgünle cezalandırmasını ve Üçüncü Selim'i tahta oturtmasını, aksi halde işin rengi anlaşılırsa bunu daha sonra yapmanın çok zor olacağını ve muhaliflerin Sultan Selim'i öldürebileceklerini söyledi.

Ancak Alemdar Paşa, “Bre, saray baskını kahbece bir hareket olur, alenen gider istediğimizi yaparız!” diye cevap verince Ramiz Efendi ısrar edemedi. Alemdar Mustafa Paşa'nın teklifi reddetmesi, sonunu getirecek gelişmelerin de başlangıcı olmuştu.

Padişah'ın iradesine karşı çıkmayan Alemdar Paşa, önceleri sur içine girmeyip ordusuyla birlikte Çırpıcı Çayırı'nda kaldı. Ardından ordusunun bir kısmını İstanbul'da asayişi sağlamak üzere sur içine gönderdi ve son derece gösterişli kıyafetli düzenli askerlerin sokaklarda görünmesiyle, uzun süredir isyandan aldıkları güçle İstanbul'da etmedikleri rezalet kalmayan yeniçerilerin her biri bir deliğe saklandı. Asayişin sağlanmasının ardından Kabakçı İsyanı'na ve Üçüncü Seİim'in tahttan indirilmesine karışmış olanlar bir bir yakalanarak idam edildi, öldürülmeyenler de sürgüne yollandı. Bedel ödeme sırası şimdi âsilerdeydi ve “Rusçuk Yârânı” Ramiz Efendi'nin verdiği isimlere göre İstanbul'da ciddi bir temizlik operasyonuna girişildi.

Temizlik hızla sürerken, Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa'ya Alemdar Paşa'nın asıl maksadının Üçüncü Selim'i tekrar tahta çıkarmak olduğu haberi sızdırıldı. Neye uğradığını şaşıran ve aldatıldığını anlayan sadrazam, derhal Nezir Ağa ve Hacı Ali Ağa aracılığıyla durumdan padişahı haberdar etti. Alemdar'ın sadakatine inanan ve Üçüncü Selim'i idam etmeye hazırlanan Sultan Dördüncü Mustafa, tahtının elinden alınacağı haberi üzerine allak bullak oldu ve tedbir için harekete geçti.

Alemdar Paşa'nın casusları, Padişah'ın ve saray mensuplarının direniş için hazırlıklara başladıklarını ihbar edince Paşa, Çırpıcı Çayırı'ndan hızla ayrılıp ordusuyla şehre daldı ve Babıâli'yi basarak sadrazamlık mührünü Çelebi Mustafa Paşa'dan aldıktan sonra saraya yürüdü.


Sarayın Orta Kapısı'nı geçtikten sonra duran Alemdar, Kızlar Ağası Mercan Ağa'yı çağırtıp Üçüncü Selim'i tahta çıkarmak için geldiklerini içeriye hemen haber vermesini ve Sultan Üçüncü Selim'i hapisten çıkarıp getirmesini söyledi.

Söyledikleri yapılmadığı takdirde sarayda taş üzerinde taş bırakmayacağı tehdidini de savuran Alemdar, Şeyhülislâm Arapzade' Arif Efendi'yi tahttan çekilmesini söylemek için Sultan Mustafa'ya yolladı.Hiç vakit kaybedilmeden ve bir baskınla meselenin halledilmesi gerekirken bu şekilde vakit geçirilmesi son derece büyük bir hata idi. Mercan Ağa haberi saraya ilettikten sonra ortadan kayboldu.

Sarayda ise Sultan Dördüncü Mustafa ekibi, önce Üçüncü Selim'i, ardından da Osmanlı hanedanının son erkek ferdi olan Şehzade Mahmııd'u öldürmeyi tasarlamıştı. Alemdar sarayı ele geçirse bile, hanedanın Dördüncü Mustafa'dan başka erkek ferdi kalmamış olacağı için, Mustafa tahtta kalacaktı. Üçüncü Selim'in odasına derhal birkaç cellât gönderildi ve yenilikçi padişah hunharca katledildi. Devrin kaynakları, Selim'in canını kurtarmak için son çare olarak yalvarıp yakardığını, hatta cellâdın elini öptüğünü yazarlar.


Sultan Dördüncü Mustafa


Selim'i katleden saray mensupları ve cellâtlar, ardından Şehzade Mahmud'u aramaya koyuldular, bir odada sıkıştırdılar ve hançerle kolundan ve kaşından yaraladılar. Şehzade Mahmud, başta lalası Amber Ağa olmak üzere birkaç yakın adamı ve hizmetkârlarının cansiperane çabalarıyla bacadan Kuşhane mutfağının damına çıkarıldı ve damdan kaçarak canını kurtardı.

İçerde bu can pazarı yaşanırken Alemdar saraydan bir cevap gelmeyince telâşa kapıldı ve ordusuyla baskına girişti. Kapıları bir bir kırıp Arz Odası'nın yanına gelince yerde bir ceset bulan Paşa, “Bu, efendimiz Üçüncü Selimdir” cevabını alınca önce inanmak istemedi ama ardından cesedin üzerine kapanıp hıçkırıklara boğularak ağlamaya başladı. Uzun süre böyle kalan ve yanındakilerin “Ağlama vakti değildir efendim, bari son şehzadeyi kurtaralım” demesiyle kalkan Alemdar, saray içinde hışımla dolaşmaya başladı. Bizzat eliyle, suçlu suçsuz birçok kişiyi katlettikten sonra Şehzade Mahmud'u Arz Odası'na getirip tahta oturttu ve “Amcanı padişah yapmak için geldim. Yetişemedim, bari seni sultan edip teselli bulayım” diyerek biat etti. Buna karşılık yeni padişah İkinci Mahmud, Alemdar'ı sadrazam tayin etti ve ardından da Sultan Dördüncü Mustafa'yı “kafes” denilen hapishaneye yolladı.

Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa'nın emri ile başta Abdülfettah, Nezir ve Mercan Ağalar, Bostancı Mustafa, Cellat Acı Bağdatlı, İmrahor Mehmed, Sır Kâtibi Ahmed, Mabeynci Cevher, Kethüda Ebe Selim ve Sadaret Kaymakamı Köse Musa Paşa olmak üzere birçok saray mensubu katledildi, bir kısmı da sürülerek Üçüncü Selim'in intikamı alınmış oldu. İşbirlikçi cariyeler ve diğer kadın hizmetliler, geceleyin Kızkulesi'nden denize atılarak katledildiler. Yeniçeri ocağında da temizlik yapıldı ve başta ocak bezirganı ve eski sekbanbaşı Arif Ağa olmak üzere önceki isyana ve son olaylara karışmış tüm ocak mensupları öldürüldüler. Bu cezalandırma furyası, uzun süredir kaosun hâkim olduğu İstanbul'a yeni bir asayiş ve düzen getirdi.

Alemdar Paşa merkezde padişahın otoritesini sağladıktan sonra devletin taşrada sadece ismen kalmış olan otoritesini yeniden tesis etmek üzere kolları sıvadı. Devlet içinde devlet gibi hüküm süren tüm ayanı ve mahalli hanedanları, padişaha bağlılıklarını bizzat söylemek ve memleketin kurtuluş çarelerini müzakere etmek üzere İstanbul'a davet etti. Alemdar'dan çekinen ayan daveti kabul etliler ancak başkente ordularıyla birlikte geldiler ve 29 Eylül 1808'de Padişah'a takdim edildiler. Müzakerelerin sonunda, 1808 Ekim'inde, Osmanlı tarihinde bir ilk olan ve itaatleri karşılığında Padisah'm otoritesine taşradaki güç odaklarını ortak eden ”Sened-i İttifak” denilen belge imzalandı. İkinci Mahmud'un istemeyerek tasdik ettiği belge ile Alemdar Mustafa Paşa, merkezin ve taşranın tartışmasız tek hâkimi oldu.

Büyük Meclis'te yeniçeri ocağının kendi haline bırakılması ama talimli asker yetiştirilmesi gerektiği kararlaştırılmıştı. Alemdar Paşa, Üçüncü Selim devrinde görev yapmış ancak daha sonra etrafa dağılmış olan Nizam-ı Cedit'in askerlerini ve subaylarını topladı.

Bu, aslında Nizam-ı Cedit'in yeniden canlandırılması demekti ancak yeniçerilerin tepkisine ve doğabilecek yeni bir kaosa meydan vermemek için bir yeniçeri bölüğü olan 'Sekban bölüğü'nün adına Nizam-ı Cedit'in ikinci kelimesi eklendi ve “Sekban-ı Cedit” adıyla yeni ordu kuruldu. Bu hassasiyete rağmen yeniçeriler eninde sonunda ocaklarının kapatılacağından emindiler ve yeni bir ordunun teşkilinden ötürü Alemdar'a diş bilemeye başladılar.

Alemdar Mustafa Pasa'nın tek başına idarenin dizginlerini ele alması ve 'Rusçuk Yârânı'nın Babıâli'yi ele geçirmesi, Enderun ve saray mensuplarının husumetine sebep oldu. Paşa'nın Sened-i İttifak'ı padişaha tasdik ettirmesi de Sultan İkinci Mahmud'un kendisinden yüz çevirmesine ve muhalif çevrelerle işbirliğine yönelmesine yolaçtı. Padişah ve saray ekibi, Alemdar'ın diktatör tavrından ve tahtın vesayet altında oluşundan son derece rahatsızdı. Sarayın ileri gelenleri, Padisah'ın da onayı ile yeniçerileri ve ulemayı el altından Alemdar aleyhine kışkırtmaya başladılar.

Alemdar Paşa ve ekibi, ocağın ve zorbaların tamamen sindirildiğini, bir daha asla isyana cesaret edemeyeceklerini sanıp rehavete dalmışlar, kendilerini İstanbul'un zevk ve safa âleminin büyüsüne kaptırmışlardı. Eğlenceler ve ziyafetler birbirini kovalıyor, memuriyete tayinler ve birtakım suçluların affı için alınan rüşvetler, sunulan hediyeler, birbirinden güzel cariyeler ve bazı haksız müsadereler yeni idare mensuplarını servet sahibi yapıyordu. Halk ise bu haksız uygulamaların tamamının Alemdar'ın müsamahasıyla yapıldığını düşünüp bütün faturayı ona kesti, Yeniçerilerle beraber fiili hizmet şartının ulema için de zorunlu hale getirileceği, fiilen hizmet etmeyenlerin emekliye sevkedileceği söylentileri yayılınca ulema sınıfı da tamamen Alemdar'ın aleyhine döndü.

Bazı adamları bu kötü gidişten dolayı Alemdar'ı ikaz ettiyse de sadrazam pek oralı olmadı, hatta kendine olan güvenini ispat etmek için ayanın ordularıyla birlikte memleketlerine dönmelerine izin verdi.

Paşa'nın basiretinin bağlanmasında en büyük pay Kamertab adındaki cariye idi. Anadolu Kazaskeri'nin, sürgünden kurtulmak için sunduğu bu dilber ve fettan cariye Alemdar'ın aklını başından almıştı. Güzelliği ile Paşa'yı sersemleten Karmertab, bir süre sonra muhtemelen muhalif çevrelerin maksatlı tertip ve telkini ile silâhtan çok korktuğunu söylemiş ve Alemdarı silâhsız gezmeye ikna etmişti. Amaç, bir suikast tertibinde Alemdar'ı savunmasız yakalatmaktı. Sert mizacıyla tanınan serhat paşası, herkesi şaşkına çeviren bu hadiseden sonra, devrin tabiriyle “karılar gibi silâhsız gezer” olmuştu.

Bu sırada Fatih'te meydana gelen bir hadise isyan ateşinin ilk kıvılcımı oldu. Ramazan ayında camide vaaz veren yenilikçi ulemadan Ubeydullah Efendi'nin “Sekban-ı Cedit ocağına kaydın her Müslüman'a farz olduğunu, buna karşı çıkanın kâfir sayılacağını” söylemesi üzerine camideki yeniçeriler ayaklanmışlar ve hocayı alaşağı etmek istemişler, hocayı koruyanlar yeniçerilere karşılık verince cami savaş alanına dönmüştü. Hadise şehirde duyulunca, yenilik taraftarları ile yeniçeriler arasında büyük gerginlik çıktı.

İkinci bir hadise de 5 Kasım 1808'de, Kadir Gecesi akşamı meydana gelmişti. Alemdar Paşa, Şeyhülislâm Esad Efendi'nin Beyazıt'taki konağına iftara gitmiş, Paşa'nın dönüşünde yapılacak olan gösterişli geçit resmini seyretmek isteyen halk da yol boyunca dizilmişti. Alemdar iftardan sonra konaktan çıkıca hayli insanın biriktiğini görmüş ve bunun bir komplo yahut suikast girimine yol açabileceğini düşünerek askerlerine derhal kalabalığın dağıtılmasını emretmişti. Askerler son derece sert bir şekilde kalabalığı dağıttılar ve Alemdar teravih namazı için Ayasofya'ya gitti. Bu sırada aldıkları darbelerle yaralananlar, yeniçeri ve cebeci kahvehanelerine koşarak “Kadir Gecesi bize yapılan bu muamele reva mıdır? Devleti ele geçirmiş bir güruhun suçumuz yokken bize eziyet etmesini nasıl sineye çekeriz? Sizdeki Müslümanlık ve yeniçerilik gayretine ne oldu? Neden bunlara rıza gösterirsiniz?” diye şikâyet ettiler.

Saraydan, bayramdan sonra yeniçeri ocağının tamamen kaldırılacağı yolunda haberler de sızmıştı ve bütün bu olayların etkisiyle halkın da desteğini kazanan yeniçeriler, isyan plânları yapmaya başladılar. İstanbul'un her yerine, üzerinde “Rumeli'nden geldi bir çıtak/ Bayram ertesi ya kılıç oynayacak ya bıçak” yazılı kâğıtlar yapıştırıldı.

İsyan hazırlıkları içten içe sürerken, Alemdar ile adamları zevk ve safa âleminde günlerini gün ediyor ve muhaliflerinden “leblebici güruhu” yahut “baldırı çıplaklar” diye bahsediyorlardı.

"Yeniçerilerin plânına göre kışlalardan “Yangın var” diye bağırılarak çıkılıp ortalık velveleye verilecek ve halkın kulakları patırtıya alıştırılıp bir kaos ortamı yaratılacaktı. Yangın olduğu zaman sadrazamların bizzat yangın yerine gitmeleri âdet olduğu için Alemdar Mustafa Paşa da konağından çıkacak ve tüfekle yahut tabanca ile öldürülecekti. Ancak Alemdar bu tuzağa düşmedi ve ikinci bir plânın uygulanmasına karar verildi.

Yeniçeriler 15-16 Kasım akşamı kışlalarından çıkıp Babıâli'ye yöneldiler. Birbirlerini tanımak için “sabahtır” sözcüğünü parola olarak kullanıyorlardı. Önce "Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa'dan isyana öncülük etmesini istediler ama Ağa'dan red cevabı alınca adamcağızı parça parça ettiler. Ardından Babıâli'yi basıp ateşe verdiler ve civardaki Nizam-ı Cedit yanlılarını da katlettiler.

Alemdar Paşa, harem dairesinde Kamertab'ın kolları arasında uyuduğu için baskını çok geç haber almıştı. Hemen davullar çaldırarak etrafta dağınık halde bulunan askerlerini toplamaya çalıştı. Ancak böyle bir durumda nasıl hareket edileceğine dair önceden bir talimat bulunmadığı için, askerlerin sadece bir kısmı toplanabildi. Bir kısım asker de yeniçeriler tarafından, “Size kastımız yok, işimiz sadrazamladır” denilerek kandırılmıştı.

Çaresiz kalan Sadrazam, adamlarının ve Rusçuk Yarânı'nın gelip kendisini kurtaracağını umuyordu ancak ne askerleri ne de Kadı Abdurrahman Paşa ile Ramiz Paşa yardıma geldiler, zira İstanbul'da o sırada Alemdar'a taraftar olan ve destek veren kim varsa, ardarda baskınlarla öldürülüyordu.

Herkes can derdine düşmüştü ve yardım gelmeyeceğini anlayan Alemdar ailesi, cariyeleri ve köleleriyle birlikte haremin mahzenine indi, elinde kalan son kurşununa kadar kuşatmayı daraltan asilere saatlerce karşı koydu. Alemdar'ı bu şekilde ele geçiremeyeceklerini farkeden asiler, haremden dehlizler açtılar ve binanın kubbesine çıkıp yukarıdan ateşe başladılar. Yanındakilerin ölmemesi için yeniçerilerle anlaşacakmış görüntüsü veren Alemdar, kendisinin de eski bir yeniçeri olduğunu söyledi ve maiyetini ocağın namusuna teslim etti, yalnız kalınca da mahzendeki cephaneliği havaya uçurdu. Paşa ile beraber 500 kadar yeniçeri de can verdi.

Osmanlı tarihinin en büyük reformcusu sayılan İkinci Mahmud'u tahta geçiren Alemdar Mustafa Paşa, bir cariye yüzünden gaflete dalmış, ancak 16 Kasım 1808 gecesi kendisiyle birlikte cellatlarını da mezara götürmüştü.

15 Kasım akşamı başlayıp 16 Kasım gecesi sona eren bu olay tarihe ''Alemdar Olayı'' olarak geçmiştir.




__________________

Tanrılar, erkeklerin ''balıkta'' geçirdiği zamanı ömründen saymaz. (Babil Atasözü)
  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 27.09.2015, 15:28   #7
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Osmanlı'dan Günümüze Ayaklanmalar ve İsyanlar

32. Mora Ayaklanması / 1821

Mora Yarımadası’nda Rum Ortodoks Kilisesi ve rahipleri, Osmanlı Devleti makamları karşısında büyük oranda imtiyazlı bir yapıya sahipti. Bu imtiyazlar sayesinde Rum Ortodoks Kilisesi, Rumların çıkarlarını koruyabilmekteydi. Bununla birlikte Mora’da yaşayan Rumlar, büyük toprak sahipleri değildi.


Ayrıca yıllık kazançlarının 1/5’ini vergi olarak ödüyorlardı. Osmanlı idaresiyle iyi ilişkiler kuramayan Rumlara gelince, onlar da daha çok ıssız bölgelere ve dağlık alanlara yerleşmeyi tercih etmişti. Bu nedenle 1460- 1821 yılları arasında Mora’nın dağlık alanlarına Müslümanlardan ziyade Hıristiyanlar yerleşmişti.

Mora Yarımadası’nda Rumlar arasındaki milliyetçi faaliyetlerin artmasında Osmanlı Devleti’nin Rumlara verdiği siyasi imtiyazlar önemli rol oynadı. Rum cemaati, Osmanlı Devleti tarafından Antik Yunan’ın bir devamı olarak görüldü.

Bununla birlikte, 1715- 1821 yılları arasında cemaatin haklarına bazı sınırlamalar getirilse de, gerçekte cemaat serbest bir şekilde idare ediliyordu. Mora Yarımadası’nda Ortodoks Kilisesi’nin dışında Rumları idare eden kocabaşılar bulunmaktaydı. Osmanlı yönetiminin desteğiyle seçilen kocabaşılar, uzun seneler bu görevde kalmakla yetinmeyip haklarını çocuklarına ve hatta torunlarına devredebiliyordu.

İslamiyet’in kutsal mahallelerine ve hükümdar ailelerine has olarak verilen şehir ve kasabalar Mora’nın en şanslı yerleşim yerleri olarak görülmekteydi. Bunlardan biri de, Müslüman şehri olarak görülen ve bir Mekke vakfı olan Dimitzana şehridir. Burada oturan Müslümanlar Mora’lı Rumlar tarafından her zaman ayrıcalıklı olarak görülmüştür.

Ayrıca Mora’da yaşayan “kleftler” adında bir topluluk da bulunmaktaydı. Kleftler, Mora’da Türk yönetimini kabul etmeyen ve yönetimle silahlı mücadeleye giren gruptu. Osmanlı Devleti, bu asi grupla mücadele etmek için Hıristiyanlar arasından seçtiği “armotoli” denilen ve bir çeşit zabıta görevi gören düzenli gruplar oluşturdu. 1715- 1821 arasındaki dönemde Osmanlı yönetimi özellikle, boğazların bulunduğu taşımacılığı korumak amacıyla “muhafız teşkilatı” kurdu. Böylece armotoliler, yolcuların güvenliğini sağlamakla görevlendirildi. Korint ile Argos arasındaki boğaz ile Arkadya ve Messenya arasındaki Lontari Boğazı güvenlik açısından önemli geçitlerdi. Armotoliler buralarda önemli görevler üstlendi.

Bunun dışında Mora’nın dağlık bölgelerinde yaşayan Manyalılar bulunmaktaydı. Manyalılar, 1460- 1801 yılları arasında her türlü dış güce karşı isyan etmiş bir topluluktu. Osmanlı Devleti, Manyalılardan vergi alma şartıyla bunların muhtariyetini kabul etti. Fakat kararlaştırılan vergiler de hiçbir zaman düzenli olarak toplanamadı. 18. Yüzyıla kadar birçok kez isyan eden Mora Rumları başarısız olunca Batı Avrupalılardan umutlarını kesip Rusları bir kurtarıcı olarak görmeye başladı. Özellikle Çar I. Petro döneminde, bu bölgede Rus ve Hıristiyanlık propagandası artış gösterdi. II. Katerina döneminde Ruslar, Rumlar arasından seçtikleri kişiler ve rahipler aracılığıyla Rumları kışkırtma yolunu seçti.

Bunlar arasında Kalamata’nın nüfuzlu emlak sahiplerinden Panayotis Mpenakis bulunmaktaydı. Bu kişinin bölge Rumlarını kışkırtıcı faaliyetlerde bulunması Türk idarecilerinin de dikkatini çekmekteydi. 1767- 1768 arasında Rumlar isyan için hazırlıklar yaptı. Fakat 1768 yılında Osmanlı-Rus Savaşı başlayınca bütün planlar değişmek zorunda kaldı. Rus donanmasının Akdeniz’de görünmesine ve Manyalıların yardımına rağmen, Ruslar istedikleri sonucu alamadı.

Sadrazam Musin-zade Mehmet Paşa’nın ve daha sonra Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın sayesinde isyan bastırıldı. Başarısız isyan girişimlerinden sonra Rusya, Rumlar üzerindeki nüfuzunu daha da arttırmaya çalıştı. Küçük Kaynarca Antlaşması’na, Rusların diledikleri yerlerde konsolosluklar açma, İstanbul’da bir Rus kilisesi kurma ve Ortodoks Hıristiyanları koruyuculuğunu üstlenme gibi maddeler de, milliyetçilik propagandası amacıyla eklendi.

Rusya tarafından hayal kırıklığına uğratılan Mora Rumlarının bu durumu telafi edilmeliydi. Böylece Rumlar, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1783 ve 1791 yıllarında imzalanan anlaşmalar gereğince, Rus bayrağı altında deniz ticareti yapma ayrıcalığı elde etti. Bununla birlikte 1790’lı yıllarda Rumlar, Akdeniz’de korsanlık ve eşkıyalık yapmaya devam etti. Osmanlı yönetimi de eşkıya Rumların bütün faaliyetlerinden ruhani liderleri sorumlu tuttu.

19. Yüzyıl başlarına kadar ulusal bilinçlenme yönünde büyük yol kat eden Rumlar, 1821 yılında Aleksander İpsilanti liderliğinde Eflâk ve Buğdan’daki başarısız ayaklanma girişiminden sonra, amaçlarını gerçekleştirmeye en uygun yer olarak Mora Yarımadası’nı görmekteydi. Bunun üzerine Rum asi liderleri toplanarak, Paskalya gecesi Müslümanlara saldırma konusunda aralarında anlaştılar.

Asiler, saldırılarda başarısız oldukları takdirde de bölgede önemli bir güç olan Tepedelenli Ali Paşa’yı suçlamayı kararlaştırdılar. Bu anlaşma çerçevesinde asi liderler tarafından Mora’nın kasaba ve köylerine papazlar gönderildi. Fakat olaylar, planlandığı gibi gelişmedi ve beklenmedik bir şekilde başlayan Erhos olayı, isyanın zamanından önce çıkmasına neden oldu. Anabolu Kalesi’ne yaklaşık üç saat uzaklıktaki Erhos kasabası Müslümanları, Rumların bir isyan hazırlığı içinde olduğundan şüphelenmekteydi. 15 Şubat 1821 tarihinde Anabolu sakinlerinden Yenişehirli İbiş ve Hasta Hasan ismindeki iki kişinin, Hıristiyan pazarında sarhoş olarak gezerken ateş açmaları üzerine Rumlar, Paskalya gecesi yapılacak olan isyanın açığa çıktığını düşünerek harekete geçti ve kasaba içlerine kaçtı.

Ayrıca dağlardaki silahlı Hıristiyanlar da ortaya çıktı. Kocabaşılar, isyan haberlerinin aslının olmadığını iddia etse de, 24 Mart 1821 tarihinde Erhos Müslümanları kasabayı terk edip Anabolu kalesine kaçtı. Bu olay Mora Müslümanlarının da isyan gerçeğini görmesine neden oldu. Fakat Yedi Ada’da ve diğer adalardaki kaçak Rumlar, Mora’da toplanarak her tarafta isyan çıkarmaya başladı.

Özellikle Aleksander İpsilanti’nin kardeşi Demetrios İpsilanti ve Prens Kantakuzen, Mora’ya giderek Rumları kışkırtmayı başardı. Mart 1821 tarihinde İpsilanti ve Kantakuzen, isyan alameti olarak feniks ve matem alameti olarak da siyah renkte olan Filiki Eterya Cemiyeti’nin bayrağını açarak Rumları isyana çağırdı. Bununla birlikte Hidra Adası’ndaki denizciler ve Mayna gençleri bu çağrıya uyarak isyana katıldı. Hidra denizcileri, küçük gemilerini donatarak Müslümanlara ait gemileri yaktı.

Ayrıca Kolokotrinis adındaki bir Rum asinin liderliğinde Patras, Navarin, Tripoliçe, Misolinki ve Nopli ele geçirildi.

Mora Yarımadası’nda başlatılacak bir isyan için Filiki Eterya ajanları, Fener Rum Patrikhanesi’yle işbirliği içinde çalışıyordu ve özellikle Mora isyanı Patrikhane tarafından planlanmıştı. Filiki Eterya’nın Mora teşkilatı başkanı olan Patras Piskoposu Pol Germanos, üstünde Meryem Ana’nın resmi bulunan bir bayrağı eline alarak “Ey Yunan milleti! Artık uyan, Türkleri öldür” sloganıyla Rumları açıkça isyana çağırdı. Bu çağrıdan sonra isyan, milli ve dini bir karakter olarak gelişmeye başladı.

Mora’da Rum asilerin saldırıları üzerine, Mizistre, Levendar, Fenar ve Bardine’nin Müslüman halkı Trapoliçe’ye; Endruse ve Nişter halkı Koron, Moton ve Anavarin’e; Gaston halkı da Lale Kalesi’ne sığındı. Vistice’de 400 kadar Müslüman Rumlar tarafından öldürüldü. Bununla birlikte Kornine halkı Trapoliçe’ye kaçarken Rumların saldırılarına uğradı, fakat Trapoliçe’den yardıma giden 2.000 kadar gönüllü tarafından kurtarıldı. Rum kocabaşılar ise, bütün bu katliamın Tepedelenli Ali Paşa tarafından yapıldığını ileri sürdü. Bu arada Osmanlı Devleti, Yanya’da isyan eden Tepedelenli Ali Paşa’nın ortadan kaldırılması üzerine yoğunlaştığından bu olaylarla pek ilgilenmedi.

Mora nüfusu içinde Türklerin nüfusuna bakacak olursak Türkler azınlıkta yaşamaktaydı. Ayrıca Rumlar büyük ticaret filoları ve yedek denizciliğiyle denizi kontrol edebilmekteydi. Böylece Osmanlı ordusunun Mora’ya ulaşması da çok zordu. Bununla birlikte Osmanlı Devleti, Mora’da başlayan isyan sırasında Tepedelenli Ali Paşa isyanıyla uğraşmaktaydı. Mora’daki olaylara hızlı bir şekilde kontrol altına alma olasılığı da düşüktü. Osmanlı Devleti Mora’da Rumların ayaklanmasını başlangıçta, bölgeye gönderilen ve bir Filiki Eterya üyesi olan memur Nikola Morozi’nin raporuyla izledi. Böylece Morozi’nin de etkisiyle isyan Babıâli’nin pek dikkatini çekmedi. Fakat Mora isyanı açığa çıkınca Hurşit Paşa, Kapıcıbaşı Mustafa Bey’i 3.500 kadar askerle Tropoliçe’ye kumandan olarak gönderdi.

Mustafa Bey, Rumeli sahillerinden kayıklarla Mora Kalesi’ne geçti ve burada Sirozlu Yusuf Paşa’yla buluştu. Oradan Vestiçe’ye gitti. Vestiçe’de 200 kadar eşkıyayı öldürdükten sonra 16 Şubat 1821 tarihinde Erhos’da 600’den fazla Rum eşkıyayı öldürdü. Mustafa Bey’in, Tropoliçe’ye girişi Rumlar tarafından şiddetli saldırılarla karşılandı. Asiler, Mora’daki kaleleri, özellikle Mora’nın merkezi olan Tropoliçe’yi kuşattı. Böylece Mustafa Bey, Tropoliçe’de mahsur kaldı.

Tropoliçe, Rum asiler tarafından ele geçirildiğinde, Müslümanlar öldürüldü ve camiler kiliseye dönüştürüldü. Ayrıca Tropoliçe’de bir de cumhuriyet hükümeti kuruldu. Babıâli, Suluca Adası halkının donattığı 17 kıta geminin Çuka ve Değirmenlik adaları arasında dolaştığını ve asilerin Anapoli’yi kuşattığı takdirde Çamlıca ve Suluca halkının Rumlara yardım edeceğini önceden haber alınca, Mora komutanı olarak atadığı Dramalı Mahmut Paşa’yı, 25.000 kadar asker, komutası altına verilen vezir ve emirlerle birlikte Rumları bastırmak üzere Ezdin’e gönderdi.

Bu birlikler Mora Derbendi’nden geçip kuşatılmış olan Anapoli Kalesi önüne yerleşti ve buradaki isyanı bastırdı. Ardından Mora’nın merkezi olan Tropoliçe’ye doğru hareket etti. Diğer yandan 7.000 kadar Arnavut askeri ulufelerinin ödenmediğini öne sürerek savaş alanını bırakıp geri döndü. Mora’daki Rumların hemen hemen hepsi ayaklanmaya katıldı. Ayrıca Rumlar derelerde, orman içlerinde fırsat kollayıp, haberleşme yollarını, mühimmat ve gıda yardımı getirecek yolları da tuttu. Böylece Tropoliçe’ye ulaşmak zorlaşırken Anapoli’nin elde tutulması da tehlikeye girdi. Bu sırada Mora seraskeri olarak görevlendirilen Ebu Kebut Mehmet Paşa, Yenişehir’den ileri geçemediğinden Rumlar Mora’nın tamamını ele geçirdi.

Yusuf Paşa’ya gelince Badıra Kalesi’nden yardım istenmesi üzerine, İnebahtı’dan Mora’ya askerlerini geçirerek buradaki asileri dağıtmayı başardı. Ayrıca Hurşit Paşa’ya bütün Mora Hıristiyanlarının isyan halinde olduğunu ve derhal 5.000 asker gönderilmesi gerektiğini bildirdi. Hurşit Paşa da, Babıâli’ye bir miktar Evlad-ı Fatihan askerinin gönderilmesini teklif etti. Fakat Babıâli’nin gözünde Yanya’daki Tepedelenli Ali Paşa olayları daha önemli olduğundan ve Mora’daki olayların önemi henüz anlaşılmadığından sadece Anadolu’dan asker toplanarak gönderilmesi yeterli bulundu.

Bunun üzerine Kayseri Mutasarrıfı Hasan Paşa’ya Anadolu Kalesi Muhafızlığı verildi. Hasan Paşa’ya Teke, Hamit ve Aydın sancaklarından 2.000 asker toplaması ve Antalya iskelesinden gemilerle Mora’ya göndermesi emredildi. Fakat Antalya iskelesinde sevk için yeterli gemi olmadığından Babıâli ile uzun yazışmalar başladı ve asker Antalya iskelesinde beklerken Rumlar da Mora’daki Müslümanları öldürmeye devam etti.

İletişim ve örgütlenme eksikliği nedeniyle Anadolu’dan toplanan askerler Mora’ya gönderilemedi. Yerine başka asker toplandı. Bunlar, Akdeniz boğazına gelecek, oradan kara yoluyla Selanik körfezini dolaşarak Yenişehir’e varacak ve Mora’da bulunan Osmanlı kuvvetlerine yardım edecekti. Ayrıca Mora isyanı için Tunus’tan da gemi istendi. Bunun üzerine yedi gemi donatılarak acele bir şekilde Mustafa Kaptan kumandanlığında Mora’ya doğru yola çıktı.

Mora’daki isyan başlangıçta hızlı ilerledi ve Nisan 1821 tarihinde Rumların yaşadığı diğer adalara da sıçradı. Rumların isyanda başarıya ulaşması için adaların isyana katılması şarttı. Rum asiler, Korint Kanalı’nın kuzeyinde kalan bölgenin büyük bir bölümünü kontrol altında tutuyordu. İsyanın ilk aylarında, ayaklanmanın etkileri tam olarak bilinmiyordu. Babıâli de kendi imkânlarına göre önlemler almak istedi.

Aleksander İpsilanti’nin Eflâk ve Buğdan’ı işgal ettiği haberi İstanbul’a ulaştığında, Osmanlı Devleti’nde yaşayan bütün Rum asıllı kişilerin ellerindeki silahları teslim etmeleri emredildi. Mart 1821 tarihinde, II. Mahmut bir ferman yayınlayarak Müslümanları yardıma çağırdı. Bununla birlikte isyanlara tepki gösteren Müslümanlar, İzmir ve Anadolu’daki Rum mahallelerine saldırdı.

M. Simith Anderson’a göre, Mora’da Türklerin katledilmesine eş değer olan bu saldırılar Patrik Gregoryus’in asılmasına kadar devam etmiştir.

Oysa Tarihçi Dakin, Mora Yarımadası’nda 40.000, Barbara Jelavich ise, silahsız 15.000 Müslüman’ın katledildiğini yazmaktadır.

Mora'da Türk Kıyımı

Bu arada İstanbul Patriği, Filiki Eterya Cemiyeti’nin nüfuzlu bir üyesi olmasına rağmen, isyanın Rusya tarafından desteklenmediğini görünce sözde bir aforozname yayınladı. Aforoznamede, Filiki Eterya üyelerinin ettikleri yeminlerin batıl olduğunu ve üyelikten çekilmeyerek devlete karşı savaşa devam edeceklerin lanet altında kalacağını ilan etti. Fakat bu sözde aforozname hiçbir şekilde Rumları engellemedi.


1821 Nisan tarihine kadar Mora Yarımadası’nda yaşayan 50.000 kadar Müslüman’dan bir teki bile kalmamıştır. Müslüman Türkler ya kaçmış ya da Rumlar tarafından öldürülmüştür. İngiliz yazar St. Clair, bu konuda şunları yazmıştır:

“Yunanistan’ın Türkleri pek az iz bıraktılar. 1821 yılı ilkbaharında ani olarak, tümüyle ve dünyanın haberi olmadan yok edildiler”.

Ortodoks Rumlar sadece Müslüman Türkleri değil, diğer milletlerden olanları da öldürüyordu. 5 Ekim 1821 tarihinde, 35. 0000 Türk ve Arnavut, Musevi ve diğer milletlerin yaşadığı Tropoliçe’de de 10.000 kişi katledildi.

Ocak 1822 tarihinde Akrokorint kentinde 1.500’den fazla Müslüman öldürüldü. Böylece Rum ayaklanması, 1822 yılı yazına kadar Türk, Rum, Musevi, Arnavut ve diğer milletlerden olmak üzere 50.000 kişinin ölümüne neden oldu ve bütün Avrupa bu katliama sessiz kalarak sadece izlemekle yetindi.

Filiki Eterya yanlılarının çağrısı üzerine Demetrios İpsilanti, merkezî ve anayasal bir devlet kurmak için bir meclis toplamayı kararlaştırdı. 1821 Aralık tarihinde, Kleftlerin başkanı Theorodios Kolokotronis’in de onayıyla, Epidavrum kentinde bir “Kurucu Meclis” oluşturuldu. Soylular tarafından yönetilen Meclis, idareyi bir tek kişiye bırakmak istemiyordu. Bu nedenle Fenerli bir aileye mensup olan Aleksander Mavrocordato’nun da etkisiyle, 1795 Fransız modeline benzer bir anayasa hazırlandı. Buna göre, her biri bir bölgeyi temsil eden beş üye seçildi.

Böylece ilk Yunan hükümeti Misolinki’de kuruldu. Hükümet başkanı Aleksander Mavrocordato, 13 Ocak 1822 tarihinde Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan etti. Fakat adalıların ve soyluların sözcüsü bu kişi, Theorodios Kolokotronis’in taraftarlarının çoğunlukta bulunduğu Mora’da kabul görmedi. Aynı yılın sonunda Theorodios Kolokotronis, Astros’ta ikinci bir toplantı düzenledi. Ancak Aleksander Mavrocordato taraftarları arasında anlaşmazlık ortaya çıktı. Sonunda Kronidi kentinde yeni bir hükümet kuruldu. Bu hükümetin başına da George Kountouriotes adlı zengin bir kişi geçti. Rumlar bir meclis kurup bağımsızlıklarını ilan etseler de, kısa zamanda ortaya çıkan rakip liderler iktidar için kıyasıya bir mücadeleye girdi.

Bu mücadelede, büyük Fener ailelerinden birinin üyesi olan Aleksander Mavrocordato, çok kötü Rumca konuşan ve Arnavut kökenli zengin armatör George Kondouriotes, Yunanistan coğrafyasının en önemli lideri olan Theorodios Kolokotronis Rumların başlıca lider adaylarıydı. Siyasi gruplar arasındaki çatışma hızla tırmandı ve 1823 yılı sonunda, Theorodios Kolokotronis taraftarlarıyla Aleksander Mavrocordato ve George Kountouriotes denetimindeki hükümet adayları arasında bir iç savaş başladı . Rumların bir meclis kurmasını II. Mahmut endişe içinde izliyordu. II. Mahmut, 25 Şubat 1822 tarihinde bir heyet toplayarak alınacak önlemleri belirlese de, bu duruma İngiliz Büyükelçisi müdahale etti. Bu tarihten sonra Avrupalı Devletler de, Rumların isyanlarına karşı kayıtsız kalmayarak müdahale etmeye başladı.


Artık Rum isyanları uluslar arası bir sorun olma yolunda ilerliyordu. Avrupalı devletler kendi diplomatik çıkarları doğrultusunda her iki tarafı da idare ediyordu. Ağustos 1822’de, Alikorne Şehbenderi Kıçantı tarafından Babıâli’ye verilen bilgiye göre, asi Rumlar Avrupa’dan silah ve mühimmat sağlayarak Mora ve Çamlıca adalarına sokuyorlardı. 1822 yılında, Viyana’dan gelen haberlere göre, İngiliz Elçisi George Caning, Rum asilerin durumunu görüşmek üzere Rusya’ya giderek temaslarda bulunmuştu. Aslında Avrupalı devletlerarasında tam bir görüş birliği de yoktu. Eylül 1822 tarihinde isyanın en şiddetli olduğu yıllarda bile, Rum asiler hakkında İngiltere’nin kabul ettiği siyasetin Rusya, Avusturya, Prusya ve Fransa tarafından beğenilmediği ortaya çıkmıştı.

1823 yılında isyanların yoğunluğu biraz azalsa da, isyanlar tamamen bastırılamadı. Eylül ayında, Mora asilerinin gemileri Misolinki’de toplanması durumunda Mora kalelerine gıda ve gerekli malzemelerin nakli güçleşeceğinden, önlem olarak Mora sahillerine donanmadan bir fırkateyn ve beş altı geminin gönderilmesi kararlaştırıldı. Aynı tarihte, Rum Patrikhanesi, Mora asileriyle Osmanlı Devleti arasında bir vasıta olarak görülmekteydi. Bu nedenle Patrikhane, Babıâli’den isyandan vazgeçen Rumların affedilmesini istedi.

1824 yılı başlarında, isyanlar tekrar şiddetlendi ve Avrupa’dan birçok gönüllü Mora’ya savaşmak için gitti. Ayrıca çok sayıdaki gönüllü de para yardımında bulundu.

Bunlardan biri de Antik Yunan hayranı İngiliz Lord Byron’du. Lord Byron ve bir İngiliz miralayı isyanın en şiddetli yıllarında oldukça yüklü bir parayla Misolinki’ye gitti ve orada Rumlara para yardımı yaparak isyanları teşvik etti. İngiltere dış politika olarak her ne kadar isyanlara karşı gibi görünse de, İngiltere’nin asilere para ve yardım göndererek teşvik ettiği ve Misolinki’ye giden Lord Byron’un Rumları kışkırtarak Karlıili asilerine yardım için elinden gelen yardımı yaptığı belgelerden anlaşılmaktadır. Bu durum, İngiliz dış politikasının gerçek yüzünü de açıkça göstermektedir.

Mora’daki isyanlar 1824 yılında şiddetini arttırarak devam etti. Buna karşın Osmanlı Devleti, asilerle mücadelede birlik içinde değildi ve belirli bir düzen içinde hareket etmiyordu. Bu nedenle Rum asiler üzerine yapılan harekâtların çoğu başarısızlıkla sonuçlanmaktaydı. Mora’da çıkan isyanların bastırılamaması üzerine Kavalalı Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa Mora valisi olarak tayin edildi. Fakat Mora’ya vali tayin edilen İbrahim Paşa’nın kuvvetleri bölgeye zamanda ulaşamadığından istenilen başarı da sağlanamadı. Rumeli Valisi Derviş Paşa’nın Babıâli’ye bildirdiğine göre, Rum asilere karşı başarısızlığın bir nedeni de, askerlerin daha önceki askerlere göre istekli savaşmamalarıydı.

Bununla birlikte Babıâli’ye, Arnavut askerinin hazır ulûfeye alışık olduğundan iş görmediği, Türk paşaları yanında hizmet etmedikleri, Arnavut paşaların da devlete bir hayrı olmadığının ve Mora isyanının bastırılması için ayağı çarıklı valilere ihtiyaç olduğu yönünde şikâyetler gitmekteydi. Ağustos 1824’te, Eğriboz ve Misolinki bölgelerinde Rumlarla olan çatışmalar çok şiddetli geçti. Ordunun yarısı sıtma hastalığına yakalandığından ve yeni asker beklendiğinden, Salye yolunu ellerinde tutan asilere karşı başarı sağlanamadı.

Bununla birlikte Osmanlı kuvvetleri, para ve malzeme sıkıntısı çekmekteydi. Bu durumda yavaş hareket edilmekte ve müdahale gecikmekteydi. Askerlerin zamanında yetişememesi üzerine asiler güçlerini iyice arttırdı.

Böylece 1825 yılı başlarında, Rumların saldırılarının yoğunlaştığı ve Mora’nın merkezi Tropoliçe’de zor anların yaşandığı dönemde bütün ümitler İbrahim Paşa’ya ve Mısır donanmasına bağlandı. İbrahim Paşa, önemli başarılar elde etti. İbrahim Paşa kuvvetlerinin Mora’daki başarıları ve asi Rumların yenilgileri Avrupa diplomasisini de harekete geçirdi. Rum asileri yatıştırmak için Osmanlı Devleti’ne açıklamalarda bulunmak üzere biri Rus, diğeri Fransız iki subay Bükreş’e gitti.

Böylece Rum ayaklanması 1825 yılından itibaren uluslar arası bir nitelik kazandı. Avrupalı devletlerin işlerine karışmasından hoşlanmayan Osmanlı Devleti, Rum isyanını durdurmak için denizden beslenen eşkıyanın önü kesilmesini yeterli buluyordu. Bu nedenle İbrahim Paşa denizden Çamlıca’yı ele geçirirken, karadan da Atina’nın ele geçirilmesi gerekmekteydi. Bu plan doğrultusunda İbrahim Paşa, Koron’da Rumların isyanını bastırdı. Mora’ya yönelen İbrahim Paşa, Navarin’i kuşattı. Bu haber, Rumlar arasında büyük bir heyecan yarattı. Çamados adında bir Rum kaptan, Navarin’i kurtarmak için süvarisi bulunduğu hafif donanmayla harekete geçti. Navarin önünde bulunan Sefakya adacığını ele geçirdi.

Fakat Süleyman Paşa ve topçu bölüğü bu adacığı topa tutarak barınılamayacak hale getirdi. Böylece Çamados çekilmek zorunda kaldı. Navarin Mısır askeri tarafından ele geçirildi. Fakat bu sırada Mısırlıların çok sayıda gemisi de battı. 18 Mayıs tarihinde Navarin halkı teslim olmak zorunda kaldı. İbrahim Paşa, Kolokotrones’in kumandası altındaki Rum çetelerini dağıttı ve Kalamata ile Tropoliçe’yi ele geçirdi. Böylece İbrahim Paşa, Nopli hariç bütün Mora Yarımadası’na egemen oldu.

1827 yılında, Osmanlı-Mısır donanması isyanı tam yatıştırmak üzereyken Avrupalı Devletlerin işe karışması isyanı yeni bir döneme girdirdi. Mehmet Ali Paşa’nın Mora seferi, İngiltere’nin hoşuna gitmiyordu. Mora ve Girit valiliği kendisine verilen Mehmet Ali Paşa’nın Doğu Akdeniz’de yerleşmesi İngilizlerin çıkarlarına uygun değildi ve bu durum İngilizleri korkutuyordu. İngiltere ve Rusya, İbrahim Paşa’nın sözde zulümlerine son vermek amacıyla St. Petersburg’da görüşmelere başladı. Görüşmeler sonunda 4 Nisan 1827 tarihinde St. Petersburg Protokolü imzalandı. Buna göre Yunanistan, Osmanlı Devletine vergiyle bağlı muhtar bir devlet haline gelecek ve bütün Türkler Yunanistan’dan çıkartılacaktı.

Bu Protokol, bağımsız bir Yunanistan’ın kurulması yönünde atılan ilk adımdı. Protokol, Avusturya, Prusya ve Fransa’ya da bildirildi. Avusturya ve ardından Prusya Protokolü reddetti. Fransa ise, 1815 yılında kendisine karşı kurulmuş olan Kutsal Birliği parçalamak niyetinde olduğundan Protokole katılmayı düşündüğünü bildirdi.

Böylece İngiltere, Rusya ve Fransa arasında Londra’da görüşmeler başladı. Üç devlet arasında 6 Temmuz 1827 tarihinde Londra Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmada, Osmanlı Devleti, St. Petersburg Antlaşması’nı kabul ettiği takdirde, asilerle Babıâli arasında bir mütareke yapılacağı ve Yunanistan devletinin kurulacağı; kabul etmediği takdirde ise, Protokolü imzalayan üç devletin asilere yardım etmekten başka, Osmanlı hükümetini yola getirmek için onu baskı altında bulunduracakları yazmaktaydı.

Osmanlı Devleti, Londra Antlaşması hükümlerini iç işlerine karışma olarak gördüğünden antlaşmayı reddetti. Bunun üzerine İngiltere, Rusya ve Fransa, Mora’yı abluka altına alarak Navarin’i kuşattı. Üç devlet, İbrahim Paşa’ya bir ateşkes teklif etti. Fakat İbrahim Paşa, İngiliz amirali Cardington ve müttefikler tarafından yapılan ateşkes teklifini, Padişah’tan emir almadıkça kabul edemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine üç ülkenin amiralleri, İbrahim Paşa’ya bir ültimatom göndererek, Türk ve Mısır donanmalarıyla askerlerin Yunanistan’dan çıkmalarını istedi.

Fakat ültimatom kabul edilmedi. Mısır donanmasının Navarin Limanı’na ulaşmasından bir süre sonra Fransızların ve İngilizlerin 22 savaş gemisi de Navarin’e gitti. İngilizler Osmanlı donanmasının hareket alanlarını kısıtlamaya başladı. Bunun üzerine Mora Valisi İbrahim Paşa ve kuvvetlerinin Çamlıca-Suluca tarafına donanmayla gitmesi emredildi. Fakat Navarin önünde 28 savaş gemisi bulunduğundan ve onlarla savaşmak gerekebileceğinden donanma hareket edemedi. Ayrıca Navarin önündeki 28 parça İngiliz savaş gemisi, eğer Osmanlı-Mısır donanması hareket edecek olursa bunu engelleyeceklerini bildirmişti. İbrahim Paşa da, Babıâli’ye, Osmanlı donanmasının bunlarla savaşa girecek kadar güçlü olmadığını bildirdi.

Amiral Cadrington kumandasındaki İngiliz gemileri, Amiral Rigny kumandasındaki Fransız gemileri ve kendilerine daha sonra katılan Amiral Heyden kumandasındaki Rus donanması 25 Eylül tarihinde İbrahim Paşa’yla bir mütareke yaptı.

Buna göre, Osmanlı Donanması Navarin’de kalacaktı. Bunun üzerine İngiliz ve Fransız donanmaları Zanta ve Milo adalarına çekilecekti. Mart 1828 tarihinde Mora Valisi İbrahim Paşa’dan Mısır valisine gönderilen bir tezkirede, Fransız ve İngiliz savaş gemilerinin Navarin ve civarında deniz yoluyla gıda yardımı gönderilmesini engelledikleri belirtilmektedir.

Bunun üzerine Osmanlı donanması Çamlıca Adası’na doğru hareket etti. Fakat Osmanlı- Mısır donanmasının bir savaşa gücü yoktu. Temmuz 1828 tarihinde, Osmanlı Donanması, Mısır ve Tunus gemilerinin kaptanlarının ortak kararıyla imzalanıp gönderilen dilekçe bunun en açık kanıtlarındandır. Bu dilekçede, Navarin Limanı İngiliz gemileriyle kuşatıldığından bunun dışına çıkarak savaşa katılmaya donanmanın gücünün olmadığı belirtilmişti. İngiliz, Fransız ve Rus müttefik gemileri Mora’da harekâtın kesin bir şekilde durdurulması için Amiral Rigny’in emriyle Osmanlı-Mısır donanması yaktı. Böylece Mısır gemileriyle birlikte 57 gemi ve 6.000 denizci kaybedildi.

Navarin olayından sonra Mehmet Ali Paşa Mora’daki Mısır kuvvetlerini geri çekmeye karar verdi. Fakat bunu yapamadı. İngiltere, Fransa ve Rusya 19 Temmuz 1829 tarihinde, Londra’da kabul ettikleri bir protokolle Fransa’nın Mora’ya bir kuvvet çıkarmasına karar verdi. Böylece çaresiz kalan Mısır kuvvetleri ve İbrahim Paşa, 3 Ağustos 1829 tarihinde, Fransa’yla bir antlaşma yaparak geri çekilmek zorunda kaldı.


Mora İsyanlarının Sonuçları

1821 yılında Rumların Mora Yarımadası’nda başlattıkları isyan, Yunan Devleti’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. İsyanın başlamasında, özellikle Rusya etkin rol oynamıştır. Avrupalı Devletler, kendi çıkarları doğrultusunda Antik Yunan’a duydukları ilginin de etkisiyle Rumlara her türlü maddi ve manevi yardımda bulunmuştur.

Osmanlı Devleti ilk başlarda isyanı ciddiye almasa da isyanın diğer adalara sıçraması üzerine Mısır donanmasından yardım istemiş ve isyanın direncini kırmayı başarmıştır.

Fakat isyana Avrupalı Devletlerin el atması ve konunun ulusalar arası bir boyut kazanmasıyla dengeler değişmiş ve isyan Osmanlı Devleti’nin aleyhinde ilerlemiştir.

Binlerce Müslüman Türk hatta Ortodoks olmayan Hıristiyan ve Musevi’nin ölmesiyle sonuçlanan Mora isyanının başarısı, sadece Sakız ve Girit adalarında yaşayan Rumları cesaretlendirmemiş, Balkanlar’da yaşayan diğer milletlere de örnek olmuştur. Rumların amacı, eşitliksiz, adaletsizlik ya da ekonomik zorlukları giderecek önlemlerin alınması değildi. Zira öyle olsaydı kendi mezhepleri ve dinleri dışındaki insanları öldürmezler, toplu katliamlar yapmazlardı. Rumlar, kendi millet ve mezhepleri dışındaki herkesi ya öldürmüş, ya göçe zorlamış ya da evlerini yakmıştı. Bu da isyanın etnik bir karakter taşıdığını göstermektedir.

19. Yüzyıl başında Sırplar, birçok kez ayaklanmalarına ve bazı haklar elde etmelerine rağmen bağımsız bir devlet kurmayı başaramamıştır. Oysaki Avrupa devletleri ve kamuoyunu arkalarına alan Rumlar, ilk kez bir isyan sonucunda ulusal bir devlet kurmayı başarmıştır. Mora, Yunan Devleti’nin kurulduğu yerdir.

Bu nedenle isyanın başladığı gün hâlâ ulusal bağımsızlık günü olarak kutlanmaktadır.



Hazırlayan:
Serap TOPRAK
Kaynak: semrabayraktar.blogspot.com.tr

Not: Bu konu geniş kaynaklar kullanılarak Serap Toprak hanımefendi tarafından hazırlanmışır. Kaynaklar hakkında bilgi edinmek isteyenler Semra Hanım'ın blog linkine tıklayarak ayrıntılı olarak inceleyebilir.
  Alıntı ile Cevapla
7 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 28.09.2015, 21:44   #8
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Osmanlı'dan Günümüze Ayaklanmalar ve İsyanlar

33. Tepedelenli Ali Paşa Ayaklanması (Yanya Ayaklanması) / 1821-1822
Tepedelenli Ali Paşa (1744–24 Ocak 1822) Osmanlı valilerinden, Osmanlı Devletine isyan etmiş olan Yanya valisidir.


1744 yılında Yanya’da doğdu. Dedeleri Arnavutlu’ta muhtelif vazifelerde tanınmış olup, babası Tepedelen mütesellimi Veli Paşadır. Küçük yaşta babası öldüğünden gençliği mücadelelerle geçti. Kurd Ahmed ve Kaplan Paşalara hizmet edip, himayelerine girdi. Kaplan Paşaya damat oldu. Yanya, Delvina ve Tırhala mutasarrıflıklarıyla Derbentler-Başbuğluğu gibi vazifelerde kendini tanıttı. Oğulları Muhtar, Veli Veliyüddîn ve Salih Paşalar, çeşitli vazifelerle Kuzey Arnavutluk’la Yunanistan’a hakim olunca buralar Tepedelenli ailesinin malikanesi haline geldi.
Osmanlı-Rusya-Avusturya Savaşında 1787’de Avusturya cephesinde Pançova Harekatına katıldı. Sırbistan’da çıkan isyânı bastırmada hizmetleri oldu. Rus cephesinde de savaştı. Rütbesi 1795’te mirmiranlığa yükseldi. Yanya bölgesindeki yerli halkın çıkardığı isyanların bastırılmasında, Napolyon’un Mısır’a saldırısı sırasında Fransızlarla yaptıkları mücadelelerde zaferler kazandı. 1798’de Preveze yakınında Fransızları bozguna uğratınca kendisine Sultan Üçüncü Selim tarafından vezirlik verildi. Rumeli valisi olarak dağlı eşkıyanın cezâlandırılması için bir sene kadar bu vazifede bulundu. On dokuzuncu yüzyılın başında Osmanlı Devletiyle İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki siyasi olaylardan da istifade ederek Makedonya bölgesinin en güçlü adamı hâline geldi. Bu bölgenin tanınmış vâlilerinden İbrâhim Paşayı hileyle getirterek, ölünceye kadar Yanya’da hapsetti. Oğlunu yerine göndererek Arnavutluk’un Toskalık bölgesinde hakimiyet kurdurdu.

Ali Paşanın Arnavutluk’ta ve hakim olduğu yerlerdeki tutumu, hadiseleri istismar etmesi, onu devlet içinde devlet gibi hareket ettiriyordu. Mora ahalisinin ve Rumların ayaklanarak devletin başına yeni bir gâile açılmasını istemeyen Sultan Mahmud Han, Tepedelenli Ali Paşanın yaşlı olmasını düşünerek üzerine gitmiyordu.

Ancak, İngilizlerle gizli muhaberelerde bulunan Nişancı Halet Efendi'nin çevirdiği entrikalar üzerine, Ali Paşa ve oğulları memuriyetlerinin bir kısmından azledildiler. Fakat dinlemedikleri için, üzerlerine karadan ve denizden kuvvet gönderildi. Yanya kalesinde bir sene 4 ay 25 gün muhasaradan sonra, serasker Hurşid Paşanın, hayâtına dokunulmayacağına dair teminat vermesi üzerine Ali Paşa, Yanya Gölündeki Pandeleimon Manastırına çekildi. Hurşid Paşanın yazılı bildirisini kabul etmeyen, kindar Halet Efendi, idam fermanını birkaç kişiyle gönderdi. Bunun üzerine kendisini müdafaa eden Tepedelenli, kurşunla vurularak öldürüldü (1822).

Tepedelenli Ali Paşa'nın mezarı

Tepedelenli Ali Paşanın ölümüyle Rumlar, üzerlerindeki en büyük tehlike ve baskıdan kurtulmuş oldular. Etniki Eterya da bunu fırsat bilerek isyanın başlama zamanının geldiğine kanaat getirip harekete geçti. Böylece Eflak-Boğdan ve Mora’da Rum isyanı başlamış oldu.




34. Sakız Adası Ayaklanması / 1822

1821 ilkbaharında, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlıklarını kazanmak isteyen Rumların, Mora ve Arnavutluk’ta başlattıkları isyân, kısa sürede Orta Yunanistan ve Girit'e sıçrar. Ayaklanma özellikle Avrupa ülkeleri ve Rusya’nın destekleriyle önemli mevziler elder. 1822 ilkbaharında
ihtilalciler, Ege adalarının çoğuna hakim olmuşlardı. Anadolu’nun Kuşadası Körfezi’ndeki Sisam adası, bunlardan biriydi.

6.000 Sisamlı, adaya hâkim olduktan sonra, kuzeybatıda, Çeşme’nin karşısındaki Sakız adasına çıktı. Sakız’da birkaç bin Türk’ün yanında 80.000 Rum yaşıyordu. Bugün bile ada nüfusunun bu rakamı bulamaması, Osmanlı devrinde Sakız’ın refahını gösterir. Sisamlılar, Sakızlılar’ı derhal ayaklandırdılar. Muhafız Vezir Vahid Paşa, Sakız kalesini asilere karşı savunmaya başladı.

Adada isyanın başlamasından 19 gün sonra, 11 Nisan 1822’de Kaptan-ı Derya Nasuh-zade Ali Paşa, adanın Çeşme’ye bakan Sakız limanına girdi. Bir hafta karşı koyan asiler imha edildi ve on binlerce Rum öldürüldü veya esir alındı.
Kontrol yeniden Osmanlı’ya geçti.


Yunanlıların ''Kara Ali'' dediği Nasuh-zade Ali Paşa


Sakız isyânına Osmanlı’nın cevabı çok ağır olmuştur. Ada halkı büyük kayıplar verir. Bazı Yunan kaynaklarına göre; 42.000 Sakızlı öldürülmüş, 50.000’i esir alınmış, 23.000’i ise sürgüne gönderilmiştir.
Bir devletin en tabii hakkını kullanması ve Mora’da yapılanlara bir karşılık olan bu hareket, Avrupa’da büyük akisler uyandırdı.

Anglo-İskoç şair Lord Byron’un “Massacre at Chios” adlı meşhur tablosuna, Victor Hugo’nun “L’Enfant” şiirine ve Ravel’in “Five Greek Folksongs” adlı bestelerine ilham kaynağı olur.

O dönemde Fransa’da da, Türkler'e karşı bağımsızlık mücadelesi veren Yunalılar için yoğun sempati beslenmektedir. Yeni romantik dönemin ileri gelen ressamı Eugène Delacroix, Fransızlar'ın bu temaya çok ilgi göstereceklerini kavrayarak, “Les Massacre de Scio”(Sakız Adası Katliamı) adlı bir tablo yapar. Aynen tahmin ettiği gibi olur ve tablo derhal Fransız devleti tarafından satın alınır.


Les Massacre de Scio



Dip Not: Bir gece, isyanın mimarlarından biri olan Kanaris isimli bir denizci, Osmanlı Sancak Gemisi üzerine ateş kayıkları sevk ederek yangın çıkarır. Alev almış bir enkaz parçası, yangını söndürmek ve gemiyi kurtarabilmek için çabalayan Kaptan-ı Derya Nasuhzâde Ali Paşa’ya isabet eder. Kaptan yanarak denize düşer ve boğulur. Kendisinden sonra gelen nesli, bu kaza neticesinde vefat eden atalarından dolayı Arapça “ateşte yanmış” anlamına gelen Mahrûkî lakabı ile tanınır.

Sultan II. Mahmut’un Sakız Adası ayaklanmasını bastırmak üzere görevlendirdiği Kaptan-ı Derya Nasuhzâde Ali Paşa, Everest Tepesi’ne tırmanan ilk Türk olarak tanıdığımız ünlü dağcımız Nasuh Mahruki’nin büyükbabasının, büyükbabasının babasıdır.
  Alıntı ile Cevapla
7 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 29.09.2015, 22:21   #9
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Osmanlı'dan Günümüze Ayaklanmalar ve İsyanlar

35. Mısır’da Mehmet Ali Paşa Ayaklanması / 1832

Mehmet Ali Paşa bugünkü Yunanistan'ın Kavala şehrinde dünyaya geldi. Bu yüzden Kavalalı Mehmet Ali Paşa olarak da anılır. Arnavut kökenli olduğu iddia edilir ancak ataları toprak meselesinden Konya'dan Kavala'ya göç etmiştir. Mehmet Ali, babası İbrahim Ağa'nın 17 çocuğundan hayatta kalan tek çocuğuydu. Babası ile birlikte tütün ticareti yapıyordu. Babasının genç yaşta ölümünden sonra amcası Tosun Paşa'nın himayesinde tütün ticaretine devam etti. Amcası Tosun Paşa'nın Osmanlı devleti tarafından idamından sonra tamamen kimsesiz ve hamisiz kaldı. Leon isimli Fransız bir tüccarla tanıştı ve işine devam etti.

Napolyon'un 1798'de Mısır'ı işgali sırasında Fransızlar'ı Mısır'dan çıkarmakla yükümlü kaptan-ı derya Küçük Hüseyin Paşa, Kavala Çorbacısı Hüseyin Ağa'dan bir miktar kuvvet istemiş, Hüseyin Ağa'da içlerinde yeğeni Mehmet Ali Ağa da bulunan 200 güzide asker göndermiştir. Mısır'ın geri alınmasından sonra Mehmet Ali Ağa tahsili olmamasına rağmen zekası ve becerikliliğiyle Mısır'da kalarak kısa zamanda tüm başıbozuk askerlerin serçeşmeliğini elde etti. Mısır Valisi Hüsrev Paşa'nın başıbozuk askerleri Mısır'dan tahliyeye teşebbüsü üzerine; askerin maaşlarını alamamalarını bahane ederek başıbozuk askerleri isyan ettirdi ve Hüsrev Paşa'yı firara mecbur bıraktı. Mısır valiliğini elde etme hayali kuran bu açgözlü, aynı zamanda tedbirli adam, Mısır'a vali olarak gönderilen Hurşid Paşa'yı da bir bahane ile atlatarak 1804 senesinde vezirlikle istediği makama erişmiştir.

Vali olur olmaz ciddi ve radikal işlere teşebbüs eden Mehmet Ali Paşa, Mısır'da nüfus sahibi kölemenleri ortadan kaldırdı. Avrupa'dan getirttiği hocalarla kendine güçlü bir ordu kurdu. 1811 yılında yönetimde halen etkili durumda bulunan Memlük Beylerine karşı harekete geçerek Mısır'daki Memlük egemenliğine kesin olarak son verdi. Daha sonra 1811-1818 yılları arasında orduları Osmanlı Sultanı adına Arabistan Yarımadası'nda Vahhabilere karşı savaştı. Mekke ve Medine'yi Vahhabiler'in elinden alarak şöhretini her tarafa yaydı. 1815 yılında Kahire'de bulunan Arnavut askerleri kısa süreli bir ayaklanma çıkardılar. Kavalalı, başını ağrıtabileceğini düşündüğü 25.000 Arnavut askerini, Sudan'ın fethi için 1821'de Sudan'a Func Devleti'nin üzerine gönderdi. Böylelikle Sudan, Mısır'ın kontrolü altına girdi. Mora'da patlak veren uzun süredir Osmanlı Devleti'nin bastırmakta güçlük çektiği Mora İsyanı'nı seçkin askerleri ile bastırdı. 1828'deki Rus seferinde 12,000 cihadiye askeri göndereceğini vadettiği halde sözünde durmadı ve buna karşılık para göndermesi, uzun süredir devletçe hakkında olan şüpheleri artırarak Mehmet Ali Ağa'nın yola getirilmesine karar verildi.

Mehmet Ali Paşa'yı yola getirmek kolay iş değildi. Zira emri altında 20-30 bin kabiliyetli asker ve 15-20 gemilik donanma bulunuyordu ve amacı Suriye'yi Mısır'a bağlamaktı. İşte bu sıralarda Mehmet Ali Paşa'nın Osmanlı Devleti'yle çarpışmasına vesile olacak bir fırsat meydana geldi. Suriye hakkındaki maksadını belirterek oğlu İbrahim Paşa komutasında Akka'ya asker sevketti ve sahillere de donanma gönderdi.

Mehmet Ali Paşa, devletin nasihatlerini asla dinlemedi ve kafa tutmaya devam ettiğinden fetva ile yola gelmesi tekrar edilerek Edirne Valisi Ağa Hüseyin Paşa, Mehmet Ali Paşa üzerine gönderildi. Ağa Hüseyin Paşa, Halep ile Humus arasında Mısır ordusuna mağlup olduğundan; Arnavutluk'taki meselelerle meşgul olan Sadrazam Reşid Mehmed Paşa kumandan tayin edildi. Ağa Hüseyin Paşa'yı mağlup eden Mısır ordusu komutanı Kavalalı İbrahim Paşa, Toros Dağları'nı aşarak Konya'ya girdi ve Konya Ovası'nı ordugah belirledi.

İbrahim Paşa, gittiği yerlerde halkı Mısır'a ısındırmak için halkın hoşuna gidecek şekilde hareket ediyor ve İstanbul Hükümeti'nin Anadolu halkı üzerinde yaptığı baskının tam tersini yapıyordu. Bu durumun farkında olan Sultan II. Mahmud, halkın bu sahte vaziyetlere aldanmaması için her tarafa fermanlar gönderiyordu.

Alelacele Konya'ya gelen Reşid Mehmed Paşa, Mısır Ordusu ile şiddetli bir savaşa girerek Mısır Ordusu'nu bozmuş ise de hava karlı ve dumanlı olduğundan kendi askerleri zannıyla Mısır Ordusu arasına girerek esir olmuştur. Osmanlı Ordusu dağılmış ve hiçbir direnişle karşılaşmayan Mısır Ordusu Kütahya'ya kadar gelmiştir. Reşid Mehmed Paşa'nın esir olmasından dolayı Anadolu Valisi ve Karahisar-Menteşe Sancakları mutasarrıfı Mehmed Emin Rauf Paşa ikinci defa sadrazamlığa davet edilmiştir. Rauf Paşa, Kütahya'dan hareket ederken hükümet işlerini devretmek üzere halkın itimat ettiği, şehrin ileri gelenlerinden olan Dürrîzade Hacı Reşid Ağa'yı mütesellim tayin ederek alelacele Mısır Ordusu gelmeden 1833'te Mart ayında İstanbul'a hareket etmiştir.

İbrahim Paşa Kütahya'ya gelir gelmez Kütahya'nın da diğer işgal olunan memleketler gibi Mısır'a ilhak edildiğini ve mütesellim Reşid Ağa'nın halkın güvendiği bir isim olmasından dolayı mütesellimlikte devam edeceğini ilan eden bir ilan ile Mısır ordusu karargâhından bir emirname gönderildi.

II. Mahmud, Büyük Britanya ve Fransa'dan yardım istedi. Ne var ki Fransa'nın Mehmet Ali Paşa'yı desteklemesi, İngiltere'nin de Osmanlı'nın içişlerine karışmak istememesi üzerine beklediği yardımı alamadı ve Rusya'dan yardım istemek zorunda kaldı. Rusya ile Hünkar İskelesi Antlaşması-8 Temmuz 1833 yapıldı ve Rus donanması İstanbul'a demirledi.

Boğazların Rusya'nın eline geçmesinden endişe eden İngiltere ve Fransa'nın araya girmesiyle Kütahya Antlaşması (14 Mayıs 1833) imzalandı. Antlaşmaya göre Mısır, Suriye ve Girit valilikleri Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya, Cidde ve Adana valilikleri de oğlu İbrahim Paşa'ya verildi.

Antlaşmadan her iki tarafta hoşnut olmadı. II. Mahmut Mısır valisini ortadan kaldırmak ve kaybettiği toprakları geri almak istiyordu. Osmanlı ordusu ile Mısır ordusu Nizip'te karşılaştı. Osmanlı ordusu tekrar bozguna uğrayınca Rusya'nın soruna el atmasından ve Mehmet Ali Paşa'nın güçlenmesinden çekinen Avrupa Devletleri konuyu görüşmek için Londra'da konferans düzenledi.

Londra'da imzalanan antlaşmaya göre Suriye, Girit ve Adana Osmanlı Devleti'ne geri verildi, Mısır ise Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve soyundan gelenlere bırakıldı. Kavalalı Mehmet Ali Paşa başta antlaşmayı kabul etmese de İngiltere ve Avusturya'nın Beyrut'a asker çıkarması ve İngiliz donanması'nın Lübnan kıyılarını topa tutması üzerine antlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. 1845'te İstanbul'a gelip padişaha bağlılığını bildirdi. 1849'de Kahire'de öldü.



36.
Epir ve Teselya Ayaklanmaları / 1854



Yunanistan’ın 1877/78 Osmanlı-Rus Seferi’ne kadar sürekli hudut tecavüzlerinde bulunması ve bu sefer sırasında da Epir, Teselya ve Girit gibi yerlerde isyan çıkarmasının temel sebeplerinden birisi Golos ve Narda körfezleri ile civarının Yunan Krallığı’na kazandırılmadıkça Yunanistan’ın refaha kavuşamayacağı görüşünü benimsemiş olmasıdır.





37. Girit Ayaklanması / 1866
1853–1856 yılarında Kırım meselesinden dolayı Osmanlı-Rus Savaşı’nın çıkması üzerine Ruslardan yardım ve teşvik gören Yanya bölgesinde yaşayan Rumlar isyandabulundular. İsyanın Yanya ve Tırhala dolaylarında yer yer çatışmalara sebep olması üzerine 1854 Nisanı’nda Osmanlı-Yunan diplomatik münasebetleri inkıtaya uğradı. Olayların gelişmesi ve Rusya’nın Yunanlıları desteklemesi karşısında İngiltere ve Fransa Pire limanını işgal ederek Yunanlıları tarafsız kalmaya zorladılar. Osmanlı Devleti de Keçecizâde Fuat Paşayı Yüksek Komiser sıfatıyla bölgeye göndererek isyanın daha fazla büyümeden bastırılmasını sağladı.
1866 yılında Girit Hıristiyanları, asıl maksatları ilhak olmakla beraber, adadaki Osmanlı idaresinden ve bu idarenin uygulamakta olduğu vergilerin ağırlığından şikâyetle yeni bir kıyama yönelmişler, Müslüman ahalinin can ve mallarına tasallutta bulunarak bu emellerini kuvveden fiile çıkarmaya çalışmışlardı. Girid’in Yunanistan’a ilhakı yolunda kurulmuş olan gizli cemiyet üyelerinden Kallegris’in hazırladığı yeni bir isyan programını tatbike koyan Rumlar bu maksatla adada bir İhtilal Komitesi meydana getirmiş ve 2 Eylül 1866’da da Girid’in Yunanistan’a ilhakını ilan etmişlerdi.

Girit’te zuhur eden bu isyanın müsebbipleri arasında Yunanistan’ı mütecaviz bir politika takip etmesi noktasında destekleyen ve yardımda bulunan Rusya, yine Rusya ile aynı görüşü paylaşan ve bu doğrultuda bir politika izleyen Fransa'da bulunmaktaydı. Yine 29 Mart 1864’te İngiltere’nin devri ve 8 Nisan 1865’te Osmanlı Devleti’nin de tasvibi üzerine Yedi Adayı topraklarına katan ve Rumlarla meskûn tüm adaları ve yerleri elde etmeye çalışan Yunanistan’ın Girid’e öğretmen ve din adamları göndermesi ve bunlar vasıtasıyla bu isyanın alt yapısını oluşturması bu isyanda önemli bir rol oynamıştı.

İsyanın çıkmasında olduğu gibi isyanın devamı sırasında da Yunanistan Girit Rumları’na asker ve teçhizat bakımından yardımda bulunmuştur. Osmanlı Hükümeti ise gerek adada asayişi sağlamak bakımından ve gerekse olayların daha da büyük problemlere sebebiyet vermesini önlemek açısından Girit sahillerini abluka altına alarak Yunan donanmasının faaliyetlerine mani olmuş ve ayrıca kara kuvvetlerini de harekete geçirmişti.

Diğer taraftan vermiş olduğu bir nota ile Yunanistan’ı savaş noktasında uyararak münasebetlerini kesmiş ve Osmanlı topraklarında bulunan Yunan tebaasını da sınır dışı etmişti. Daha isyanın ilk günlerinden itibaren Girid’e istiklal verilmesi, milletlerarası bir komisyon nezaretinde plebisit yapılması ve yeni idarî esasların kararlaştırılması noktasında Babıâli nezdinde diplomasi faaliyetine koyulan Avrupa devletlerinin isyanı bahane ederek olaylara daha fazla müdahale etmesinden ve Yunanistan lehine bir takım kararlar almalarından endişe eden Osmanlı Hükümeti adaya gönderdiği Sadrazam Ali Paşa vasıtasıyla
Girit Usul-i İdaresi adı altında adanın askerî, siyasî, idarî ve malî konularıyla alakalı bir ferman yayımlamıştır. 1866 İsyanı her ne kadar Osmanlı Devleti ile Yunanistan’ın savaş hazırlıklarına başlamasına sebep olmuşsa da bu girişimin sıcak bir çatışmaya dönüşmesi Avrupa devletlerinin 9 Ocak 1869’da Osmanlı Devleti’ni haklı bulan Paris Konferansı ile bertaraf edilmiştir.

Bu gelişmelerden sonra Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında 2 Aralık 1868’de kesilen diplomatik münasebetler 18 Şubat 1869’da yeniden kurulmuştur. Girit Rumları ve onları isyana teşvik eden ve teşebbüslerinde kendilerine yardımcı olan Yunanistan Kırım Harbi’nin Osmanlı Devleti üzerinde meydana getirdiği olumsuzluklardan faydalanmak istemiştir. Ancak bir taraftan Osmanlı Devleti’nin askerî tehdidi ve diğer taraftan ise başlangıçta izlemiş olduğu politikaya sıcak bakan, fakat daha sonra bundan vazgeçen Avrupa devletlerinin ihtarı ve bağlayıcı kararları ile karşılaşmıştır.

Dolayısıyla gerek Osmanlı Devleti’ne ve gerekse Avrupa devletlerine tek başına mukavemet edemeyeceğini anlayan Yunanistan her hangi bir macera içerisine girmekten vazgeçmek zorunda kalmış, Girid’in Yunanistan’a ilhakını sağlayamamışsa da Girit Usûl-i İdaresi namıyla Ali Paşa tarafından ilan olunan ve bir noktada adaya muhtariyet idaresi sağlayan bu ferman ve fermanın getirdiği yeni kararlar ve düzenlemelerle Girid’i elde etme yolunda belirli bir başarı sağlamıştır. Dört yıl süren bir iç kargaşadan sonra ilan olunan yeni düzenleme ile adada nisaî bir sükûn sağlanmışsa da adadaki huzursuzluğa köklü bir çözüm getirilememiştir.



  Alıntı ile Cevapla
7 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 04.10.2015, 20:33   #10
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Osmanlı'dan Günümüze Ayaklanmalar ve İsyanlar

38. Hersek Ayaklanması / 1875
19. asrın sonlarına doğru Avrupa'da, Avusturya-Macaristan, Rusya ve Almanya devletleri belli başlı güç odakları durumundaydılar. Bu üç devletin üzerinde durdukları en önemli konu Şark meselesi idi. Dolayısıyla Osmanlı Devleti'nin hâkimiyeti altındaki Hıristiyan unsurun tahrik edilerek Hıristiyanların yaşadıkları bölgelerin kendi nüfuzları altına alınması yolundaki faaliyetlerden geri durmamışlardır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Bosna-Hersek üzerinde uzun süredir emelleri bulunmaktaydı ve bu devletin esas amacı Selanik'e ulaşmaktı. 1875 yılında Bosna-Hersek'te yeni bir isyanın çıkmasında kuşkusuz Avusturya'nın rolü çok büyüktür. Bosna-Hersek'in Sırbistan ve Karadağ gibi iki Slav ülkesi ile Avusturya arasında yer alması burayı propaganda için uygun bir duruma getiriyordu. Ayrıca 1856 Paris Antlaşması'ndan sonra Karadağ, Sırbistan ve Girit gibi yerlerin, çıkan isyanlarla muhtariyet kazanmış olmaları da Bosna-Hersek'in Hıristiyanlarını heveslendiriyordu. Hersek isyanı, Nevesin kazası Hıristiyan ahalisinden bir kaç yüz kişilik bir grubun Karadağ'a geçerek Prens Nicola'ya Osmanlı vergilerinin ağırlığından bahsederek, jandarmanın yaptığı zulümlerden şikayet etmesi ve prensin de bu durumu İstanbul'daki Rus Elçisi İgnatiyef'e bildirmesinden sonra mültecilerin cezalandırılmamak şartıyla geri dönmelerine izin verilmesiyle 1875 yılı Nisan ayında başlamıştır.

Bu durumdan sonra Hersek'e dönen mülteciler orada da gördükleri muameleden cesaret alarak halkı isyana teşvik etmişler ve isyan bütün Hersek bölgesine kısa sürede yayılmıştır. Mültecilerin geri dönüşüne izin verilmesi devletin bir zaafı olarak değerlendirilmiş, askerler öldürülüp yollar kesilmiş ve Müslümanlar öldürülmeye başlanmıştır (Temmuz 1875). Bosna Valisi Müşir Derviş Paşa'nın hemen müdahale etmeyerek İstanbul'a görüş sorması ve takviye kuvvet gelmesini beklemesi sebebiyle isyan kısa zamanda genişlemiştir.

Esad Paşa




Bosna'ya gerekli takviyenin, Karadağ ile Rusya'nın müdahelesine yol açacağı düşüncesi ile Sadrâzam Esad Paşa tarafından gönderilmemesi, konunun önemi ve derecesi dikkate alınmadan ya da yanlış değerlendirilerek, bir takım nasihatçilerin gönderilmesi ile konunun çözümleneceği düşüncesiyle hareket edilmesi, zaman kaybına sebep olmuştur. Ancak Hersek'in Karadağ hududundaki bazı yerlerinin asilerin eline geçmesiyle işin iyice çığrından çıktığı anlaşılmış ve 4.200 kişilik bir kuvvet bölgeye gönderilmiştir. Bu tarihte Bosna-Hersek'in nüfusunun 515.000'ini Hıristiyanlar, 685.000'ini de Müslümanlar teşkil ediyordu. Müslüman ahali de bu olaylar karşısında can ve mal güvenliği için silâha sarılmak zorunda kalmıştır. İsyana müdahalede geciken Esad Paşa azledilerek yerine Mahmud Nedim Paşa sadrâzamlığa getirilmişti. Fakat Bosna-Hersek'in coğrafî konumunun uygunsuzluğu, Sırbistan, Karadağ, Avusturya ve Rusya'dan sürekli olarak yardım gelmesi, ayrıca Hıristiyanların, Müslüman-Türk zulmü altında kaldıkları şeklindeki görüşlerinin, İngiltere ve Fransa'da yayılması Osmanlı Devleti'ni iyice güç durumda bırakmıştır. Devamlı dış destek bulan Hersek isyanı, Hersek sancağını kısa sürede Osmanlı Devleti ile yerli Hıristiyanlar, Karadağlılar ve Sırplar arasındaki bir savaş meydanı durumuna getirmiştir.

İsyan sırasında Avusturya'nın üstlendiği himayeci rol ve buraya yönelik yayılma emelleri Rusya'nın tepkisini çekmeye başlamıştı. Avusturya imparatorunun Dalmaçya'yı ziyareti sırasında Hersek'ten gelen Hıristiyan heyet ile görüşmesi ve Karadağ prensini kabul etmesi Avusturya'nın bölgeye yönelik politikasının tipik örnekleridir.

Avusturya ile Rusya arasındaki bir gerginliğin Avrupa'da yaratacağı buhranı gören Fransa Hükümeti, Hariciye Nazırı Dük Decazes vasıtasıyla bir teklif getirmiştir. Bu teklif Bosna-Hersek isyanının Osmanlı Devleti'nin yöneticileriyle isyancılar arasında yapılacak görüşmeler ile çözülmesi ana fikri üzerine kurulmuştu. Fakat Batı Avrupalıların da kendileriyle ilgilenmeye başlamalarından iyice cesaret alan isyancılar daha önceden kullandıkları "Islahat" tabirini terkedip bu defa "İdare-i mümtâze" den bahsetmeye başlamışlardır.

Bosna-Hersek isyanının çıkışı ve hızla yayılışında, yabancı devletlerden çekinilerek ilk anda gereken müdahalenin yapılmasında tereddütlü davranılması ve yeterli askerin bölgeye gönderilmemesi ile Rusya ve Avusturya devletlerinin yaptıkları kışkırtmaların çok büyük rolü olmuştur.

Bu olaylar üzerine Almanya, Avusturya ve Rusya devletlerinin başvekilleri Berlin'de bir araya gelerek Osmanlı Devleti'ne bir nota vermeyi kararlaştırdılar. Bu notanın gerekçesini Osmanlı Devleti'nin o ana kadarki islâhat teşebbüslerinin sonuç vermemiş olduğundan daha sonraki ıslâhatların yabancı devletlerin gözetiminde yapılması oluşturuyordu. Kendilerince Osmanlı Devleti'nin içişlerine karışmak niyetinde olmadıklarını fakat bölgedeki karışıklığın giderilmesi açısından nota vermeye gerek duyduklarını bildiriyorlardı. Lâyihayı hazırlayan Avusturya başvekili'nin adıyla Andrassy Layihası diye bilinen 31 Ocak 1876 tarihli metinde şu hükümler bulunmaktaydı:

1- Hıristiyanlara tam bir din serbestliği

2- Vergilerde düzenleme

3- Kadastro ıslâhatı

4- Hıristiyanlarla Müslümanlardan bir meclis teşkili

5- Vergi gelirlerinin sadece mahallî ihtiyaçlar için kullanılması

Osmanlı Devleti tarafından kabul edilen, bu şartlar isyancılar tarafından kabul edilmeyerek, Bosna-Hersek'ten Türk askerinin çekilmesi ve bütün ıslâhatların Avrupa devletlerinin ortak kefaletleri altında yapılması fikrini savunmuşlardır. Bu durum aslında Osmanlı Devleti'nin notayı kabul etmesinin bir zaaf olarak değerlendirilmesinden kaynaklanıyordu. Asilerin bu ilâve şartlarının devlet tarafından kabul edilmesi isyanı daha da hızlandırmıştır.

Bu arada 6 Mayıs 1876 tarihinde Selanik'de Müslüman olmaya karar veren bir Bulgar kızı yüzünden çıkan karışıklıkların Alman ve Fransız konsoloslarının öldürülmesiyle son bulması üzerine Avrupa'nın üç güçlü devleti Berlin Memorandumu'nu toplamaya karar verdiler. Bu toplantı 11 Mayıs 1876 tarihinde Almanya Başvekili Bismarck, Rusya Başvekili Gorçakof ve Avusturya Başvekili Andrassy arasında gerçekleşmiştir. Bu memorandumda şu kararlar alınmıştır: Bosna-Hersek meselesinin Andrassy lâyıhasındaki esaslara göre çözümlenmesi, Bosna-Hersek'te iki aylık bir mütareke ilânıyla Türk kuvvetlerinin belli bir bölgeye çekilmesi, tahribatın tazmin edilmesi, konsolosların ıslâhatları kontrol etmeleri. Mütareke müddeti içinde bunlar yapılmadığı takdirde mezkûr devletlerin fiilen müdahalesi öngörülmüşse de bu memorandum Osmanlı Devleti'ndeki saltanat değişikliği sebebiyle hiç bir zaman tebliğ ve tatbik edilememiştir.

İsyan daha sonra Osmanlı Devleti'nin Sırbistan ve Karadağ ile savaşa girmesiyle devam etmiştir. Çünkü Sırp ve Karadağ'lı gönüllüler Hersek asilerine yardım etmekteydi. Osmanlı ordusu bu savaşta başarı kazanmasına rağmen Rusya'nın 31 Ekim 1876'da verdiği ultimatom ile mütareke imzalamak zorunda bırakıldı. Bosna-Hersek ve Bulgaristan meselelerinde islâhat yapılması için Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan, Almanya ve İtalya tarafından akdedilen Londra Protokolu'nun( 31 Mart 1876 ) Osmanlı Devleti tarafından reddedilmesi üzerine 19 Nisan 1877'de Rusya, Osmanlı Devleti'ne harp ilân etmiş, savaş Osmanlı Devleti'nin aleyhine gelişmiş ve sonuçta Ruslarla 31 Ocak l878'de Edirne'de mütareke yapılmış; Daha sonra da Ayastefanos Muahedesi imzalanmıştır (3 Mart 1878). Bu antlaşmaya göre Romanya, Sırbistan, Karadağ bağımsızlıklarını kazanıyor, Bulgaristan Osmanlı hâkimiyetinde muhtar bir prenslik haline getiriliyordu. Ayrıca Bosna-Hersek'teki halktan vergi bakayası istenmeyecek ve 1880 yılına kadar olan vergiler de zarar görmüş olan kimselerin zararlarını tazmine sarfedilecekti. Bu tarihten sonraki verilecek vergiler hakkında Rusya ve Avusturya karar sahibi olacaktı.

Bu antlaşma ile Rusya tek başına büyük kazançlar elde etmiş ve Balkanlar'daki nüfuzunu arttırmıştır. Avusturya ile İngiltere ise Osmanlı Devleti'nin kendilerine müracaatı üzerine antlaşmanın tadili için gayret göstereceklerini, ancak bu çalışmalarına karşılık kendilerine arazi terkedilmesini istemişlerdir.






39. Bulgar Ayaklanması / 1876



XIV. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı Devleti Balkanlardaki fetih hareketiyle birlikte Bulgaristan’ı da hâkimiyet altına aldı.

Bulgaristan’ın fethinden sonra planlı bir siyaset takip eden Osmanlı Devleti, Anadolu’dan gelen Türkmenleri Bulgaristan’ın çeşitli bölgelerine yerleştirdi. Başlangıçta Edirne ve Paşa Livası’na dâhil olan Bulgaristan, daha sonra Osmanlı Devleti’nin ilk beylerbeyliği olan Rumeli Beylerbeyliği’nin önemli bir kısmını oluşturmuştur.

Bulgaristan Osmanlı idaresine geçtikten sonra buradaki anarşi ve çatışmalar sona erdi. Buradaki halkın dil, din ve geleneklerine karışılmadı. Bu şartlar altında yüzyıllarca Osmanlı idaresinde yaşayan Bulgarlar, XIX. yüzyıla gelindiğinde artık milliyetçilik hareketlerinin etkisi altındaydılar. Özellikle Rusya’nın çalışmaları Bulgar milli kimliğinin oluşmasında oldukça etkili oldu. Rusya casusları vasıtasıyla Bulgarları Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırttı. Bunun dışında Sırpların ve Yunanlıların Osmanlı Devleti’ne karşı olan isyanlarını destekledi ve bu sayede Bulgarları da isyana teşvik etti. Avrupa’da ve Rusya’da eğitim görmüş gençlerin faaliyetleri ve özellikle Rusya’nın kışkırtmaları sonucu Bulgaristan da birçok isyan çıkmıştır.


1876 Yılına Kadar Bulgaristan'da Çıkan İsyanlar

XIX. yüzyılın ilk yarısında Bulgarlar, Rusların Balkanlarla temas etmesinden faydalanarak Osmanlı Devleti’nden ayrılma belirtileri göstermeye başladılar. 1810 yılında Çar ordularının Sırpların yardımına koşması üzerine Bulgar haydutlarının çoğu dağdan inerek Rus ordusuna katıldılar. 1821 yılında Eflak ve Mora İsyanı başlayınca Bulgarlar da böyle bir harekete özendiler. Ancak bu isyan hareketini hazırlayanlar ele geçirildi ve böylece bu hareket başarısızlıkla sonuçlandı.

1835 yılında ise Velço adında Tırnovalı bir Bulgar, Mamarçef adında Rus ordusunda görev yapmış bir Bulgar ile Bulgaristan’ı istiklale kavuşturacak bir isyan hazırladılar. Ancak bu isyan hareketinin elebaşları kısa sürede ortadan kaldırılarak bu isyanın da bastırılması sağlandı.


Niş İsyanı

Ancak bu başarısızlıklar Bulgarları yıldırmamıştır. 1841 yılında Niş ve Leskofça şehir kasaba ve köyleri hep birden isyan etmişlerdir . Bu isyanın gerekçesi olarak da kendilerinden fazla vergi alındığını ve kaldırılan bazı vergilerin, eskiden olduğu gibi hala alındığını iddia ettiler. Aynı zamanda vergi memurlarının da Bulgarlara kötü davrandığını öne sürdüler. Vali Sabri Paşa’nın komutasında ise çok az miktarda asker vardı. Vali, gönüllü Arnavut askerleriyle isyanı bastırmaya çalıştı. Ancak Arnavut askerlerin emirlere uymayışı bu çabayı da sonuçsuz bıraktı. İsyan tehlikeli bir hal almaya başlayınca Osmanlı Devleti Niş’e yakın vilayetlerdeki paşaları bu isyanı bastırmakla görevlendirdi. Her ne kadar isyan başarıyla bastırılsa da Rusya bunu fırsat bilerek Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmaya kalkıştı. Rusya, Bulgarlara kötü davranıldığını ileri sürerek bölgede inceleme yapmak üzere memur göndermek istedi. Fransa ve Avusturya da Rusya’yı yalnız bırakmamak için birer memur göndermeye kalkıştılar. Bu nedenle Niş İsyanı bölgesel bir nitelik taşırken sonuçları bakımından siyasi bir nitelik kazandı. Bu durum Bulgarlara büyük devletlerinde kendi yanlarında olduklarını gösterdi.

1849 Nisanı’nda Vidin’e bağlı Boynica kasabasındaki Bulgarlar, devlet memurlarından ve Müslüman halktan şikâyette bulunarak, Sırbistan’dan gelen tahrikçiler tarafından ayaklandırılmış ve etraftaki bazı köyler de bu isyana katılmışlardır. Bulgar bu isyan hareketine başladıklarında Sırbistan’dan yardım alacaklarını düşünüyorlardı. Ancak Sırbistan’ın yardım etmemesi Bulgarların Vidin’de çıkardıkları bu isyanın başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olmuştur. Fakat sürekli tahrik edilen Bulgarların çıkardıkları bu isyan son olmayacak ve 1868 yılında Tuna İsyanı ile devam edecektir.


Tuna İsyanı

XVIII. yüzyılın ikinci yarısında, imparatorluğun türlü yerlerinde meydana gelen isyanlar Bulgarların isyan etmesinde en önemli nedenlerden biri olarak sayılabilir. 1867 yılında Bulgaristan’ı bağımsızlığa kavuşturmak için yeni bir çalışma yapıldığı sırada Eflak ve Boğdan, Sırbistan ve Girit de Osmanlı Devleti’ne karşı isyan halindedir. Ancak Osmanlı Devleti bu ayaklanmalar içinde en çok Bulgar İsyanı’na önem vermiştir. Bunun nedeni Bulgaristan’ın İstanbul’a çok yakın olması ve Balkanların merkezi olarak sayılmasıydı. Aynı zamanda Bulgaristan’da yaşayan Müslüman halk da küçümsenmeyecek kadar önemli idi. Kısaca Bulgaristan’ın durumu Osmanlı Devleti’nin başkenti olan İstanbul’un ve Balkanların güvenliği açısından oldukça önemliydi.


Bulgarların Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmeleri, hiçbir zaman Bulgar milletine mahsus bir hareket özelliği taşımamıştır. Bulgarların bu isyan hareketi daha çok, Rusya’nın Osmanlı topraklarındaki çıkarlarının gerçekleşmesi için bir araç olarak kullanılmıştır. İsyan etme düşüncesi Bulgarlardan kaynaklanıyormuş gibi gözükse de aslında Rusya’da eğitim gören ve beyinleri yıkanan, ya da dışarıdan tahrikle kışkırtılan çok az miktardaki Bulgar’ın faaliyetleridir. Aslında Bulgarlar, Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmekten çok isyan ettirilmişlerdir.



Bulgar İsyanı’nın Sebepleri


1. Rusya’nın Panslavizm Siyaseti ve Bulgarlar

Rusya, Balkan kavimlerinin zulme uğradığını iddia ederek Balkan kavimlerini sürekli olarak istismar etmiştir. Oysa Osmanlı Devleti’nin idaresinde bulunan Bulgarların, 1866 yılında Bab-ı Ali’ye verdikleri arzuhalde devletin kendilerine verdiği özgürlüklerden dolayı teşekkür ediyorlardı. Bulgar milletinin samimi ve içten ifadelerle dolu bu arzuhaline rağmen Rusya Bulgaristan’da ve diğer Balkan ülkelerinde başlattığı Pan-Slavist politikasını yoğunlaştırdı. Özellikle 1848 yılında meydana gelen ihtilâller Viyana Kongresi’nden sonra oluşan siyasi dengeyi bozarken, Rusya’yı da nüfuzunun zirvesine çıkarmıştır. Rusya, bu nüfuzunu Osmanlı Devleti üzerinde kullanmak istemiştir. Yukarıda da belirttiğim gibi Rusya Pan-Slavist politikasını oldukça yoğun bir şekilde uygulamıştır. Bir taraftan Slav Cemiyetleri vasıtasıyla faaliyette bulunurken, diğer taraftan Osmanlı Devleti üzerinde nüfuz tesis etmek için Nikolay İvanoviç İgnatiyef’i elçi olarak İstanbul’a göndermiştir. Bulgarları Osmanlı Devleti’ne karşı isyana teşvik eden önemli biri de Nayden Garof’tur. Doğduğu köyde öğretmenlik yaparken, aşırı derecede Panslavist olması ve Kırım Savaşı sırasında Osmanlı Devleti aleyhinde casusluğunun anlaşılması üzerine Rusya’ya kaçmıştı. Daha sonra Rusya tarafından Filibe konsolosluğuna getirilen Gerof burayı Panlavizmin propagandasını yapmak için kullanmıştır.

Aynı zamanda Bulgarların isyan etmesini en az Rusya kadar Sırbistan da istiyordu. Çünkü Osmanlı Devleti Bulgar İsyanıyla uğraşırken kendileri de bağımsızlık yolunda çalışabilecekti.


2. Tuna Fedai Komitesi

Bulgarların isyan etmelerinde en az Slav Cemiyetleri kadar, Bulgar komiteciler de etkili olmuştur. Başlangıçta Ortodoks Rum Patrikhanesi’ne tepki olarak ortaya çıkan Bulgar milliyetçiliği, Avrupa ve Rusya’ya giden Bulgar gençleri ve Bulgaristan’a gelen Sırplı Subaylar nedeniyle oldukça güçlenmiştir. Bulgarlar her şeyden önce kendi kiliselerini kurmak düşüncesindeydiler. Bir yandan din işleriyle uğraşırken bir yandan da siyasetle uğraşıyorlardı.
Bulgarlar bağımsızlıklarını gerçekleştirmek için siyasi meselelerle ilgilenmiş bu amaçla da “Tuna Fedai Komitesi” adıyla bir cemiyet kurmuşlardır. Merkez olarak Bükreş şehrini kullanmışlardır. Her ne kadar Bükreş şehrini merkez olarak kullansalar da yeterli güce ulaştıktan sonra Bulgaristan’a geri dönmeyi planlıyorlardı.

Bu cemiyet kurulur kurulmaz hemen faaliyetlere başlamış ve 1862-1868 yıllar arasında oluşturduğu büyük-küçük çetelerle dokuz defa Bulgaristan’a girmiştir. Gerek hükümet kuvvetlerinin onları yenilgiye uğratması gerekse sayılarının yetersiz oluşu onları başarısızlığa uğratmıştır.

Komitecilerin giriştikleri bu hareketin aslında asıl amacı, Bulgaristan’da genel bir isyan başlatmaktı. 1841 ve 1850 yıllarındaki isyanlardan da anlaşılacağı üzere Bulgarlar kendi kendilerine isyan etmeyeceklerdir. Bu nedenle dışarıdan müdahale ederek Bulgaristan’da genel bir isyan çıkarmak amaçlanmıştır. Bu isyan diğer isyanlardan farklı olarak dışarıdan tertiplenmiştir. Bu bölgede meydana gelen çete olaylarının başarısız olmasında Tuna Valisi Mithat Paşa’nın çok önemli bir rolü vardır. Ancak Mithat Paşa’nın Tuna Valiliği’nden ayrılmasından sonra komitacılar rahatça hareket etmeye başlamışlardır.

Bulgarlar dışındaki Slavlar ya kendi devletlerini kurmuşlar ya da muhtar bir idareye sahiptiler. Bu nedenle Rusya’nın ve diğer Slavların ilgisi Bulgaristan üzerinde toplanmıştı. Rusya’nın politikası ve diğer Slavların tahrikleri Bulgarlar üzerinde toplanmıştı. Osmanlı Devleti Bulgaristan’da en iyi ıslahatları yapsa bile onları memnun etmez ve isyana engel olamazdı.

1868 yılında meydana gelen Bulgar İsyanı yukarıda da belirttiğim gibi Bulgaristan dışında hazırlanmıştır. Bükreş, İbrail, Kalas, Yerköyü gibi Eflak’ta bulunan yerlerle Rusya’nın nüfuzu altında bulunan Besarabya’da Bulgar komitalarını teşkilatlandıran sevk ve idare eden merkezler vardı. Bunların vasıtasıyla hazırlanan çeteler Tuna’yı geçerek Ziştovi yakınlarına gelmişleridir. Hacı Dimitri adındaki birinin komutasında olan bu çeteleler talim ve terbiye görmüş aynı zamanda o döneme göre en iyi silahlarla silahlandırılmışlardı. Bu isyan, eski isyanlardan farklı idi. Halka hitap edişleri ve davranışları farklıydı. Bunlar yağma ve katliam yapmıyor, Hıristiyan ve Müslümanları zulümden kurtaracaklarını ve iyi bir idare getirmek için silaha sarıldıklarını söylüyorlardı. Halka dağıttıkları bildirilerde “Balkan Muvakkat Hükümeti” tabiri bulunduğu halde bir de Bulgar mili marşı vardı. Bundan başka padişaha yazılmış bir dilekçe de vardı.

Asiler geçtikleri yerlerde rastladıkları halkı öldürmek yerine, Osmanlı devleti aleyhine propaganda yaparak onları kendi yanlarına çekmeye çalışmışlardı. Ancak komitacılar halktan hiçbir destek ve yardım görmemişlerdir.

Bu sırada Mithat Paşa Tırnova’ya gitmiş ve hemen hazırlıklara başlamıştır. Yanına aldığı az miktardaki askerle asilerin karargâhına gitmiş ve onlara teslim olmalarını teklif etmiş ancak asiler bunu reddetmişleridir. Bunun üzerine Mithat Paşa topladığı askerlerle birlikte asileri kuşatmıştır. 31 Temmuz 1868 gecesi asilerle bir çatışma meydana gelmiş ve asilerin çoğu yok edilmiştir. Yakalananlar ise mahkemelere gönderilmiştir. Mithat Paşa yirmi gün gibi kısa bir sürede isyanı başarıyla bastırmıştır. Bu sırada asilerin üzerinden çıkan ve Padişaha hitaben yazılmış bir dilekçeyi de tercüme ettirerek İstanbul’a göndermiştir.
İsyanın bastırılmasından sonra Bulgarlar 4 Ağustos 1868 tarihinde İstanbul’a gönderdikleri teşekkürnamelerinde, kendilerinin asilerle hiçbir ilgileri olamadığını belirtmişler ve milletçe, sahip oldukları rahat ve huzurun devam etmesinden dolayı şükranlarını bildirmişlerdir.

Tuna İsyanı Bulgaristan’da 1862 yılından beri devam eden çete hareketlerinin sonuncusudur. Bu isyan da Bulgar halkının dışarıdan yapılan tahriklerle isyan etmeyeceğinin bir göstergesidir. Bu tarihten sonra komitacılar Rusya’nın müdahalesinin bekleyecekler ve diğer Slav halklarıyla daha sıkı ilişkiler kuracaklardır.


1876 Bulgar İsyanı

Bulgarlar arasında Osmanlı Devleti’nden ayrılma düşüncesi 19. yüzyılın ilk yarısında başlamıştı. Zamanla da Rusya’nın yardım ve teşvikiyle bu düşünce gelişmişti.


Nitekim 19. yüzyılın ortalarından itibaren Bulgarlar arsından gelişen ulusçuluk akımından, Rusya, kendi Balkan politikası yararlanma yolunu tutmuştu. 1876 yılına kadar çıkan Bulgar İsyanlarında, Rusların Bulgarları isyana teşvik etmesi oldukça etkiliydi. Bununla birlikte Osmanlı Devleti, Bulgarların milliyet ve bağımsızlık yolundaki çalışmalarından haberdardı. Ancak Sadrazam Mahmut Nedim Paşa bu isyan hareketlerini önleyecek tedbirleri almaktan uzaktı. Sadrazam Mahmut Nedim Paşa iç ve dış siyasette Rus elçisi İgnatief’in tavsiyelerine kendini muhtaç görüyordu. Ancak Rusya bir taraftan Osmanlı Devleti’ne Bulgar asilerine iyi davranılması konusunda nasihat verirken, diğer taraftan Bulgarları isyana teşvik ediyor ve onları gizlice örgütlüyordu.

Sadrazam Mahmut Nedim Paşa


1875 yılında Rusya’nın Filibe ve Ruscuk konsoloslarının da yardımıyla ihtilal cemiyetleri meydana getirilmişti. Bunlar ilk hareket sahası olarak Kızanlık, Eski Zağra, Çırpan ve Hacıköy kazalarını tespit etmişlerdi. İhtilalcıların yargılanmaları sırasında, bütün Bulgaristan’da büyük bir ihtilalın hazırlanmakta olduğu ve Sırpların da bu ihtilâli desteklemek için Osmanlı Devleti’ne savaş açacağı delilleriyle ortaya konmuştu.

1876 Bulgar İsyanı’nın Sebepleri
Bulgarların kendilerine ait bir kiliseye sahip olma düşüncesi ilk olarak Stefanaki Bey’in Osmanlı Devleti’ne takdim ettiği arzuhalle başlar. Osmanlı Devleti bu isteği olumlu karşılar ve izin verir. 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı’ndan sonra ise Bulgarlar daha da cesaretlenerek müstakil bir kiliseye kavuşmak için harekete geçerler. 1860 yılından sonra ise Bulgarlar artık Rum Patrikhanesini tanımamışlardır. Hatta Bulgarlar daha da ileri giderek Katolikliğe geçmeyi bile düşünmüşler ve bu sayede kendi kiliselerine sahip olmaya çalışmışlardır. Ancak bu durum en çok Rusya’yı rahatsız etmiştir. Çünkü Rusya Bulgarların Ortodoks olarak kalmalarını istiyordu. Bu şartla ancak Bulgarlara yardım edecekti. Eğer Bulgarlar Katolik olurlarsa işin içine Papalık ve Avusturya ile Fransa’da karışacaktı. Bulgarların mezhep değiştirmelerini hiçbir şekilde kabul etmeyen Rusya Papanın atadığı Başpiskoposu görevinden uzaklaştırdıktan sonra müstakil Bulgar kilisesi için Osmanlı Devleti’ni sıkıştırmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti de bu meselenin daha fazla büyümemesi için 11 Mart 1870 tarihinde bir ferman yayınlayarak Bulgar Eksarhlığı’nın teşkilini sağlamıştır.
Osmanlı Devleti bu fermanla Bulgar Kilisesi meselesinin istismar konusu edilmesinin önüne geçmiştir. Her ne kadar Patrikhane itiraz etmişse de Osmanlı Devleti kararda ısrar etmiş ve diğer devletlerden destek alamayan Patrikhane susmak zorunda kalmıştır. Aynı zamanda isyanın bir diğer nedeni de Avrupa’daki siyasi dengelerin değişmesidir.
Rusya, Paris Antlaşması’nın hükümlerini hezimete uğramış bir vaziyette imzalamıştı. Ancak 1 Eylül 1870 tarihinde Fransa’nın Prusya tarafından hezimete uğratılmasından sonra Ruslar 1856 yılından beri bekledikleri fırsatı bulmuşlar ve Paris Antlaşması’nın Karadeniz’le ilgili maddelerinin hükümsüz olduğunu açıklamışlardır. 13 Mart 1871 tarihinde Londra’da toplanan Avrupalı devletler Paris Antlaşmasının 11. , 13. ve 14. Maddelerini Rusya lehine değiştirmişlerdir. Rusya, bu sayede daha rahat bir siyaset izlemeye başladı ve Osmanlı Devleti’nin topraklarına müdahale edebilmek için Avrupalı devletler nezdinde haklı gerekçeler aramaya başladı.
1876 isyanında etkili olan bir diğer unsur da Slav Cemiyetleri’dir. Bu cemiyetler, Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki topraklarında geniş bir teşkilatlanmaya gitmişlerdir. Bu cemiyetler, Petersburg’dan idare ediliyor ve Osmanlı memurlarının en küçük gafletinden istifade etmeye çalışıyorlardı.
Daha önceki isyanlardan, Bulgarların dışarıdan yapılan tahriklerle isyana kalkışmayacakları anlaşılmıştı. Bunu gören Bulgar Komitacılar, artık Bulgaristan topraklarında teşkilatlanmaya başladılar. Romanya’da başlayan bu faaliyetler daha sonra Bulgaristan’ın içine kaydırılmış ve her köy ve kasabada teşkilatlanmaya gidilmiştir. Küçük küçük teşkilatlanan bu komiteler daha sonra birleştirilerek bölge komiteleri haline getirilmiştir. Bu komitalar Rusya’nın da desteğiyle büyük bir isyan hazırlığı içine girdiler. Komitacıların isyan hazırlığı devam ederken Osmanlı Devleti hiçbir tedbir almamıştır. Osmanlı Sadrazamı Mahmut Nedim Paşa Rus Sefiri İgnatiyaf’in tavsiyelerinden bir an bile ayrılmamış, onu gücendirmemek için elinden geleni yapmıştır. Sadrazamın bu tavrı karşısında da mevkilerinden olmak istemeyen memurlar bu tavrı görmemezlikten geliyorlardı. Çünkü 1875 yılında teşebbüs edilen isyan girişimini bastıran görevliler mükâfatlandırılmak yerine görevlerinden uzaklaştırılmışlardı. Sadrazamın Bulgaristan’da gelişen olaylara ilgisiz kalmasına rağmen, Filibe mutasarrıfı Aziz Paşa, vakit geçirmeden tedbirlerin alınması için Bab-ı âli’yi ve Edirne valisi Akif Paşa’yı ikaz etmiştir. Akif Paşa’nın elinde yeterince asker olmaması ve Bab-ı âli’nin olaya ilgisiz kalması nedeniyle tedbir alınmamıştır.

1867 Bulgar İsyanı’nın Planı
Bulgaristan’daki Slav ajanları Rusya’nın da desteğiyle Bulgarlar arasında Türk düşmanlığını rahatça yayıyorlardı. Aslen Avratalanlı olan ve Kırım Savaşı sırasında Rus casusluğu yapan Naydankerof isminde biri Bulgar köylülerini isyana hazırlamak için Filibe’ye konsolos tayin edilmişti. Bu tahrikçi, Viyana’da doktorluk eğitimi görmüş, kardeşinin de yardımıyla Mayıs 1876 yılı için bir isyan hazırladı. İsyan planı basitti: Köyler yakılacak; Türkler katledilecek ve asiler, bu hareket bütün Bulgaristan’ı sarana kadar savunulması kolay yerlerde kalacaklardı. İsyan merkezi olarak da Otluk Köyü ve Avratalan seçilmişti.

İsyanın Başlaması ve Yayılması
İsyan mayıs ayı için tasarlanmışken nisan ayında başladı. Otluk Köyü ve Pazarcık çevresinde bulunan Bulgar köyleri halkı, Türk evlerini yakmaya ve Türkleri türlü eziyetlerle katletmeye başladılar. İsyan, kısa sürede Filibe ve çevresine yayıldı. Filibe Mutasarrıfı Aziz Paşa, Bulgaristan’da böyle bir ihtilâlin çıkacağını tahmin ettiği için Babıâli’den asker istemiş ancak gerekli yardımı görmemişti. Babıâli’nin bu durumu isyancılara cesaret verdi. Telgraf tellerini keserek, köprüleri yıkarak ve çevre köyleri ateşe vererek isyana devam ettiler. Bir süre sonra da Sofya taraflarında isyan başladı. Bu durum karşısında Bulgaristan’da yaşayan Türkler kendilerini korumak için Bulgar isyancılarla aynı metoda başvurdular.

İsyanın Bastırılması
Osmanlı Devleti, Bulgaristan’daki yöneticilerin yardım isteyen telgraflarına önem vermediği için, isyan başladığı sırada Filibe ve Tatarpazarcık’da dağınık halde 300 asker bulunuyordu. Durum böyle iken az sayıdaki bu askerlerle geniş alana yayılan bu isyanı bastırmak mümkün değildi. Filibe mutasarrıf Aziz Paşa, en azından bir tabur asker gösterilmesini istemişse de istediği yardımı alamamıştır.
İsyanın başlamasından sonra ilk şaşkınlık atladıktan sonra, Filibe halkından Müslüman ve Hıristiyanlar 4 Mayıs 1876’da Hükümet Konağında bir toplantı düzenlediler. Asilere karşı mevcut insanların kullanılmasına karar verilen bu toplantıda ahalisi kalabalık olan yerlerden birkaç bin “asâkir-i muavene” temin edilerek, silâh altına alınması da kabul edilmiştir. Son çare olarak alınan bu karar Edirne Valiliği’ne de bildirilmiştir. Bölgede gerekli sayıda askerin olmaması sebebiyle yirmi beş kadar Müslüman ve Hıristiyan köyü yakılmış ve Türkler çeşitli işkencelerle öldürülmüştü.
İsyanın ciddiyetinin İstanbul’da anlaşılmasından sonra 18 bin kişilik bir kuvvet gönderilmiş ve isyan şiddetli çatışmalardan sonra bastırılmıştır.

Berlin Memorandumu
Bulgar İsyanı’nın şiddetle bastırılmaya girişilmesi, softaların isyanı sonucu Sadrazam Mahmut Nedim Paşa’nın düşürülmesi Rusya’nın İstanbul’daki nüfuzunu azaltmıştı. Rus başvekili Gorçakov bunu bir diplomasi hareketiyle telafi etmeye kalkıştı. 12 Mayıs 1876’da Çar, Alman İmparatorunu ziyaret etmek amacıyla Berlin’e gitti. Bu fırsattan faydalanarak Gorçakov, Bismark ve Adraşi, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki durumu gözden geçirdiler ve Gorçakov tarafından hazırlanan projeyi görüşerek onu Berlin Memorandumu suretine getirdiler. Memorandumun sebebi şöyle ilan edilmişti: Osmanlı İmparatorluğu’nda, yabancı devlet tebaası ile Hıristiyan tebaanın emniyetlerinin tehlikede olduğu Selanik Vakası ile anlaşılmıştır. Bu gibi olayların tekrarına mani olmak için, büyük devletlerin tehlikede olan bölgelere deniz kuvvetleri göndermeleri ve orada asayişi sağlayacak tedbirler almaları mümkündür. Bosna Hersek İsyanı’nın bir an önce teskini içinde asilerle iki aylık bir anlaşma imzalanmalıdır.
Berlin Memorandumu Osmanlı Devleti’ne gönderilmeden önce Paris Antlaşması’nı imzalamış devletlere sunuldu. İtalya ve Fransa’nın kabul etmesine rağmen İngiltere reddetti. İngiltere’nin reddetmesi üzerine İtalya ve Fransa muvafakatlerini geri çektiler. Bu nedenle memorandumun Osmanlı Devleti’ne tebliğ edilmesi lüzum ve imkânı ortadan kalktı.

Sonuç
Bulgarlar her ne kadar Osmanlı Devletine karşı isyan etmek istememişselerde Özellikle Rusya’nın kışkırtmaları Bulgarlar arasından Osmanlı Devletine karşı isyan hareketini körüklemiştir. Bulgaristan’da gerçekleşen birçok isyan dışarıdan başlatılmıştır. Bulgaristan’da gerçekleşen birçok isyana bölgede yaşayan Bulgarlar karışmamışlar. Hatta Osmanlı devletine teşekkür bile etmişlerdir. Gerçekleşen bir isyan Rusya’nın desteğiyle gerçekleşmiştir. Aslında çıkan isyanlar Osmanlı Devleti’nin bir iç meselesiyken, Rusya’nın müdahalesi ile bir dış siyaset meselesi olmuştur.
Nihayet uzun bir zaman diliminde sistemli bir çalışmayla Türkleşen bölge, 5 Ekim 1908 tarihinde ilan edilen müstakil bir devlet idaresiyle, bir daha geri gelmemek üzere Osmanlı Devleti’nden ayrılmıştır.


Derleme

Fotoğraflar:
muverrih.net / tr.wikipedia.org / tr.wikipedia.org

__________________

Tanrılar, erkeklerin ''balıkta'' geçirdiği zamanı ömründen saymaz. (Babil Atasözü)
  Alıntı ile Cevapla
6 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
31 mart vakası, ahmet anzavur ayaklanması, alemdar mustafa paşa, ayaklanmalar, aynacıoğulları isyanı, celali isyanları, çerkes ethem ayaklanması, demirci mehmet efe, genç osman, günümüze, isyanlar, kabakçı mustafa paşa, koçkiri ayaklanması, kubilay, kuyucu murat paşa, menemen isyanı, nasturi isyanı, osmanlıdan, patrona halil isyanı, pazvantoğlu isyanı, vaka i vakvakiye, yeniçeri ve sipahi isyanı, zeylan ayaklanması, şahkulu ayaklanması, şeyh sait isyanı


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 06:10.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.