Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Eğitim | Öğretim > Terörle Mücadele

Terörle Mücadele SEN! Kendi geleceğin için ülkenin geleceğine sahip çık ve bu halinle yeryüzünde nefretin değil, sevginin temsilcisi ol!


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 14.04.2016, 21:36   #1
Çevrimdışı
Heliosaga
Cehennem Yolcusu

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart DHKP-C Bilmecesi, Mustafa Duyar'ın Eşi Semra Polat Anlatıyor!



Sabancı suikastinin itirafçı sanığı Mustafa Duyar'ın, 7.5 yıl hapis cezasına çarptırılan eşi Semra Polat, yargılandığı mahkemeye verdiği 30 sayfalık el yazısı itirafta, Bayrampaşa Cezaevi'nde yasadışı DHKP-C örgütü militanlarının yaptıkları işkenceyi en ince ayrıntısına kadar gözler önüne serdi. Örgüt arkadaşları tarafından daha önce infaz edilen Latife Ereren ve Şimal Aydın gibi işkence ile öldürülmekten güçlükle kurtulan Polat, ‘‘Benim için Pişmanlık Yasası'ndan faydalanıp faydalanmamak önemli değil, Bayrampaşa Cezaevi'nde diğer mahkumlar tarafından yapılan işkenceler ailemle görüştürülmemem de önemli değil. Önemli olan örgütün gerçek yüzünün ortaya çıkması’’ dedi. Yasadışı DHKP-C örgütünde yaşanan bölünmeden sonra Bedri Yağan grubunda yer alan kalp hastası Ekrem Akkılıç'ı öldürdükleri belirtilen infaz timinin komutanı Semra Polat 1995 yılının Haziran ayında polis tarafından yakalandı. Daha sonra tutuklanarak Bayrampaşa Cezaevi'ne konan Polat, örgütten ayrılmak isteyince akıl almaz işkencelerle karşılaştı. Yargılandığı İstanbul 5 Nolu DGM'ye Bayrampaşa Cezaevi'nde yaşadığı olaylar, gördüğü işkencelerle ilgili 30 sayfalık mektup yazan Polat, ayrılma isteğini belirten yazıyı verdikten 2 saat sonra Suna Ökmen tarafından yemekhaneye çağırılmasıyla birlikte cezaevindeki işkence dolu günlerin başladığını yazdı.


Alıntı:

Örgütte 89 yılından, yakalandığım 95 yılına kadar aktif olarak faaliyet yürüttüm. örgütle tanışmam terör örgütüne giren insanların çoğunluğu gibi dernekler aracılığı ile olmuştu. örgüte hangi duygularla girmiştim? Elbette bunun ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik birçok nedeni var. fakat beni örgüte bağlayan nedenler daha çok duygusaldı. örgütün devrimci sanat, devrimci kültür adı altında gençleri etkilemek için kullandığı duygusal ve dramatik ajitasyon ve propagandaları ile örgütlü faaliyet içinde birlikte çalışma yürüttüğüm insanlara olan kişisel yakınlığım ve onlarla aramda kurduğum bağların manevi yönü ağır bastığı için bu kadar uzun süre örgüt içinde kaldım ve çalışmalarıma devam ettim.

İdeolojik olarak örgütü başlarda asgari olarak biliyordum. ancak hedefleri, amaçları ve bu hedeflere varmak için kullandığı yöntemler konusunda terör örgütü dhkp/c ile birlikte olduğum süreç içerisinde her geçen gün daha fazla bilgi sahibi oldum. günlük mücadele pratiği içinde, işin ideolojik ve siyasi yönü ile ilgilenmeye pek fazla gerek duymadım. gerek duymuş olsam bile bunun pek fazla önemi olmayacaktı. ideolojisi ve hedefleri önceden başkaları tarafından belirlenmiş ve yine siyaseti başkaları tarafından oluşturulan, kurulu bir örgüte girmiştim. bu örgütte mücadele ediyor olmak; bu örgütün ideolojisini, siyasetini, taktik ve stratejilerini kabul etmek anlamına geliyordu zaten.

Kendimi ciddi anlamda sorgulama sürecini yaşadığım zamana kadar da örgütle ilgili ciddi hiçbir soruyu kendime sormamıştım. nasıl bir dünya kurmak istediği, amacının ve ideolojisinin ne olduğu, verdiğimiz mücadelenin bizi nereye doğru götürdüğü, kullandığı yöntemlerin doğruluğu ve yanlışlığı, verdiğini iddia ettikleri mücadelenin kazanç ve kayıpları, haklılığı, haksızlığı... bir amaca bağlanmadan ve bu amaç uğruna mücadele edilmeye başlamadan önce sorulması gereken tüm bu soruların hiç birini daha önce sormamıştım. tıpkı şu an gençlik heyecanları, ekonomik, sosyal, kültürel nedenler, ailevi problemler ya da örgütün propaganda ve ajitasyonlarından etkilenerek örgüte giren, mücadeleye devam eden, bırakan, cezaevinde olan ya da örgütle şu ya da bu biçimde temas halinde bulunan insanların çok büyük bir çoğunluğu gibi.

Bunun benim için bilinçli bir seçim olmadığını anlayabilmem için uzun bir zaman geçmesi, kişilik yapımın gelişmesi ve olgunlaşması, yüce olduğu iddia edilen ideallerle çelişen çarpıklıkları görmem ve sorgulamam gerekti. bedelleri ağır da olsa acı ve düş kırıklıklarıyla dolu bunca yıldan sonra gerçekleri yaşayarak öğrendim… kendime çıkış noktası olarak bunu aldım ve terör örgütü için potansiyel oluşturan genç insanların da aynı kayıpları, acıları yaşamalarını, bu bedelleri ödemelerini ve kendileriyle birlikte ailelerine de bunları yaşatmalarından sakınmalarını sağlamak amacıyla kendi deneyim ve tecrübelerimi kaleme almaya karar verdim.

Eğer ortada bir tercih olacaksa, bunun bilinçli bir tercih olması ve terör örgütü hakkında asgari de olsa fikir sahibi olunması gerekir. bu ise terör örgütünün tek yanlı propagandalarının dışına çıkarak, sağlıklı ve tarafsız bir kafa yapısı ile araştırmayı, sormayı, sorgulamayı ve gerçekleri öğrenmeye çalışmayı gerektirir.

Yaşadıklarım, deneyimlerim, tecrübelerim bu konuda uyarıcı olabilir ve insanların uyanık olmalarını sağlayabilirse ne mutlu bana.

Ben burada daha çok 1995 yılı haziran ayında yakalanıp, cezaevine girdikten sonraki süreci, basın ve tv’lere de konu olan gördüğüm işkenceleri, yaşadığım çelişkileri ve hissettiğim duygu ve düşünceleri anlatmaya çalışacağım. insan hakları savunuculuğunu hiç kimseye bırakmayan terör örgütünün, bana yapmış olduğu, yaklaşık 1,5 yıllık işkence sürecini anlatırken, bire bir yaşadıklarımı ve hissettiklerimi insanlara aktarabilmenin ve aynı duygulara yakın duyguları hissedebilmeleri ve anlayabilmelerini sağlamanın zorluğunu bilmeme rağmen, elimden geldiği ve dilim döndüğünce buna gayret edeceğim.

Örgüt ne için mücadele eder? Amacı nedir? Onlara sorarsanız, insan hakları ve demokrasi savunucularıdırlar. amaçları, yeryüzünden sömürüyü ve eşitsizliği, adaletsizliği ortadan kaldırmak ve dergi, kitaplarında çizdikleri o toz pembe dünyayı yaratmaktır. haksızlığa, ikiyüzlülüğe, yalana, dolana karşıdırlar. erdemlerin savuculuğunu yaparlar.

Peki böylesine yüce ideallerin savunucusu olduklarını ve bunun mücadelesini verdiklerini iddia edenlerin bu değer yargılarına yakışan bir anlayışa ve mücadele yöntemlerine uygun bir iç tutarlığa sahip olmaları gerekmez mi? İnsan haklarından bahsedenler, önce kendileri insan haklarına saygılı olmalıdır. işkenceye karşı olan, işkence yapmamalıdır. demokrasiyi savunan, önce kendi içinde demokrat olmalıdır. yalana karşı olan yalandan, ikiyüzlülüğe karşı olanın sahtekarlık ve entrikadan uzak durması gerekir. bunlar genel geçer ilkelerdir.

Terör örgütü bunların neresindedir? Örgütün iki yüzü vardır. birincisi, propagandasını yaptıkları insanları etkileyip kendi içine çekmek için, gerek sözlü, gerekse dergi ve kitaplarında yansıttıkları yüzleri. ikincisi ise; karşı karşıya kalanların bilebildikleri, anlayabildikleri yüzleri. bu ikinci yüz, terör örgütünün yüzüne taktığı cilalı maskeyi indirdiğinizde görünür.

Ben büyük acılar yaşayarak ve bedeller ödeyerek öğrendiğim terör örgütünün gerçek yüzünün görülebilmesi için, bu maskeyi başka insanlarla birlikte aralamak istiyorum.

Örgütle ilgili sorgulama sürecine cezaevine girdikten ve burada yaşadıklarımdan önce başlamıştım. bırakmayı istiyordum örgütü ve bunu defalarca dile getirmiştim. her seferinde farklı bir bahaneyle bunu duymazlıktan geliyor ve bana ihtiyaçları olduğunu, bırakamayacağımı söylüyorlardı. “darbe süreci, sana ihtiyaç var, operasyon oldu toparlanmalıyız, yakında parti olacağız…vs..” açıklamalarla bırakmamın mümkün olmadığını hissettiriyorlardı. üstelik her bırakmak istediğimde bir üst konuma sıçratıyor ve yeni sorumluluklar veriyorlardı. verilen işleri isteksizce yapıyordum. örgütle ilgili yaşadığım çelişkiler, gördüğüm çarpıklıklar ve bunun sonucu olarak örgütü bırakmak istiyor oluşum dikkatimi ve motivasyonumu dağıtmıştı. bu duygu, düşünce ve ruh hali ile gözaltına alınmıştım. gözaltında olduğum süre içindeki tek düşüncem bir an önce cezaevine gitmek, bir biçimde bırakmak istediğimi söyleyerek örgütten ayrılmaktı. örgütle ilgili birçok çarpıklığı görmeme ve çelişkiler yaşamama rağmen, sorun yaşamadan ayrılma isteğimi dürüstçe ve bir biçimde ifade ederek ayrılmak istiyordum. daha önce ayrılma isteğimi belirttiğim dönemlerdeki gibi kolay kolay kabullenmeyecekleri ve beni ikna etme çabası içine gireceklerini düşünüyordum. ama kararım kesindi. kabul etmemeleri ya da beni ikna çabaları sonuç vermeyecekti.

Cezaevine girdiğimde karşılaştığım tablo sorgulayan ve meraklı bakışlar oldu. bana nasıl alındığımı, neden çatışmadığımı soruyor ve özeleştiri istiyorlardı. ardı arkası gelmeyen sorularla üzerime geliyor, yükleniyorlardı. şaşırmıştım. daha yaşadığım sürecin etkilerini üzerimden atıp, kendimi toparlamamı bile beklemeden üzerime gelmeye başlamışlardı. ve uğruna mücadele ettiğim örgütün insanları tarafından hiç de dostça karşılaşmamıştım. bu yaşadığım küçük bir şok oldu benim için. bir zamanlar kendimi onlarla özdeşleştirdiğim örgütün tavırlarında küçümseme ve düşmanlık sezinlemiştim. sanki dışarıda ve içeride iki ayrı örgüt varmış hissine kapıldım. ama işin bu yönüyle fazla ilgilenmemeye karar vermiştim. zaten bırakmak istiyordum ve bunu açık bir dille ifade ettim. bırakmak istediğimi ve bağımsız bir koğuşa geçmek istediğimi söyledim onlara. bana “neden önünü tıkıyorsun? Bunu biraz daha düşün” vb. bir yığın şey söyleyerek vazgeçmemi istiyor ve buna çaba sarf ediyorlardı. kararımın kesin olduğunu ve net olduğunu anladıktan sonra, tavırları keskinleşmeye, sertleşmeye ve düşmanlaşmaya başlamıştı.

Örgüte yazdığım raporda sorularını yanıtladım ve düşüncelerimi belirttim. benim örgütle bağımı bugüne kadar ideolojik değil, duygusal olarak kurduğumu, mücadele süreci içerisinde birçok insanlarla anılar yaşadığımı, beni örgütte tutanın daha çok bu duygusal bağlar olduğunu, örgütü ideolojik olarak benimseyebildiğimi sanmadığımı, gözaltına alınmamın sorumlusunun örgüt olduğunu, olanaksızlıklarım yüzünden deşifre yerlere uğramak zorunda kaldığımı ve bunu örgüte defalarca belirterek, böyle giderse bir gün takip edileceğimi ve operasyona neden olursam bunun sorumlusunun, defalarca belirttiğim halde duyarsız kalan örgüt olacağını söylediğimi, üstelik bırakmak istediğim halde “sen eskisin ihtiyaç var” diyerek bırakmadıklarını….vs. anlattım.

Zaten cezaevi bir garip dünyaydı ve yukarıda da belirttiğim gibi, insan dışarıda fark edemediği birçok şeyi burada görme şansını yakalıyordu. örgüt ve onun anlayışı dışarıdan içeriye taşındığında ve cezaevi gibi dar bir mekana sıkıştığında gerçek yüzü sırıtıyordu ve bu yüzünü ne gizleme imkanı oluyordu, ne de buna gerek duyuyorlardı. insana dışarıda ve içeride iki ayrı örgüt varmış gibi gelmesinin nedeni de, bu dar alana sıkışmış örgütün insanlarının zaten cezaevine düşmüş olmaları ve ortamın özgürlüğü nedeniyle, dışarıdaki o ılımlı ve olgun maskeyi yüzünden çıkararak gerçek yüzüyle davranmasındandı. bu yüzden ilk bakışta dışarıdaki insanlar, içeride bana başkaları gibi gelmişti.

Bırakmak istediğimi belirten yazıyı verdikten yaklaşık iki saat sonra, suna ökmen beni yatakhaneden yemekhaneye çağırdı. herkes yemekhaneyi boşaltmıştı. filiz gencer ve serpil yıldız yemekhanede bir masada oturuyorlardı. serpil yıldız buyurucu bir tonla “otur” dedi. “derdin ne anlat bakalım?” Dedi. suratı kireç gibiydi, içimden “bu kız niye böyle kireç gibi olmuş? Bunlar manyak mı?” Diye düşünerek, biraz da şaşkınlıkla cevap verdim. “bırakmak istediğimi yazdım”. bırakmak istediğimi dışarıdayken de yazmıştım. şubeye ve dışarıya ilişkin raporumu da verdim” dedim. “terbiyesizlik yapıyorsun” dedi. ben de terbiyesizlik yaptığımı sanmadığımı söyleyerek yanıtladım onu. “şu andan itibaren gözaltına alındın tuvalete giderken bile, arkadaşlardan izin alacaksın” dedi serpil yıldız. o an büyük bir hayal kırıklığı yaşadım ve içimde tarif edilmez öfke oluştu. “olur, şimdi yukarı çıkabilir miyim?” Dedim. “tabii ki nöbetçinle” diyerek yanıtladı beni serpil yıldız. benim arkamdan, daha sonraları tam bir ruh hastası olduğunu anlayacağım suna ökmen koşturuyordu. benim nöbetçim olarak onu vermişlerdi. nöbetçili günler başlamıştı. cezaevinde ikinci cezaevini yaşayacağım ve tutsaklığın ötesinde büyük acılar yaşayacağım günlerin başlangıcıydı bu. ve bu adımlar, bu uzun, yorucu ve iğrenç yolculuğa doğru attığım ilk adımlardı. bu adımları hızlı hızlı atıyordum. amacım suna ökmen'i, yani hayatımın nöbetçisini kızdırmak ve sinirlendirmekti. bundan sonra, tuvalete gidip gitmeyeceğime bile o karar verecekti.

Örgütün birisine “seni gözaltına aldık” dediğinde, bunun ne anlama geldiğini öğrenmem için, biraz daha zaman geçmesi gerekiyordu.

Ranzaya vardığımda; “kımıldama, arama var” dedi. aynı esnada aşağıdan filiz gencer geldi ve “semra hariç herkes aşağıya insin, duyurumuz var” dedi. anlaşılan benim gözaltına alındığım koğuşa anlatılacaktı. elbiselerimi arayan yeter ve elmas adlı iki gence uzun uzun baktım. içimden “şimdi bu şartlanmış ve çoğu bilinçsiz insanlar, örgüt ne derse uyguluyorlar. hem de büyük bir şevkle. aynen bir zamanlar benim de hiç bir şeyi sorgulama gereği duymadan yaptığım gibi. oysa gözaltına alınmam için hiç bir neden yok. tabii ki bırakmak istememi saymazsak. kim bilir bu insanları bana karşı nasıl doldurup, yönlendirecekler” diye geçirdim.

Beni en dip ranzaya aldılar. arkada perdelerle yapılmış özel bir bölümün ön kısmına. bu bölüme yalnızca sorumlu olanlar girebiliyorlardı. bu bölümün gizemi ve ne işe yaradığını henüz ben de bilmiyordum. benim ranzamın yanındaki ranzaları boşaltıp, buraya bir sandalye yerleştirdiler. ve bir de defter. bu deftere ne yaparsam, tüm hareket ve davranışlarımı istisnasız not ediyorlardı. saat akşam 23.00 gibiydi. 26 haziran’da gözaltından alınarak cezaevine getirilmiştim sanırım. 7 temmuz gibi beni örgüt gözaltına almıştı. yataktan aşağıya inmek bile yasaktı. korkunç bir duyguydu bu. tepemde ranza tahtası ve tam burnumun dibinde nöbetçi, her hareketimi elindeki deftere not ediyor. bunda ki amaçları neydi? Bunu o sırada tam olarak çözemiyordum. zaten zorlu bir süreçten sonra cezaevine gelmiş, kendimi toparlamaya bile fırsat bulamadan, içerideki zebanilerin iğrenç ve beni hayal kırıklığına uğratan tavırlarıyla karşılaşmıştım. kafamı toparlamakta güçlük çekiyordum. sanki yaşadıklarım bir kabus gibiydi.

İçimden bu olanlara inanmak gelmiyordu. bazen bunların şaka olduğunu düşünmek ve kabullenmek istemiyordum. ama zaman geçtikçe, bunun ne bir şaka, ne de bir rüya, benim, görmemekte ve anlamamakta daha önceleri ısrar ettiğim gerçeklerin ta kendisi olduğunu anladım. başıma nöbetçi dikip, her hareketimi not almalarının nedeni psikolojik olarak beni yıpratmak ve zayıflatmak olabilirdi. ama buna gerek duymalarının nedeninin ne olduğunu çözemiyordum. ortadaki tek sorun, örgütü bırakmak istemem ve bunda kararlı olmamdı. her şeyin nedeni gerçekten bu olabilir miydi?

“kağıt-kalem istiyorum” dedim. verdiler. “beni gözaltına alamazsınız, açlık grevine gidiyorum” diye yazdım. “böyle yaparsan işin zorlaşır, bununla bir sonuç alacağını ve gözaltını kaldıracağımızı umuyorsan, yanılıyorsun” dediler. gittikçe nefret ediyordum onlardan ve moralim de çok bozuktu. ama içimden “bu durumu kısa tutmak için sabırlı olmalıyım” diye düşünerek avutuyordum kendimi. iki gün açlık grevi yaptım.

Adına gözaltı dedikleri iğrenç süreç her geçen gün uzadıkça dayanılmaz hal alıyordu. kendime sürekli bunun ne zaman biteceğini soruyordum. sıkıntım ve isyan duygularım gün geçtikçe artıyor ve bu durumun daha fazla uzamasına tahammül edeceğimi sanmıyordum. hiç bir kurtuluş ve kaçış imkanım yoktu. bu durum uzadıkça bunun ciddi ve sistemli psikolojik işkence olduğunu kavramaya başladım. akşama kadar sadece yataktaydım ve okumam için kitap dahi verilmiyordu. ziyarete nöbetçilerle çıkabiliyordum. nöbetçilerle aramda sinir savaşı başlamıştı. başka türlü olması da zaten mümkün değildi. çünkü bana yaptıkları psikolojik işkence, sıkıntı, acı ve tahammülsüzlüğümü ve de tepkimi böyle dışa vuruyordum. onlarla sık sık tartışıyor, tepkisellikle karışık öfkemi dile getiriyordum. neredeyse 10-20 dakikada bir tuvalete çıkıyordum. bunu hem bir eylem ve tepki biçimi olarak görüyor, hem de böylece hiç hareketsiz sıkıntıdan patladığım yatağımdan kalkarak hareket etme şansı buluyordum. bu konuda da epeyce tartışıyorduk.

Bu şekilde neredeyse bir hafta kadar geçti. bir gece yarısı beni uykudan uyandırıp, nöbetçi eşliğinde yemekhaneye indirdiler. yine filiz gencer ve serpil yıldız ve masada ufak bir de teyp duruyordu. teybi, konuşmalarımızı çekmek için bulunduruyorlardı masada. onların, sorgulama konusunda gerçekten de gitgide uzman olduklarını ve bu işi ciddiye aldıklarını düşünmeye başladım.

Gördüğüm her şey ve yeni durum beni önce şaşırtıyor, ardından yadırgadığım bu yeni duruma alışıyordum. bana “samimi ol, bildiğimiz şeyler var, zamanı gelince açıklarız” diyor, her şeyi anlatmamı istiyorlardı. bense anlamsız bir ifadeyle gözlerine bakıyordum. “bunlar ya şaşırmış, ya da ruh hastası olmalılar” diye düşünüyordum. “niye normal davranmıyorlar, bildikleri ne olabilir ki? Örgüte göre suç teşkil edecek durumum yok benim. üstelik cezaevinde bulunan bir çok kişiden daha iyiydi şube sürecim” diye düşünüyordum. ben de onlara “ne zaman bitireceksiniz gözaltıyı” diyor ve “nöbetçilerin insani koşullara uygun davranmadığını ve davranmaları gerektiğini” söylüyordum.

Oysa nereden bilebilirdim ki kafalarındakileri, benim bu şikayetçi olduğum süreci mumla aratacak baskı ve işkencelere hazırlandıklarını ve niyetlerinin hiç de iyi olmadığını... biraz zaman geçtikçe daha iyi anlayacaktım. bana “biz seninle daha sonra görüşürüz, bir daha nöbetçi arkadaşlarımızla tartışma, sen tutuklusun ve bizlere tavır alamazsın. sadece samimi olacak ve söylenenlere uyacaksın” dediler. bense umursamaz davranmaya devam ediyordum.

Yatak hapsi nöbetçilerle aramda yaşadığım sinir savaşı ile 2 hafta daha devam etti. yavaş yavaş bu duruma konsantre olmaya çalışıyordum. kaçış yoktu. bu durum 2 haftayla bitmeyecekti anlaşılan. bir gün koğuşun pencerelerini yeşil perdelerle kapladılar. koğuş karanlıktı artık. amaçları, sinirlerimi yıpratmak ve başlayacakları yeni işkence yöntemlerinden önce psikolojik olarak beni iyice zayıflatmaktı. gerçekten çok adice ve teknik bir biçimde çalışıyorlardı. sabah 08.00, öğle 12.00, akşam 17.30’da yemek getiriyorlardı. tepsiyi fırlatıyor, küçümsüyorlardı. ben de zaman zaman yemekleri geri çeviriyor ve onlarla tartışıyordum. bu durum uzun süre devam etti.

Karşı koğuşlarda diğer terör örgütlerinden insanlar vardı. bazen havalandırmada top oynarken çıkardıkları sesler geliyordu. bir de ufak kız çocuklarının sesleri, özge ve tanya. içimden “keşke bende özge ve tanya gibi çocuk olsaydım” diye geçiriyordum. cezaevinde olan insanlar dışarıya çıkmayı ve özgürlüklerine kavuşmayı isterler. bense top oynamayı, havalandırmada volta atmayı ve gözaltının bir an önce bitmesini hayal ediyordum.

Bunlar cezaevinde yatan insanların sahip olduğu doğal yaşantıları ve makul istekleriydi. ama terör örgütünün yaşattığı bu olumsuz koşullardan sonra, benim için ulaşılması imkansız hayaller gibi gözüküyordu. ziyarette, aileme durumu belli ettirmemeye gayret ediyordum. gerçi yanımda nöbetçiler vardı ve anlıyorlardı. kahroluyordum ve her geçen gün bin kez pişman oluyordum. bu ruh haliyle gülücükler dağıtmaya çalışıyordum. kendimi değil, daha çok aileme verdiğim acıyı düşünüyor ve üzülüyordum onlar için. minik yeğenlerimin güzel yüzlerini düşünerek günlerimi geçirmeye çalışıyordum.

Haftada bir kez geceleri uyandırıp, yemekhaneye indiriyorlardı. bir masada teyp ve filiz gencer. her çağırdığında üslubu biraz daha sertleşiyordu “artık yeter. uslu uslu otur ve samimi ol. biz hakkında iyi şeyler düşünmüyoruz” diyordu. bense "ne gibi yani? Ben her şeyi söyledim, işbirliği vs. deseniz yapmadım. sadece bırakmak istediğimi ve örgüte yönelik eleştirilerimi yazdım” diyordum. her seferinde tehditvari bir biçimde ”sen bilirsin” diyordu. bu şekilde; kasım ayına kadar devam etti. haftada bir kez banyoya götürüyorlar 5 dakika olmadan “hadi çık” diyorlardı. tuvalete girdiğimde, daha kapı kapanmadan “çık arayacağız” diyorlardı. yüzü de yüreği gibi çirkin olan suna ökmen dışında nöbetçiler sürekli değişiyordu. zaten çoğu çirkindi. sanırım ruh halleri yüzlerine ve mimiklerine yansıyordu. ama suna ökmen ve hayriye gündüz çirkinlik abidesiydiler. benim gözümde onlara baktıkça örgütün iğrenç yüzünü daha iyi görüyordum sanki.

2 saatte bir nöbetçi değişiyordu. bir gün yine tuvalete gittiğimde, yine tuvalet kapısını kapatmadan “çık arayacağız” dediler. artık patladım “yeter be, burada tünel mi var ?” Dedim. “sen ne olduğunu bilirsin” dediler. anlam veremiyor, manasız manasız bakıyordum. “bunlar kesin manyak. burada ne olabilir ki?” Diye düşünüyordum. ama bu psikolojik bir yöntemdi.

Her geçen gün öfkem bin kat artıyordu. evet, gittikçe nefret ediyordum. nöbetçiler kendi aralarında konuşuyorlardı. bilinçliydi tabii ki. tam ben uyumak üzereyken başlıyorlardı. bu da psikolojik baskı yöntemlerinden birisiydi. ben duymuyormuşum gibi, fakat aslında bana duyurma amacıyla aralarında konuşuyorlarmış gibi yapıyorlardı. “enayi nerede olduğunu bilmiyor. üstelik bizi kandıracağını sanıyor, kibarlığından da eser kalmadı. burası cezaevi tabi. bizden kaçmaz. zavallı … vs.” diyorlardı.

Nerede olduğumu bilmediğim doğruydu. ama onların kastettikleri manada değil elbette. bunca yıl boyunca içinde ve uğruna mücadele ettiğim örgütü daha önce tanıyamadığım ve gerçek yüzünü göremediğim için bilememiştim nerede olduğumu, yanlış yerde durduğumu fark edememiştim. bu yüzden yıllardır bilmiyordum nerede olduğumu. ama şimdi öğrenmeye başlamıştım. gecikmiş olarak, hayal kırıklıklarıyla ve acılar pahasına.

Bir gün yine aralarında konuşuyorlardı fısır fısır. bende gözlerimi açıp “siz de biliyorsunuz uyumadığımı” dedim.” sus konuşma” dediler. “neden? Ben sizin köleniz miyim” dedim. “sen ne olduğunu biliyorsun, numara yapma” dediler. bu epeyce kafamı kurcaladı. gözaltı işini daha fazla ciddiye almaya başladım. kendi kendime “acaba bunlar benim ne olduğumu zannediyorlar ki? Resmen psikolojik işkence yapıyorlar” diyordum. zaman böyle geçiyordu. sıkıntılar ve tartışmalarla dolu.

Bir gün yine geldiler. ümraniye cezaevinin kapatılması için açlık grevi başlatmışlardı. bana “süresiz açlık grevine başlıyoruz. sen de açlık grevindesin. geri çekilme hakkın yok” dediler. benden kuşkulanıyor, gözaltına alıp sorguluyor, düşmanca davranıyor, ardından da metazori bir biçimde ve hiç fikrimi sorma gereği duymadan “açlık grevindesin” diyorlardı. nasıl bu kadar pişkin olabildiklerine insan şaşırıyordu. içimden “başımda nöbetçiyle açlık grevi de iyi çekilir” diye düşündüm. onlardan nefret ediyor ve onlar adına açlık grevi yapmak zorunda bırakılıyordum. şimdi sıkıntılarıma bir de zorla yapmak zorunda bırakıldığım açlık grevi de eklenmişti. bundan sonra günler daha da sıkıntılı ve zahmetli bir hale gelmişti…

Sabah 08.00, öğle 12.00, akşam 17.30’da 2 bardak çay ve 1 akide şekeri veriyorlardı. hareketsizlikten bunalıyordum. kitap istiyordum vermiyorlardı. bir de ziyarette aileme durumu fark ettirmemek için gülücükler dağıtmak tam bir zulümdü benim için.

Açlık grevinin 27. gününe gelmiştik. koğuştakiler birbirlerine türlü türlü nazlar yapıyorlardı. kıpırdayamıyorlar, durumlarından yakınıyorlardı. yakınmayla, anlatmaya çalıştığım şey, ya durumlarını abartıp ne kadar fedakâr olduklarını birbirlerine kanıtlama yarışı içine girmeleri, ya da gerçekten dökülüyor olmaları... ben hareketsiz ve onların sahip olduğu birçok olanaktan yoksun ve koşullarım hem fiziki, hem moral anlamında çok kötü olduğu halde kendimi onlardan daha iyi görüyordum. ama tuvalete vs. giderken yalpalıyordum. onlar elde çamaşır yıkamıyor ve ailelere veriyorlardı. bana ise kirli çamaşırlarımı vermek yasaktı.

30. gün olmuştu. artık benim de sağlık durumum oldukça bozulmuştu. 30’lu günleri geçtiğimiz bir gün tuvalete giderken sendeleyerek düştüm. suna ökmen “kalk ayağa salak, birde seninle mi uğraşacağız” diye bağırdı. oysa ki kendisi 20. günlerde düşüp, kalkıyordu… üstelik havalandırmada temiz hava alıyor, tv. seyrediyordu. moral olarak da iyiydi. benim gibi cezaevi içinde ikinci bir cezaevini yaşamak, hakarete uğrayıp küçümsenmek ve kendi çamaşırlarını yıkayıp, zorla açlık grevi yapmak zorunda da bırakılmamıştı. buna rağmen pişkince bağırıp, kendi durumunu görmezlikten gelebiliyordu. yüreği de yüzü gibi çirkin olan suna ökmen... açlık grevinin 30’lu günlerinde bile, hasta ruh yapısını ve komplekslerini tatmin etmekten vazgeçmeyecek kadar sadist ve aşağılık... tıpkı gamze bayram gibi sadist, ruh hastası, henüz ne yaptığını bile bilmeyen zavalı bir mahluk.

Nefretim öylesine çoğalmıştı ve o kadar nettim ki, onların içyüzünü her geçen gün daha iyi kavrıyordum. artık ziyarete çıkmakta zorlanıyordum. aileme “önümüzdeki günlerde görüşe çıkmazsam merak etmeyin” dedim. nefesim daralıyordu. oysa bunu söylerken ailemle aylarca görüştürülmeyeceğimi nereden bilebilirdim. yoksa hastayken bile her ziyarete çıkardım. nöbetçiler bir süre aşağılama kampanyalarından vazgeçtiler. anlaşılan açlık onların performansını düşürmüştü. artık gece sorgulamaya da çekmiyorlardı. yaklaşımlarında oldukça yumuşama vardı. açlık grevinin bitiminde beni bırakacaklarını düşünmeye başlamıştım.

Artık şeker yiyemiyor ve sıvı almakta zorlanıyordum. 43. gün açlık grevi sona erdi. açlık grevi sonrası 1 haftalık süre boyunca günde 3 kez olmak üzere diyet yemek veriyorlardı. doğal olarak, 43 günlük açlık sonunda şiddetli baş ağrıları, mide yanmaları ve karında şişlik meydana geldi. onlar kendileri, hareket ediyor ve sağlıkçıların denetiminde bu ağrıları hafifletmek için mide ilaçları kullanıyorlardı. bir gün ben de artık dayanamadım. mide için ilaç istedim. bana “vücudun kendini toplasın, hiç merak etme, biz sana ilaç vereceğiz” dediler. son dönemlerdeki yumuşamadan sonra, bu sözü iyi niyetle söylediklerini düşünmüştüm. aklıma bir ara “o zaman onlar niye ilaç alıyorlar” diye bir düşünce geldi ama, üzerinde fazlaca düşünüp, sözlerinde bir art niyet aramadım. çünkü açlık grevi sırasında, her hafta tartılıyordum. herkesin kilosunu düzenli olarak tartıyorlardı. koğuşta en zayıf mesude adlı bir kızdı. ben de 40-39-38 kilo arasında gidip geliyordum. ilaç vermemelerinin sebebinin bu olabileceğini düşündüm.

Ama çok yakında bu ruh hastası, iğrenç mahlukların böylesine iyi niyetli bir değerlendirmenin yanından bile geçmeyecek kadar art niyetli olduklarını, kafalarındaki şeytanca planlarını hayata geçirmek için, kendimi toparlamamı beklediklerini anlayıp, saflığıma şaşıracaktım. bu insan müsveddesi, işkenceci psikopatların, bırak gözaltıyı bırakıp, bu işkenceye son vermeyi, daha ağır ve sistemli işkenceye hazırlandıklarını anlamalıydım.

Bir hafta sonra yine uykudan uyandırıp, yemekhaneye indirdiler. serpil yıldız ve filiz gencer masada beni bekliyorlardı. serpil, ilk sorgu hariç, hiçbir sorguya katılmamıştı. üstelik masada teyp de yoktu. onu görünce ve masada teyp de olmayınca yüzümde bir tebessüm belirdi. oturdum masaya. ben, “yanlışlık yaptık, gözaltın sona erdi” diyeceklerini zannediyordum.

Filiz gencer korkunç bir bakış fırlattı. “evet semra oyun bitti” dedi. o an yemekhanenin sigortaları attı. bunun bilinçli bir yöntem olduğunu önceleri anlamadım. fakat sonraları, bu karartmanın onların, profesyonelce uyguladıkları bir psikolojik işkence yöntemlerinden biri olduğunu anlayacaktım. filiz gencer karanlıkta konuşuyordu. “konuşman senin için iyi olur. sen bundan sonra gözaltının ne olduğunu anlayacaksın. biz sana ne yaptık ki şikayet ediyorsun, asıl bundan sonra göreceksin …. !” Dedi. “ne demek yani?” Dedim. ilk kez açık bir dille “artık oynama, polisle yaptığın işbirliğini anlat” dedi. resmen şok olmuştum. içimden; “bu iş ciddi galiba, bunlar benim polis ajanı veya işbirlikçisi olduğumu zannediyorlar” diyerek, ikna etmeye çalıştım. “sadece itiraf etmek için konuş!.. yoksa çeneni açma! Evet mi? Hayır mı?” Dediler. serpil, filiz’e “boşuna uğraşma, sanki polis abileri madalya verecek de hala oyun oynuyor” dedi. suna ökmen’e “götür” dedi filiz. serpil, filiz’e “koşullarını anlatmayı unuttun” dedi. bunun üzerine filiz “ekmek, yemek, su ve sigara yok, itiraf yapana kadar böyle. samimi itiraf yaparsan düşünürüz. partimiz, kimseye vermediği şansı sana veriyor ve senden samimi itiraf bekliyor. samimi olursan durumun hafifler” dedi. ben de “ne itirafı?” Dememe kalmadan “götür” dedi.

Ben nöbetçi eşliğinde yatakhaneye gittim. ranzaya doğru ilerlerken suna ökmen “nereye? Nereye? Perde arkasına kibar komutan. artık kibarlığından da, kibirliliğinden de eser kalmayacak. artist semra” dedi. adeta kin kusuyor, pis dilinden zehir damlıyordu. hayatı boyunca bir baltaya sap olamamış ve hastalıklı kişilik yapısının verdiği aşağılık komplekslerini tatmin edebileceği en mükemmel işi vermişlerdi ona. o da basit beyniyle doya doya tadını çıkarıyordu bu durumun. “kibar komutan, kibirli, artist” cümlesinde bile, bir eziklik, çekememe ve sitem vardı. kendisine bu saçma, sözde ve anlamsız paye verilmemiş ama şimdi, bu payenin daha önce verilmiş olduğu birisine işkence yapıyordu. ne kadar iyi bir tatmin aracı ve oyunu bulmuştu kendisi için. onun bu haline hem büyük bir öfke duyuyor, hem de acıyordum. bulunduğu yerden ve yaptığı işten o kadar memnundu ki ona “başka bir yerde olmak ister misin?” Diye sorsalar, kendini tatmin ettiği bu oyunu bırakıp, asla gitmek istemezdi.

Polis ajanı olduğum, ya da polisle işbirliği yaptığım varsayımından yola çıkarak, benden itiraflarda bulunmamı ve her şeyi anlatmamı istiyorlardı. bu yüzü tanıdıktan ve gördükten sonra bunu yapmış olmayı o kadar çok istiyordum ki, bu iğrenç yaratıkların insanlara, insanlığa zarar vermesini önleyebilecek her şey onurlu bir görev ve insanlık borcu olurdu çünkü. ama maalesef böyle onurlu bir işi yapmak yerine, terör örgütünün adını “savaş” koyduğu, bu kirli ve kanlı oyuna alet olmuştum. keşke çocukluk hayallerime kulak verip büyüdükten sonra da polis olmak isteyip, bunun için uğraş verseydim diye düşünüyordum. fakat beni bu kirli oyuna alet eden terör örgütünün kirli yöntemleri şimdi de beni vuruyordu. adına “halk için mücadele” dedikleri, kirli bir oyun başlatıyor, bu oyunun adını “savaş” koyuyor, sonra da bu savaşın ağırlığını taşıyamayıp paronayak oluyorlardı. psikolojik olarak dengesizleşmiş, kendi ürettikleri kurgulara kendilerini inandırmışlardı. birkaç operasyon yemiş, darmadağın olmuş, şimdi de neye uğradıklarını anlamadıkları bu operasyonların suçunu yükleyecekleri günah keçileri arıyorlardı kendilerine, uzmanlaştırdıkları psikolojik ve fiziki işkence yöntemlerini kullanarak. kendi elleriyle yaratmaya çalışıyorlardı bu suçluları. kim bilir bugüne kadar kimlere uygulamış, kimleri delirtmiş, oyunlarına alet ettikleri kaç günahsız insanı günah keçisi ve suçlu ilan etmişlerdi. örgütlerinin, başarısızlıklarının sorumluluğunu bile üstlenme cesaretinden bile yoksundular.

Birkaç suçlu yaratıp zevahiri kurtarmalıydılar ve bana yapmaya çalıştıkları da buydu. beni perdelerle çevrilmiş bölüme götürdüler. böylece, perdelerle çevrilmiş bölümün gizemini yaşayarak öğrenecektim. bunun daha ağır bir gözaltı ve işkence süreci olduğunu sezinliyordum. kim bilir bu perdeli bölüm daha önce kimleri konuk etmişti? Sadece 3 nöbetçim vardı. ranzamın tepesinde gözlerimi yakan bir lamba ve hiç değişmeyen nöbetçim suna ökmen’le birlikte yeni nöbetçilerim olan gamze bayram ve sevim kocakafa.

Yatağa oturdum. suna ökmen, gözlerini gözlerimden ayırmadan bakıyordu. önceleri neden böyle hiç ayırmadan gözlerimin içine baktığını anlayamamıştım. fakat daha sonra perde arkasına alındığımda gerçeği anladım. 24 saat boyunca gözlerini hiç ayırmadan bakıyorlardı bana. her saat başı nöbetçi değişiyor, ama bir çift göz bana hep bakıyordu. tabi ilk anda anlamamıştım. suna ökmen’e “ne bakıyorsun durmadan?” Dedim. gamze’ye, “gamze flasterle poşeti getir” dedi. gamze flaster ve poşeti getirdi. poşette mavi çarşaflarla örülmüş büyüklü, küçüklü ipler vardı. niyetlerinin kötü olduğunu anladım. “siz manyak mısınız?” Dedim. bunun üzerine suna ökmen “birkez daha konuşursan ağzını flasterle kapatır, ellerini bağlarız” dedi. bende “vay be gerçekten sen yaparsın, ama bir gün senin gözlerine ben de rahat bakacağım” dedim. “bir gün senin mezarının üzerinde otlar bitecek. ölüler bakamaz” dedi. o anki duygularımı anlatamam. sanki boğuluyordum. aklıma birden latife ereren ve şimel aydın geldi. bu resmen bir işkence ve bunlar da işkenceciydi. demek ki latife ve şimel’e de böyle yapmışlardı.

Oysa dışarıdayken bize ne kadarda farklı anlatıyorlardı. sözde bu insanlar kendi suçlarını itiraf etmişler ve bir fiske bile yemeden öldürülmüşlerdi. oysa ajan ve polise bile “işkence yapmayız” diyorlardı. bir de örgüt insan haklarından, demokrasiden yanaymış gibi görünüyor ve işkenceye karşı olduğunu söylerlerdi. onlar değil miydi “işkence insanlık suçudur” diyen.

Suna ökmen’e “hani işkence yapmazdınız” dedim. “sen düşmansın, hem ağzını topla bana işkenceci diyemezsin” dedi. ben de “demek ki savaşlarda her şey mübah öyle mi?” Dedim. “kes sesini” dedi. onlar değil miydi “insanlık onuru işkenceyi yenecek diyen? Ve onlar değil miydi, sözde demokratik kurum ve kuruluşları aracılığıyla veya kişisel başvurularıyla insan hakları mahkemelerine, uluslararası af örgütlerine “türkiye'de işkence var” diye şikayetlerde bulunan. oysa işkencenin olduğu yer belliydi, işkenceyi yapanlar da.

Bu konuda oldukça deneyimli oldukları ve azımsanamayacak bir birikim ve maharetle gerçekleştiriyorlardı işkencelerini. bu insanlar gerçekten devrim yapsalar (!) Ya da amaçlarına ulaşsalar, nasıl bir insanlık anlayışına sahip oldukları ve nasıl bir ülke yaratacakları konusunda da bilgi veriyordu pratikleri.

Bir türlü uyuyamadım. bir sağa, bir sola dönüp duruyordum. o kadar çok uyumak istiyordum ki. uyumak ve hiç uyanmamak. sabah olmuştu. koğuştakiler her zamanki gibi kalktılar. her sabah 08.00’de, “kahvaltı” derlerdi. yemek saatlerinde “yemek hazır" diye anons yapılırdı. ama gün boyu anonslardaki değişiklikler gözüme çarptı. sabah koğuş nöbetçisi bağırıp “arkadaşlar herkes kahvaltıya, sucuklu yumurta, peynir, börek” diye bağırdı, “mis gibi mercimek çorbası var soğumadan aşağı inin, köfte de var nar gibi kızarmış vs…” diyorlardı. içimden “allah allah, ne kadar da görgüsüzler ve alçaklar. benim yemek ve suya dayanamayacağımı zannedip, kendilerince beni etkilemeye çalışıyorlar” diye düşündüm.

Daha önce 43 gün aç kalmıştım. ama susuzluğun ne demek olduğunu bilmiyordum. onların bu psikolojik taktiklerinin boşa olmadığını bunun da diğerleri gibi ustası oldukları işkence yöntemlerinden biri olduğunu 3-4 güne kadar kavrayacaktım. üstelik 43 günlük zorla açlık grevinin üzerinden daha, henüz bir hafta geçmişti. bünyem de zayıftı, içim kavruluyordu. suna ökmen “hadi semra bugün 4. gün. bırak katır inadını. latife 2. gün su diye inledi” dedi. “ne demek istiyorsun” deyince, “kızım polisle anlaşmanı anlat. bak biz ankara’da 11 kişiydik. füsun’u kurtarabildiler mi? Hem de o mit’in adamıydı. konuş, suyunu al rahat rahat geber, kimsenin umurunda bile değilsin” dedi. sinirlendim. perdeleri yırtmaya çalıştım.

Bu kontrolüm dışındaki bir tepkiydi. resmen sinir küpü olmuştum. içimden nefret, öfke, tiksinti gibi duygular çok yoğun olarak geçiyordu. bunun üzerine ellerimi, ayaklarımı ranzaya bağladılar. sabah 8, akşam 8 sayımından sonra tuvalete götürüyorlardı. artık ailemle de görüştürmüyorlardı. tuvaletteki ayna da, ben perde arkasına alındıktan sonra kaldırılmıştı. bu arada tuvalet kullanımı da farklılaşmıştı. kapı ardına kadar açıktı ve bana bakıyorlardı. yani tuvalet ihtiyacımı giderirken. çok ilginçti doğrusu, insanlar alçalabilir, küçülebilirdi ama kimse bu insan müsveddeleri kadar düşkünleşemezdi. el yüz yıkamakta yasaktı. günlerdir su vermiyorlardı. 7. güne kadar sağlıklı sayabildim kaç gün olduğunu. etlerimin morardığını ve derimin sarktığını görebiliyordum. ayağa kalkamıyordum artık.

Suna ökmen aynı zamanda hemşireydi. hemşireler, hastaların, yardıma ihtiyacı olan insanların hizmetindedirler. görevleri insanlara yardımcı olmak şifa dağıtmaktır. suna ökmen ise hemşirelik döneminde öğrendiklerini, şifa dağıtmak için değil, pislik saçmak için kullanıyor, becerisini akıl almaz işkence yöntemlerine dönüştürerek uyguluyordu. zorla tansiyonumu alıyor, ateşimi ölçüyordu. tuvalet ihtiyacımı gidermek için ayağa kalkamıyordum, ama sık sık tuvaletim geliyordu. buna anlam verememiştim. dayanamayıp işkenceci hemşireme danıştım “ben su içmiyorum, bu nedir?” Dedim. gülerek, “latife de sormuştu. 20 gün olsa da sıvı çıkarırsın, insan vücudu kolay kolay pes etmez” dedi. sık sık gelip, neremin ağrıdığını, ne gibi rahatsızlıklar duyduğumu soruyordu. cevap vermiyordum. ama astımlı gibi nefes alıyordum, kalbim ağrıyordu ve kulaklarım uğulduyordu. en ufak bir sese bile tahammülüm yoktu. sanki beynimi oyuyorlardı.

Koğuşta hiç yemek pişirmeyenler kek türü şeyler pişiriyorlardı. anlaşılan bütün koğuş beni sorgulamayı sistemli bir kampanya haline dönüştürmüştü. “içim yanıyor kalsiyum sandoz versene” diyorlardı. tam kulağımın dibinde sandozu bardağa atıyor, çıkardığı sesi dinletip perde arkasından lakır lakır deviriyorlardı midelerine.

Artık etlerim kokuyordu, dudaklarım, dilim resmen kupkuru olmuştu. ağzımın içi sanki lağım çukuru gibi kokuyor, midem yanıyordu. karşımda sürekli benim yaptığım hareketlerin aynısını yapıyordu nöbetçiler. buna tiyatroda “hamur” oyunu diyorlarmış. bu da psikolojik yöntemdi sinirlerimi zayıflatmak için. her geçen günle birlikte durumum o kadar ağırlaştı ki, leğen getirip kollarımdan tutuyorlar ve ben de bir damla sıvıyı büyük bir sancıyla leğene boşaltıyordum. kaçıncı gün olduğunu bilmiyordum. beni ranzadan indirip “tutunarak ihtiyacını gider” diyorlardı. tabi bunu kibarca söylemiyorlardı. kolumu bıraktıkları anda kafam o berbat çiniye çarpıyordu. filiz gencer gelip müdahale etti, “bu köpeği itiraf yapmadan kafasını yere vura vura geberteceksiniz, bundan sonra indirmeyin, eldiven takıp altından alın” dedi.

Eli kolu bağlı, savunmasız bir insana karşı yaptıkları bu davranışlarla zeka düzeyini ve kapasitelerini gösteriyorlardı. filiz gencer’in söylediği cümledeki “bu köpeği” kelimesine çok öfkelenmiştim. köpek kimdi acaba? Aşağılık komplekslerini tatmin etmek için savunmasız bir insana yönelik hakaret, küfür, küçümseme yarışına girenler değil miydi acaba? Bir de “devrimciler küfür etmezlermiş!” Böyle yaparak ne kadar keskin devrimci olduklarını, örgütlerine ne kadar bağlı olduklarını ya da ne kadar güçlü olduklarını ispatlamış oluyorlardı, hastalıklı ve basit kafalarına göre.

Kemikleşmiş bir kaç kaşarın dışında, genç insanlar daha önceleri benim yaptığım gibi terör örgütlerinin karalama kampanyalarından etkileniyorlardı aslında . hele o liseli ufak kızlara hiç kızamıyordum doğrusu. çünkü hepsi ne yaptığının farkında bile değillerdi. diğerleri ise ne kadar aşağılar, küfür eder ve hakaret ederse o kadar kendini kanıtlamış oluyorlardı sevgili örgütlerine.

40 yaşını devirmiş hayriye gündüz, bu kampanya esnasında daha önceden boğularak öldürülen 18 yaşındaki şimel aydın’la aramda kıyaslama yapıp, tipik yaşlanmış bunak kadınlık kaprislerini kusuyordu sanki. yine yasemin okuyucu, gülizar kesici, münevver göz, asuman özcan, münire demirel, funda davran, birsen kars, gülay kavak, ergül uzundiz, nilüfer alacan, seyhan doğan ve hatun polat gibileri. aslında ortada tam anlamıyla traji komik bir durum vardı; artık çürümüş, bitmiş ve kendileriyle bile kavgalı durumda olan bir yığın insanın neye karşı olduklarını bile bilmedikleri bir mücadele. dışlanmışlığa, bir baltaya sap olma özlemlerine, basit kadınlık güdülerinin yönlendirdiği, kıskançlık ve çekememezliğine esir olmuş manyaklar güruhu. durumlarının farkında bile değillerdi.

Artık eldiven takıp, filiz’in dediğini yerine getiriyorlardı. kabus gibiydi. bir an evvel ölmeyi ve kurtulmayı düşünüyordum. etimin kokusu da beni rahatsız ediyordu. bilerek koğuşa parfüm sıkıyorlar, karavana çalıyor ve toplu marş söylüyorlardı. çünkü susuzluktan ölüm noktasına gelen insan nefes almakta zorlanır ve sesten rahatsızlık duyardı. galiba latife ve şimel’den oldukça deneyim kazanmışlardı.

Bu sıralarda filiz gencer yanıma geldi. “bak semra su istiyor musun?” Dedi. doğrusu susuzluktan çenem açılmıyordu. yataktan doğrulamıyordum. boynumu tutamıyordum. bebek gibi bakıma muhtaçtım. “evet” dedim. “o zaman itiraf yap, her şeyi anlat” dedi. ben de “ajan ya da işbirlikçi değilim, beni siz yalana zorluyorsunuz” dedim. filiz “sen yalan söyle, biz doğruları alırız” dedi. ben de “peki ben polisin ajanıyım. görevim cezaevi hakkında polise bilgi vermek” dedim. ama bu cümleyi alabilmek için teybi ağzıma dayamak zorunda kaldılar. çünkü hem sesim çıkmıyordu, hem de “ben” demek için bile enerji gerekiyordu. neredeyse bu cümleyi 2 saatte konuştum. gözlerimin karardığını hissettim. gözlerimi açtığımda, başımda, daha sonra ölüm orucunda ölen ilginç özkeskin vardı. elinde seyyar kabloyla çektikleri ampul vardı… ilginç, aynı zamanda doktordu. nursel demirdövücü de hemşireydi. nursel’in işkenceci hemşirem olan suna’ya “bir daha ayağına iğneyi batır bakalım” dediğini duydum. ben gözlerimi açınca suna ökmen “numaracı, bayılma numarası yapıp, sorgudan kurtulacağını mı sandın. 2 saatlik baygınlık mı olur?” Dediğini belli belirsiz duydum. ilginç özkeskin hemen gitti. suna bana serum taktı. 3 gün boyunca serum takmaya devam ettiler. filiz gencer “yeter bak 3 gündür sana serum takıyoruz. artık sağlıklısın. adam gibi konuş” diyordu. ben de sürekli “su verin” diyordum. beynim dönüyor sanki aklım gidiyor - geliyor gibiydi. serpil ise “biz seni susuz da yaşatırız” diyordu ben su isteyince. ben de “nasıl olsa beni böyle öldüremezsiniz. herkes anlar işkence yaptığınızı” diyordum. o da “sen bizi salak mı sandın! Seni öldürür, öldürür yine diriltiriz. ayrıca sen istesen bile biz seni böyle gebertmeyiz” diyordu. “o zaman su ver” diyordum. kızıp gidiyordu.

Ağzım hala kupkuruydu. leş gibi kokuyordu. halsizdim. fakat zannedersem serumdan kaynaklanıyordu. ağzıma bir serinlik geliyordu. bunalıyor ve sadece ölmeyi düşünüyordum. kendi kendime “beni serumla ne kadar yaşatırlar?” Diye düşünüyor ve yaşıyor olmama şaşırıyordum. serumla yaşatabilecekleri aklıma hiç gelmezdi çünkü. hala eldivenle altımdan almaya devam ediyorlardı. yeni doğmuş bebek gibiydim. hiç bir ihtiyacımı karşılayamıyordum. latife ve şimel’i şimdi aklımdan hiç çıkaramıyordum. eğer bunları yaşamasam ve gerçek olduğunu bizzat yaşayarak öğrenmeseydim bu yöntemleri uyguladıklarına kimse inandıramazdı beni.

Benden her itiraf almaya geldiklerinde, su alabilmek için “ajanım” dedim. “iyi ama şimdi ne itiraf yapacağım” diye kara kara düşünüyordum. bu nedenle onlara “beni iyileştirin, su vermezseniz itiraf yapmam” diyordum. onlarda “önce konuş” diyorlardı. bende “ajanım işte konuşmuyorum. o zaman öldürün” diyordum. o zaman çok kızıyor ve “adi f….., köpek sen işbirlikçi değil, faşist ideolojiyi benimsemiş bir ajansın. polissin. abilerine mi yaranacaksın? Gebereceksin işte. konuş, seni iyileştirir yine aynı şeyleri yaparız. salak mısın sen? Kendine eziyet ediyorsun. hani? Polis abilerin nerede? Onların umurunda bile değilsin? Umurunda olsan, seni öldürelim diye buraya gönderirler miydi hiç? Evlerinde buz gibi sularını içiyorlar. hem senin o masum, bebek suratına ne oldu böcek gibi oldun bak. gerçek yüzünü açığa çıkardık” dedi filiz. suna’ya “aynayı getir” dedi. bana “yüzünü görmek ister misin?” Bak burnun da kocaman olmuş” dedi.

Gerçekten korkunçtum. ben miydim acaba? Yüzümün her tarafı pul pul olmuş ve sivilce dolmuştu. sanki bir iskelet kafası gibiydi. çukura inmiş, gözler simsiyah, incecik bir deri, burnum kocaman olmuş yüzümün rengi mor sarı karışımı ölü suratı gibi. baygınlık geçirecektim sanki bu tablo karşısında. mezardan fırlamış bir hayalet gibi…kendime de kızıyordum “iskelet gibi olmuşum ama bir türlü ölemiyorum” diye.

Filiz gencer “söyle bakalım semra ölülerin önce neresi kopar?” Dedi, sonra da “burnu. bak burnun ne kadar kocaman olmuş, kopacak” dedi. serumla ayaktaydım ama durumumda farklılık yoktu. kollarımdan tutup ayağa kaldırıyorlardı. ama bıraktıklarında yine düşüyordum. yastıkları yükselttiler. ayaklarımın altına da yastık koydular. filiz gencer, “bak kızım sana pahalı serum takıyoruz, hadi konuş” dedi. evet bana pahalı serumlar takıyorlar, iyileşmem için çaba gösteriyorlardı. bunu beni çok sevdikleri için değil, iyileştikten sonra itiraf yapacağımı zannettikleri için yapıyorlardı. oysa itiraf edecek bir şeyim yoktu.

Ben arada bir delirdiğimi zannediyor, sonra kendime geliyordum. çeşit, çeşit hayaller görüyordum. filiz gencer suna’ya “koğuşa taşıyın” dedi. nursel demirdövücü, havva suiçmez, yasemin okuyucu, birsen kars, münire demirel, gamze bayram, asuman özcan, gülizar kesici, filiz gencer, serpil yıldız, funda davran koğuştaydı. bana yine serum taktılar. münevver köz ve serpil yıldız yanıma geldiler. serpil, “semra, ranzanın altına bomba yerleştirdik. savcı, müdürler aramaya gelecekler. sesini çıkarırsan burayı havaya uçururuz” dedi. benim bağırmamdan çekiniyorlardı. çünkü daha evvel iki kez sayım esnasında bağırmıştım. demek ki, arama esnasında da bağırmamdan çekiniyorlardı. sayımlarda “bana işkence yapıyorlar, gelin, bakın” diye bağırmıştım. kafasını uzatarak bakmaya çalışan gardiyanı engelleyerek “hadi git, o hasta” demişlerdi. şimdide kendilerince önlem almaya çalışıyor ve bana “ranzanın altına, bomba yerleştirdik, sesini çıkarırsan havaya uçururuz” diye tehdit ediyorlardı.

Serpil, suna’ya “yüzünü duvara çevir” dedi. ben aramaya gelince bağırmaya karar verdim. sonucu ne olursa olsun, bağırmaya kesinlikle kararlıydım. savcı benim işkence yapılmış halimi görür ve beni öldürseler bile, işkenceci yüzlerini duyurmuş olurum, hem ölüm de benim için kurtuluş olur, diye düşündüm. ayrıca ranzanın altına bomba yerleştirme meselesinin, beni kandırmak için yaptıkları bir blöf olduğunu anlayabiliyordum.
__________________
Never fade away...
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz Heliosaga'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 14.04.2016, 21:41   #2
Çevrimdışı
Heliosaga
Cehennem Yolcusu

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: DHKP-C Bilmecesi, Mustafa Duyar'ın Eşi Semra Polat Anlatıyor!

Savcıyı dışarı çıkardılar

Savcı içeri girer girmez, dhkp/c temsilcisi sadi naci özpolat “çabuk arayın, arkadaşımız hasta” dedi. Aynı anda ben de “işkence yapıyorlar” diye bağırdım. Savcı “bakacağım” diye sadi’yle tartışıyordu. Sadi ise “açlık grevinde delirdi” diyordu. Savcı “bakacağım, o zaman hastaneye yatırırız” dedi. Suna ökmen ağzımı kapatıyor, nursel demirdövücü ise bacaklarımı tutuyordu ve bana “semra, korkma o savcı, sana işkence yapan polis değil diyordu. Suna savcıya, “çıkın işte sizi polis sanıyor” dedi. Ben de suna’nın elini ısırdım. “yalan söylüyorlar, gelin bakın, bunlar işkence yapıyor” dedim. Savcı ile sadi epeyce tartıştılar. Suna ökmen “öldüreceğim işte çekin gidin” deyip boğazıma yapıştı. Filiz’e “öldüreyim mi?” dedi. Filiz gencer “bırak, sakın yapma” dedi. Sadi, savcıyı apar-topar dışarı çıkardı. Funda davran ise, suratıma okkalı bir tokat yapıştırıp, küfürler yağdırdı. Filiz gencer gelip “bırakın yüzüne vurmayın” dedi. Serpil “seni boğarım köpek, anladık düşmansın, düşmana mesaj da gönderdin. Artık kes sesini” dedi. Daha sonra “bir daha çeneni açarsan seni susuz, susuz yollarım öteki tarafa" dedi. Beni tekrar perde arkasına taşıdılar. Sesimi duyurabildiğim için oldukça rahatlamıştım. En azından, bundan sonra resmi olarak birilerinin durumumdan haberi vardı. Bu arada işkencecilerim kudurmuştu ama… bağırmam işe yaramıştı. özellikle suna “elimi köpek gibi ısırdın. Senden bunun hesabını soracağım” deyip duruyordu. Yaptıkları işkenceyi gizleyebilmek için, ellerinden gelen herşeyi yapıyorlardı. Işkence yapmayı doğal görüyorlardı ama bunun ortaya çıkmasından çekiniyorlardı. “ne dediysek yaptık, ne yaptıysak savunduk” diyenlerin hali aslında yürekler acısıydı. Her taraflarından riyakârlık akıyordu. Yaptıklarının doğru olduğuna inanmıyorlardı ki savunsunlar. Hem işkenceye karşı olduğunu söyleyip, hem de işkence yaptıkları açığa çıktığında inandırıcılıkları kalmazdı çünkü. Bu yüzden uzmanı oldukları işkence yöntemlerini, perdelerin arkasında yapmalı ve herkesten gizlemeliydiler. Ama çekirge bu sefer sıçrayamamıştı. Kızgınlıklarının, öfkelerinin nedeni, yakayı ele vermiş olmalarındandı.

Az sonra filiz gencer yanıma geldi. “provokasyona yönelik en ufak birşey yaparsan gazetelere "ajan" diye manşet attırırım. Sen ajanlığını ispatladın. Sen resmen polissin” dedi ve suna’ya serum takmasını söyledi.


Ertesi gün filiz gencer tekrar yanıma gelmişti. Halsizdim, sanki bir tek kalbim çalışıyordu. Aklım ne kadar başımdaydı bilemiyorum. Tuhaf tuhaf hayaller görüyordum. Vücudum, vücut olmaktan çıkmış, kokmuş bir et yığınına dönüşmüştü. Serum takacak damar bile bulamıyorlardı. Filiz, yarım çay bardağı su ile birlikte gelmişti. “bak su vereceğim anlatacak mısın?” dedi. Dengesizleşmiştim. Saçma-sapan şeyler söylüyor, birkaç dakika sonra kendim de şaşırıyordum. Mesela; “suyu ver, konuşacağım” diyordum. Suyu verince “bir daha ver o zaman” diyordum. “birden veremem, miden bozulur” diyordu. “o zaman sigara ver” diyordum. “olmaz, hastasın” diyordu. Kendimi gerçekten ajan zannediyordum. Bilincim yerinde değildi. “ajanım ama konuşmam” diyordum. Arada bir saçmalıyordum, hafifçe tokat atıyordu. “bu savaş siz size, ben bize inanıyorum, beni netleştiremezsiniz” diyordum. Onlar da “saçmalama, bizim seni netleştirmek gibi bir derdimiz yok. Zaten geberteceğiz konuş artık” diyorlardı.


Daha önce de belirttiğim gibi ajan ya da provokatör olmayı isterdim. Ama değildim. Böyle yüklenildiği için bilincimde böyle kalmış sanırım. Ajan gibi hissediyordum bazen kendimi. Bilincim yerindeyken de beni öylesine zorlamışlar ve o kadar çok işkence yapmışlardı ki, iddialarını kabul etmek zorunda kalmıştım. Ama iş itiraf yapıp, her şeyi anlatmaya gelince tıkanıyordum. çünkü ortada ne itiraf yapacak şey, ne de anlatılacak gerçekler vardı. Yaşadığım bunca işkencelerden sonra, ölüm de artık hafif geliyordu ve ölümü de göze almıştım. ölmeyi gerçekten istiyordum. Bu yüzden “evet ajanım ama korkmuyorum öldürün” diyordum. Onlarsa benden itiraf almadan öldürmeye yanaşmıyorlardı. Bu yüzden ortaya garip bir durum, bir kör döngü ortaya çıkmıştı. Bir yandan ajan olup konuşmayan birisi, diğer yandan itiraf yaptırmadan öldürmek istemeyen işkenceciler. Ben de bir çıkmaz içindeydim, işkenceciler de.

Filiz gencer; “götür bunu yatır, serum tak, yemek ver” dedi. şok oldum. Yemek ve su …şaşırdım. Su ile karışık süt verdiler. 3-4 kez azar azar verdiler. Gamze başımdan tutuyor, kaldırıyor ve süt içiriyordu. Sabaha kadar uyumuşum. Gerçi sabah mı, akşam mı, bilemiyordum. Artık hiç soru sormuyorlardı. Uyandığımda kolumda serum vardı. Suna ökmen’in elinde bir tepsi, “hadi yine iyisin. Siz olsanız bize yemek vermezsiniz” diyordu. Siz-biz kendilerini ne kadar kaptırmışlardı bu sizli-bizli savaş oyunlarına. Saçmaladığının farkında bile değildi. öfkem iyice artmıştı. “madem öyle, madem beni öldürecekler” dedim içimden “bakın ben size ajan neymiş gösteririm. Size istemediğiniz kadar itiraf yaparım” dedim ve başladım içimden anlatacağım senaryoların kurgularını düşünmeye örgütün son dönemlerde nerelerde operasyonlar yediğini tek tek düşündüm. Ve kafamda hayali bir itiraf taslağı oluşturdum.

Bana süt içiriyor, peynir, pekmez vs. Yediriyorlardı. Tuzsuz çorba içiriyorlardı. 3-4 gün boyunca böyle devam etti. Artık ayağa kalkabiliyordum. Tutuna tutuna tuvalete gidebiliyordum.

Filiz gencer yanıma geldi. “evet semra, artık iyileştin. Bize itiraf yapman iyi olur” dedi. Işin ciddiyetini kavramıştım. “ajanım” desem itiraf istiyorlar, “değilim” desem işkenceye devam ediyorlardı. Artık yaşadıklarımdan bıkmıştım. Ailemi düşünmüyordum. çünkü düşündükçe yüreğim daralıyordu. Kabuslar görüyordum. Vurdumduymazlık oyunu oynamaya başladım. Kendi kendime “her şeyden zevk al” dedim. Mesela; kahvaltı getirdiklerinde “susuzluğu düşün, tadını çıkar” diyordum. Aklıma ailem geldiğinde, bu düşünceyi aklımdan çıkarıyor, bana acı verecek her türlü düşünceyi “ölene” kadar erteliyordum. Unutmak, düşünmemeye çalışmak en iyisiydi. Yaşadığım koşulların zorluğu, gördüğüm işkenceler, içinde bulunduğum çıkmaz, bana zaten yeterince acı veriyordu. Bir de bu acılara yenilerini ekleyip, kendi durumumu daha fazla zorlaştırmak ve daha çekilmez hale getirmek istemiyordum. Bir çıkış bulabilmem ve içinde bulunduğum bu iğrenç durumdan kurtulabilmem zaten mümkün değildi. Daha fazla düşünmek ve kafa yormak da, bana birşey kazandırmıyordu. “her şey nasıl olsa olacağına varır deyip, içinde bulunduğum durumu kabullenmek ve sonucu beklemekten başka yapacak birşey yoktu. Ben de kendimi oyalamaya, zaman geçirip, bir an önce sonucu görmeye çalışıyordum. Bu arada, kendimle, geçmişimle ve yaptıklarımla, köklü ve amansız bir hesaplaşma yaşıyordum. Boşa geçirdiğim yılların, boş hayallerin, yaşadığım ve yaşattığım acıların ağırlığını yüreğimde daha fazla duyuyordum. Bu örgütü ve bu insanları daha önce tanıyamamış olduğum için kendime kızıyordum. Kullandıkları süslü cümleler ve alâkalarının bile olmadığı yaldızlı iddialarla zehirledikleri gencecik insanlara acıyordum. Onlara seslenebilmeyi ve “kanmayın bu örgüte, yalan söylüyorlar, onlar insanlıktan, dürüstlükten anlamazlar. Sizi, sizin temiz duygularınızı kullanıyorlar. Kirli işlerini size yaptırıp, bunun halk ve devrim için olduğuna inandırıyorlar … işleri bittiğinde, ya da isteklerini yerine getiremediğinizde, sizin onların gözünde hiç bir değeriniz kalmaz, yaklaşmayın bu örgüte. Yaklaştıysanız bile; büyük acılarla karşılaşmadan, büyük acılar yaşamadan ve yaşatmadan önce, henüz vakit varken uzaklaşın. Elinizi asla kana bulamayın. Bu örgüt size acıdan başka birşey veremez vb.” şeyler söyleyebilmeyi; onlara, henüz göremedikleri ya da görmek istemedikleri gerçekleri anlatmayı çok istiyordum.

Filiz gencer’e “bak ben ajan falan değilim. Susuzluğa dayanamadım. Ajanım dersem hemen öldüreceğinizi zannettiğim için iyileştirirseniz itiraf yapacağımı söyledim” dedim. Filiz gencer kızdı ve “bunu sandalyeye oturtun. Aklı başına gelinceye kadar uyumayacak” dedi. Kaç gün bilmiyorum. Sandalyede oturuyor ve hiç uyumuyordum. Uyuklar gibi olduğumda da hemen uyandırıyorlar. Arada bir saçma davranışlarda bulunuyor, kabuslar, hayaller görüyor ve nöbetçilerle “uyuyacağım” diye kavga ediyordum. Filiz gencer yanıma gelerek, “ajanım de köpek” diyerek, teybi ağzıma yaklaştırdı. Ben de “ajanım, tamam uyumak istiyorum” dedim. Sorular sordu. Her sorduğu soruya ajanmış gibi, daha önce kafamda oluşturduğum senaryoları sıralayarak cevap veriyordum. Ben anlattıkça o soruyor, söylediklerimi zorla yazdırıyordu. Uykusuzluktan sarhoş gibi konuşuyordum. “hepsini anlatana kadar yatmayacak” diyerek çekip gitti.

Yine geldi. Bu kez “ben ajan değilim. Yalana zorluyorsunuz. Artık yalan söyleyecek beynim kalmadı. Artık senaryo da uyduramıyorum. Uykum var” dedim. Bana “sen o kadar zeki olamazsın. Bu kadar isabetli yalanlar uyduramazsın… bildiğin şeyler var. Yalan söylüyor, aralara doğruları serpiştiriyorsun, yaşamak için direniyorsun, itiraf etmesen de öleceksin” dedi. Ben de “işkence yapıyorsunuz, ben de yalan söylüyorum. Tahmin yapıyor, kurgu yapıyor, sonra da ajanmış gibi itiraf ediyorum. Doğrular tesadüftür. üstelik artık delirdiğimi zannediyorum” dedim. Suna ökmen’e “elini, ağzını, ayağını bağla” dedi. Sandalyeye oturttu. Yine uyutmuyorlardı. Suna ökmen, “inatçı, uyku sorununu da aştın. Ama biz sana gösteririz” dedi. Ayağımın, birini bir ranzaya, ötekini de diğer ranzaya bağladı. “iyi bak, böyle bağlarlar. Siz bağlıyorsunuz ya hanımefendi” dedi. “biz kim? Sen manyak mısın” dedim. Ağzımı ve arkadan da ellerimi bağladı. Sürenin ne kadar olduğunu bilmiyorum. Yemek yediriyorlardı. Ayaklarım ve ellerim şişmişti. Ovuyorlardı. Uyuklayınca uyandırıyorlar, “deli numarası yapma” diyorlardı. Ilginç hayaller görüyordum. Kendimi bazen bir gemide, bazen de okulda zannediyordum. Kabus ve hayallerin ardı arkası kesilmiyordu. Arada bir kendime geliyordum. O zaman da cezaevini ve gerçekliğimi hatırlıyordum.

Bu dönemlerde yine filiz gencer geldi. Suna ökmen’e “tuvalete götür, sandalyeye oturt” dedi. Kendisi de elinde iple geldi. “korkuyor musun” dedi. Korkuyordum fakat “hayır” dedim, nasıl olsa ölecektim. “yalancı rengin kül gibi oldu baksana” dedi ve gitti.

Filiz gencer arada bir geliyor, beni itirafa zorluyor, hakaretlerde bulunuyordu. Yine yanıma geldi ve “ajanım de köpek, anlat” diyerek beni tokatladı. Sarhoş gibiydim. Bazen benden ne istediklerini ve niye vurduklarını bile unutuyordum. O bana bir şeyler soruyor, ben de anlatınca da “kızım sen manyak mısın? Numara yapma” diyordu. Demek ki yine saçmalıyordum. “hadi git yat, kalkınca anlatacaksın, tamam mı?” dedi. Yattım, ne kadar uykusuz kaldım ve ne kadar yattım bilemiyorum. Ama bugün bile uykusuzluk karmaşasını çözemiyorum. Uyuduktan sonra beni arada bir kaldırıyor, yemek yediriyorlardı. Benimse aklımdan yemeği bir an önce yiyip, uyumak geçiriyordu. Bu yemeği kabul etmesem bile zorla yediriyorlardı yemekleri. Ben yemekle uyku arasında, uykuyu tercih ediyordum. Yemek vermeme, susuz bırakma, ranzaya bağlama, ayak ve ağzımın bağlanması, küfür, hakaret, aşağılama, iple boğma provaları ve aklıma gelen-gelmeyen onlarca psikolojik yöntemden sonra uykusuzluğu da tatmıştım. Hepsinin yaşattığı acılar, yöntemlerin farklılığına göre değişiyordu. Fiziksel olarak oldukça kötü bir durumdaydım. Psikolojimse alt-üst olmuştu. Kafamı toparlayamıyordum. özellikle uykusuzluk döneminde kendimi iyice kaybetmiştim ve bu süre de kabuslarla, hayallerle geçmişti. Bazen nerede olduğumu unutuyor ve kendi gerçekliğimi yitiriyordum. Bu zebanilerin arasında kalmak bile insanı tedirgin ediyordu ve başlı başına bir işkenceydi zaten. Bu kötü günlerin son bulacağına ve buradan kurtulacağıma ihtimal bile vermiyordum.

Bir gün beni kaldırdılar. Birbirinden güzel yemekler getirmişlerdi. “bugün yılbaşı” dediler. Benimle dalga geçtiklerini düşündüm. Fakat yine de yemekleri yedim ve yattım. Tekrar kalktığımda her taraflara yığınaklar yapmışlardı. Tuvalete giderken bile yığınakların üzerinden atlamak zorunda kalıyor, atlarken düşüyordum. çünkü henüz tam olarak iyileşmemiştim. Kafam darmadağınıktı ve birşey hatırlayamıyordum. Kafamı toparlamak için çaba sarf etmeye başladım. Zaman zaman toplu olarak slogan attıklarını duyuyordum. Uzun süre düşündükten ve onların kendi aralarındaki konuşmalarını dinledikten sonra nerede olduğumu bana yaptıklarını hatırlamaya başladım.

Olan biteni ve yaşadığım süreci kavradıktan sonra benimle uğraşmıyor olmaları dikkatimi çekti. Ne başımdaki nöbetçiler gözlerini ayırmadan bakıyorlardı, ne de beni sorguluyorlardı. Sadece yemeği mutlaka yememi istiyorlardı. Aşağı kattan tv haberlerinin sesi geliyordu. “dışarıda kar yağıyor ve burası bayrampaşa cezaevi’nin önü, içeride hala barikatlar var. 3 gün süre tanındı…vs. şeklinde bölük pörçük haber seslerini duyuyordum. Perde arkasında nursel ve yasemin, şarap şişeleri ile birşeyler yapıyorlar ve harıl harıl bir gidiş-geliş trafiği. Ayrıca, gamze’ye molotof tarifleri… vs. Veriyorlardı. Radyo dinliyorlardı. Oysa benim sorgumun sürdüğü bütün bir süreç boyunca koğuşta radyo dinlemek yasaktı. Amaçları, benim dünyayla olan bağlantımı kesmekti. Ama, yemekhaneden ve karşı koğuştan gelen televizyon haberlerine sürekli kulak kabartıyordum. Onlar, beni her şeyden tecrit ederek, iyice yalnızlaştırarak, psikolojik olarak zayıflatmaya çalışmışlardı. Ben her uyanıp yemek yerken, koğuşta neler olup bittiğini çözmeye çalıştım. Ancak birkaç gün sonra ümraniye cezaevi’nde çatışma olduğunu, bu nedenle barikatlar kurduklarını anladım.

Bu süreçten biraz faydalanarak, kendimi toparlamaya ve dinlemeye çalıştım. Sadece neler yaşadığımla ilgilenmeye gayret ediyordum. Ailemi düşündüm. Ne yapıyorlardı acaba? Kim bilir beni ne kadar merak ediyorlardı. Bu konu beni çok üzüyordu, o nedenle hemen kafamdan atıyordum bu üzüntülü düşüncemi.

Yine bana uyguladıkları işkence yöntemleriyle, ne kadar süre işkence yaptıklarını düşündüm. Bir ara “ajanlığı” kabul edip, hayali itiraflarda bulunmuştum. Açlık, uykusuzluk, susuzluk, psikolojik işkence yöntemleri, şeytana taş çıkartacak binbir çeşidi…vs… hepsini tek tek geçirdim aklımdan. Hatırlamaya, anlamaya, kavramaya çalıştım. Hala, bu iğrenç, ruh hastası, kompleksli işkenceci mahlukların arasındaydım. Hepsinden tiksiniyor ve nefret ediyordum. öfkemin, kızgınlığımın, kinimin sonsuza kadar geçmesi asla mümkün değildi. Birkaç gün boyunca, benim kafamdan bunların geçtiği süreçte barikatları kaldırdılar. Yaşadıklarım bir korku filminden alınmış sahneler gibiydi. Barikattan sonra, normal yaşama dönmüşlerdi. Beni yeniden sorguya almalarını, ya da öldürmelerini bekliyordum. çünkü beni iyileştirmiş, yeniden sağlığıma kavuşturup, kendimi toparlamamı sağlamışlardı. Beni öldüreceklerse bile, iyice iyileştirmeleri, vücudumda işkence izlerinin kapanmasını beklemeleri gerekiyordu. Latife ve şimel’e de belli ki, böyle yapmışlardı. çünkü aksi halde işkence yaptıkları açığa çıkar, başlarına iş alırlardı. Ben bunları düşünüp beklerken, ne beni sorguya aldılar, ne de başka birşey yaptılar.

Bir ara işkenceci hemşirem suna ökmen yanıma geldi. “gözün aydın, banyo yapacaksın, artık bitlendin” dedi. şaşırmıştım. Herhalde 1,5-2 aydır yıkanmıyordum. Tıpkı aksaray’daki meşhur delinin saçları gibiydi saçlarım. Korkunçtu. Iyice uzamış, top, top olmuştu ve yapış yapıştı. Gözlerimin altı simsiyahtı. Artık tuvalete aynayı da yeniden asmışlardı. Yanaklarım ise, o güne kadar hiç olmadığı kadar tombuldu. Elim, ayağım şişmişti. Derilerim soyuluyordu. Vücudumdaki ve ellerimdeki morluklar kaybolmuştu. Tırnaklarımda hafif siyahlıklar kalmıştı. Tırnaklarımı tutup çektiğimde kağıt gibi yırtılıyordu. Incecikti. Banyoda “kaldır kolunu, soyun, yıkayacağım seni” dedi. Kolumu kaldıramıyordum. O hem yıkadı. Saçlarımla uğraştı, ama açamadı, yıkama işlemi bitince, beni giyindirdi. Henüz tam iyileşememiştim. Yürürken sendeliyor, düşüyor, kollarımı yukarı kaldıramıyordum ve hareket ettirmekte güçlük çekiyordum. Hâlâ sersem gibiydim. Beynimin içinde sanki sis bulutları dolaşıyordu. Bazı şeyleri hatırlayabiliyor, fakat tam olarak neler olduğunu anlamakta güçlük çekiyordum. Bir belirsizlik perdesi vardı ve bir türlü tam olarak kalkmıyordu. çözemediğim şeyler üzerinde düşünüp, sis perdesini yavaş yavaş aralamaya gayret ediyordum. Hayalleri, kabusları, işkenceleri hatırlıyordum. Bana yaptıkları işkence yöntemlerini de net olarak hatırlıyordum. Fakat uykusuzluk ve susuzluk döneminde geçici olarak bilinç kayıpları yaşamıştım. Bunlar kafamda iz bırakmıştı. Halen hafızamı tam olarak toparlamakta güçlük çekiyordum. Bugün bile tam olarak çözemediğim karmaşa dönemleri var. Beni artık sorgulamaya almadıkları, iyileştirmeye başladıkları, uykusuzluk dönemlerimi ve sonrası, toparlamakta ve çözmekte zorlandığım dönemlerimden her birisi.

Ara sıra erkekler koğuşundan gelenler oluyor, video çekimi yapıp, kendi aralarında konuşuyorlardı. Beni niye videoya çektiklerini, maksatlarının ne olduğunu ve bu çekimler sırasında neler söylediğimi ve yaptığımı bilmiyorum. Bunu halen hatırlamıyorum. Fakat o dönemde, bayrampaşa cezaevi’nde olan ve daha sonra kırklareli cezaevi’ne gelen bir arkadaştan bu kasetin içeriğini öğrendim. Bu çekimleri yaptıktan sonra, işkenceci şefler, kasetleri videodan tüm koğuşa seyrettiriyorlarmış. Kasetteki kişi, yani ben, saçları dağınık, deli tipli, ucube birisiymiş. Konuşmalarımdan çıkardığı sonuç, kafasını yediği ve deli olduğuymuş. Ama işkenceci şef, “kurtulmak için deli numarası yapan bir ajan” diyormuş, sürekli kaseti seyrettirirken. Bu şef, ercan kartal’mış. Onlara küfür ediyormuşum, ajanım konuşmam vs. Diyormuşum. Arada bir anlamsız şeyler söylüyormuşum. Ama örgütün iddialarının tümü yalandı. Ben ajan değildim. Fakat yedikleri operasyonların ve örgütün dağılmasının hesabını verebilmek için günah keçisine ihtiyaçları vardı. Benden istedikleri de ajan ya da işbirlikçi olduğumu ısrarla kabul etmemi söylemeleriydi. Sonra da beni öldürüp, dosyayı kapatacaklar, "operasyonlara neden olan haini bulduk ve cezalandırdık, hiç bir suç cezasız kalmaz, yaşasın halkın adaleti” diyeceklerdi. Ama işler umdukları gibi gitmemişti. Ben çetin ceviz çıkmıştım ve iddialarını kendi istedikleri doğrultuda ve içlerine sinecek şekilde kabullenmemiştim. Uzun bir süre sonra yaptığım her sahte itirafı da, kısa bir süre sonra geri almıştım. Birkaç kez çığlık atarak, durumumun cezaevi idaresi savcısı tarafından öğrenilmesini sağlamıştım. Sonradan öğrendiğim şeylerden biri de, durumumun basında da yer aldığıydı. Ailem de bunu öğrenmiş, cezaevindeki örgüt temsilcilerine baskı yapmaya başlamıştı. Bu durum onların kafalarındaki planlarını hayata geçirmelerini zorlaştırmıştı. Cezaevinde, kendi durumları açısından da kritik bir dönemeç yaşıyorlardı ve içerideki durumlarını zorlaştıracak tavırlardan uzak durmaları gerekiyordu. Işkence yaptığına ilişkin söylemler her tarafta ayyuka çıkmıştı ve böyle olmadığını da ispatlamaları gerekiyordu. Bu yüzden beni iyileştirmeye başlamışlardı. Ancak benim üzerime, haince, adice, hayvanca ve iğrenç bir biçimde öylesine büyük bir baskıyla gelmişlerdi ki, iyileştirmeye başladıkları döneme kadar, neredeyse uygulamadıkları, psikolojik ve fiziki işkence yöntemi kalmamıştı. Bu bende çok derin fiziksel ve özellikle de psikolojik etkiler bırakmıştı. Israrla benden ajan olduğumu kabul etmemi istemişlerdi. Direnç noktamı çok fazla zorlamışlardı. öyle ki bir dönem kendimi, gerçekten ajan gibi hissetmeye ve bu duyguyla hareket etmeye başlamıştım. Bana “siz olsanız böyle yapardınız, şöyle yapardınız” şeklinde geliyor ve gerçek bir ajanmışım gibi davranıyorlardı. Ben de onlara gerçek bir ajanmışım gibi tavırlar alıyor ve yanıtlar veriyordum. Onlar toplu olarak marş söylediklerinde, ben de milliyetçi marşlar söylüyordum. Bunlar yarı bilinçli, yarı bilinçsiz yaptığım şeyler olmakla birlikte, içimde onlara karşı yaşattığım öfkeyi, kini dışa vuruş, ifade ediş biçimimdi. Koşullarının ve sürecin uygun olmaması nedeniyle beni öldüremiyorlardı. Ama bana karşı düşmanca yürüttükleri karalama kampanyaları ve uyguladıkları psikolojik işkence yöntemlerinden de vazgeçmiyorlardı. Sadece fiziksel işkence yapmaktan vazgeçmişlerdi. Ben de onların bu yöntemlerine, kendi yöntemlerimle cevap vermeye çalışıyordum. Ortaya tam bir sinir savaşı çıkmıştı.

Artık günde üç kez yemek geliyordu. Yemekleri yemek zorundaydım. Yemeklerin içine bazen tutam tutam saç kılları atıyor, su sürahisinin üzerine sümük bulaştırıyorlardı. Yatağım leş gibiydi ve pislikten kokuyordu. Zannediyorum, çekimini yaptıkları şeylerden bazıları bunlardı. Koğuşta bunları başlatıp, belki de aralarında gülüyorlardı. Insan denen varlığın bu kadar aşağılık, tiksinti verici iğrenç ve nefret duyulabilecek bir varlık olduğunu hatırlamam için onların yüzünü görmem yetiyordu. Bunlar insan olamazlardı. Insan kılığına girmiş insan müsveddeleri, insanlığın yüz karası, utanç verici, ucube yaratıklardı sadece. Kinim, nefretim bin kat daha artmıştı. Gerçekten ölmeyi istiyordum. Ama bunun nasıl olacağını bilmiyordum. Suna ökmen’e “beni niçin öldürmüyorsunuz?” diyordum. “zamanı gelince, merak etme” dedi. Nöbetçiler ben uyanık olduğum sürece, yaptığım her hareketi taklit ediyorlardı. Resmen sinir krizleri geçiriyordum. Tırnaklarımı yiyerek, kazağımı söküp ipleriyle oynayarak, saçlarımı tel tel koparıp oynayarak kendimi avutmaya, bu tür oyunlarla oyalanmaya ve onları tahrik ederek, beni öldürmelerini sağlamaya çalışıyordum. Saç tellerimle tişörtümün üzerine yazıp sonra da okumalarını sağlıyordum. Herşey bana o kadar inanılmaz geliyordu ki, sanki bir film setinde, sinema çekiyorduk. örgütün bir militanı olarak girmiştim cezaevine. şimdiyse bu yaşadıklarım; rüyadan, kabustan, filmden öte şeylerdi. Filmi seyredersin biter. Rüya görürsün sona erer. Ama bu bitmiyordu. Bazen kendime “acaba ben ajan mıyım? Diye soruyordum. Sözde bu örgüt insan hakları savunucusuydu. Oysa bunlar, ancak ve ancak insan hakları tüccarları olabilirlerdi. Ne büyük bir iki yüzlülük örneğiydi sergiledikleri. Ama onlar için, iki ya da daha fazla bir yüzü olmak bir anlam ifade etmiyordu.

Ailemi, rüyamda görüyordum. Geceleri kalktığımda koğuştan fısıltılar geliyordu. Birbirlerine “yat, yat, yine o bağırdı” diyorlardı. Anlıyordum ki kabustan dolayı çığlık atmışım. Bu çok sık oluyordu. şu rüyamı hiç unutamıyorum. Gökyüzünde bir balon uçuyor ve ufak bir çocuk gülerek el sallıyordu. Ben de rüyamda ona gülümsüyordum. Nöbetçim gamze bayram beni dürttü. “pis hain, alçak, yoldaşlarımız ümraniye’de öldü diye gülüyorsun değil mi?” dedi. Gamze bayram tam bir ruh hastası ve sadistti. Onunla hep kavga etmişimdir. Gerçi hepsiyle kavga ettim. Yine funda davran, sevinç kocakafa, yasemin okuyucu, suna ökmen, nursel demirdövücü, birsen kars, filiz gencer, serpil yıldız, havva suiçmez, asuman özcan, hayriye gündüz, gülay kavak, münire demirel, gülizar kesici, hatun polat ve şu anda sıralamadığım birçoğu ilginç, kompleksli, ruh hastası, sadist tiplerdi. özellikle ruh hastası olduklarını o kadar iyi kavrıyordum ki. Ayrı dünyadan bakıyordum onlara. Onları daha iyi görebiliyor ve çözebiliyordum.

Suna ökmen hariç nöbetçiler değişmişti. Yeni yeni insanlar tutuklanıp geliyordu. Bir gün gece nöbetçi uyandırdı. Filiz gencer’in yanına götürdü. Galiba 96 şubat sonuydu. 95 temmuz’unda sorguya almışlardı, 96 şubat olmuştu. Filiz teybi açtı. “evet semra, artık iyileştin, her şeyi tek tek anlatacaksın, biz senin yeniden o koşulları kaldırabileceğini düşünmüyoruz” dedi. Ajan olmadığımı vs… anlatmaya çalıştım. Kızdı, bağırdı, çağırdı. “senin delilik numaran bile ajan olduğunu gösterir” dedi. Manasız, manasız suratına bakınca, "hatırlamıyor musun?” dedi. Dalga geçerek, “abilerin taktikleri iyi öğretmiş, ama sen sonuna kadar dayanamıyor ve pes ediyorsun, mertçe ajanım desene” dedi. Ben de “değilim ki” dedim. Bir tokat attı. Tehditler, konuşmalar, olmayan itiraflara zorlamalar. “kalemi, kağıdı vereceğiz. Itiraf yapmazsan, herşeyi göze alır, aynı koşulları yaşatırız. Istediğin zaman iradeni nasıl kullandığını gördük, yine dayanırsın” dedi. Ben de “söyleyecek bir şeyim yok” dedim. O da “el mi yaman bey mi yaman” dedi ve beni yukarı çıkardılar. Ilginç duygular yaşıyordum. Ben de verdikleri kağıda ajanmış gibi yazılar yazdım. Ama bunlar, itiraf değil savunma gibiydi.

“milletime; dhkp-c denilen bu örgüt insan hakları tüccarlığı yaparcasına bana şu şu şu … işkenceleri yaptı. şimdi beni ölüme mahkum edip, sizden özür dilememi istiyorlar… devlet lehine çalışmak hainlikse hainim…” böyle epeyce yazdım ve istiklal marşı'nın “garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar/ benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var/ ulusun korkma nasıl böyle bir imanı boğar” kıtasının tamamını yazıp, boğar kelimesinin altını çizerek onlara verdim. Zaten artık sağlıklı da düşünemiyordum. Amacım onları tahrik etmek ve bu süreyi kısa tutmaktı. Bu yazıyı verdikten sonra beni bir daha hiç sorguya almadılar.

Her gün nöbetçilerle tartışıyordum. Onlarda aşağılamalarına devam ediyorlardı. Yalnız hiç sorguya almadılar. Suna ökmen de dahil bütün nöbetçiler değişti ve gözaltım hafifledi. Ben onlara sataşınca, taklit vs. Yapıyorlardı ama, ben ses çıkartmadığımda normal davranıyorlardı. Bu şekilde aylar bıkkınlık, sıkıntı ve bezginlik duygularıyla geçiyordu. Bu süreden sonra bırakılana kadar üzerime gelmediler. Beni bıraktıkları zamana kadar, onların içinde olmanın dışında bir sıkıntım kalmamıştı. Onların günlük koğuş yaşamlarını ve davranışlarını gözlemleyerek günlerimi geçirmeye çalışıyordum.

şahit olduğum birçok şey içerisinden bir tanesi beynime kazındı. Bunu aktarmak istiyorum. Nöbetçilerimden nilüfer alcan ve hülya gülcan ortak bir çalışma yapıyorlardı. Nöbetçim oldukları için perde arkasında çalışıyorlardı. Bu bir broşürdü. 95 insan hakları ihlali konusunda gazete kupürlerinden haberler topluyor, yazılar yazıyorlardı. Akıllarınca 1995 yılında, insan haklarına yönelik ihlalleri derleyerek bir kitapçık haline getirmeye çalışıyorlardı. Oysa sadece kendilerinin insanlık dışı tutumlarını ve insan onuruna yönelik aşağılamalarını bir kitapta toplamaya çalışsalar, birkaç ciltlik kitap yazmaları gerekirdi. Onları, insan hakları tüccarı olarak görmemin nedeni de buydu. Zaten insan haklarını savunuyor gibi görünüp, bu kisve altında, bu kadar büyük bir ustalıkla, kan dökmeyi, işkence yapmayı ve katliamlar gerçekleştirmeyi ancak bu ikiyüzlüler becerebilirlerdi. Gerçekten oldukça şaşırtıcıydı.

Günler, aylar böyle birbirini kovaladı. En son (ölüm orucu dönemi) filiz gencer (42. Günü açlık grevinin) beni çağırdı. “semra, bugüne kadar sen bize hiç yardımcı olmadın. Evet yanıldık. Ama sen de bize yardımcı olmadın. şimdi nöbetçilerle artık tartışma. Biliyorsun açlık grevindeyiz. Onlar hasta. üstelik her şeyi unutup bizimle olmanı istiyoruz. Sen hatalısın. Oyun oynamasaydın, bize yardımcı olsaydın, durumlar böyle olmazdı” dedi. Ben çok şaşırdım. Yine, defalarca onlara ajan olmadığımı söylediğimi, ama işkenceyle kabul ettirmeye çalıştıklarını söyledim. Bana “zulüm yapıyorsun diyorsun. Böyle yapmayacağımı anlamalısın.” dedi. Yani açıkça “biz işkence yaptık, ama seni ajan sandık” diyemiyordu. çünkü, “ajan olsam bile bana nasıl işkence yaparsınız" demiştim. Onlar da bu durumu kapatıp tekrar “bizimle ol” diyorlardı. Onların bu kadar pişkin olmalarına şaşırıyordum. Ama ılımlı bir politika izlemeliydim. çünkü oradan sağ olarak çıkmanın yolu buydu. Daha önceleri onlara sık sık “zaten sağ bırakamazsınız, aksi takdirde işkence yaptığınızı açıklarım, bu da sizin işinize gelmez” diyordum. Asıl çekindikleri nokta buydu. Bana çok zor da gelse, ılımlı bir tablo çizmeye karar verdim. Onlara, yaşadıklarımı unutabileceğimi söyledim. Fakat içimde tarif edilemez bir öfke vardı. Ilımlı bir tablo çizmek zordu. Ama mecburdum. Tekrar, “yaşadıklarımı unutsam bile bu koğuşta yaşamam mümkün değil” dedim. Onlar bırakamayacaklarını söyleyip, beni ikna etmeye çalıştılar. Tekrar ailemle görüştürmeye başladılar. Yaklaşık 10 ay sonra tekrar ailemle görüştüm. Kitap ve sigara verdiler. Gözaltı kalkmamıştı ama oldukça ılımlıydılar. Benim tek düşüncem, öfkemi ve kinimi hissettirmeden oradan çıkabilmekti.

Bir gün geldiler. Sabah ve hürriyet gazeteleri’nde çıkan haberleri gösterip haberi yalanlayan bir yazı yazmamı istediler. Aslında haber doğruydu. Gözaltında olduğumu ve örgüt tarafından infaz edilmeyi beklediğimi yazıyordu. Benimle birlikte birkaç insana daha ilişkin bir haber vardı. örgütün amacı yaptığı işkenceyi gizlemek, haberi yalanlamaktı. Belli ki diğer insanları yumuşatmışlardı. çünkü raziye katırcı’nın gözaltısı sona ermişti. Gerçi o fiziki anlamda işkenceli bir sorgu süreci yaşamamıştı. Fakat gözaltındaydı. Benim yumuşamayacağımı düşünüyorlardı. Tekrar tekrar kendileri ile birlikte olmamı istediler. Ben “koğuşta yaşadığım süreçten sonra mümkün değil” diyor ve uygun bir tarzda reddediyordum. En son “bayrampaşa özel tip’te kalırsan bırakırız” dediler. Kabul eder gibi göründüm. 21 kasım’da beni bu koşulla serbest bıraktılar. Ben savcı ile görüşünce durumu iyice kavradım. Sıkışmışlardı ve mecburlardı bırakmaya. Aynı gün savcıya “örgütçülerin olmadığı bir cezaevine gitmek istiyorum, bir gün dahi burada kalamam” dedim. Yardımcı oldu. Kırklareli’ye gitmem için ring ayarlandı. Asla sağ olarak çıkamayacağımı düşündüğüm cezaevinin bahçesine gittik. Bayrampaşa cezaevi’nin bahçesi gözüme çok geniş, büyük geldi. Kafamda onlarca düşünceyle, kapısı açık ringe baktım… ringe bindiğim andan itibaren benim için yeni bir sayfa açılacaktı. Ama bu yaşadıklarımı ömrüm boyunca hiç unutmayacaktım. Bayrampaşa’da acılarla dolu 1,5 yıl geçirmiştim. Gerçekleri öğrenmiştim. şimdi ringe attığım adımla eski sayfayı kapayacak, güzel olan yeni sayfayı açacaktım. Bu iğrenç yüzlerden, işkencelerden, kabuslardan, hayallerden, acılardan ve ikiyüzlülükten kurtulmuştum. Ama izlerini hayatım boyunca üzerimde taşıyacaktım. Ve kaderimi bundan sonra bir terör örgütü değil, kendim belirleyecektim.

Ben semra duyar

1973 yılında istanbul'da doğdum. Ilk ve orta öğrenimimi tamamladıktan sonra, lise dönemimde örgütle tanıştım ve örenimimiğ yarım bıraktım.

örgüte katılışımda ekonomik, sosyal, kültürel ve ailevi nedenlerin yanında, kendim ve insanlık için birşeyler yapma isteim varğdı.

Buna rağmen; örgüte girdiğim dönem, henüz politikadan, siyasetten anlamayacak kadar küçük yaştaydım. Belli bir olgunluğa erişince örgütün ideoloji, amaç ve yöntemleri noktasında çelişkilerim yoğunlaştı. Tutuklanma sürecimde, örgütü bırakmak istediğimi söylediğim andan itibaren yaşadığım 1,5 yıllık işkence süreci, aslında yaşamımda dönüm noktası oldu. Varolan çelişkilerin derinleşmesine ve yeni bir kararla, yeni bir sayfa açmama neden oldu.

Yaşadığım sıkıntılı sürecin etkilerini üzerimden atıp, örgüt içinde yaşadığım süreci kafamda sıfırladım.

Aslında bunları uzun uzadıya yazmama gerek yok. önemli olan yaşama yeniden tutkuyla, yanlışlarımla olgunlaşarak başlamamdı.

Yeni hayatım cezaevinde eşimle tanışmamla bir boyut ve anlam kazandı. Eşimle yeni tanıştığım dönemlerde, eşimin tanınmış bir itirafçı olmasından kaynaklı yoğun eleştiri ve tepkilerle karşılaştım. Eleştirilerin, eşimin tanınmış bir itirafçı yönünde olması ve bu nedenle kaygılar içermesi sakat bir mantıktı bana göre. çünkü sevgide böylesi hesapların olması doğru değildi. Eşim de, benim gibi yüce erdemlerin teorisi ile örgüte katılmış, ö rgüt içerisinde cirit atan pislikleri görünce bunu elinin tersi ile itmiş ve yeni bir yaşam umudu ile vicdani muhasebesini de yaparak teslim olmuştu. Tüm eleştiri, tepki ve kaygılara rağmen, eksiklerimizi doldurabilir, fazlalıklarımızı trpüleyebilirizö dedik ve sadece kendimiz için, kendimiz adına, kendimiz karar vererek evlendik. Bu zor koşullarda sevginin yanısıra acıları da yaşadık elbette.

Sonra hayatımın ikinci rengi doğdu. Bebeğimiz. Henüz 30 günlük bir bebekti ve aldığı her nefeste yaşamı tanımaya çalışıyordu. 30 günlükken babası öldürüldü. Belki benim çocuğumla aynı kaderi paylaşan yüzlerce bebek var. Ama genel anlamda itirafçılığa, özelinde eşimin tanınmış bir itirafçı olmasından kaynaklı önyargıların, çocuğumuza ileriki yaşamında yansıması, benim için bie endişe olarak hep varolacak.

Ben şimdi bir anneyim ve sorumluluğunu aldığım, bir hayat, bir insan. Bu çok ağır bir sorumluluk. çünkü, ona verebileceğim, ya da vermekte eksik kalacağım herşey onun ileriki yaşamını etkileyecek. Bir anne olarak onun manevi dünyasını sarıp, sarmalarsam, ileride yaşamın zorlukları karşısında eminim ki doğru durabilmeyi öğrenecektir.

Yukarıda ifade ettiğim gibi, ekonomik, sosyal, kültürel nedenlerin yanısıra, ailevi nedenler de beni örgüte sürükleyen durumdu. Bir manevi boşluk. Belki bu doldurulmuş olsaydı ben de hayat karşısında doğru kararlar alarak, insana ve insanlık adına birşeyler yapma isteğimi doğru bir şekilde yapabilirdim. ö nce kendime, sonra aileme ve daha sonra topluma faydalı olabilirdim.

şimdi ben bir çocuk yetiştiriyorum. Fakat benim koşullarım daha farklı. Bir cezaevi ortamındayım ve 24 saat beraberiz. Zaman zaman duygusallaşıyor, üzülüyor ve öfkeleniyorum. Bunları en aza indirgeyerek yansıtma çabasındayım. ç ünkü üzüntümü, sıkıntılarımı ona yansıttığımda belki babasızlığı daha derin hisseder, belki kendine güvensiz olur, belki onun manevi dünyasında tahribatlara yol açar.

Yine cezaevinde tek yaşasaydım odamı bir ev ortamına dönüştürmek için çaba sarfetmeyebilirdim. Bunlar ince ayrıntılar gibi görünebilir ama oyuncakların ya da benzeri süs eşyalarının onun görebileceği bir yerde olmasına özen gösterme çabam, onu ranzadan, betondan, parmaklıklardan daha uzak tutmak için. Ince ayrıntıları düşünmemin nedeni, kendisini daha sıcak bir ortamda hissetmesini sağlamaya çalışmak. Burası cezaevi ve 30-40 insan var. Bu da, 30-40 değişik kültür anlamına geliyor. Koğuş kısmında zaman zaman tartışmalar, kavgalar vs.oluyor. Duyurmamaya, ya da oradaysam uzaklaştırmaya ç alışıyorum. çünkü, ileride yüksek sesin, tartışmaların, belki onda hırçın, âsî, isyankâr bir yapıya bürünmesine neden olabilir diye düşünüyorum. Bunlar önemsiz noktalar gibi görünse de, önemli aslında.

Her anne gibi ben de çocuğumu seviyorum ve onu sevgi ile büyütmeye ç alışıyorum. ıyi bir anne olmak istiyorum. Ileride onun da sevgi ile çocuklar büyütmesi ve mutlu olması, ancak alabileceği sevgi ve şefkate bağlı bence. Yine kendisine özgüveni olan, arayıştan uzak bir kişilik sergilemesi de buna bağlı.

özcesi; bir insanın gelecekte kendisine, ailesine ve topluma yararlı ya da zararlı olması, ailesinin ona verdikleri ya da veremedikleri ile paraleldir.

Itirafçilar

örgütün içerisinde aktif faaliyet yürüttüğüm dönemde itirafçılığa ilişkin, örgütün ve farklı çevrelerin bakış açısını asgari olarak biliyordum.

Ancak bugünkü konumum gereği, bu konu beni daha yakından ilgilendirdiğinden daha fazla bu konuya eğilme gereği duydum.

örgütler, itirafçılığı en fazla karalama gereği duyan ve anti propagandasını yapan çevrelerin başında geliyor. Demokrat kesim ise, bugüne kadar ortaya konan itirafçılık imajına ve konumlarına göre, itirafçılığa karşıt bir tutum takınıyorlar. Kamuoyunda ise, genel olarak örgütlerin anti-propagandası ve demokrat çevrenin itirafılığaç ve itirafçılara karşıt tutumundan dolayı olumsuz imaja sahip.

Bugüne kadar itirafçılar, vuran-kıran bir canavarlarmış gibi lanse edilmiş ve onursuz, kişiliksiz gibi gösterilmeye çalışılmış. Bu yönde bir kanının oluşması için başta örgütler olmak üzere bazı çevreler ellerinden geleni yapmaya çalışmışlardır. Kimse insanların neden itirafçı olduğunu araştırmamış ve itirafçılık konusu üzerine eğilme gereği duymamışlardır.

Itirafçılar gerçekten de toplumdaki bir çok kesime göre en zor durumda olan insanlardır. Birincisi, genel olumsuz imajdan dolayı önyargıları göğüslemek durumundadır; ikincisi, bir misyondur itirafçılık. şöyleki; ya itirafçı olarak sadece pişmanım diyeceksin, ya da vicdanî rahatlığın için acılarla edindiğin deneyimleri başkalarının yaşamaması için önyargı ve beraberinde yanlızlığı göğüsleyerek, misyonunun gereğini hiçbir çıkar gözetmeden yerine getireceksin. Doğru olan bu misyonu göğüslemeyi göze almaktır. Acı olan ise, önyargıların varolmasıdır.


Unutulmamalıdır ki, itirafçılar siyasal olarak verdiklerini düşündükleri mücadele ve bu mücadele yöntemlerine karşı çıkarak, kendini yenilemiş, bir çoklarının yaptıkları gibi ikiyüzlüce başıma birşey gelir düşüncesiyle davranmak yerine tercihlerini yüreklice yapmışlardır. Bir kenarda durmaya çalışmamışlar, konumunun gereğini yerine getirmişlerdir.

ıtirafçılar artık kendilerini ait hissetmedikleri bir örgütün cezasını yattıktan sonra, dışarıda sıradan bir insan gibi yaşama şansına sahip değiller. Gelecek kaygısı, zorluklar onları bekliyor. Bununla birlikte, kendi yaşadıkları zorlukları başkalarının yaşamaması için ellerinden geleni yapmaya çalışmaları, en azından bu gerçeklikten toplumu haberdar etmek gibi bir sorumlulukları var. Haklarındaki olumsuz imaja rağmen, kendilerini ifade edebilecekleri platformdan da yoksunlar. Tüm dileğim, önyargıların kırılması ve itirafçılarında kendilerini ifade edebilmeleridir.

Semra polat
__________________
Never fade away...
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz Heliosaga'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 14.04.2016, 22:55   #3
Çevrimdışı
Heliosaga
Cehennem Yolcusu

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: DHKP-C Bilmecesi, Mustafa Duyar'ın Eşi Semra Polat Anlatıyor!

Ben artık böyle bir örgütün açıkçası gerçek normlarıyla faaliyette olduğuna hiç inanmıyorum. Bu tür örgüt Fehriye Erdal - Mustafa Duyar - İsmail Akkol isimli 3 kişinin Özdemir Sabancı suikastından sonra tamamen ipi çekildi.

Gladio bugün DHKP-C nin merkezinde, yaptıkları eylemlerin çoğuda başarısız, son eylemlerini hatırlayın patlamayan bomba ve daha silah tutmasını bilmeyen 2 kadının yapmaya çalışıp yapamadığı saldırı sonucu öldürülmesi, savcı cinayetindeki tutarsızlıklar bu tür eylemler tamamen provakatif tarzda kalıyor etkili olamıyor. Bir terör örgütünün geçerli savlarını ve etkinliğini koruması için daha aktif olması ve başarısız olmaması şart, DHKP-C ise bu işlevini çoktan kaybetmiş durumda.

Bana kalırsa DHKP-C tamamen devletin kontrolünde hatta MİT'in emrinde hareket eden bir örgüt diyebiliriz. PKK biter ama bu örgüt Sağ iktidarlar hele AKP iktidarı zamanında biteceğini yok olacağını sanmak tamamen aptallıktır.

Örgütün kullandığı insanlar da işte böyle çoğu 23-27 yaş aralığında olan üniversite gençlerinden ibaret eh o zamanlardada her gencin düşünceside kanıda kaynar kandırılması kolay olur.
__________________
Never fade away...
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz Heliosaga'in Mesajına Teşekkür Etti.
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
anlatıyor, bilmecesi, dhkpc, duyarın, mustafa, polat, semra


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 21:35.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.