26.01.2009, 02:56 | #1 |
|
Halk Ozanları Burada
Türkü rönesansının babası.Kim bu Neşet Ertaş?Kırşehirli bir mahalli sanatçı mı?Türk halk müziğinin en büyük ses ve saz ustası mı?Milli caz sanatçımız mı?Yoksa yaşanan türkü rönesansının fikir babası mı?Ya da babası Muharrem Ertaş'ın sazının emanetçisi mi?Ben süslü sözler söylemekten anlamam.Benim hafızamdaki kelimeler 30 yıl öncesine ait.Bana soru sormak yerine,benden türkü söylememi,saz çalmamı isteseniz.Ben de size güzel güzel türküler çığırsam. 40 yıldır ismi türkülerle birlikte anılan Neşet Ertaş,yolu türkü diyarından geçen, azıcık türküye gönül veren,tebessüm eden herkesin yüreğinde ince bir sızı olmuş usta bir isim.Gönüllerden ve dillerden eksik olmayan türküleri gibi kendisi de gizemli Ertaş'ın.Halk müziğinin pirleri,arastırmacıları,sevenleri Neşet Ertaş'ı taniyan hemen herkes onu,mevcut kalıp ve kurallar ölçüsünde anlamak ve anlatmanın zorluğundan bahsederler hep.Hepsi bu kadarla da bitmez.Neşet Ertaş,türküleri,söyleyiş tarzı,üslubu ve sazın teline dokunuşu ile bile anlaşılması zor bir sanatçı.Peki kim bu Neset Ertas? Yaşayan bir efsane Neşet Ertaş.Yaklaşık 40 yıl sazı ile sözü ile gönülleri dağlayan bir efsane.Ayaklarını bastığı bu topraklardan aldığı güçle sesini ötelerin ötesine duyuran bir sanatçı.Kalabalıklardan köşe bucak kaçan;ancak hep bu milletin içinde,dilinde olan bir garip insan.Efsanelerin gizemli bir yaşayışı var.Neset Ertaş'ın da öyle.Tam bir buzdağı.Buzdağının görünen yüzü onun hakkında bildiklerimiz. Bilmediklerimiz ise görünmeyen yüzü.Türküleri dünya döndükçe dillerden düşmeyecek olan TRT'nin Kırşehirli mahalli sanatçısı,aşıklık geleneğimizin son temsilcisi,halk ozanı,"Türkülerin Babasi" ve Bozkır'ın Tezenesi.İşte Neşet Ertaş'ın bilinen kısa yaşam öyküsü. İkinci Dünya Savaşı'nın en çetin yıllarında dünyaya geldi Neset Ertaş.Doğdugu gün, sazı göbeğine koymuşlar ve babası Muharrem Ertaş'a haber salmışlar,"Bir oglun oldu gel ona saz çal."diye.Türkiye bu savaşa katılmasa da Anadolu insanı bu savaşın neticelerini iliklerine kadar hissetti,malum.Ertaş'ın çocuklugu bir yandan baba mesleği çalgıcılığı öğrenmekle,diğer yandan köy köy dolaşarak bir öğün yemek için un,buğday ve ekmek toplamakla geçmiş.O günlerde,bir kuru ekmek için kapılarına kadar gelen saz çalıp türkü söyleyen bir "fenomen" olacağı bilinmiyordu elbet.Babasi bozlak ustası Muharrem Ertaş'ın ocağında pişen;sazı,sözü ve hayatı bu okulda öğrenen Neşet Ertaş,baba okulunun kendisi için hem ilk,hem orta,hem lise,hem de konservatuvar ve üniversite niteliğinde olduğunu söylüyor.Başka eğitim almayan sanatçının sıra arkadaşları ise Hacı Taşan,Çekiç Ali ve bugün tarihin adından bahsetmediği nice bozlak ustası. Garibin çilesi...Neşet Ertaş,kabuğunu kırana kadar Kırşehir ve çevresinde düğünlerde saz çalıp,türkü söyleyerek geçinir.Zar zor bulduğu üç-beş kurusu cebine koyarak 1957'de İstanbul'a gelir.Camda gördüğü bir ilan üzerine soluğu Sençalar Plak'ta alır.Elinde sazı ile dükkandan içeri giren garip adam ilk sınavını da babasının ünlü bozlaği "Neden garip garip ötersin bülbül" ile verir.Ertaş' ın profesyonel müzik hayatında seslendirdiği ilk parça olan Garip Bülbül'ün sözleri de onun yaşamıyla bütünleşmektedir.Garip adamın hayatında "garip" liğin ayrı bir yeri var.Ertaş daha çocukken yaktığı hiçbir türkünün sonunda adını kullanmazmış.Bu durum baba Muharrem Ertaş'ın dikkatini çekmiş ve bir gün "Oğlum sen yeni birşeyler yapıyorsun ama türkünün sonunda adını kullanmıyorsun" demiş.Bunun üzerine Neşet Ertaş babasına sonuna birşey ekleyeyim mi? diye sormuş. Muharrem Ertaş'ın yanıtı bu kez "garip" olmuş."Bizler garibiz oğlum.Soyadımız yokken bizlere garip derlerdi.Gönül de gariptir oğlum."Işte hayatı boyunca "garip" likten kurtulamayacak adamın ilk plağının adı böylece "Garip Bülbül" olmuş. Leylasını Arayan Adam... 1960'lı yıllara gelindiğinde sesi ve sazı gümbür gümbür ses veren Neşet Ertaş artık bozlak havaları ile dikkat çekmeye başlar.Tınılarına,ritmine bir takılan bir daha kendisini alamaz.Türkü ile bağlamayı,bağlama ile türküyü birbirine kenetleyen Ertaş'ın yerel ağızla söylediği bozlak türkülerinde kendisini,yıllarca çektiği acıları,sineye çektikleri, dışa vurabildikleridir dillendirilmekte olan.Ama herkes bu türkülerde kendini buluyor. Neşet Ertaş türkülerindeki "Gönül" herkesin gönlü,"Sevgi" hepimizin sevgilisi,"Gurbet" tümümüzün ortak acısı,"Leyla" ise yüreğimize düşen aşk.Aşk ateşi sinesine düşen Ertaş en güzel türkülerini bu dönemde seslendirdi.Bu türkülerle yola çıkan birçok isim şöhret oldu.Barış Manço'nun, Cem Karaca'nın,Selda Bagcan'ın,Ajda Pekkan'ın ve Zeki Müren'in dillerinde Ertaş'ın türküleri vardi.Türkülerin yeniden şaha kalktığı son zamanlarda ise Neşet Ertaş türkülerini yorumlayanların haddi hesabı yok.Ancak ne yazık ki sanatçı bu türkülerin hiçbirinden telif hakkı alamadı,alamıyor. Kalabalıkların İçinde Yapayalnız... Neşet Ertaş ikinci plağı "Gitme Leylam" ile türkülerin peşinde koşmaya devam eder. Sanatçının türkülerinin geniş kitlelerce kabul görmesi onu da köyden şehre çeker.Şöhret Ertaş'ın avucunun içindedir.Ama Neşet Ertaş alışık değildir,böyle ışıltılı mekanlara.Elindeki sazı,Kırşehir ve çevresinden getirdiği ezgileri ve "Dadlı Dillim" kadar özgün ve saf Türkçesi ile söyler türkülerini,tüm mütevaziliği ve sadeliği ile.Koca ve kalabalık bir şehirde,"otel odasında" yaşar yapayalnız.Ertaş kalabalıklardan kaçmaya başlar ve "Gurbet'e türkü yakar.Ama çark kurulmuştur bir kere.Neşet Ertaş söyler,45'likler şimdiye kadar eşine ve benzerine rastlanmamış bir şekilde satar ve patronlar zengin olur. Sadece patronlar mı?Ertaş'ın yüze yakın korsan kasetini basan binlerce insan da yükünü tutar bu arada.Ertaş ise her zamanki mütevaziliği ile plaklarından ve korsan kasetlerinden yüzbinler satan "yüzsüzler" e karşı: "Size hiçbirşey yapmıyorum,sadece sizin adınıza üzülüyorum" demekle yetinir ve onları "Allah'a havale" eder. Ertaş'ın çevresindeki herkes degişir bu dönemde.Ama Neşet Ertaş ve talihi degişmez. "Bir lokma ekmek,bir paket sigara diyen" Neşet Ertaş başladığı yere gelir ve dügün salonlarında ekmek parası için çalmaya devam eder.Neşet Ertaş'ın hayatında geçinmek için,çalıp söyledigi düğün salonlarının bugün de ayrı bir yeri var.O bunu "İnsanların mutlu gününde çalmanın verdiği keyif" olarak açıklıyor ama sözlerinden,davranışlarından da yaşama kırgınlığını sezmemek mümkün değil.Türkülerin duayeni bir ismin halen düğün salonlarında çalmasından kim rahatsız olur bilmem ama bundan Ertaş kesinlikle yüksünmüyor.Bilakis o düğün salonlarında çalmayı baba mesleği ve onurlu bir yaşam mücadelesi olarak kabul ediyor. Hem de "benim için bin kişi de insandır,yüz bin kişi de insandır degişmez.Ben içimden geldiği gibi yaşıyorum" diyerek... Efsanenin Keşfi (!) Medyaya gelince,bizler türkünün son büyük temsilcisi Neset Ertaş'ı TRT'nin mantığı ile "Kırşehirli mahalli sanatçı" olarak gördük hep. Siyah-beyaz televizyonların evlere yeni yeni girdiği dönemde tek lüksümüz olan radyolarda ise şu anons vardır hep: "Şimdi Kırşehirli mahalli sanatçı Neset Ertaş'tan türküler dinleyeceksiniz" ve birkaç türkü dinledikten sonra da "Kırşehirli mahalli sanatçı Neşet Ertaş'tan türküler dinlediniz."Bu dönemde yalnızlık ve yoksulluk ikileminde bocalayan,bir düğün salonundan çıkıp,diğerine koşan Neşet Ertaş'ın tek dostu içki ve sıgarasıydı.Ancak bu dostları da ona kazık attı ve içki yüzünden Ertaş'ın parmaklarında uyuşma meydana geldi.Hastalığın ilerlemesi yüzünden sanatçı artık düğün salonlarında da çalamaz oldu.Bu da onun için açlık ve yokluk demekti.Bulduğu birkaç lirayı da hastanelere veren Ertaş'ın tedavisi sonuç vermeyince,Almanya'da yaşayan kardeşinin çağrısı üzerine oraya gitmeye karar verdi. Almanya'daki tedavi uzun süreceğinden dolayı buraya yerleşme kararı alan Neşet Ertaş, 25 yıldır bu ülkede yaşıyor.Yine bir düğün salonunda türkü söyleyen Neşet Ertaş'ı Türkiye' den önce keşfeden ve ona üniversitelerinde hocalık görevi veren Almanlar,sanatıçının yaşama bağlanmasında önemli bir görev ifa ettiler.Almanya Ertaş'ın ikinci vatanı ve olgunluk döneminde türküler seslendirdiği,fikri ve felsefi düsüncesinde değişiklikler meydana getirdiği ülke.Ertaş'ın Almanya'ya yerleşmesinde "Ben mektep medrese görmedim,bari üç çocugum görsün onlar da benim gibi çile çekmesin" düşüncesi hayli etkili oldu.Almanya'daki yaşamından gayet memnun olan sanatçının hoşlanmadığı şeylerin başında,1998'e kadar,her iki yılda bir basında çıkan "Neşet Ertaş öldü" söylentileri gelmekte.Bunları yalanlamak ve ölmediğini göstermek için yine bir gün Türkiye'ye gelen ve İbrahim Tatlıses'in programına çıkarak tüm Türkiye'ye türkü ziyafeti çeken sanatçının bu gelişi diğerlerinden farklı oldu.Ertaş hem yaşadığını kanıtladı hem de türkülerin varolduğunun altını çizdi.Bugüne kadar kasetlerinden doğru dürüst ekmek yiyemeyen Neşet Ertaş satılan eserlerinden yasal olarak para kazanıyor artık.Neşet Ertaş'ı keşfin ikinci ayağı da Ramazan Bayramı'nın üçüncü günü gerçeklesti.Neşet Ertaş Kitabı'nın tanıtımı için Türkiye'ye gelen sanatçı,Bayram Bilge Tokel'in "Gönül Dağı" programında gönül dostları ile hasret giderdi.Bu programla Türkiye'nin gündemine yeniden oturan Neşet Ertaş'ı medya bir kez daha keşfetme zahmetinde bulundu. Program sonrası Neşet Ertaş'ın kaldığı otel basın mensuplarının akınına uğradı.Bu tür karşılamalara alışkın olmayan sanatçının şaşkınlığı gözlerden kaçmadı.Şaşıran sadece sanatçı değildi . Karşılarında alışılmışın dışında,mütevazi ve farklı bir sanatçı bulan bizler de şaşırdık. Sorularımzıa tüm samimiyeti ve doğallığı ile cevap vermeye çalışan usta,bizlerin kimi yeni kelimelerle(!) oluşturduğu soru cümlelerine "Ben bu tür sözlerden anlamam.Uzun süredir Almanya'da yaşadığım için yeni kelimelerden habersizim.Benim belleğimdeki kelimeler ise 25-30 yıl önceye ait.Dolayısıyla öyle süslü kelimelerle size cevap veremiyorum.Ben türkü çığırmaktan,saz çalmaktan anlarım. Benden bunu isteyin size kurban olayım" diyerek karşılık veriyordu. *** TÜRKÜ BABANIN HAYAT DESTANI ŞİİRİ Bin dokuzyüz otuzsekiz cihana Kırtıllar köyünde geldin dediler Babama Muharrem, anama Döne Dediysen Ata’yı bildin dediler Dizinde sızıydı anamın derdi Tokacı saz yaptı elime verdi Yeni bitirmiştim üç ile dördü Baban gibi sazcı oldun dediler O zaman babamdan öğrendim sazı Engin gönül ile Hakk’a niyazı O yaşımda yaktı bir ahu gözü Mecnun gibi çölde kaldın dediler Zalım kader devranını dönderdi Tuttu bizi İbikli’ye gönderdi Babam saz çalarken bana zil verdi Oynadım meydanda köçek dediler Anam Döne İbikli’de ölünce Tam beş tane öksüz yetim kalınca Beşimiz de Perişan olunca Babamgile burdan göçek dediler Yürüdü göçümüz Tefleğe doğru Bu hali görenin yanıyor bağrı Üç aylık çoçuğun çekilmez kahrı Bunlara bir ana bulun dediler Yozgat’ın Kırıksoku Köyü’ne vardık Bize ana yok mu diyerek sorduk Adı Arzu dediler bir ana bulduk İşte bu anadır buldun dediler En küçük kardaşı kayıp eyledik Onun için gizli gizli ağladık Üstelik babamı asker eyledik Yine öksüz yetim kaldın dediler Zalım kader tebdilimi şaşırttı Heybe verdi dalımıza devşirtti Yardım etti Yerköy’üne göçürttü Biraz da burada kalın dediler Yerköy’den Kırıkkale’ye geldik Babam saz çalarken biz çümbüş aldık Kırşehir’e varınca kemanı çaldık Aferin arkadaş çaldın dediler Yarin aşkı ile arttı hep derdim Babamı bir yere dünür gönderdim Başlık çok istemişler haberin aldım İstemiyor yarin seni dediler Kırşehir’de yedi sene kalınca Düğün düzgün hepsi bize gelince Burada herkese yer daralınca Ankara’ya gider yolun dediler Ankara’da (sünnetçi) Veysel Usta’yı buldum Epeyce eğleştim, evinde kaldım Yüz lirayı verip bir yatak aldım Etti isen böyle buldun dediler Bir ev kiraladım münasip yerde Kaldı kavim kardaş hep Kırşehir’de Bu aşk hançerini vurdu derinde Çaresini bulamazsan ölün dediler Yarin aşkı ile döndüm şaşkına Arada içerdim yarin aşkına Canan acımaz mı garip dostuna Buna da içeriye alın dediler *** MUHARREM BABAYA AĞIT Uzak yoldan geldim hasretim için Hani nerde babam Muharrem nerde Yaralı bülbülüm ses vermez niçin Yüreği yanığım o kerem nerde O garip gönüllüm, dertli bakışlım Feleğin elinde sinesi taşlım Yüreği yaralım, gözleri yaşlım Gönül evi yıkık, viranım nerde Fetholurdu feryadını dinleyen Feryadı içinde derdin anlayan Kuşlar gibi viranede ünleyen Ecinnice deli boranım nerde Okula gidemedim bu dert benimdi Hemi benim derdim, hem babamındı Hemi babam, hemi öğretmenimdi Garibim dersimi verenim nerde NEŞET ERTAŞ NEYLEDİN DÜNYA Ay dost deyince yeri göğü inleten Muharrem ustaydı bunu dinleten Gönül kırmazıdı bilerekten, bilmeden İnsan velisini neyledin dünya Sazını çalarken kendinden geçen Gönülden gönüle kapılar açan Aşkın dolusunu nefessiz içen Gönül delisini neyledin dünya Garibim babamdı Muharrem Usta Bilirim aşıktı sevdiği dosta “sazımın emaneti...” diyen en son nefeste Sazın ulusunu neyledin dünya, NEŞET ERTAŞ |
26.01.2009, 02:57 | #2 |
|
Cevap: Halk ozanları burada
Yoruldum Yorgunum Fazla Gidemem Neler Etti Kahır Beni Zulm Beni Kolay Değil Ben Bu Derdi Çekemem Zalimin Elinde Koydu Hal Beni Akarsuyu Aşka Yaktı Yaradan Ömür Bir Gün Gibi Geçti Aradan İşte Geldim Gidiyorum Dünyadan Oturmuş Bekliyor Kuru Sal Beni ... *** Bugün için köy-kasaba-kent üçgeninde sıkışmış, kimlik arayışında olan aşıklar sosyal, siyasal ve ticari oluşumlara karşı bir direniş içinde olamıyorlar. Çoğu köylü olan günümüz aşıklarının büyük bir bölümü kentlerde yaşıyor. Bu nedenle üretim tarzlarından, bunları tüketiş biçimlerine kadar hızlı bir değişim geçiriyorlar. Yakın geçmişten beri bu durumda olan aşıklardan Mahzuni Şerif, Nesimi Çimen, Davut Sulari, Muhlis Akarsu, Aşık Emrah bunlardan yanlızca birkaçıdır. 1960'lı yılların sonlarından itibaren daha geniş kitlelere seslenmek üzere çaba sarfeden aşıklar yoğun bir biçimde plak piyasasına girdiler. Söylediği deyişlerle ve yumuşak ses karakterleriyle hemen dikkat çeken bu aşıklardan biri Muhlis Akarsu'ydu... Muhlis Akarsu, 1948 yılında Sivas'ın Kangal ilçesi Minarekaya köyünde doğdu. Küçük yaşlardan itibaren katıldığı muhabbetlerde ve cemlerde Alevi-Bektaşi kültürünü öğrendi;saz çalıp türkü söylemeye başladı. Kısa zamanda sesinin güzelliği ile fark edildi. Gençlik yıllarında geldiği İstanbul'da Mahzuni Şerif'in, Davut Sulari'nin deyişleriyle tanıştı. İlk söylediği deyişlerde gerek saz çalış gerekse okuyuş itibarıyla Davut Sulari'nin etkisi görülür. Davut Sulari'nin kendine özgü bol hançere hareketlerini içeren tavrından uzun süre kurtulamayan Akarsu, kendi deyişlerinde de bu tavrı-kısa bir süre de olsa- denemiştir. Daha sonraları deyişlerinde ve deyiş söyleme tavrında Sulari'nin etkisinden kurtulduğu görülür. 1970'lerden itibaren dönemin etkili aşığı Mahzuni Şerif'in izleri belirir Akasu'da...Uzunca bir süre Mahzuni'nin deyişlerini çalar, okur. Bu arada Alevi-Bektaşi aşık geleneğinden de kopmaz. Pir Sultan, Kul Himmet gibi büyük ozanların birçok deyişini geleneksel kalıplardan çıkmadan seslendirir. 1980'li yıllarda ise Akarsu, artık kendi kimliğini bulur. O güne kadar usta malı deyişlerle kendini gösteren Akarsu, 80'lerin başından itibaren deyişlerindeki anlatımı güçlü, bağlamasına hakim ve sesini deyiş tavrında kullanabilen bir sanatçı görünümündedir. Bu yıllar adeta parladığı yıllardır Akarsu'nun... "Muhabbet" serisinin her yapıtında yer alır. Eserleri çeşitli türlerde şarkı söyleyen sanatçılar tarafından okunur. Ancak sanatının en verimli ve olgun döneminde yaşama veda eder (2 Temmuz 1993, Sivas Madımak Oteli yangını) Ardında ise milyonlarca seveni ile birlikte 100'den fazla kırkbeşlik plak, 4 uzunçalar, 20 kaset ve yüzlerce deyiş bırakır. Muhlis Akarsu'nun yapıtlarına şöyle bir bakıldığında, tümünün lirik bir ifadeyle yapıldığı ve söylendiği hemen fark edilir. Repertuarının büyük bir bölümünde aşk ve sevda deyişlerine yer verdiği görülür. Akarsu'nun yar üzerine söylediği, feleğe çattığı, gurbete içerlediği, ayrılığa üzüldüğü yüzlerce deyişi vardır. Deyişlerinde toplumsal konulara da kayıtsız kalmaz;ancak bu, sevgi üzerine söylediği deyişler kadar çok öne çıkmaz. Birkaç deyişinde cahilliğe, köleliğe, yoksulluğa başkaldırdığı görülür. Alevi-Bektaşi edebiyatının ve müziğinin deyiş türüyle ünlenen aşığı Muhlis Akarsu'nun Pir Sultan Abdal ve Karacaoğlan etkisindeki tavrını her zaman hissetmek mümkündür. Muhlis Akarsu'nun eserlerini dinledikçe gerçekten de akarsu gibi çağlayan sesini hissedecek ve onu sevgiyle anacağız. Ruhu şad olsun. Melih Duygulu __________________________________________________ ____________________________________________ Eserlerinden bazıları :
Nenni Nenni Bunca Gamın Bunca Derdin İçinde Yaşamak Bizlere Zor Nenni Nenni Sizden Umudumu Kesmem Erenler Elbet Bir Çaresi Var Nenni Nenni Üstümüzde Duman Vardır Dağ Gibi Her Yandan Kuşatmış Sanki Ağ Gibi Güz Gelince Bozulmuş Bir Bağ Gibi Ne Hallara Düştük Gör Nenni Nenni Eğil Gel Akarsu Gel Hakka Eğil Bir Kere Ağ Yara Vermedin Meyil Suç Bizim Sevdiğim Kimsede Değil Gelmişiz Dünyaya Kör Nenni Nenni Pazarlık Edelim Alim Seninle Pazarlık Edelim Alim Seninle İki Cihan Senin Haydar Olsun Sen Benim Hayrını Gör İmanınla Dininle Hatmin Kur'an Senin Olsun Sen Benim Ayıp Değilmidir Ademe Minnet Başına Çalınsın Haydar Hurili Cennet Dostluk Pazarında Olma Muhannet Huri Kılman Senin Olsun Sen Benim Akarsuyum Böyle Vereyim Dursun Senin Aşkın Onu Yaksın Kavursun Anladım Alimsin Canımsın Nursun Kanber Selman Senin Olsun Sen Benim Ağlama Gülüm Günler Gelir Geçer Boşa Ağlama Gülüm Ağlama Yazılan Mı Gelir Başa Ağlama Gülüm Ağlama Bir Gün Kara Günler Biter Üzme Beni Artık Yeter Kavuşmamız Gelir Çatar Ağlama Gülüm Ağlama Yaktın Akarsuyu Yaktın Gurbetten Gurbete Attın Öldürmekten Beter Ettin Ağlama Gülüm Ağlama Sen Yaralı Değilsin Ki Zalim Felek Duymadın Mı Sesimi Sen Yaralı Değilsin Ki Bilesin Bilemezsin Matemimi Yaşımı Sen Yaralı Değilsin Ki Bilesin Gurbet Elde Günde Ömrüm Çürüyor Eller Beni Bir Biçare Biliyor Akarsuya Gelen Bir Tas Vuruyor Sen Yaralı Değilsin Ki Bilesin Yoruldum Yorgunum Yoruldum Yorgunum Fazla Gidemem Neler Etti Kahır Beni Zulm Beni Kolay Değil Ben Bu Derdi Çekemem Zalimin Elinde Koydu Hal Beni Arsız Değilidim Arsız Ettiler Saldılar Gurbete Yurtsuz Ettiler Yardan Ayırdılar Yarsız Ettiler Şimdi Gizli Gizli Kınar El Beni Akarsuyu Aşka Yaktı Yaradan Ömür Bir Gün Gibi Geçti Aradan İşte Geldim Gidiyorum Dünyadan Oturmuş Bekliyor Kuru Sal Beni Ey Sevdiğim Sana Şikayetim Var Ey Sevdiğim Sana Şikayetim Var Ne Sevdiğin Belli Ne Sevmediğin Ben De Bir İnsanım Bir De Canım Var Ne Sevdiğin Belli Ne Sevmediğin Hainsin Oy Zalimsin Oy Nedeyim Oy Eski Günler Hayalimden Gitmiyor Dün Dediğin Bugünkünü Tutmuyor Yiğidim Ya Sana Gücüm Yetmiyor Ne Sevdiğin Belli Ne Sevmediğin Hainsin Oy Zalimsin Oy Nedeyim Oy Akarsuyum Böyle Miydi Ahtımız Onun İçin Viran Oldu Tahtımız Umudum Yok Gülmez Artık Bahtımız Ne Sevdiğin Belli Ne Sevmediğin Hainsin Oy Zalimsin Oy Nedeyim Oy Deli misin Divanemi Sevdiğim Her gün başka bir taraftan esersin Deli misin divanemi sevdiğim vah beni beni Ne dedim de benden ayrı gezersin Deli misin divanemi sevdiğim Yüreğimde açan gülümdün benim Aşkın deryasında salımdın benim ah beni Dünyada kanadım kolumdun benim Deli misin divanemi sevdiğim Akarsuyu bilmem böyle mi sevdin Aşkın ateşiyle sinemi deldin ah beni beni Benim bu halıma sen sebep oldun Deli misin divane mi sevdiğim *** |
26.01.2009, 02:57 | #3 |
|
Cevap: Halk ozanları burada
Karacaoğlan(1606-1689?) Vara vara vardım ol kara taşa Hasret ettin beni kavim kardaşa Sebep ne gözden akan kanlı yaşa Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm Karac'oğlan der ki kondum göçülmez Acıdır ecel şerbeti içilmez Üç derdim var birbirinden seçilmez Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm Türk halk şairi. Etkileyici bir dil ve duygu evreni kurduğu şiirleriyle Türk halk şiiri geleneğinde çığır açmıştır. 1606' doğduğu, 1679'da ya da 1689'da öldüğü sanılmaktadır. Yaşamı üstüne kesin bilgi yoktur. Bugüne değin yapılan inceleme ve araştırmalara göre 17.yy'da yaşamıştır. Nereli olduğu üstüne değişik görüşler öne sürülmüştür. Bazıları Kozan Dağı yakınındaki Bahçe ilçesinin Varsak (Farsak) köyünde doğduğunu söylerler. Bazıları da Osmaniye ili Düziçi ilçesinin Farsak köyünde doğduğunu söylerler*. Gaziantep'in Barak Türkmenleri de, Kilis'in Musabeyli bucağında yaşayan Çavuşlu Türkmenleri de onu kendi aşiretlerinden sayarlar. Bir başka söylentiye göre Kozan'a bağlı Feke ilçesinin Gökçe köyündendir. Batı Anadolu'da yaşayan Karakeçili aşireti onu kendinden sayar. Mersin'in Silifke, Mut, Gülnar ilçelerinin köylerinde, o yöreden olduğu ileri sürülür. Bir menkıbeye göre de Belgradlı olduğu söylenir. Bu kaynaklardan ve şiirlerinden edinilen bilgilerden çıkarılan, onun Çukurova'da doğup, yörenin Türkmen aşiretleri arasında yaşadığıdır. Adı bazı kaynaklarda Simayil, kendi şiirlerinden bazısında ise Halil ve Hasan olarak geçer. Akşehirli Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Karacaoğlan yetim büyüdü. Çirkin bir kızla evlendirilmek, babası gibi ömür boyu askere alınmak korkusu ve o sıralarda Çukurova'da derebeyi olan Kazanoğulları ile arasının açılması sonucu genç yaşta gurbete çıktı. İki kız kardeşini de yanında götürdüğünü, Bursa'ya, hatta İstanbul'a gittiğini belirten şiirleri vardır. Yine bu şiirlerinden anlaşıldığına göre, Bursa'da ev bark sahibi oldu, evlat acısı gördü. Anadolu'nun çeşitli illerini gezdiği, Rumeli'ye geçtiği, Mısır ve Trablus'a gittiği de sanılıyor. Yaşamının büyük bir bölümünü Çukurova, Maraş, Gaziantep yörelerinde geçirdi. Doğum yeri gibi, ölüm yeri de kesin olarak bilinmemektedir. Şiirlerinden, çok uzun yaşadığı anlaşılmaktadır. Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Maraş'taki Cezel Yaylası'nda doksan altı yaşında ölmüştür. En son bulgulara göre ise mezarının İçel'in Mut ilçesinin Çukur köyündeki Karacaoğlan Tepesi denilen yerde olduğu sanılmaktadır. Karacaoğlan Osmanlı Devleti'nin iktisadi bunalımlar ve iç karışıklıklar içinde bulunduğu bir çağda yaşamıştır. Şiirinin kaynağını, doğup büyüdüğü göçebe toplumunun gelenekleri ve içinde yaşadığı, yurt edindiği doğa oluşturur. Güneydoğu Anadolu, Çukurova, Toroslar ve Gavurdağları yörelerinde yaşayan Türkmen aşiretlerinin yaşayış, duyuş ve düşünüş özellikleri, onun kişiliği ile birleşerek âşık edebiyatına yepyeni bir söyleyiş getirir. Anadolu halkının 17.yy'da çektiği acılar, göçebe yaşantısının yoklukları, çileleri, çaresizlikleri, şiirinde yer almaz. Şiirlerindeki insana dönüklüğünün özünde belirgin olan tema doğa ve aşktır. Ayrılık, gurbet, sıla özlemi, ölüm ise şiirinin bu bütünselliği içinde beliren başka temalardır. Duygulanışlarını gerçekçi biçimde dile getirir. Düşündüklerini açık, anlaşılır bir dille ortaya koyar. Acı, ayrılık, ölüm temalarını işlediği şiirlerinde de bu özelliği göze çarpar. Düşten çok gerçeğe yaslanır. Çıkış noktası yaşanmışlıktır. Ona göre, kişi yaşadığı sürece yaşamdan alabileceklerini almalı, gönlünü dilediğince eğlendirmelidir. Yaşama sevincinin kaynağı güzele, sevgiliye ve doğaya olan tutkunluğudur. Güzelleri, yiğitleri över, dert ortağı bildiği dağlara seslenir. Lirik söyleyişinin özünde, halkının duyuş ve düşünüş özellikleri görülür. Göçebe yaşamının vazgeçilmez bir parçası olan doğa, onun şirinin başlıca temalarından biridir. Yaşadığı, gezip gördüğü yörelerin doğasını görkemli bir biçimde dile getirir. Dost, kardeş bildiği, sevgilisiyle eş gördüğü, iç içe yaşadığı bu doğa, onun için sadece bir mekan olmaktan ötedir. Şiirinin başka önemli bir teması olan aşkın varoluşu, doğadaki benzetmelerle güzelleşir. Onunla yaşanan sevinç, onun getirdiği acı doğa ile paylaşılır. Sevgili, şiirinde doğanın ayrılmaz bir parçasıdır. Şiirlerinde yer yer sıla özlemi ve ölüm temasına da rastlanır. Sevdiğinden, ilinden, obasından ayrı düşüşü özlemle dile getirir, yakınır. Ölüm de, ayrılık ve yoksullukla eş tuttuğu bir derttir. Doğa temasının yanı sıra şirinin asıl odak noktasını oluşturan aşk/sevgili kavramını, âşık şiirinin geleneksel kalıpları dışında bir söyleyişle ele alır. Onun için sevgili, düşlenen, bin bir hayal ile var edilen, ulaşılmazlığın umutsuzluğuyla adına türküler yakılan bir varlık değildir; doğa ve insan ilişkileri içindedir. Onu, yaşamdan ve bu ilişkilerden soyutlamadan verir. İlk kez onun şiirinde sevgililerin adları söylenir: Elif, Anşa, Zeynep, Hürü, Döndü, Döne, Esma, Emine, Hatice...Karacaoğlan bunların kimine bir pınar başında su doldururken, kimine helkeleri omuzunda suya giderken, kimine de yayık yayıp halı dokurken görüp vurulmuştur. Gönlü bir güzel ile eylenmez, bir kişiye bağlanmaz. Uçarılık, onun duygu dünyasının şiirsel söyleyişine yansıyan en belirgin yanıdır. Erotizm, şiirine sevmek ve sevişmek olgusuyla yansır. Kanlı-canlı sevgili, cinsellik motifleriyle daha da belirginleşir, şiirinde etkileyici bir biçimde yer eder. Onun sevgiye ve kadına bakış açısı, âşık şiirine yenilik getirir ve bu gelenek içinde etkileyici bir özellik taşır. Tanrı kavramı ve din teması şiirinde önemlice bir yer tutmasa bile, bu konudaki yaklaşımıyla da kendi şiir geleneğine yine değişik bir bakış açısı getirmiş ve sonraki kuşaklar üzerinde etkileyici yönlendirici olmuştur. Karacaoğlan yaşadığı çağda yetişmiş başka saz şairlerinin tersine, dil ve ölçü bakımından Divan Edebiyatı'nın etkisinden uzak kalmıştır. Güneydoğu Anadolu insanının o çağdaki günlük konuşma diliyle yazmıştır. Kullandığı Arapça ve Farsça sözcüklerin sayısı azdır. Yöresel sözcükleri ise yoğun bir biçimde kullanır. Deyimler ve benzetmelerle halk şiirinde kendine özgü bir şiir evreni kurmuştur. Bu da onun şiirine ayrı bir renk katar. Bu sözcüklerin bir çoğunu halk dilinde yaşayan biçimiyle, söylenişlerini bozarak ya da anlamlarını değiştirerek kullanır. Karacaoğlan, halk şiirinin geleneksel yarım uyak düzenini ve yer yer de redifi kullanmıştır. Hece ölçüsünün 11'li (6+5) ve 8'li (4+4) kalıplarıyla yazmıştır. Bazı şiirlerinde ölçü uygunluğunu sağlamak için hece düşmelerine başvurduğu da görülür. Mecaz ve mazmûnlara çokca başvurması, söyleyişini etkili kılan önemli öğelerdir. Şiirsel söyleyişinin önemli bir özelliği de, halk şiiri türü olan mani söylemeye yakın oluşudur. Koşmalar, semailer, varsağılar ve türküler şiirleri arasında önemlice yer tutar. Bunların her birinde açık, anlaşılır bir biçimde, içli ve özlü bir söyleyiş birliği kurmuştur. Pir Sultan Abdal, Âşık Garip, Köroğlu, Öksüz Dede, Kul Mehmet'ten etkilenmiş, şiirleriyle Âşık Ömer, Âşık Hasan, Âşık İsmail, Katibî, Kuloğlu, Gevheri gibi çağdaşı şairleri olduğu kadar 18.yy ve şairlerinden Dadaloğlu, Gündeşlioğlu, Beyoğlu, Deliboran'ı, 19.yy şairlerinden de Bayburtlu Zihni, Dertli, Seyranî, Zileli Talibî, Ruhsatî, Şem'î ve Yeşilabdal'ı etkilemiştir. Daha sonra da gerek Meşrutiyet, gerek Cumhuriyet dönemlerinde, halk edebiyatı geleneğinden yararlanan şairlerden R.T. Bölükbaşı, F.N. Çamlıbel, K.B. Çağlar, A.K. Tecer ve C. Külebi, Karacaoğlan'dan esinlenmişlerdir. Şiirleri 1920'den beri araştırılan, derlenip yayımlanan Karacaoğlan'ın bugüne değin, yazılı kaynaklara beş yüzün üzerinde şiiri geçmiştir. __________________________________________________ ______________________________________ Eserlerinden bazıları:
AĞACIN EYİSİ ÖZÜNDEN OLUR Ağacın eyisi özünden olur Yiğidin eyisi sözünden olur İl için ağlayan gözünden olur Ağlama hey gözü yaşın sevdiğim Yavrı keklik gibi kaynar eğlenir Mis kokulu yağlar ile yağlanır Sabah akşam türlü yazma bağlanır Eğip geçer yeşil başın sevdiğim Karacaoğlan der ki hoşça salınsın Dursun yol üstünde bacı alınsın Çözüver düğmeni göğsün görünsün Nokta nokta benli döşün sevdiğim BİR AYRILIK BİR YOKSULLUK Vara vara vardım ol kara taşa Hasret ettin beni kavim kardaşa Sebep ne gözden akan kanlı yaşa Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm Nice sultanları tahttan indirdi Nicesinin gül benzini soldurdu Nicelerin gelmez yola gönderdi Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm Karacoğlan der ki kondum göçülmez Acıdır ecel şerbeti içilmez Üç derdim var birbirinden seçilmez Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm GÖNÜL GURBET İLE VARSA Gönül gurbet ile varsa Ya gelinir ya gelinmez Her güzele meyil verme Ya sevilir ya sevilmez Yöğrüktür bizim atımız Yardan atlattı zatımız Gurbet ilde kıymatımız Ya bilinir ya bilinmez Bahçenizde nar ağacı Kimi tatlı kimi acı Gönüldeki dert ilacı Ya bulunur ya bulunmaz Deryalarda olur bahri Doldur ver içem zehri Suna'm gurbet ilin kahrı Ya çekilir ya çekilmez Karacaoğlan düşse yola Bülbül figan eder güle Güzel sevmek bir sarp kale Ya alınır ya alınmaz Alıntı:www.turkuler.com *** |
26.01.2009, 02:58 | #4 |
|
Cevap: Halk ozanları burada
Mehmet Ruhi Su, 1912'de Van'da doğdu. Çocukluğunu yanlarına verildiği yoksul bir aile ve öksüzler yurdunda geçirdi. Bir ara İstanbul'da askeri okullarda okudu, ancak müzik sevgisi onu yeni arayışlara itti. Çocukluğunun ve gençliğinin gelişiminde en büyük etkiyi Karacaoğlan'ın yurdu Çukurova'nın çevresinden ve insanlarından aldı. İlkokulun dördüncü sınıfındayken Mehmet Tahir adlı öğretmeninin teşvikiyle keman çalışmaya başladı. Adana Öğretmen Okulu'nda okurken, Ankara'ya Müzik Öğretmen Okulu'na girmeyi başardı. 1935’de Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’na seçildi, konservetuarın opera bölümünde de okudu ve daha sonra da Devlet Operası'nda çalıştı, bir süre radyoda türkü söyledi. 1936'da Ankara Müzik Öğretmen Okulu'nu, 1942'de Ankara Devlet Konservatuvarı Opera Bölümü'nü bitirdi. Türküler, gerek yapıları, gerek muhtevalarıyla kişiliğini bulduğu tek çalışma alanı oldu. Halkımızın içinde bulunduğu koşulları düşünürken dünya görüşünden dolayı 1952'de Devlet Operası'ndaki görevine ve söylediği bir türkü yüzünden radyodaki işine son verilen Ruhi Su, 1952-57 yılları arasında hapis yattı. Cezaevinden çıktıktan sonra kendini bütünüyle türkülere verdi. 1960'ta İstanbul'da Taksim Belediye Gazinosu'nda sahneye çıkan Ruhi Su, bir yandan da halk türkülerini kaydedip, arşivleme görevini üstlendi. Söylediği türkülerdeki siyasi vurgular yüzünden aleyhinde kampanyalar başlatılan ve işini kaybeden sanatçı, türküleri derleyip, yeniden yorumlama işine kendi başına devam etti. 1975'te Dostlar Korosu’nu kurdu. 1978'den sonra ürettiği kasetlerle halk müziğinin, yaygınlaşmasına büyük katkıda bulundu. Ruhi Su, 12 Eylül yönetiminin engellemeleri yüzünden yurtdışında tedavi şansı bulamadı ve 20 Eylül 1985'te öldü. Ruhi Su'nun cenaze törenine binlerce kişi katıldı ve cenaze 12 Eylül döneminin ilk büyük kitle gösterisi haline dönüştü. Konserleri ve plaklarıyla dünya çapında ün kazandı. Türk halkına bağlılığını, benzersiz bir eylemle, bu halkın müzigini evrenselliğe ulaştırarak kanıtladı. __________________________________________________ _________________________________________ Ruhi Su'nun Eşi Sıdıka Su ile Ruhi Su Hakkında Yapılan Bir Söyleşi Ruhi Su, yüzyıllardan günümüze miras kalan halk türkülerimizin usta bir yorumcusuydu. Halkın içinde derlediği türkülerimizi, duygularıyla halk gibi, tekniğiyle bir batılı gibi söyledi yıllarca. Yasaklandı yılmadı. Hapisler, sürgünler... Su, yine türküleriyle feryat etti. "Hükümetlerin başa geldikten sonra en büyük icraatları, koroyu kapatmak, Ruhi'yi susturmaktı" diyor Sıdıka Su. Ama o yine de "en güzel aşklarını" türkülerde yaşadı. Ruhi Su'nun ölümünden sonra, Ruhi Su'yu yaşatmak adına tüm mücadeleleri eşi Sıdıka Su üstlenmiş. 45'liklerin, uzunçalarların devri kapanmıştı, onları kasede çevirmiş, "CD'ler daha uzun ömürlü" demişler, bu kez CD'ler için uğraşmış. "Kurumsallaşmak gerek" demişler, vakıflaşmanın yollarını aramış. Dost yardımlarla, dost uğraşlarla kurulan bir vakıfları var şimdi: "Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı." "Ruhi Su zamanında böyle bir şey olmadı. Zaten Ruhi Su da çok fazla yaklaşmazdı vakıf fikrine. Vakıfların Türkiye'de nasıl çalıştığını biliyordu. Kendisi için de böyle bir olanak söz konusu olduğu zaman, arkadaşlarına, böylesine bir şeye hiç kalkışmamalarını söylemişti. Bir vakfı geliştirmenin, parasal sorunları çözmenin çok zor olduğunu düşünüyordu. Ama vakfın kurulması yönünde çok istek vardı. Bizim tek amacımız Ruhi Su'yu yaşatmak." Sıdıka Su'nun Beyoğlu'ndaki evinde Ruhi Su'yu bir an olsun unutmak mümkün değil. Evin neredeyse tüm duvarlarında, dost ellerin çizdiği Ruhi Su portreleri; çekilmiş konser fotoğrafları... Beraber yıprattıkları tüm eşyalar hâlâ duruyor. Bir zamanlar o koltukta sohbet ettiklerini, seramik çaydanlıklarından çay içtiklerini düşünmek ve yine o bardaklardan çay içmek, inanılmaz heyecanlandırıyor insanı. O bilindik fotoğrafından anımsadığımız, üzeri yün kaplı sallanan sandalyesi, denize bakıyor şimdi. "Yıllarca sıkıntı çektik" diyor Sıdıka Su. "25 yıl Şişli'de küçük bir çatı katında yaşadık. Daha sonra terası odaya katıp salonu büyüttük. Dört yıldır ise bu evde oturuyorum. Eşyalar aynı eşyalar, ama ev, aynı ev değil. Ruhi'nin bu evi görmesini, burada da yaşamasını çok isterdim..." Ruhi Su'nun müziğe ilgisi küçükken başlamış. "Ruhi savaşın yetim bıraktığı çocuklardan. Doğumu, I. Dünya Savaşı sıralarına denk geliyor. Çocuğu olmayan bir ailenin yanında Adana'da kalmış Ruhi. O zaman savaş yüzünden köyde erkek falan kalmamış tabii. Köyün bilhassa kadınları, Ruhi'ye hep türkü söyletirlermiş. Hatta köyde ezan okuyacak hoca bulamadıklarında Ruhi'ye ezan da okuturlarmış." Ruhi Su, Adanalı yoksul ailenin yanında kalırken, bir komşusu yardımıyla, öksüz yurdu Darül Eytam'a yerleştiriliyor. Ve ilk kez o yurtta öğreniyor ki, dünyada "oyun" diye bir şey var. Öksüzler yurdundan sonra, Askeriye'nin "Tüm mezun olmuş öksüz çocuklar, Askeri Liselere kaydedilecektir." emriyle İstanbul'a Halıcıoğlu Askeri Lisesi'ne geliyor. Oysa tek isteği Müzik Öğretmen Okuluna girebilmek. Bir yolunu bulup Askeriye'de kendisini çürüğe çıkartarak, Ankara Müzik Öğretmen Okulu'na kaydoluyor. Oradan mezun olduktan sonra da Ankara Konservatuvarı'nda opera eğitimi alıyor. Ama türkülerden hiçbir zaman vazgeçmiyor. Sıdıka Su da, o zamanlar, radyoda türkü söyleyen Ruhi Su'nun sesiyle tanışıyor. "Ruhi, o zamanlar, radyoda türkü söylerdi. Tanışmıyoruz tabii. 15 günde bir, pazar sabahları saat 10'da, ailece toplanırdık radyonun başına. Annem, Ruhi'nin sesini duyduğu zaman, yemek yapıyorsa, önlüğünü çıkarıp, ellerini yıkayıp Ruhi'yi dinlemeye gelirdi. Müthiş bir saygı duyardı ona." İlerici bir ağabeyi, dünyaya aydın bakan bir de annesi varmış Sıdıka Su'nun. Bir dolu şeyinin annesi sayesinde oluştuğunu ekliyor sözlerine; "Mutlaka okumamı isterdi, mutlaka çalışmamı." Evet, Sıdıka Su, annesinin de istediği gibi, okuyor. Felsefe bölümüne giriyor ama nasıl güzel bir tesadüfle; "O zamanlar sınavlara gireceğim. Hukuk istiyorum. Ağabeyim de hapse girmiş, çıkmış o zamanlar. Çok ilerici, aydın bir insandı ağabeyim. Tabii dolayısıyla çevresi de. Nâzım Hikmet, o zamanlar Bursa Cezaevi'nde yatıyor. Ben de ziyaretine gidiyorum. Birgün ne okumak istediğimi sordu; 'Hukuk' dedim. O zaman benim çok da bir şeyden haberim yok. 'Felsefe oku' dedi bana, sebeplerini de anlattı. Ve ben gerçekten de felfese okudum." Çok da uzun sürmemiş Sıdıka Su'nun her şeyden bi'haber olması. Ankara Dil Tarih'te okurken, yine ağabeyinin vasıtasıyla Ruhi Su'yla tanışmışlar. Okulda bir koro kurmuş Ruhi Su, Sıdıka Su da o koroda. "Birkaç ortak arkadaşımız vardı Ruhi'yle. Ankara'yı bilir misiniz bilmem, işte o arkadaşlardan biriyle Ulus'a doğru yürüyoruz; ortada arkadaşımız, bir tarafında ben, bir tarafında Ruhi... Ben sürekli konuşuyorum, ordan burdan bahsediyorum, Ruhi hiç konuşmuyor. 'Allah Allah' diyorum ben de kendi kendime. Neyse, biz arkadaşla sohbet ede ede vardık Ulus'a. Ben yurtta kalıyordum. Tam ayrılacağız birbirimizden, Ruhi: 'Konuşamadım, kusura bakma. Hava çok soğuk ve benim akşama oyunum var' dedi. Konserlerinden önce kesinlikle konuşmaz, sesine hep dikkat eder, soğuk havalarda özellikle özen gösterirdi..." Evlendiler. Ancak birbirlerinden sakladıkları birer sırla. İkisi de TKP'liydi... Ta ki bir tesadüf, TKP içerisinde, aynı görev yerinde buluşturana kadar. Ancak, buradaki görev birlikteliği uzun sürmedi. TKP'ye ağır darbeler indiriliyordu, bir dolu insan tutuklanıyordu ve onlar artık, "sıralarını" bekliyorlardı..."Sıra bize de geldi. Beni Ruhi'den bir gün önce gözaltına aldılar. Ruhi, ilk gün kapıyı açmamış. Birbirimizden haberimiz de yok. İkimizi de İstanbul'a götürdüler. 5'er yıl hüküm giydik. Cezaevinde de evlendik. Sonra, Ruhi'yi, erkek arkadaşlarıyla beraber Adana Cezaevi'ne, beni de, Sevim Belli ile beraber Sultanahmet Cezaevi'ne yolladılar."Sıdıka Su, eşine, 5 sene boyunca türkülerin de yasak edildiğini söylüyor. Beş sene boyunca Ruhi Su'ya sazı verilmemiş, türkülerine ancak, hapishane arkadaşlarının paspas tahtasından yaptıkları sazla kavuşabilmiş. 5 yıl boyunca, haftada yalnızca 10 dakika görüşebilmişler. Sonrasında, Sıdıka Hanım Ankara'ya, "O zamanlar, kadınları nerede tevkif ettilerse, oraya sürgüne gönderirlerdi.", Ruhi Su ise, Konya'nın Çumra Kasabası'na yollandı: 20 ay sürgün... Kanunen, sürgün edilmişlerin, eşlerinin yanına nakledilmeleri gerekiyordu ve Ruhi Su, 3-4 ay sonra Ankara'daydı. 20 ay boyunca zorluklar, işsizlikler, atmak için kilometrelerce yürünen sabah-akşam imzaları...Sıdıka Su'nun evinde, o günlerden bir anı var: Renk renk, boy boy gaz lambaları... "İkimiz de lambalara çok meraklıydık. Nerede hoşuma giden bir lamba görsek, hemen alırdık ve o gün dünyanın en mutlu insanları biz olurduk, evimize lamba aldık diye... Şimdi düşünüyorum bunları." Daha sonra, ver elini İstanbul. TKP üyeliği nedeniyle aldığı hapis cezasıyla, Sıdıka Su, Dil-Tarih'ten atılmıştı. Ama yıllar sonra af çıktı ve "hakkım onlarda kalmasın" diyerek diplomasını aldı. Ancak hiçbir zaman öğretmenlik hakkını geri alamadı. "Ruhi de, operaya kabul edilmedi. Hiçbir zaman düzenli işimiz olmadı. Ruhi özel işler yaptı; kulüplerde çaldı, film müzikleri yaptı... O sıralarda oğlumuz doğmuştu. Ben böbreklerimden rahatsızdım ve ancak evde çalışabiliyor, Ilgın'a bakabiliyordum." Baskılardan ve yasaklardan, koro da nasibini alıyordu tabii... Koro, Genco Erkal'ın, Ruhi Su ile beraber çalışmak istemesinden sonra oluşturulmuş. Genco Erkal ve beraber çalıştığı tiyatro grubuyla (Dostlar Tiyatrosu), Ruhi Su ve Sümeyra Çakır, Pir Sultan Abdal'ı sahneye koydular. Genco Erkal oynuyor, Ruhi Su ile Sümeyra da Pir Sultan türkülerini, 10-15 tiyatrocudan oluşan koroyla beraber söylüyordu. Daha sonra aynı ekiple, Köroğlu'nu sahneye koydular. Bir koroya ihtiyaç olduğu kararını aldıktan sonra da, açtıkları bir sınavla 50-60 kişiden oluşan "Dostlar Korosu"nu oluşturdular. "Artık öyle bir hale gelmişti ki, Ruhi ne zaman plak çıkartsa, Dostlar Korosu'yla bir açılış yapıyordu. 'Ruhi Su Dostlar Korosu' adını ise, Ruhi'nin ölümünden sonra ben koydum." Sıdıka Su'nun söylediğine göre, Ruhi Su'ya ve koroya gelen baskı ve yasaklamalar, gelen iktidarlara göre değişiyordu. "Mesela Demirel hükümeti, hep kısıtlama getirmiştir. En rahat(!) dönemse Ecevit zamanı olmuştur. İşte o dönem Ruhi, iki defa televizyona ancak çıkabilmiştir." 27 Mayıs'tan sonra, Türkiye İşçi Partisi'nin kurulması ve sivil toplum örgütlerinin özel çalışmalarıyla, Ruhi Su'nun ancak konserler verebildiğini ekliyor sözlerine: "Başka türlü olanak yoktu zaten. Ruhi, bunun için hep dost evlerinde falan söylerdi. Dört gözle beklerdi, hani birisi evini açsa da, Ruhi türkü söylese..." O baskılar olmasaydı, "her şey daha farklı olurdu" diyor Sıdıka Su, sesinde kederle... 12 Eylül'den sonra, Ruhi Su, artık tamamen yasaklıydı. Baskılardan yılansa, yalnız yaşlı bedeniydi... "Hastalığı da başladı o sıralarda. Ruhi, ağrılarının, yaşlılığından kaynaklandığını söylüyordu. Oysa Ruhi hiç yaşlanmayan bir insandı. Bir kere, sesi hiç bitmedi. Yalnız o, başlangıçta, çok da önem vermedi bu ağrılara."Ruhi Su'nun başlangıçta önem vermediği o ağrıların çözümü, yalnız yurtdışındaydı ve bu kez önem vermeyen bürokrasiydi: "PASAPORT ALAMAZ..." Ruhi Su, hapisten çıktıktan sonra, bir daha operaya kabul edilmemişti. 1952 yılından sonra, tam 12 yıl emek verdiği opera binasına bir daha hiç girememişti. "Asıl sanatçı kişiliğimi türkülerde kanıtladım, derdi ama, operada çalışmaktan büyük bir zevk alırdı. Ankara'da olduğumuz süre boyunca, hep opera binasının önünden geçmek, o binayı görmek isterdi. 12 yıl çalıştıktan sonra orayı 'kendi evi' gibi görüyordu. Israrla o binanın önünden geçmişti ve ısrarla ilgisizlik görmüştü." __________________________________________________ __________________________________________ Albümleri : Aman Of Ankara'nın Taşına Bak Barabar Beydağı'nın Başi Dadaloğlu ve Çevresi Dostlar Tiyatrosu Konseri Ekin İdim Oldum Harman El Kapıları - Sabahın Sahibi Var Huma Kuşu ve Taşlamalar Kadıköy Tiyatrosu Konseri Karacaoğlan - Pir Sultan Abdal Pir Sultan'dan Levni'ye Seferberlik Türküleri - Yunus Emre Semahlar - Çocuklar Göçler Balıklar Sultan Suyu Şiirler Türküler - Köroğlu Uyur İken Uyardılar Zeybekler - Ezgili ANKARA'NIN TAŞINA BAK Ankara'nın taşına bak Gözlerimin yaşına bak Uyan uyan Gazi Kemal Şu feleğin işine bak! Kılıcını vurdum taşa Taş yarıldı baştan başa Uyan da bak Gazi Kemal Başımıza gelen işe. Ankara'nın dardır yolu Düşman aldı sağı, solu. Sen gösterdin Paşam bize Böyle günde doğru yolu. "Halk şarkılarımızı, bir saz şairinin yayık ve disiplinsiz sesiyle değil, fakat şehirli bir muganninin ağzıyla da değil, halk şarkılarımızı, Garp (Batı) tekniği içinde, halk gibi, fakat halktan ayrı olarak söylemeliyiz." Ruhi Su (Varlık, 1940) *** |
26.01.2009, 02:59 | #5 |
|
Cevap: Halk ozanları burada
Ben giderim adım kalır Dostlar beni hatırlasın Düğün olur bayram gelir Dostlar beni hatırlasın Can bedenden ayrılacak Tütmez baca, yanmaz ocak Selam olsun kucak kucak Dostlar beni hatırlasın... Aşık Veysel, hayatini anlattığı bir şiirinde "Ücyüz-onda gelmiş idim cihana" diyor. Yıl 1894 oluyor hesapça. Sivas'a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan Köyünde dünyaya gelmiş. Anasi Gulizar, bir yaz günü koy dolaylarındaki Ayıpınar merasına koyun sağmaya gittiğinde; oracıkta bir yol üstünde doğurmuş Veysel'i. Göbeğini de kendi eliyle kesmiş. Yaman kadınmış Gülizar ana. Bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüş. Babası Ahmet; bebenin adini Veysel koymuş. Yıllar geçmiş aradan büyümüş, konuşmuş, yürümüş Veysel çocuk. Böylece yedi yaşına varmış. O yıl bir çiçek hastalığı salgını olmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünde, cicegin beyi çıkmış kendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş, önceleri. Yalnız ışığı seçebiliyormuş, bu gözüyle. Babasına "Çocuğu Akdağmadeni'ne götür, orada bu gözünü açacak bir doktor var." demişler. Sevinmiş Ahmet emmi. Gel gör ki talihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in. Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın donuverince; yakında bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece. Veysel'in Ali adında bir ağabeysi ve Elif adında bir kız kardeşi varmış. Hepsi çok üzülmüşler Veysel'in kotu kaderine. Babası meraklı adammış. Halk ozanlarından şiirler okuyup ezberleterek avutmaya çalışmış oğlunu. Sivas'ın köyleri saz sairleriyle dolu. Onlar da ara sıra gelip Ahmet emminin evine uğrarlarmış. Veysel ilgiyle dinlermiş calip söylediklerini. Babası, oğlunun ilgisini görünce; bir saz alıp vermiş ona. İlk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamşıh'lı Ali Ağa'dan almış. Ve gitgide, kendini iyice saza vermiş Veysel. Unlu Halk ozanlarının şiirlerini çalıp söylemiş bir zaman. Yirmibes yasındayken (1919) anası, babası Veysel'i Esma adında bir kızla evermişler ve kısa sure sonra ikisi de göçüp gitmiş bu dünyadan (1921). Acı üstüne acı gelmiş, ama bitmemiş talihin kotu oyunu. İkinci çocuğu on günlükken, anasının memesi ağzına tıkanarak ölmüş, ardından da karisi yanaşmalarıyla evden kaçmış. Bu olay çok koymuş Veysel'e. Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış. Karisi koyup gittiğinde bir kızı varmış Veysel'in. Daha bir yasini bile bitirmemiş. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel, ne çare o da yaşamamış. Bu sıralar Veysel'i yeniden evermişler. Bu karisi çocuk vermiş Aşığa. Biri olmuş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ. Onlar da 18 torun vermiş Veysel'e. Aşık Veysel, Cumhuriyetin Onuncu yıl dönümüne rastlayan 1933 yılına kadar, başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş. Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda sairlerimizden rahmetli Ahmet Kutsi Tecer tanımış Veysel'i. Onun ışık tutuculuğuyla Veysel'in şiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel; şairliğinin gelişmesinde Tecer'in büyük yardımlarını gördüğünü söylerdi her zaman. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri Gazi Mustafa Kemal Pasa için söylediği: "Türkiye'nin ihyası Hazreti Gazi" mısrasıyla başlayan şiirdir. Bundan sonra bütün yazdıklarını calip söyler olmuştu. 1933 yılına kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde; bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle kasabalarını, köylerini yakından tanımıştır. Halk ozanlarından en çok Karacaoglan'i, Yunus'u, Emrah'i, Dertli'yi severdi. Çağımızın ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı bir yeri vardı Veysel'de. Onun aracılığıyla Koy Enstitülerinde bir sure saz öğretmenliği de yapmıştı Veysel. Sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Cifteler, Kastamonu, Yildizeli, Akpınar Koy Enstitülerinde bulunmuştu. 1952 yılında İstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Aşık Veysel'e 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, "Anadilimize ve Milli Birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden aylık bağlamıştı. Veysel'in bir başka özelliği daha vardı; köyünde ve çevresinde ondan önce bir tek meyve ağacı olmadığı halde, Sivrialan'da ilk meyve bahçesini o yetiştirmişti. Hem öyle bir bahçe ki, içinde elmadan kayısıya, kirazdan cevize kadar turlu turlu meyve ve çiçek vardı. Veysel, kardeşlerinin yardımıyla bu bahçeyi yapmaya başladığı zaman köylüleri "Atalarımız bunca yıl böyle bir is yapmamışlar, su kor adam onlardan iyi mi bilecek ki böyle ise kalkıştı?" demişler. Birkaç yıl sonra ağaçlar yetişmiş, meyve vermiş. Köylüler önceki dediklerini hatırlayıp utanmışlar ve bu defa "O kor değilmiş, meğer kor olan bizmişiz diyerek Aşık Veysel'i kutlamışlar. iste böylesine uzağı gören bir insandı o... Yetmiş yıl karanlık bir dünyada yaşadı (ölümü 21 Mart 1973). Fakat karanlık gözlerindeydi yalnız, içi apaydınlıktı, şiirleri de öyle... Halk şiirimizin bu güçlü ozanı yarim yüzyılı aşkın bir sure yazdıklarıyla, calip söyledikleriyle çevresine ışıklar saçtı. Sanırım simdi de mezarında son uykusunu ışıklar içinde uyuyordur. Yalnız çağımızda yasayanlar değil, bizden çok sonra yasayacaklar da "Dostlar Beni Hatırlasın" şiirini unutmayacaklar ve her zaman rahmetle anacaklardır. yazan: Ümit Yaşar Oğuzcan __________________________________________________ ________________________________________ DOSTLAR BENİ HATIRLASIN Ben giderim adım kalır Dostlar beni hatırlasın Düğün olur bayram gelir Dostlar beni hatırlasın Can bedenden ayrılacak Tütmez baca yanmaz ocak Selam olsun kucak kucak Dostlar beni hatırlasın Açar solar türlü çiçek Kimler gülmüş kim gülecek Murat yalan, ölüm gerçek Dostlar beni hatırlasın Gün ikindi akşam olur Gör ki başa neler gelir Veysel gider adı kalır Dostlar beni hatırlasın *** YUMMA GÖZÜN KÖR GİBİ Kambur felek sanki beni kayırdı Eşten dosttan nazlı yardan ayırdı Gizli sırrım memlekete duyurdu Sanki benim bir ettiğim var gibi Kimine at vermiş eştirir gezer Kimine aşk vermiş coşturur gezer Kimine mal vermez koşturur gezer Sanki bunu zengin etmek zor gibi Bir kısmına yayla vermiş köy vermiş Bir kısmına büyük büyük pay vermiş Sevdiğine güzellikle boy vermiş Al yanaklar şule verir nur gibi Birinin aklı yok deli divane Bir kısmı muhtaçtır acı soğana Bir kısmını zengin etmiş yan yana Şimdi kendi saklanıyor sır gibi Kimine saz vermiş çalar eğlenir Kimi zevk içinde güler eğlenir Veysel gözyaşlarını siler eğlenir Yeter gayri yumma gözün kör gibi *** BENİM SADIK YÂRİM KARA TOPRAKTIR Dost dost diye nicelerine sarıldım Benim sadık yârim kara topraktır Beyhude dolandım boşa yoruldum Benim sadık yârim kara topraktır Nice güzellere baılandım kaldım Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum Her türlü isteğim topraktan aldım Benim sadık yârim kara topraktır Koyun verdi kuzu verdi süt verdi Yemek verdi ekmek verdi et verdi Kazma ile döğmeyince kıt verdi Benim sadık yârim kara topraktır Ademden bu deme neslim getirdi Bana türlü türlü meyva yetirdi Her gün beni tepesinde götürdü Benim sadık yârim kara topraktır Karnın yardım kazmayınan belinen Yüzün yırttim tırnağınan elinen Yine beni karşıladı gülünen Benim sadık yârim kara topraktır İşkence yaptıkça bana gülerdi Bunda yalan yoktur herkes de gördü Bir çekirdek verdim dört bostan verdi Benim sadık yârim kara topraktır Havaya bakarsam hava alırım Toprağa bakarsam dua alırım Topraktan ayrılsam nerde kalırım Benim sadık yârim kara topraktır Dileğin var ise Allah'tan Almak için uzak gitme topraktan Comertlik toprağa verilmiş Hak'tan Benim sadık yârim kara topraktır Hakikat ararsan açık bir nokta Allah kula yakın kul Allaha Hak'kın hazinesi gizli toprakta Benim sadık yârim kara topraktır Bütün kusurlarım toprak gizliyor Merhem çalıp yaralarım düzlüyor Kolun açmış yollarımı gözlüyor Benim sadık yârim kara topraktır Herkim olursa bu sırra mazhar Dünyaya bırakır ölmez bir eser Gün gelir Veysel'i bağrına basar Benim sadık yârim kara topraktır *** GÜZELLİĞİN ON PAR'ETMEZ Güzelliğin on par'etmez Bu bendeki aşk olmasa Eğlenecek yer bulaman Gönlümdeki köşk olmasa Tabirin sığmaz kaleme Derdin dermandir yareme İsmin yayılmaz aleme Aşıklarda meşk olmasa Kim okurdu kim yazardı Bu düğümü kim çözerdi Koyun kurt ile gezerdi Fikri başka başk'olmasa Güzel yüzün görülmezdi Bu aşk bende dirilmezdi Güle kıymet verilmezdi Aşık ve maşuk olmasa Senden aldım bu feryadı Bu imiş dünyanın tadı Anılmazdı Veysel adı O sana aşık olmasa *** BU ALEMİ GÖREN SENSİN Bu alemi gören sensin Yok gözünde perde senin Haksıza yol veren sensin Yok mu suçun burda senin Kainatı sen yarattın Herşeyi yoktan var ettin Beni çıplak dışar'attın Cömertliğin nerde senin Evli misin ergen misin Eşin yoktur bir sen misin Çarkı sema nur sen misin Bu balkıyan nur da senin Kilisede despot keşiş İsa Allahın oğlu demiş Meryam Ana neyin imiş Bu işin var bir de senin Kimden korktun da gizlendin Çok arandın çok izlendin Göster yüzünü çok nazlandın Yüzün mahrem ferde senin Binbir ismin bir cismin var Oğlun kızın ne hısmın var Her bir irenkte resmin var Nerde baksam orda senin Türlü türlü dillerin var Ne acayip hallerin var Ne karanlık yolların var Sırat köprün nerde senin Ademi sürdün bakmadın Cennette de bırakmadın Şeytanı niçin yakmadın Cehennemin var da senin Veysel neden aklın ermez Uzun kısa dilin durmaz Eller tutmaz gözler görmez Bu acayip sır da senin |
26.01.2009, 03:00 | #6 |
|
Cevap: Halk ozanları burada
Yunus Emre (1238 -1320) Ben yürürüm yane yane Aşk boyadı beni kane Ne akılem ne divane Gel gör beni aşk neyledi. Miskin Yunus biçareyim Baştan ayağa yareyim Dost ilinden avareyim Gel gör beni aşk neyledi Yunus Emre (1238 -1320) yılları arasında yaşadığı tahmin edilen ve Anadolu da Türkçe şiirin öncüsü olan bir şair ve mutasavvıftır, yaşamına ilişkin belgeler sınırlıdır. Medrese eğitimi gördüğü, Arapça ve Farsça bildiği, İran ve Yunan mitolojisi ile tasavvuf ve tarihi incelediği sanılıyor. Vahdet-i vücut (varlık birliği) öğretisine ulaşan bir tasavvuf yorumunu benimsemiştir. Gerçeğe, Tanrı'ya, evrensele, her şeyin özüne varmak için ''Şeriat-tarikat-marifet-hakikat'' olmak üzere dört bilgi düzeyi yöntem ayırt eder. Tasavvuf felsefesi ve görüşleri daha çok Bektaşilere yakındır. Şeyhi Taptuk Emre Sinan Ata'nın ardılıdır, Hacı Bektaş Veli'ye bağlıdır. Bir divanı vardır Risaletü'n Nushiye adlı 573 beyitlik şiiri ile şeriat kurallarının üstüne çıkar. Başlangıçtaki düz yazı metinde aklın ve insanın çeşitlerini anlatır. Şiirlerini Oğuz lehçesiyle ve çağının konuşma diliyle yazmıştır. Yaşamı, şiirleri, felsefesi üzerine çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Yunus Ernre üzerine Fuat Köprülü, Burhan Toprak, Abdülbaki Gölpınarlı, Sabahattin Eyüboğlu, Asım Bezirci, F. Kadri Timurtaş, Ahmet Kabaklı, Müjgan Cumbur, Abdurrahman Güzel, Mehmet Bayraktar ve Nezihe Araz gibi çeşitli araştırmacı yazarlar inceleme yapmışlardır. Yunus Emre? Nereli? Nerede doğmuş, nerde ölmüş, nasıl yaşamış? Kime bağlı, Ne gören var, ne bilen, Hepsi karanlıkta. Yunus'un deyişiyle görenler, bilenler de, ne söylerler, ne bir haber verirler. Ama onlarca mezarı var, üstlerinde adı var, içlerinde kendi yok; Onlarca kitabı var, içlerinde adı var, kendinin kitabı yok. Ama o halkın, insanların gözdesi, soluğu, sesi, Anadoluyu insanlığı sarmış, kendi köyündeyse izinin tozu bile kalmamış; sözü alınmış, satılmış, divanlara birlikte katılmış; O güzel insan kim bilir hangi gurbet köşesinde dağarcığındaki şiiriyle birlikte ölmüş, toprağa katılmış belki ölümü üç günden sonra bile duyulmamış, ölüsü soğuk suyla yuyulmamıştır. Belki tersi olmuş. Bilen yok. Gören yok. Ama o varacağı yere ulaşmış. Ama halkımız bu insanları kendi çocukları olarak benimsemiş, kişiliklerini, özünü, sözlerini kendi malı sayıp dilediği gibi evirmiş çevirmiştir. O ve halkın nerede söylediğini bilmek imkansız belki de gereksiz artık. "Anadolu da binlerce ağızdan söylenmiş ve söylenen bir Yunus korosu var'' ''En eski yazmalarda yok diye halkın ezberinde yaşayan, ister istemez yontulan, dil değiştiren şiirleri Yunus'un saymamak hiç de bilimsel bir davranış değildir'' En eski yazmalar Yunus'un ölümünden çok sonra derlenmiş, bu yazmalara Yunus'un diline, tutumuna, düşüncesine düpedüz aykırı şiirler de alınmış. Yeni belgeler arana dursun, biz Yunus'u anarken yazmalar kadar sözlü halk geleneğine de saygılı olmayı daha doğru buluyoruz. (S. Eyüboğlu, Yunus Emre sh: 20) Söylencelerdeki Yunus Emre Yunus üstüne bütün bildiklerimiz halkın masallaştırdığı gerçeklere dayanıyor. Ancak masallar gerçeği değiştiriyor da tarih kitapları değiştirmiyor mu? Yeni tarihçiler eski zaman gerçeklerini ararken söylenceleri, mitleri hiç de yabana atmıyor, tersine asıl gerçeğin çok kez onlarda gizli olduğunu ileri sürüyor. Söylencelere, Hacı Bektaş Veli Velayetnamesine göre Yunus Emre bir orta Anadolu köylüsü, Sakarya kıyılarında, Sivrihisar'ın Sarı köy'ünde oturur. ''Taştan topraktan ekmeğini çıkaran, yağmur yağmayınca aç kalan bir Anadolu köylüsü, bütün devletlerin soymaya alışık olduğu bir Anadolu köylüsü. Yağmur yağmaz, ekin olmaz. Yunus günün birinde tohumsuz kalır. Tohumsuz kalan Yunus Emre eşeğine dağdan alıç, ahlat, meyve yükler, buna karşılık biraz tohumluk buğday aramaya çıkar. Duyduğunun izini sürer işte ilk durduğu yerlerden biri de Hacı Bektaş Tekkesidir. Anadolu'nun gerçek fatihleri Anadolu köylüsünün yanı başında, yakınında oturmayı kabul etmiş olanlardır. Bu söylence bize on üçüncü ve on dördüncü yüzyıllarda Bektaşiliğin yaygın olduğunu gösterir. Yunus, tekkeden alıçlarına karşılık buğday ister. Hacı Bektaş Veli kendisine: Buğday yerine nefes versek olmaz mı diye sorar. Yunus illede buğday der. Hacı Bektaş Veli her alıça karşılık bir nefes verelim der. Yunus olmaz der. Her çekirdek başına on nefese kadar çıkar, Hacı Bektaş. Yunus ille buğday diye dayatır. Bunun üzerine Hacı Bektaş fakir Yunus'a götürebileceği kadar buğday verdirir. Sevine sevine yola çıkan Yunus'u yolda bir düşüncedir alır ''Bu insan büyük insan olmasa bana buğday vermezdi. Bir çuval buğday böyle bir insandan daha mı değerli diye düşünür, çiylik ettiğini anlar döner geriye. Alın buğdayı geri, ben nefes istiyorum der. Ama Hacı Bektaş ona nasibin Taptuk Emrece verileceğini, onun tek kesine gitmesini söyler, ''senin "kilidini ona verdik'' der. Taptuk Emre mi? Onu da söylencelerde arayalım. Hacı Bektaş'ın Anadoluya gelmesi bir güvercin kılığındadır. Bunu haber alan ve gelmesini istemeyen Abdalan-ı Rum birer kartal olup onun yolunu keserler. Kutsal güvercin Anadolu göklerini kara kartal kanatlarıyla kaplı bulur. "Yarar geçer kanatları ama bir hayli de pençe yer. Kan revan içinde yedi evli bir çepni köyüne, bugünkü Hacı Bektaş İlçesine iner, bir duvarın üstüne konar. Fakir bir köylü kadın görür yaralı güvercini, acır haline, yiyecek içecek kor duvarın üstüne. Bu masal Bektaşiliğin köylerde yayıldığını ve kadınların bu tarikatte rolü ve önemi olduğunu anlatıp ip uçları veriyor. Anadolunun en eski ve en büyük tanrılarının kadın olduğu unutulmamalı. Hacı Bektaş zamanla bütün Rum erenlerinden saygı ve sevgi görür, ama Emre adında bir ermiş Hacı Bektaş'ın semtine bile uğramaz. Hacı Bektaş ona Saru İsmail'i dervişini yollar, tekkesine gelmesini sağlar. Gelince ona erenler arasına nasıl girdiğini sorar, o da perde arasından bir el uzandı, beni erenler arasına aldı ama ben orada Hacı Bektaş adında birini görmedim. Bunun üzerine Hacı Bektaş perde aralığından sana uzanan eli görsen tanır mısın? Tanırım der Emre: Ayasında bir yeşil ben vardı. O zaman Hacı Bektaş sağ elini açar, uzatır. Avucunun içindeki yeşil beni gören Emre yeşil beni görür görmez: Taptuk! Taptuk! diye bağırır, adı o günden sonra Taptuk, kendiside Hacı Bektaş'ın yandaşı ve sözcülerinden biri olur. Bu söylence bize Yunus'u kendine bağlayan Taptuk Emre'nin HacıBektaş'ın yolundan, çevresinden ayrı, belki de yeni müslüman olmuş biri olduğunu, ona bağlandığını gösterir. Saru Saltuk, Taptuk, Barak Baba... silsilesini izler. Taptuk Baba Yunus'un şiirlerinde inançla sevilen, yoluna baş konulan bir mürşit olarak karşımıza çıkar: Taptuğun tapusuna Kul olduk kapısına Yunus miskin çiğ idik Piştik elhamdülillah ... Vardığımız illere Şol safa gönüllere Baba Taptuk manisin Saçtuk elhamdülillah ... Yunus bir doğan idi kondu Taptuk koluna Avın şikira geldi bu yuva kuşu değil. ... Yine esridi Yunus Taptuk yüzün görende Baktığım yüzde gördüm Taptuğumun nurunu. Bize kadir gecesidir bu gice Ko erte olmasın seher gerekmez Yunus esrüyüben düştü sokakta Çağınr Taptuğunu ar gerekmez Söylencemizde Hacı Bektaş Yunus'u Taptuk'un tekkesine göndermiş. Yunus gidip Taptuk'a baş vurur. İlk Bektaşi tekkeleri bir çeşit uygulamalı okul idi. Her derviş bir iş görür. Kimi toprakta, kimi işlikte çalışır, kimi duvar örer, kimi aş pişirir: Yunus'a da odun taşıma işi verirler. Kırk yıl sırtında odun taşır, tekkesinin ocağına, özene bezene. Her getirdiği odun dop-doğru dümdüzdür. Soranlara: Tekkeye odunun bile eğrisi giremez der. Bir başka söylenceye göre Taptuk güzel saz çalarmış ve Yunus ona sazı için bağlanmış. Yunus uzun süre tekkeye hizmet etmiş, sonunda bıkmış ve kaçmış. Yolda erenlerden yedi kişiye rastlamış, yoldaş olmuşlar. Her akşam erenlerden biri içinden geçirdiği bir ermiş adına Tanrıya dua ediyor hemen bir sofra geliyormuş ortaya. Sıra Yunus'a geldiği akşam o da: Yarabbi, demiş, bunlar hangi kulun adına dua ettilerse ben de onun adına yal varıyorum sana, utandırma beni demiş. O akşam iki sofra birden gelmiş. Erenler şaşırıp kimin adına dua ettiğini sormuşlar. Yunus önce siz söyleyin demiş. Erenlerde Taptuk'un dervişlerinden Yunus diye biri var, onun adına demişler. Yunus bunu duyar duymaz hiç bir şey söylemeden tekkeye geri döner ve anabacıya şeyhin karısına sığınır. Söylence bize burada tekkede kadının rolünü yerini ve önemini anlatır. Anabacı der ki: Yarın sabah tekkenin eşiğine yat. Taptuk abdest almak için dışarı çıkarken ayağı sana takılır .Gözleri iyi görmediği için bana: Kim bu eşikte yatan? diye sorar ben de Yunus, derim. Hangi Yunus derse çekil git, başka bir tekke ara kendine, başının çaresine bak. Ama bizim Yunus mu? derse anla ki gönlünden çıkarmamış, hala seviyor seni. O zaman kapan ayaklarına, bağışla suçumu de. Yunus Anabacının dediğini yapar, kapının eşiğine yatar, ertesi sabah olan olur Taptuk: Kim bu adam? diye sorunca Yunus, der anabacı, Taptuk "bizim Yunus mu? diye sorunca Yunus ayağına kapanır sevincinden ağlar. İki insan arasındaki bağlılığı, ayrılıp kavuşmanın tadını, güveni bu kadar güzel anlatabilen söylence azdır dünyada. İnsanlık bu "bizim" sözünün içindedir. Bir ülkü uğruna canlarını koyanların hepsinin yaşadıkları bir insanlık dramıdır bu. Anlamayan beri gelsün. İşte dup duru bir su gibi Yunus'un sevgisidir bu. ( S. Eyüboğlu ). Yunus yeniden tekkeye girer. Bir başka söylentiye göre Yunus Taptuk'un kızını sevdiği için döner tekkeye. Taptuk bilir Yunus'un bunun için dönmediğini. Ama dervişlerinin böyle bir dedikoduya kulak vermeleri karşısında ne yapsın? Kızını versin mi, vermesin mi Yunus'a? Taptuk, dervişlerini yalancı çıkarmamak için kızını Yunus'a verir. Ama yine söylenceye göre Yunus ömrünün sonuna dek bu güzel kıza dokunmuyor. Gerçek böyle değil ama halk böyle olmasını istiyor. Halk Yunus'a şehvet duygusunu konduramıyor. Şehvetin onu lekelemesini özüne sindiremiyor. Yunus'un ozanlığa başlamasının öyküsü de şöyle: Yunus yıllar yılı tekkeye ağızsız dilsiz hizmet eder. Günlerden bir gün Taptuk'un sofrasında bir güzel muhabbet olur. Taptuk sevinçli coşkuludur. O gün Yunus-ı Guyende adında bir ozana: Bize bir şeyler söyle der. O ozanın dili tutulur o gün, hiç bir şey bulup söyleyemez. Bunun üzerine Taptuk oduncu Yunus'a dönüp: Haydi sen söyle der. Ve Yunus birden başlar içinde birikenleri söylemeye, esip savurmaya. İncileri dökmeye başlar. Burhan Toprak'ın deyimiyle ''Yunus Emre'nin bu altın destanı bize kendisi kadar, Anadolu halkınında yüreğini ve özlemini anlatır. Halk Yunus için Mevlana'ya << Manevi konakların hangisinin önüne vardıysam bir Türkmen kocasının izini buldum, onu geçemedim. >> dedirtmiştir. Bir buluşmalarında Yunus, Mevlana'ya: Mesnevi'yi çok uzun yazmışsın, ben olsam şu söze sığdırırdım hepsini: ''Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm'' der. Yunus şiirinde Mevlana'yı sevgi ve saygıyla anar: Mevlana meclisinde saz ile işaret oldu ve: Mevlana Hüdavendigar bize nazar kılalı Onun görklü nazan gönlümüz aynasıdır. der. Mevlana şiir ve yapıtlarının hepsini Farsça yazmıştı. yine halktan yana düşünüyor, halka sesleniyordu. Bunu çok iyi bilen oğlu Sultan Veled babasının düşüncelerini Türkçeye aktarır. Hacı Bektaş ocağı ve Yunus, tasavvufu, o çağın en yüksek kültürünü Anadolu halkının Türkçesiyle söylemiştir. Onlar çağdaş dilimizin, kültürümüzün gerçek öncüleridir. Kimliğimizi yaratanlardır. Onlar özümüzü hamurumuzu yoğuranlardır. Bizi biz edenlerdir . S. Eyüboğlunun deyişiyle ''Ama Yunus'un ve halkın soluğu Kaygusuz'lar, Pir Sultanlar, Karacaoğlan'lar, Aşık Veysel'lerle için için bu güne dek gelmiş ve ancak bu günün halkçı Türk devletinde Anadolu Türkçesini en aydın şairlerimize devretmişlerdir.'' Elif okuduk ötürü Pazar eyledik götürü yaratılanı hoş gör Yaradandan ötürü deyip okulu bırakmış. Halk, halktan uzaklaşan kültüre karşı her zaman direnmiştir. Konumuz Yunus Emre'nin okur yazar olup olmadığı değil ''Bilginlerimiz, başta Gölpınarlı olmak üzere Yunus'un ümmiliği, yani okur yazar olmadığı inancını gülünç buluyorlar. Ancak Yunus'tan kalmış bir tek yazılı söz olmaması bir yana, Anadolu'da sözlü kültür bu gün bile bir Aşık Veysel'i yetiştirecek güçtedir;'' Bektaşi tekkeleri tasavvufun en ince kavramlarını bile sözle geceli gündüzlü aylarca, yüzyıllarca İnsanların beyinlerine, yüreklerine hep aktarmış, ekmiş oya gibi işlemiştir. Okur yazar olsun olmasm, Yunus Emre halkm sözlü kültürünün adamıdır, kendi çağının en ileri düşünüşünü halkına kendi öz diliyle ulaştırmıştır. Yunus aynca çağm okur yazarlanna, molJalanna karşı savaş açmış gerçek bir kültür taşıyıcısıdır. Şiir ustasıdır, gönül adamıdır, sevgi denizidir. İşte söylencesi: Yunus'un yaşadığı yıllarda Molla Kasım diye biri varmış. Bu Molla Kasım'a Yunus'un şiirlerini yazılı olarak getirmişler. Başlamış okumaya. Her okuduğu şiiri dine, şeriata aykırı bularak yakıyormuş. Binlercesini yaktıktan sonra üst tarafını da suya atmaya başlamış. Şiirleri yakmış suya atmış, atmış, atmış derken bir şiirde, Yunus: Yunus Emre bu sözü eğri büğrü söyleme Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir. demiş, demiş ya Molla Kasım bunu görür görmez Yunus'a boyun eğmiş ve yakmadığı suya atmadığı şiirleri bir hazine gibi saklamış. Söylenceye göre bunun için şiirlerinden binlercesini göklerde melekler, binlercesini denizlerdeki balıklar, kalan binlercesini de.insanlar söylermiş. Yunus'un hak ve halk şairi olduğunu anlatmak bakımından tarihçilerden daha bilimsel, daha ileri bir düşünüşle yüklüdür bu. Rahmetli Sabahattin Eyüboğlu bu davranışlarla söylencenin: Birisi Yunus Emre'yi halkın Molla Kasım'la karşı karşıya getirdiğini, ikincisi de bu beyite şair adının ancak birinci dizede olması gereği, tabiiliğini vurguladığını belirtmektedir. Aslında bu şiiri Yunus değil, halk söylemiştir. gelin bu şiiri birlikte okuyalım: Ben dervişim diyene bir ün edesim gelir Seğirdüben sesine vurup yetesim gelir. ... Sırat kıldan incedir kılıçtan keskincedir Varup onun üstünde evler kurasım gelir ... Altında gayya vardır içi nar ile pürdür Varuban ol gölgede biraz yatasım gelir turkuler.com'dan alıntıdır __________________________________________________ _______________________________________ Şiirlerinden Örnekler AH NİDEYİM ÖMRÜM SENİ Yok yere geçirdim günü Ah nideyim ömrüm seni Seninle olmadım gani Ah nideyim ömrüm seni Geldim ve geçtim bilmedim Ağlayıp güssa yemedim Senden ayrılam demedim Ah nideyim ömrüm seni Hayrım şerim yazılacak Ömrüm ipi üzülecek Suret benden bozulacak Ah nideyim ömrüm seni Gidip geri gelmiyesin Gelip beni bulmayasın Bu benliğe sermayesin Ah nideyim ömrüm seni Hani sana güvendiğim Guveniben yuvandığım Kaldı külli kazandığım Ah nideyim ömrüm seni Miskin Yunus gideceksin Acep sefer edeceksin Hasret ile kalacaksın Ah nideyim ömrüm seni ŞOL CENNETİN IRMAKLARI Şol cennetin ırmakları Akar Allah deyu deyu Çıkmış islam bülbülleri Öter Allah deyu deyu Aydan aydındır yüzleri Şekerden tatlı sozleri Cennette huri kızları Gezer Allah deyu deyu Yunus Emre var yarına Koma bugünü yarına Yarin Hakk'ın divanına Çıkam Allah deyu deyu İLİM KENDİN BİLMEKTİR İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin Ya nice okumaktır Okumaktan murat ne Kişi Hak'kı bilmektir Çün okudun bilmezsin Ha bir kuru emektir Okudum bildim deme Çok taat kıldım deme Eğer Hak bilmez isen Abes yere yelmektir Dört kitabın ma'nisi Bellidir bir elifte Sen elifi bilmezsin Bu nice okumaktır Yiğirmi dokuz hece Okursun uçtan uca Sen elif dersin hoca Ma'nisi ne demektir Yunus Emre der hoca Gerekse bin var hacca Hepisinden iyice Bir gönüle girmektir NİÇİN AĞLARSIN BÜLBÜL HEY Sen burda garip mi geldin Niçin ağlarsın bülbül hey Yorulup iz mi yanıldın Niçin ağlarsın bülbül hey Karlı dağlardan mı aştın Derin ırmaklar mı geçtin Yârinden ayrı mı düştün Niçin ağlarsın bülbül hey Hey, ne yavuz inilersin Benim derdim yenilersin Dostu görmek mi dilersin Niçin ağlarsın bülbül hey Kal'alı şehir mi yıkıldı Ya nam-u arın mi kaldı Gurbette yârin mi kaldı Niçin ağlarsın bülbül hey Gulistanlarda yaylarsın Taze gülleri yeğlersin Yavlak zarılık eylersin Niçin ağlarsın bülbül hey Uykudan gözüm uyandı Uyandı kana boyandı Yandı sol yüreğim yandı Niçin ağlarsın bülbül hey N'oldu şu Yunus'a n'oldu Aşkın deryasına daldı Yine baharistan oldu Niçin ağlarsın bülbül hey GELİN EY KARDEŞLER Gelin ey kardeşler gelin Bu menzil uzağa benzer Nazar kıldım şu dünyaya Kurulmuş tuzağa benzer Bir pirin eteğin tuttum "Ana beni" deyip gittim Nice yüzbin günah ettim Her biri de bir dağa benzer Çağla Derviş Yunus çağla Sen özünü Hakk'a bağla Ağlar isen haline ağla Erdem vefa yoğa benzer ŞÖYLE GARİP BENCİLEYİN Acep şu yerde varm'ola Şöyle garip bencileyin Bağrı başlı gözü yaşlı Şöyle garip bencileyin Gezdim urum ile şamı Yukarı illeri kamu Çok istedim bulamadım Şöyle garip bencileyin Kimseler garip olmasın Hasret oduna yanmasın Hocam kimseler duymasın Şöyle garip bencileyin Söyler dilim ağlar gözüm Gariplere göynür özüm Meğer ki gökte yıldızım Şöyle garip bencileyin Nice bu dert ile yanam Ecel ere bir gün ölem Meğer ki sinimde bulam Şöyle garip bencileyin Bir garip ölmüş diyeler Üç günden sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar Şöyle garip bencileyin Hey Emre'm Yunus biçare Bulunmaz derdine çare Var imdi gez şardan şara Şöyle garip bencileyin GÖNÜL ARZULAR SENİ Arayı arayı bulsam izini İzinin tozuna sürsem yüzümü Hakk nasip eylese görsem yüzünü Ey sevdiğim gönül arzular seni Yitirdim o dostu bilmem ne yanda Sevgisi gönülde muhabbet canda Yarın mahşer günü ulu divanda Ey sevdiğim gönül arzular seni Yunus senin methin eder dillerde Sevilirsin bütün bu gönüllerde Ağlayı ağlayı gurbet ellerde Ey sevdiğim gönül arzular seni GEL GÖR BENİ AŞK NEYLEDİ Ben yürürüm yana yana Aşk boyadı beni kana Ne deliyem ne divane Gel gör beni aşk neyledi Gah eserim yeller gibi Gah tozarım yollar gibi Gah akarım seller gibi Gel gör beni aşk neyledi Akar suların çağlarım Dertli ciğerim dağlarım Şeyhim anuban ağlarım Gel gör beni aşk neyledi Ya elim al kaldır beni Ya vaslına erdir beni Çok ağlattın güldür beni Gel gör beni aşk neyledi Ben yürürüm ilden ile Şeyh anarım dilden dile Gurbette halım kim bile Gel gör beni aşk neyledi Mecnun oluban yürürüm O yâri düşte görürüm Uyanıp melül olurum Gel gör beni aşk neyledi Miskin Yunus biçareyim Baştan ayağa yareyim Dost elinde avareyim Gel gör beni aşk neyledi GEL GİDELİM DOSTA GÖNÜL Bir karardan durmayalım Gel gidelim dosta gönül Hasretinden yanmayalım Gel gidelim dosta gönül Kılavuz ol gönül bana Gel gidelim yârdan yana Canım kurbandır canana Gel gidelim dosta gönül Kara haberin almadan Can bedenden ayrılmadan Azrail bizi bulmadan Gel gidelim dosta gönül Gerçek murada varalım Yârin hatırın soralım Yunus Emre'yi alalım Gel gidelim dosta gönül KALANLARA SELAM OLSUN Bu dünyadan gider olduk Kalanlara selam olsun Bizim için hayır dua Kılanlara selam olsun Ecel büke belimizi Söyletmeye dilimizi Hasta iken halimizi Soranlara selam olsun Tenim ortaya açıla Yakasız gömlek biçile Bizi bir aşan vech-ile Yunanlara selam olsun Azrail alır canımız Kurur damarda kanımız Yuyacağın kefenimiz Saranlara selam olsun Sala verile kasdimize Gider olduk dostumuza Namaz için üstümüze Duranlara selam olsun Dünyaya gelenler gider Hergiz gelmez yola gider Bizim halimizden haber Soranlara selam olsun Miskin Yunus söyler sözün Yaş doldurmuş iki gözün Bizi bilmeyen ne bilsin Bilenlere selam olsun AŞKIN ALDI BENDEN BENİ Aşkın aldı benden beni bana seni gerek seni Ben yanarım dün ü günü bana seni gerek seni Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim Aşkın ile avunurum bana seni gerek seni Aşkın aşıklar öldürür aşk denizine daldırır Tecelli ile doldurur bana seni gerek seni Aşkın şarabından içem Mecnun olup yola düşem Sensin dün ü gün endişem bana seni gerek seni Sufilere sohbet gerek Ahilere ahret gerek Mecnunlara Leyla gerek bana seni gerek seni Eğer beni öldüreler kulum göğe savuralar Toprağım anda çağırır bana seni gerek seni Cennet dedikleri ne ki bir kaç köşkle birkaç huri İsteyene ver onları bana seni gerek seni Yunus-durur benim adım gün geçtikce artar ödüm İki cihanda maksudum bana seni gerek seni |
26.01.2009, 03:00 | #7 |
|
Cevap: Halk ozanları burada
Pir Sultan’in asıl adı Haydar’dır. Sivas ili, Yıldızeli ilçesi, Çırçır Nahiyesi Banaz Köyünde doğmuştur. Bir Bektaşi ocağının Piriydi. Sosyal ve inanç isyanının başını çekmiştir. Bu olay, Kanuni Sultan Süleyman ( 1520-1566) ve Şah Tahmasap (1524-1576) zamanında olmuştur. Şah Tahmasap, Şah İsmail’in oğluydu ve adı Pir Sultan’ın şiirlerinde geçmektedir. Pir Sultan’ın müritleri arasında Hafik ilçesi, Sofular Köyünden gelen Hızır isimli bir derviş vardı. Hızır, Pir Sultan’ın iznini alarak İstanbul’a gitmiş ve şansı açılmış, Paşa ve Beylerbeyi olmuş. Efsaneye göre, Pir Sultan, Hızır’a: “Gidip okuyacaksın. Paşa, hatta vezir olacaksın. Fakat beni asmağa geleceksin!” diye söylemiş. Pir Sultan Osmanlının zulmüne karşı ayaklandığında, Paşa olan Hızır, isyanı bastırmak görevine tayin olmuş. Pir Sultan Hızır tarafından tutuklanıp Sivas Toprak Kalesine konmuş ve idama mahkum edilmiştir. Tekrar efsaneye göre, Hızır Paşa, Pir Sultan’ın hayatını kurtarmak için O’ndan “Şah” kelimesini kullanmadan üç nefes istemiştir. Pir Sultan sazını alıp Şah’ı öven üç nefes söyledi. Fakat bu övgü İran Şahını değil, Şah-ı Merdanı, yani Ali’yi anlatıyordu. Pir Sultan asıldı ve Hızır Paşanın adı lanetle anıldı. Tarihte, Hızır ismini taşıyan birkaç devlet adamı oldu. Ama büyük bir olasılıkla Pir Sultan’ı asan Hızır Paşa, 1551/2 ve 1567 yılları arasında Paşalık yapmış veya 1560-1567 yılları arasında Beylerbeyi ve Bağdat Valisi olan Hızır Paşa olabilir. Bahsedilen olaylar Pir Sultan’ın isyanı, yakalanması ve idamı süresinde, Hızır Paşanın Bağdat yolunda iken Sivas’tan geçtiği zaman olabilir. Ali’yi öven ve Pir Sultan’ın idamına yol açan nefesler her zaman söylenegelmiştir. İlk önce Pir Sultan şu nefesi söylemiştir. “ Hızır Paşa bizi berdar etmeden Açılın kapılar Şah’a gidelim Siyaset günleri gelip yetmeden Açılın kapılar Şah’a gidelim” Sonra, mahkeme tutanaklarını yazan katibe seslenip : “ Kul olayım kalem tutan eline Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz Allahı seversen katip böyle yaz : Dünü gün ol Şah’a eylerim niyaz Umarım yıkılsın şu kanlı Sivas Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz…” Pir Sultan üçüncü bir deyişle sözlerini bitirmiş : “ Karşıda görünen ne güzel yayla Nir dem süremedim giderim böyle Ela gözlü pirim sen himmet eyle Ben de bu yayladan Şah’a gideriz Pir Sultan Abdal’ım dünya durulm Gitti giden ömür geri dönülmez Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz Ben de bu yayladan Şah’a giderim …” Pir Sultan Abdal efsaneleştirilmiş, ayaklanması ve idam edilişi toplumsal koşularla göre güncelleştirilmektedir. Halk kahramanı oldu ve isyanı halk haklarını savunmak için ve baskıya karşı mücadeleler hareketi olarak görülüyor. Şiirleri halk tarafından çok sevilir ve sözleri koşullara göre değiştirilir. Aşağıdaki deyiş herhangi bir olayı protesto eden gençlerin toplanma marşı gibi kullanılıyor. “Gelin canlar bir olalım Münkire kılıç çalalım Hüseynin kanın alalım Tevekkeltü taallah… Açalım kızıl sancağı Geçsin yezidlerin çağı Elimizde aşk bıçağı Tevekkeltü taallah…. Pir Sultan’ım geldim cuşa Münkirlerin akla şaşa Takdir olan gelir başa Tevekkeltü taallah …. “ Hüseyin’in kanını almak ve düşmanlarını kırmak, yani Yezid ve Mervan’a karşı bir direniş çağrısıdır. Sözlerindeki gizli mana, baskı altında kalan halkın intikamını alan bir kahraman gibi anlaşılmaktadır. Edebiyat bakımında Pir Sultan Abdal’ın şiirleri eşsizdir. Manzaraların tasviri ve doğa güzelliğini O’nun gibi kimse ifade edemez. Dili ve yazış tarzı yeganedir ve kimse ile mukayese edilemez. Aynı zamanda şiirlerinin derinliği eşsizdir. Mistik düşüncelerini ifade etmek için şair, doğa dünyasından gelen sembolik imgeleri kullanıyor. “ Uyur idik uyardılar Diriye saydılar bizi Koyun olduk ses anladık Sürüye saydılar bizi Halımızı hal eyledik Yolumuzu yol eyledik Her çiçekten bal eyledik Arıya saydılar bizi Aşk defterine yazıldık Pir divanına yazıldık Üzüm olduk şerbet ezildik Doluya saydılar bizi Pir Sultan’ım Haydar şunda Çok keramet var insanda O cihanda bu cihanda Ali’ye saydılar bizi. “ Kerbela trajedisi Alevi-Bektaşilerin hatırasında devamlı olarak canlı yaşıyor. Ayn-i Cem’de anılır. Bu sembol aynı zamanda geniş halk kitleleri nezdinde anlılığını korumaktadır. Hüseyin’in dramı olaylara göre güncelleştirilmektedir. Kerbela her zaman haksızlığın ve Alevilere karşı yapılan baskıların sembolü oldu. Hüseyin haksızlıkla öldürülen bir şehidin / şehitliğin sembolüdür. Fakat aynı zamanla kahramanların ve şehitlerin kuvveti köreliyor. Tapınmaları yeniden canlandırmak gerekiyor. Örneğin : İsanlardan uzak kalan Gök-Tanrı’nın yerine Şah-ı Merdan, yani Ali geldi. Aleviler en çok Ali’ye dua ederler. Fakat ibadetlerinde en önemli yer Hüseyin’indir. En büyük heyecan Hüseyin’in maktelinden geliyor, çünkü Hüseyin ıstırap çeken insanlığın sembolüdür. Asrımızın son çeyreğinde genç aleviler cahilliğin uyuşukluğundan uyanıp okumaya başladılar. Düşünsel sınıfın etkisi altında ve Avrupa ülkelerine göç eden işçilerin etkisinde sınıf çatışmalarından ve Marksist fikirlerden etkilendiler. Kerbela şehitleri o zaman yeni bir anlama kazandı. Onlar sosyal baskının bir sembolü haline geldiler. Bilindiği gibi Alevilerin çeşitli akımları izleyen birkaç, hatta bir çok dernekleri var. Bunlar : *Kemalist idealini koruyan ve eski Bektaşilerin manevi çocukları olan “Hacı Bektaş Dernekleri”, *Devlete yakın olan ve Aleviliği Sünniliğe bağlamak isteyen “Cem Dernekleri” *Eski zaman Kızılbaşların yoluna sadık kalan, Pir Sultan’a hayran olan “Pir Sultan Dernekleri” Pir Sultan’a sevgi her zaman Hazret-i Hüseyin’e olan saygıyı beraberinde taşımaktadır. Her ikisi de haksızlığa uğrayan insanlığın simgeleri oldular. Hazret-i Hüseyin’in ve Pir Sultan Abdal’ın şehadet- leri iç içe girdi. Anadolu halkı için Pir Sultan Abdal, Kerbela şehit-lerinden daha yakın bir kahramandır. O güncelleştirilen ve canlandırılan bir Hüseyin oldu. İrene MELİKOF Kaynak : Bu makale “Anadolu Aleviliği ve Pir Sultan Abdal “ adlı kitaptan alınmıştır. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Yayınları 4 Temmuz 1998 *** Şiirlerinden Örnekler Dostun Bir Gülü Yaralar Beni Şu Kanlı Zalımın Ettiyi İşler Garip Bülbül Gibi Beni Zareyler Yağmur Gibi Yağar Taşlar Başıma İllede Dostun Bir Fiskesi Yaralar Beni Beni Beni Can Beni Beni Beni Dost Beni Beni Beni Dar Günümde Dustum Düşmanı Beli Oldu Bir Derdim Var İdi Şimdi El Oldu Ecel Fermanı Boymuna Takıldı Gerek Vura Gerek Asa lar Beni Beni Beni Can Beni Beni Beni Dost Beni Beni Beni Pir Sultan Abdalım Can Göye Almaz Haktan Emir Olmasa ı Rahmet Yağmaz Şu Ellerin Taşı Bana Hiç Degmez İllede Dostun Bir Tek Gülü Yaralar Beni Beni Can Beni Beni Beni Dost Beni Beni Beni. *** Bir Güzelin Aşığıyım Bir güzelin aşığıyım erenler Onun için taşa tutar el beni Gündüz hayalimde gece düşümde Kumdan kuma savuruyor yel beni Al gül olsam al gerdana takılsam Kemer olsam ince bele sarılsam Köle olsam pazarlarda satılsam Yarim deyi al sinene sar beni Abdal Pir Sultan'ım gamzeler oktur Hezaran sinemde yaralar çoktur Benim senden özge sevdiğim yoktur İnanmazsan git Allah'a sor beni *** Derdim Çoktur Derdim çoktur hangisine yanayım Yine tazalendi yürek yarası Ben bu derde kande derman bulayım Meğer Şah elinden ola çaresi Efendim efendim benim efendim Benim bu derdime derman efendim Türlü donlar giyer gülden naziktir Bülbül cevreyleme güle yazıktır Çok hasretlik çektim bağrım eziktir Güle güle gelir canlar paresi Benim uzun boylu servi çınarım Yüreğime bir od düştü yanarım Kıblem sensin yüzüm sana dönerim Mihrabımdır kaşlarının arası Didar ile muhabbete doyulmaz Muhabbetten kaçan insan sayılmaz Münkir üflemekle çırağ söyünmez Tutuşunca yanar aşkın çırası Pir Sultan'ım katı yüksek uçarsın Selamsız sabahsız gelir geeçersin Dilber muhabbetten niçin kaçarsın Böyle midir ilimizin töresi *** Kul Olayım Kalem Tutan Eline Kul olayım kalem tutan eline Kâtip ahvalimi şah'a böyle yaz Şekerler ezeyim şirin diline Kâtip ahvalimi şah'a böyle yaz Allahı seversen kâtip böyle yaz Dün ü gün ol şah'a eylerim niyaz Umarım yıkılır şu kanlı Sivas Kâtip ahvalimi şah'a böyle yaz Sivas illerinde sazım çalınır Çamlı beller bölük bölük bölünür Ben dosttan ayrıldım bağrım delinir Kâtip ahvalimi şah'a böyle yaz Münafıkın her dediği oluyor Gül benzimiz sararuban soluyor Gidi Mervan sâd oluban gülüyor Kâtip ahvalimi şah'a böyle yaz Pir Sultan Abdal'ım ey Hızır Paşa Gör ki neler gelir sağ olan başa Hasret koydu bizi kavim kardaşa Kâtip ahvalimi şah'a böyle yaz |
26.01.2009, 03:01 | #8 |
|
Cevap: Halk ozanları burada
Kul Himmet (XVI.y.y.) Kul Himmet'in kim olduğu üzerinde, 1990 yılında yayınlamış olduğu bin sayfalık “Bektaşi Nefesleri ve Şairleri” isimli kitabında (s. 163) Turgut Koca şu bilgiyi veriyor: “16. yüzyılda yaşamış bir şairdir. Yeniçeri ocağından emekli olunca, bütün Osmanlı topraklarını köy köy dolaşmıştır. Şiirlerini bu gezginciliği sırasında yazmıştır. Bir ara Hacı Bektaş Dergâhında dervişlik etmiş, mücerret azizlerdendir. Nefeslerinden bir kısmı bestelenmiştir.''7 Bu bilgilerin hiçbir dayanağı yoktur. Kul Himmet'in Tokat bölgesinde yaşadığı ve bir ailesi bulunduğu bilinmektedir. Mücerret (evlenmemiş) derviş de değildir. Tokat'a bağlı Almus ilçesinin Varzıl (Görümlü) köyünde mezarı bulunmaktadır. Kul Himmet soyundan gelen ve Kulhimmetliler adını taşıyan Dedeler (Seyyid) Ocağı vardır. Kul Himmet'in bugüne değin bilinmeyen soyunu, aşağıda yeni bulunmuş bir şiiriyle açıklayacağız. Bu çok önemli nefesi de, Kul Himmet'in mezarının bulunduğu köyden İrfan Çoban Kulhimmetli Dedelerden derlemiştir. Ayrıca İrfan Çoban Kul Himmet'in soyunu gösteren hüccet–nâme'yi de görüp okuduğunu söylemektedir. (İrfan Çoban: Kul Himmet. Tokat 1997: 6–8) Kul Himmet'in kendisini ve soyunu tanıtan –görünüşte bir kaç kuşak kesiklik olmasına rağmen– bu nefesi çok önemsiyoruz.8 Şiirin tamamını aşağıda geçtikten sonra, yorum ve açıklamalarını yapacağız: Aslımı sorarsanız behey sofular Aslımız Oniki İmam'dan gelir Aslımı neslimi diyeyim size Neslimiz Ahmed–i Muhtar'dan gelir Hüseyin'dir aslım ceddim celalım Anadan gelme ummandan gelir Ondan İmam–ı Zaynel ü Bakır İmam Cafer Sadık ummandan gelir Musa Kazım Hüseyn için çok ağladı Oğlu Hamza–yı Ebul Kasım'dan gelir Hamza'dan geldi cihana Ebu Muhammed Onun oğlu İsmail'den gelir İsmail'in torunudur Cafer Cafer oğlu Muhammed'den gelir Muhammed oğlu Hüseyin'den gelmişem Hüseyin oğlu Feyruz Şah'tan gelir Muhammed Hafız ondan geldi dünyaya Onun oğlu Saadettin'den gelir Evliya sulb–i Saadettindir bilin Ervahı şartlar insandan gelir Kutbettin'den geldi Şeyh Salih Şeyh Safi'nin dedesi Salih'ten gelir Salih'in oğlu Emaneddin–i Cibril Şeyh Safi gibi imamdan gelir Şu dünyada bozulunca aslımız Ceddi pakim Erdebil'den gelir Erdebil'den gelince Rum'a Sözümüz bizim didardan gelir Şeyh Safi buyruğun eyledim kabul Sözü onun daim Cafer'den gelir Yedi kez hacca kılmışam revan9 Yollarımız ehl–i irfandan gelir Rum diyarına destimi attım Ali sırrı benim kalbimden gelir Evladımın adını koymuşum Şahin Hakka doğru yollar bunlardan gelir Şahin'ime yolumu eyledim teslim Aslımız Şah–ı Erdebil'den gelir Adımı anam Hüseyin koydu Babam Muhyettin'dir İran'dan gelir Kula himmet eyledi Şeyh Safi Kula inanmayan Mervan'dan gelir Ondan sonra adım oldu Kul Himmet Evliya yolu Kırklar'dan gelir Sofu bana sırrımı farş ettirdin Sırrı farş eyleyen şeytandan gelir Kul Himmet bu şiirinde Safevi hanedanının soyağacını, Şeyh Safi'ye (1252–1334) kadar sadece 3–4 isim eksiğiyle bize vermektedir. Bu eksik isimlerin peşpeşe olmasından, içinde geçtiği beyitlerin kaybolduğu yargısına varılabilir. Kul Himmet'in bu nefesi, Kızılbaş–Alevi ozanları arasında Safevi soyağacını –Şeyh Safi'ye kadar da olsa– tanımlayan tek örnek olması bakımından önemi bir yana, ilk kez ozanın kimliğini ve kendi soyunu tanımamızı sağlamaktadır. Her ne kadar İrfan Çoban Kulhimmetli Dedelerde şeceresini görüp okuduğunu ileri sürüyor ve saptadığı bir Şah İsmail şeceresiyle karşılaştırıp, onunla amca çocukları olduğunu kanıtlamaya çalışıyorsa da fazla inandırıcı değil. Şeyh Safi'den sonra Erdebil postuna oturmuş Sadreddin (1334–1393), Sultan Hoca Ali (1392–1429) ve Şeyh İbrahim (1429–1447) atlanarak, Şeyh Cüneyd (ölm. 1460) ile Şeyh Haydar'ı (ölm. 1488) Şeyh Safi'nin oğlu ve torunu gösterilmiştir. İrfan Çoban'ın bu karşılaştırmalı sıralamasında Şeyh Cüneyd'in iki oğlu olduğu doğrudur. Ancak Şeyh Cüneyd'in Çerkez halayığından olan büyük oğlunun adı Muhyiddin değil, Hoca Muhammed'dir. (Âşık Paşazâde'den aktaran Walther Hinz: Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd. 2. Baskı, Ankara 1992: 27, 110) Asıl adının Hüseyin olduğu anlaşılan Kul Himmet, babasının adının Muhyiddin olduğunu ve şiirinde “cedd–i pakinin (temiz soyu)” Erdebil'den geldiğini söylemektedir. Kaybolmuş beyitlerinde geçen Kul Himmet'in dedelerinin adlarını bilemiyoruz. Bu şiire göre, Şah İsmail ile çağdaş olan Kul Himmet onun gibi, Şeyh Safi'nin 6. kuşaktan torunudur. Bir kaç beyit içinde verildiği, fakat günümüze ulaşmadığını düşündüğümüz Kul Himmet'in üç dedesinin adını öğrenemiyoruz. Buna rağmen, diğer Erdebil Şeyhlerinin adlarının geçmemesi, babasının adının da Muhyiddin olması bizde onun, Şeyh Safiyüddin'in beş oğlundan biri olan Muhyiddin'in soyundan geldiği kanısını uyandırmaktadır. “Şu dünyada bozulunca aslımız / Ceddi– pakim Erdebil'den gelir” beyitinden, Erdebil dergâhı postuna oturmak için hak kazanamamış Muhyiddin, ya da oğlunun Erdebil'den Anadolu'ya geldiği anlamı çıkabilir. Belki de Kul Himmet'in yazdığı “aslının bozulması”, yani Dergâhın ilkelerine aykırı işler yapmasından dolayı bu hakkı yitirmiştir. Muhyiddin'in kardeşi Sadreddin'in yaklâşık yetmiş yıla yakın Erdebil'in başında bulunmasıyla bazı sıkıntılar yaşanmış olabilir. Ama belki de Kul Himmet'in dedeleri, Hoca Ali döneminin sonlarında, Timur'un Anadolu'dan getirip Erdebil'de bıraktığı Alevi Türkmen tutsakların, yani Sufiyan–ı Rum'dan bir kısmının geri dönüşleri sırasında birlikte gelmiş olabilirler. Görüldüğü gibi Şeyh Safi Buyruğu'nu kabul edip ona bağlanmasının nedeni, sözlerinin İmam Cafer'den gelmesinden ve onu temsil etmesindendir. Bir başka nefesinde Kul Himmet'in, “Şeyh Safi'ye değüptür / İmam Cafer mühürü” dediğini ve Buyruğun tanıtılması ve yaygınlaştırılmasında emeği geçtiğinden yukarıda söz etmiştik. Şiirin sonunda kendisine Kul Himmet adını veren ermişin Şeyh Safi olduğunu açıklıyor: Bu, şiir söyleyip dillenen ozanlara, pirleri veya mürşitleri tarafından, ya da düşlerinde bir veli, bir peygamber görünüp yeni bir ad takılması olarak bilinen Alevi geleneklerindendir. Ayrıca Muhammed–Ali yoluna girerken, yani ikrar verme–musahib olma töreninden sonra verilmiştir. Kul Himmet bir başka düvazimam şiirinde Şeyh Safi'ye “Safi Dede'm” diye seslenmektedir: Güzel Muhammed'in zikr–i hakkıdır Oniki irenkten metah dokutur Safi Dedem yazar Ali okutur 10 Cebrail'in kanadında yazılı Şeyh Safi'nin Erdebil dergâhının başına geçememiş oğulları ve torunlarının Rum'a (Anadolu'ya) göçtüklerinin bir başka örneği Sivrihisarlı Baba Yusuf'tur. 1524 yılında ölmüş olan Mürşid–i Kamil olarak tanınan Yusuf Baba'nın “Kitab–ı Mahbubiyye” adlı manzum bir yapıtı günümüze gelmiştir. Bu kitabın başında verdiği Safevi soyağacını Adem peygambere değin çıkartmaktadır. Kendisi, Şeyh Safi'den sonra yerine geçmiş olan Sadreddin'in oğlu Cemaleddin'in soyundandır. Sadreddin'in diğer oğlu Hoca Ali Erdebil postundayken Cemaleddin'in oğulları ve torunlarının Anadolu'ya gelip yerleştikleri anlaşılıyor. Yusuf Baba adı geçen yapıtında Yunus Emre'nin mezarının Sivrihisar'a yöresinde Sarıköy'de bulunduğunu da zikretmekte. Ayrıca soyundan geldiği Şeyh Cemaleddin'in kardeşi Hoca Ali'nin müridi Şeyh Hamid Veli (Somuncu Baba, ölm. 1413) ve ona bağlı Hacı Bayram–ı Veli'den de söz etmektedir. Bu gösteriyor ki Anadolu'da yol (tarikat) zinciri Erdebil Şeyhleriyle yürüyen Sünni Türk mutasavvıfları bulunmaktadır. Yusuf Baba'nın da Alevi olup olmadığı açık değildir. (Abdülbaki Gölpınarlı: Alevi Bektaşi Nefesleri. Ankara 1963: 272–273, 276; Melamilik ve Melamiler. İstanbul 1992: 34–35) Kul Himmet'in mezarının bulunduğu ve Kul Himmet soyluların yaşadığı köyden olan ve köyünde yıllarca imamlık yapmış bulunan İrfan Çoban'ın ozan hakkında derlediği otantik bilgiler, asıl adı Hüseyin olan Kul Himmet'i ailece bize tanıtıyor. Hanımının adı önce Ördek Ana iken, yerleştiği köyde değiştirip Fatma Ana demişler. Birinin adı Şahin, öbürünün Abbas olan iki oğlu vardı Kul Himmet'in. Yukarıdaki şiirinde sadece iki kez oğlu Şahin'in adı geçmektedir. “Şahin'ime yolumu eyledim teslim” dizesinden anlaşıldığına göre, Kul Himmet artık yolu–erkânı yürütmeğe mecali kalmadığı ömrünün son zamanlarında bu şiiri yazmıştır. Abbas'ın o tarihlerde yaşamadığı anlaşılıyor. Söylentiye göre, Kul Himmet olasıyla, küçük yaşta ölen oğlu Abbas'ın ardından çok ağlayıp sızlamaktaymış; kendisine insan kılığına girmiş bir melek (Mikail) görünüp, elini gözlerine sürerek ona Kerbela'yı göstermiş. İmam Hüseyin ve yetmiş iki yakınının şehit oluşlarını gözleriyle görmüş. Melek ona: “Ey, ben dervişim, diyen kişi! Sen hep cedd–i celalını översin; hem Hüseyin'in soyundanım dersin, hem de vadesi gelmiş bir evlat için figan edersin. Görmez misin İmam Hüseyin'i? Beş kardeşi üç oğlu gözünün önünde şehit edildi; yine de Allah'a davacı olmadı. Dervişlik, Allah'tan gelene kail olmak ve hoşnutlukla karşılamaktır” deyip gözden kaybolmuş. Kul Himmet de bir daha ağlamamış ve düvazimamlar söylemiş. Kul Himmet'in soyu oğlu Şahin'den yürümüş. Varzıl (Görümlü) köyünde yaşayan Şahinoğulları, Dedeler kabilesi olarak onun soyundan gelmektedirler. Ismail Kaygusuz __________________________________________________ _____________________________________ Şiirlerinden Örnekler
SEYYAH OLUP ŞU ÂLEMİ GEZERİM Seyyah olup şu alemi gezerim Bir dost bulamadım gün akşam oldu Kendi efkarımca okur yazarım Bir dost bulamadım gün akşam oldu İki elim gitmez oldu yüzümden Ah ettikçe yaşlar gelir gözümden Kusurumu gördüm kendi özümden Bir dost bulamadım gün akşam oldu Bozuk şu dünyanın temeli bozuk Tükendi daneler kalmadı azık Yazıktır şu geçen ömre yazık Bir dost bulamadım gün akşam oldu Kul Himmet üstadım ummana dalam Gidenler gelmedi bir haber alam Abdal oldum şal giydim bir zaman Bir dost bulamadım gün akşam oldu DÜN GECE SEYRİM İÇİNDE Dün gece seyrim içinde Ben dedem Ali'yi gördüm Egildim niyaz eyledim Düldül'ün nalini gördüm Kanber'i durur saginda Salinir cennet baginda Ali, Musa Turdagi'nda Ben dedem Ali'yi gördüm Üç çerag yanar sisede Arslanlar gizli mesede Yedi iklim dört kösede Ben dedem Ali'yi gördüm Yüce daglar boran coskun Kul Himmet askina düskün Cümle meleklerden üstün Ben dedem Ali'yi gördüm AKLIM FİKRİM YAR EYLEDİM BANA Aklim fikrim yâr eyledim ben bana Ögüt verdim deli gönül almadi Bir kilecigi var almis eline Dünyayi içine koydum dolmadi Almasi farz imis sünnettir selâm Hak nurdan yaratmis yaz dedi kalem Bir çiçek yaratti ol Rabb'ül-âlem Ani kokulayan mahrum kalmadi Var bir pire eris serseri gezme Gözet gözün önün yolundan kalma Degme bir dükkâna yükünü çözme Bunda çok bazergân assi kalmadi Gençlik yaza benzer kocalik güze Yüregim baslidir dertlerim taze Boynun eg de hizmet eyle üstâza Seytan benlik ile menzil bulmadi Kul Himmet'in deste gülü elinde Daima zikreder Hakk'i dilinde Bir güzel sevmisim Hakk'in yolunda Hayali gönülden zail olmadi HER GÖRDÜĞÜN ŞEYİ MÜRŞİD EDİNME Her gördüğün şeyi mürşid edinm Zahiri, batını bir olmayınca. Teslim olup sakın mürşit edinme, Bir kamil kemalh er olmayınca. Değme kişi irfan gülün deremez, Gözlü görür bizi, gözsüz göremez, Kamil olmayınca kemal bulunmaz, Cümle kamillerden dür olmayınca. Delilsiz menzile asla eritmez, Takdir olmayınca ağyar sürülmez, Her bağda açılan gonca derilmez, Gece gündüz daim zar olmayınca. Bu fani dünyada lezzet alamaz, Leyl-ü nehar ağlar dahi gülemez, Muradım, maksudunu bulamaz, Bu fani basma dar olmayınca. Hakk'ı zikreyle sen nice bin günde, Ak olsun yüzün de yarınki günde, Kadrimi kıymetim! bilmezsinde, Zahirin yanında sır olmayınca. Kul Himmet'im eydür, nasihat size, Kulak vermek olur, hem olmaz söze, Münkirlerin sözü kar etmez bize, Aslı zatı anın nur olmayınca *** |
'in Mesajına Teşekkür Etti |
26.01.2009, 03:02 | #9 |
|
Cevap: Halk ozanları burada
Hacı Taşan(1930-1983) Mahalli Sanatçı ve Kaynak Kişi "Türkü Yozgat'da doğar, Kırşehir'de oyun havası olur, Keskin'de elenir." Keskin'deki folklorik oluşum ve Keskin türkülerinin anonimleşme sürecindeki farklı ve ağırlıklı yerini vurgulayan bu söz, bir bakıma birbiriyle komşu bu üç yörenin karekteristik özelliklerine de işaret eder. Gerçekten de merhum Nida Tüfekçi ile en güçlü temsilcisine kavuşan "Sürmeliler" diyarı Yozgat'ın kültürel kaynak zenginliğine, Neşet Ertaş'la en rafine yorumcusuna kavuşan Kırşehir türkülerinin canlı ve dinamik yapısına biraz yakından baktığımızda, Keskin türkülerindeki durulmuş lirizmi hemen farkederiz. İcra tavır ve üslubu yönünden Yozgat türkülerine, müzikal yapı ve form itibariyle Kırşehir türkülerine yakın duran Keskin havalarının, her iki yöre türkülerinin elekten geçirilerek adeta yeni bir senteze tabi tutulduğu ağırbaşlı, klasik ezgiler olduğunu söylemek mümkün. İşte Hacı Taşan bu seçkin türküleri, halayları çalıp okuyan bir sanatçı olarak Keskin folklor musikisinde büyük ağırlığa sahip hemen hemen tek sanatçıdır. Tabii Keskin havaları üzerine yapılacak tüm estetik ve yapısal açıklamalar, bir anlamda Hacı Taşan'ın sanatını tahlil anlamına da gelecektir. Çünkü Keskin türküleri onunla gelmiş geçmiş en usta yorumcusuna kavuştuğu gibi, Hacı Taşan'ın ismi, sanatçı yeteneklerini sonunda kadar kullandığı o güzelim Keskin türküleriyle adeta özdeşleşmiştir. Evet "Keskinli mahalli sanatçı Hacı Taşan"ı ülke genelinde tanınan bir sanatçı yapan kültürel ve müzikal ortama şimdi biraz yakından bakalım. 1930'da doğan Taşan, aslen Kırtıllar köyünden. Kırtıllar o yıllarda "abdal" aşiretinin en yoğun olarak yaşadığı köylerden biri. Büyük bozlak ustası Muharrem Ertaş da buralı ve Neşet Ertaş'ın da doğum yeri Kırtıllar. Bu yoksul köyün toprakları hiçbir zaman insanlarını varlıklı kılmaz, fakat dünyanın en zengin nağmelerini içeren, en içli, en yanık türkülere can verir. Bozkırın ortasındaki bu fukara köy, Anadolu halk müzikleri içerisinde en orjinal renk ve anlatıma sahip bir tür "Anadolu blues"u olarak nitelendirilebilecek bir müziğe, abdal/aşiret müziğine kaynaklık eder. Bugün artık terkedilmiş metruk bir köy görünümündeki Kırtıllar'ı, başta ekmek parası derdi olmak üzere, çeşitli sebeplerle zaman içinde herkes terk eder. Hacı Taşan'ın babası Abdullah Çavuş'da o yıllarda Hacelobası'ndan evlendiği için oraya göçer. Bağlamayı çok seven bir ana ile, yörenin ünlü davulcularından olan Abdullah Çavuş'un dört çocuğundan biri olan Hacı Taşan, oniki yaşlarında başlar saz çalmaya. Babası, o zamanlar yörenin en namlı ustalarından olan Yusuf Usta'ya iyi bir saz yaptırır ve tutar elinden küçük Hacı'nın, o günlerde Seyfeli(daha sonra Barak) köyünde oturan üstad Muharrem Ertaş'a çırak verir. Ve böylece Hacı Taşan, bu müziğin tek ve en etkili eğitim/öğretim şekli olan bir ustanın yanında çıraklığa başlar. Muharrem Ertaş'ın Çırağı Muharrem Ertaş, Hacı Taşan'ı yanına alarak bugün hala bu müziğin hem öğrenildiği hem de en çok icra edildiği mekanlar olan düğünlere götürür. "Düğün çalgıcılığı" onlar için çoğu zaman tek ve en önemli meslektir. Yeri gelmişken önemli bir konuyu bir cümleye vurgulamakta yarar var: Çoğu zaman bu düğünlerdeki aşırı içki ve sefahat ortamı bu insanların ruhen ve bedenen hızla yıpranmalarına ve dolayısıyla genç yaşlarda ölüme sebep olmakta. Merhum Hacı Taşan 1983'te vefat ettiğinde 53 yaşında idi. Bu geleneğin bir başka usta sanatçısı merhum Çekiç Ali 39 yaşında vefat etti. Bunun özellikle "ustalar" arasında adeta bir kader gibi benimsendiğini tesbit ettiğimizi belirtelim. (Abdal aşireti ve bozlaklar konusunda daha geniş için Kalan Müzik'in "Arşiv Serisi"nde yayınlanan "Kalktı göç eyledi"adlı Muharrem Ertaş albümünün kitapçığına bakılabilir.) 1970 'lerden sonra önce radyo ve plak, daha sonra da televizyon ve kaset gibi kitle iletişim araçlarını kullanarak daha geniş bir pazara seslenme imkanına kavuşan yöre sanatçıları, yine de düğünlerde çalmayı hiçbir zaman bırakmamışlardır. Bu, şüphesiz aynı zamanda arz -talep konusu. Ve böylece zaman içinde kendiliğinden oluşan o çok büyük mahalli şöhretin dar kalıplarını kırarak geniş kitlelere ulaşan, hatta tüm Türkiye'ye seslenen, o yöreye mensup ilk mahalli sanatçı merhum Hacı Taşan olmuştur. Bunun hikayesini kendisinden dinleyelim: "Askerliğimi 1950'de İstanbul Maçka'da yaptım. Askere gitmeden önce çalıp söylemede bir hayli ustalaşmıştım. O sıralar rahmetli Muzaffer Sarısözen yurdun her tarafını gezip türkü derliyordu. Bir gün çıkıp Keskin'e geldi. Bizi Halkevi binasında topladı, o günlerde yayınladığı Folklor Saati'nde yer vermek üzere seçme yapacağını söyledi. Keskin'de bir hafta kalarak birçok mahalli sanatçıdan derlemeler yaptı. Daha sonra seslerimizi radyoda yayınladı. Radyo ile ilişkim ilk böyle başladı. Sarısözen bizi daha sonra zaman zaman Ankara'ya radyoya davet ederek çalıp söyletti. Sarısözen'den sonra Nida Tüfekçi, Mustaf Geceyatmaz ve Ali Can'larla tanıştım ve radyoda programlar yaptım." Neşet Ertaş'ın elinde sazı ile "radyoevine çıkmak" için ilk defa Ankara'ya gelişi de bu olaydan sonradır: "Baktım bir gün radyoda Hacı emmim türkü söylüyor. Babam Muharrem ustadan bellediği bir bozlak bu: 'Aman aşağıdan Yusuf Paşam gelirken gelirken / Düşmanına karşı koyan merd olur...' öyle bir heyecanlandım ki, yerimde duramadım. 'Ben de gidip radyoya çıkacağım' dedim. 'Madem Hacı emmimin söyledikleri radyoda çalınacak kadar kıymetli, o zaman benim okuyacaklarımı da yayınlarlar' diyerek elimde saz, Ankara'ya, Sarısözen'in yanına geldim..."tabii Neşet Ertaş daha sonra, Hacı Taşan'la birlikte, radyoda en sık program yapan mahalli sanatçılardan biridir artık. Eserleri : Hacı Taşan'ın repertuar itibarıyla yöresinin dışına pek çıkmadığını görüyoruz. Başta Keskin olmak üzere, Yozgat, Kırıkkale, Kırşehir, Kaman ve Şereflikoçhisar gibi yerlerde dolaşmış, buraların bozlak ve halay havalarını, türkülerini kendine has bir üslupla çalıp söylemiştir. Son yıllarında, Pir Sultan Abdal, Deli Boran, Seyit Süleyman, Derviş Ali ve Dertli gibi halk şairlerinin şiirlerini çeşitli formlarda ezgilendiğini görüyoruz. Gerek sözleri bu ünlü halk şairlerinin şiirlerine ait eserler, gerekse anonim karakterdeki diğer eserlerine baktığımız zaman Hacı Taşan'ın repertuarını form ve içerik yönünden üç ana grupta toplamak mümkün: 1.Türküler/Samahlar 2.Halaylar/Oyun havaları 3.Bozlaklar/Ağıtlar Birinci kategoriye giren pek çok türkünün yanında, Keskin Samahı olarak da anılan "Döndün mü benden yüzü dönesi" sözleriyle başlayan eser, Hacı Taşan'ın repertuarında bir istisna teşkil etmekte. İkinci grupta değerlendirilebilecek eserlerin en bilinenleri şüphesiz "Arzu Kamber halayı" ile "Bugün ayın ışığı" adlı halay türküleridir. Başta hocası Muharrem Ertaş'tan öğrendikleri olmak üzere, Hacı Taşan'ın repertuarının bozlak yönünden hayli zengin olduğu söylenebilir. "Ankara'da yedim taze meyvayı" sözleriyle başlayan Keskin'li Sefer'in ağıtı başta olmak üzere "Akşamdan mı geçtin", "Erciyes'ten duman kalktı" ve "Giyindim kuşandım gittim düğüne" benzeri ağıt türünde de hayli eser olduğu söyenebilir. Bunlardan sözleri kendisine ait olan var mıdır, tam olarak bilemiyoruz ancak ünlü "Açtım perdeyi de turnamı gördüm" bozlağı için kendisi şöyle bir hatırasını naklediyor: "Necati adında çok sevdiğim bir dostum vardı. Kırıkkale'de hapse düştü. Ziyaretine gider gelirdim. Bir gidişimde 'Hacı, içerde dolaşırken pencereden baktım ki bir turna kafilesi gidiyor, duygulandım, bir dörtlük yazdım. Şunun sonunu da sen getir' dedi. Bunun üzerine oturup şiiri tamamladım ve sazımla da çalıp okumaya başladım". Tavır ve Üslubu Merhum Hacı Taşan'ın, bir Muharrem Ertaş gibi tiz perdelerde de aynı gücü ve parlaklığı koruyan tiz bir sesi olmamasına rağmen, kendi rengi ve sınırları içinde güçlü bir sese sahip olduğunu söylemek gerekir. Önemli olan daha ziyade bu sesi kullanma tavır ve şeklinden doğan üsluptur ki, bu konuda ismi, "üslup sahibi mahalli sanatçılar" ın başında anılsa yeridir. Gür ve dolu bir ses, sesi bazen öne, bazen geriye atan bir ağız ve nefes kullanımı, özellikle tizlerde başarıyla uyguladığı kafa sesi, bazen sert, bazen yumuşak trillerden oluşan gırtlak nağmeleri ve doğal vibrasyonlarla zenginleşen renkli bir okuyuş tarzı... Ve hemen hemen bütün bu tekniklerin ya da benzerlerinin bağlamaya adaptasyonu ile ortaya çıkan lirik ve canlı bir bağlama çalma üslubu... Orta Anadolu müzik geleneğinde kendine has bir çizginin temsilcisi olan Hacı Taşan'ın sanatı ile ilgili elbette çok şey söylenebilir. Kendisiyle beraber Çekiç Ali ve Neşet Ertaş gibi sanatçıların da ustası olan Muharrem Ertaş'ın Hacı Taşan üzerindeki bariz etkisini belirtmek gerekir. Fakat Hacı Taşan'ın hiç bir zaman taklide düşmediğini, kendi tavır ve üslubunu kısa zamanda bulduğunu ve kendi ustalığını konuşturduğunu biliyoruz. Hacı Taşan'ın bu "nevi şahsına münhasır" sanatçı kişiliği üzerinde Keskinli olmasının ağırlıklı yönünü vurgulamak gerekir. Çünkü Keskin Orta Anadolu'nunen zengin halay bölgelerinden biri olduğu kadar, bu halayların eşlik sazı olan davul zurnanın da en iyi icra edildiği yörelerden biridir. Hacı Taşan'ın saz çalma ve türkü söyleme üslubunda bariz bir davul zurna tesiri vardır. Öte yandan Keskin, yazının başında vurguladığımız coğrafi konumu bu konumdan kaynaklanan kültürel zenginliğini müzikal zenginliğe dönüştürebilecek bir sanat potansiyeline her zaman sahip olmuştur. Yöredeki Alevi-Bektaşi kültür birikimini de kendi kültürel potasında eriterek başarılı sentezlerin ortaya konulduğu Keskin musıki folkloru, Hacı Taşan'la en güçlü yorumcularından birine kavuşmuştur. Ailesi Aslen Yozgat/ Yerköy'ün "teflek" abdallarından olan karısı Naile Taşan, en küçük oğlu Sondur Taşan'la birlikte, Akdere'de, metruk bir gecekonduda kendi tabiri ile "çile doldurmaya devam ediyor". Fethi, Seyfettin, ve Sondur adında üç erkek, Bahalı, Nazlı, Güler, Sevda ve Sevdur adlı beş kızı olan Taşan ailesinin erkek evlatları, atalarından, dedelerinden görüp öğrendikleri şekilde düğünlerde çalarak ekmek paralarını kazanmaya çalışıyorlar. Taşan soyadı ile bugün Keskin'de aktif sanat hayatını sürdürenlerden Kudret Taşan ve kardeşleri ise Hacı Taşan'ın yeğenleri... Repertuarındaki bozlaklar arasında göçebe Türkmen aşiretlerinden biri olan Cerit aşiretinin göç ve iskan meseleleri ile ilgili bozlaklar da bulunan Taşan'ın Cerit Türkmenlerinden olma ihtimali hayli kuvvetli. Öte yandan bizzat karısının ifadesine göre, kendisi Ceritlerden olduğunu söylermiş. Cerit aşiretiyle ilgili kaynaklardaki mevcut bilgi de Taşan'ın Cerit olma ihtimalini güçlendiriyor: "Bozulus'un Orta Anadolu'ya gelmesinden sonra ikiye ayrılarak bir kısmının Yeni İl Türkmenlerinin içine karıştığı tesbit olunan Ceritlerin diğer bir bölümü ise Keskin havalisindeki Bozulus içinde yer almakta idi.(...) Hükümetin Keskin havalisindeki Bozulus Türkmenlerini Rakka bölgesine yapılan iskana tabi tutmasının yanında, Beliç nehri boylarına yerleştirilen Cerit aşireti bir müddet sonra yavaş yavaş iskan mahallini terk ederek Çiçekdağı, Kırşehir ve Bozok(Yozgat)tarafına dağıldılar. Geride kalanlar ise 'giden evlerimiz gelmedi' diyerek üçer beşer kaçıp onlara katıldı. "Sözlerinin Dadaloğlu'na ait olduğu sanılan Hacı Taşan'ın söylediği pek çok bozlaktan biri olan şu bozlak özellikle bunu anlatır: Cerit Irakka'dan sökün edince Açılsın Urum'un yolu Cerid'in Silsüpür oğlu Fettah beyim ölünce Kırıldı kanadı kolu Cerid'in Tanpınar ve "Billur Piyale" Hacı Taşan'ın çalıp okuduğu türküler arasında, farklı kaynaklardan geldiği ve bir başka kültürel zenginliğe dayandığı belli olan öyle türküler var ki, bunlardan biri de elinizdeki albümde de yer alan "Billur Piyale" adlı eserdir. Folklor ve türküler üzerine henüz aşılamamış titiz ve dikkatli yorumlar, bakış açıları getiren ünlü kültür ve edebiyat adamı Tanpınar, bu türkünün Erzurum'da karşılaştığı varyantı ile ilgili, "Beş şehir" adlı eserinde ilginç yorumlarda bulunur: "Bin türlü acemiliği, saflığı, içinde bu küçük parça baştan aşağı incelik, zevk, lezzettir. Gerçekten billur bir kadeh...Belki büyük bin geleneğin son tezgahında yapıldığı için küçük bir çatlaklığı, tadını artıran bir donukluğu var... Fakat mesela Behzad'ın elinden çıkmış bir minyatür kopyası gibi bütün bir tarz, bütün bir edadır. Asıl güzel tarafı bu küçük billurdan bütün zevki, hayatı, düşünceyi, zaman telakkisini fışkırtan bestedir. Esnaf sıra gezmelerinde söylendiği tahmin edilen bu türküye Orta Anadolu'da da rastlanıyor.(...) "Billur Piyale" bizi "mahalle klasik" adını verebileceğimiz orta sınıf musikisine götürür.. "Tanpınar'ın işaret ettiği Orta Anadolu varyantının, bizzat Hacı Taşan'ın çalıp okuduğu eser olma ihtimali oldukça yüksek. Çünkü bu türkünün derlendiği kaynak kişi de Hacı Taşan'ın kendisidir. Kalan Müzik'in "Arşiv Serisi"nden daha önce yayınlanan Muharrem Ertaş albümü ve bundan sonra yayınlanması planlanan Çekiç Ali albümü ile, Türk halk müziği coğrafyası içerisinde her yönüyle farklı ve güçlü bir çizgiyi temsil eden Orta Anadolu abdal/aşiret müziğinin en özgün ve rafine örnekleri yayınlanmış oluyor. Müzikoloji tarihi açısından olduğu kadar Anadolu halk müziği tarihi ve genel musıki kültürümüz açısından da büyük önem arz eden bu "üç bozlak ustası" ile ilgili çalışmayı büyük bir zevk ve heyecanla yaptığımı belirtmek istiyorum. Benimle aynı heyecanı paylaşan Kalan Müzik sahibi ve yapımcı sevgili Hasan Saltık'a, müziğimiz ve kültürümüz adına teşekkür borcumuz vardır. 9 Mart 1983 tarihinde, geçirdiği üçüncü kalp krizinde 53 yaşında kaybettiğimiz Hacı Taşan'ı bir kez daha rahmetle anarken, aynı zamanda karısıyla teyze çocuğu olan üstad Neşet Ertaş'ın Hacı Taşan'a söylediği ağıtın içli sözleri ile noktalamak istiyorum: Bütün ahbaplar ansın adını Anlayan alırdı onun tadını Emmisi, dayısı, garip kadını Döşeyin evleri Hacı geliyor Bir garip ölümü acı geliyor Hizmet için nice dağlar aşanı Keskin'li bilirler Hacı Taşan'ı Bunca hizmetleri hani, boşa mı Açılsın meydanlar Taşan geliyor İnsan hizmetine koşan geliyor Var mıdır insandan daha üstünü Bir bilirdi düşmanını dostunu Diksinler Keskin'e onun büstünü Açılsın meydanlar Hacı geliyor Bir garip ölümü acı geliyor Anam Keskinlidir, babam Kırşehir Gönülden geldi de eyledim kahır Saygım var insana evveli ahir Açılsın meydanlar taşan geliyor İnsan hizmetine koşan geliyor Bayram Bilge Tokel http://www.turkuler.com'dan alıntıdır |
17.05.2009, 09:50 | #10 |
Çevrimdışı
|
Cevap: Halk Ozanları Burada
Emeğine sağlık dost
|
Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz |
Etiketler |
burada, halk, ozanları |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
|
|
Önemli Uyarı | |
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz. |